Drop Down MenusCSS Drop Down MenuPure CSS Dropdown Menu




1 Kitap 1 Mektup etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
1 Kitap 1 Mektup etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Nisan 2015 Pazartesi

1 Kitap 1 Mektup: Makarna Lütfen!'den Leziz Makarnaların Hikayesi :)

1 Kitap 1 Mektup etkinliğini düzenlemeye başlamadan önce aklımda hep "çocuk kitapları" ile ilgili bir şeyler vardı. Zaman zaman bu alanın birazcık dışına çıktım çünkü merak ettiklerimi muhataplarına sormak/öğrenmek istiyordum. Onlardan biri de "Makarna Lütfen!" markasının kurucusu Tuğba Bayburtluoğluydu. Neden mi? Önce röportajımızı yayınlayayım, altına da aklımdan ve tabii midemden geçenleri ekleyeyim :)

Tuğba Merhaba,
İlk sorum tabii ki leziz makarnaların hakkında olacak. Sırrı muhtemelen çokça sevgi ve bolca emek ama sahiden nasıl bu kadar güzel makarnalar yapıyorsunuz? :)
Çok teşekkürler çok sevindim beğenmenize gerçekten. Bizim makarnaların tadı esasında bizim için ikinci planda. Sebzesi bol olsun diye bir annesel düşüncemiz var. Tatları da güzel oluyor ne mutlu ki, üstüne bal kaymak işte:)

Aklımdaki sorular biraz “Makarna Lütfen”den biraz da annelik üzerinden olunca, yoğun iş temposunda hem bir şeylere yetişmeyi hem de anneliği bir arada nasıl yürüttüğünü merak ediyorum.
Yürüyor gibi gibi yani esasında çok parçalanıyorum. İşin ve anneliğin hakkını veriyorum sanırım ama arada kendime bakamıyorum. Annem hep derdi ne zaman geçti o kadar yıl diye, gerçekten ben de aynı şeyi hissediyorum. Kredi ödemesi ya da saç boyamın dibi gelmese yani böyle her ay ödenecek, ilgilenecek bişiler olmasa herhalde zamanın geçtiğini de anlamayacağım. Kızım uyumlu bir kız. Eşim kaprisli biri değil, yemek varsa yer yoksa yapar yedirir. Herkes biliyor artık ne kadar yoğun olduğumu bir de sanırım, yani anlayış görüyorum.

Annelik maceran nasıl başladı? Doğum hikayeni anlatabilir misin? İlk günlerde hangi konularda zorlanmıştın?
Biz geç bulduk eşimizle birbirimizi, evlendikten sonra yaş da geçmesin diye istedik bir iki sene içinde çocuk sahibi olmak. Ben hayatı boyunca kilolu biri olduğumdan önce zayıfladım biraz, tek zorlandığım konu bu oldu zaten. Kilo almayayım dedim ama kör boğazımı da tutamadım. Gebelik diyabetine kadar tabi, sonra frenledim kendimi. Doğuma yakın preklempsi olunca normal olsun diye diretsem de sezaryena aldılar. Doktoruma çok güveniyordum, sözünden çıkmadım. Sütüm de hemen geldi, zırladım mırladım işte çok ekstrem bir hamilelik ya da doğum değildi. Sadece eşim çok şımarmayayım diye nazıma niyazıma bakmadı. Bende bu ters tepti, adam çocuğu sevmeyecek sandım çok korktum. Sonra sonra anlıyorum ki kendisi de abartmış. Bir daha hamile kalırsam görür o gününü :)

“Makarna Lütfen”inhikayesini sosyal medyadan öğrenmiştim. Sana yine de sormak istiyorum, cidden bu kadar leziz makarnaların bizimle kavuşma sebebi Peri’nin sebze yememesi ama makarnayı çok sevmesi mi oldu? (Öyleyse teşekkürler Peri :)
Yok Peri’den önce babası geliyor efenim. Eşim sebze ırkçısıdır, ıspanağın kavurmasını yer böreğini bile sevmez, semizotu sadece salatada olur, yok efendim karnabahara bozuk patates muamelesi yapar. Ona kerevizdi brokoliydi yedireyim derken iş buralara geldi:)

İnsanlar artık daha bilinçli ve kimse sağlıksız, hazır gıdalarla çocuğunu beslemek istemiyor. Sanırım hepimiz organiğin, tam buğdayın peşindeyiz. Asıl sorun da piyasada “sahte üretici”lerin çok olması galiba. “Organik” adı altında satılan ürünlerde sadece fiyat farkı görüyoruz ama içerik sıfır. Bu konuda ne düşünüyorsun?
Organik pazarın alıcısı esasında çok araştırmacı ve sorgulayıcı insanlar.  Ben seviniyorum her geçen gün bu benim kafamda insanların artmasına. Ama tabi bir de her sektörün kendine göre kötü insanları var, az paraya çok pahalı mal satıp rant sağlama peşinde olan. Gıda sektöründe de var bu insanlar. Her ay mutlaka bir eposta bir telefon alıyorum “Bizim ürünler çok güzel çok organik kendi köyümüzden kasabamızdan” diye. Bir sertifika bir izin vb. sorduğunuzda fısss ses yok. Bırakın organik sertifikayı daha Gıda ve Hayvancılık Bakanlığı’nın kontrolünde bir üretici filan bile değil. Bir de tonlarca ürün satmış olmanın havasını basıyor. Bu insanlar hep olacak, her zaman olacak. Önemli olan tüketicinin aldanmaması. Organik ürünün üzerinde Bakanlığın logosu oluyor. Etiketinde bir sürü bilgi oluyor. Her sakallıya dede dememek lazım yani kısacası.

Özellikle ek gıda sürecinde annelerin kafası çok karışık oluyor. Eskiler hemen püre/muhallebi/çorba ver diyor, doktorlar belirli yasaklar koyuyor, kitaplarsa “çocuğunuz kendi yesin” diyor. Tam da bu noktada “Makarna Lütfen”in ürünleri hayat kurtarıyor aslında. İçinde besleyici çorbalık karışımlar, tuzsuz köfte harcı, sebzeli makarnalar var. Bu konuda danıştığın doktorlar/anneler oldu mu, oluyor mu? Peri’nin ek gıda ile tanışma sürecinde neler yapmıştın hatırlıyor musun?
Olmaz mı devamlı bir öğrenme-danışma halindeyim. Ek gıda ve çocuk beslenmesi ile Türkiye’de yayınlanmış tüm kitaplara uğraşma çabam daha yeni başladı. Meraklıyımdır, zaten çok da soru geliyor.  Özellikle anne ve çocuk beslenmesi üzerine olan kongreleri kaçırmamaya çalışıyorum.  Çevremdeki tüm çocuk doktoru, diyetisyen, hemşire filan kim varsa sıkıştırıyorum, bunaltıyorum sorularımla.  Bilim gelişiyor. Takip etmek gerek kesinlikle. Peri’nin ek gıda geçişinde ise kendi halinde bir anne idim, bu kadar bilgim yoktu. Ama yine de birkaç badire atlattık mesela kıymaya alerjik reaksiyon verdi, tatildeydik çok korkmuştum. Allahtan bir haftada geçti.

Sosyal medyayı özellikle de instagramı çok etkin ve etkili kullandığını düşünüyorum. “Üretimden kareler” yayınlayıp ürünleri nasıl hazırladığınızı da yayınlıyorsun, sebzeli makarnaları hüpletirken videosu çekilen tatlı bebekleri de :) Belki de işin sırrı “reklam yapmaya ihtiyaç duymamak”tır, samimi olmaktır. Ne dersin?
Tam bir formül veremem ama sanırım samimiyet önemli çok önemli. Yani üzerinde bir reklam ajansının fikir üretip ortaya çıkardığı bir proje değil bizimkisi. Daha önce böyle projelerde bulundum. Meslekte hem üretim hem marka yaratma adına belirli bir tecrübem var. Ama en önemlisi hep müşteri tarafına geçip bakıyorum. Bir eposta yanıtladığımda, bir post yazdığımda dönüp okuyorum sorular soruyorum: Sivri bir tarafı çıkmış mı? Akıcı bir şekilde anlatabilmiş miyim derdimi? Sade yazmış mıyım? Eğlenceli ve bilgi veriyor mu? Ben takipçi olsaydım bunu okur muydum? Bu son sorunun varyasyonları çok önemli. Ben müşteri olsam bu ürünü alır mıydım? Sanırım kılı kırk yaran huysuz bir gıda mühendisi anne olmamın çok önemi var bu soruyu cevaplarken. Bir Türk annesi köfte yaparken illa ki ekmek içi kullanır mesela ama piyasadaki köfte harç firmaları maliyeti arttıracağı için göz ardı ederler. Ben göz ardı etmedim bir de üstüne arttırdım. Her ekmek olmasın kaliteli bir ekmek olsun. Ekşi mayalı tam buğday ekmeğinin galeta unu olsun içinde dedim. 

Akşam eve geldin ama evde çok az malzeme var. Vakit de kısıtlı, evdekiler de aç. Hemen hazırlanabilir tariflerden neler yaparsın böyle bir durumda :)
Makarnaaaa :))) Gerçekten bir tencere makarna pişirirken ben sosunu da hazırlarım salatasını da. Bol domatesli kıymalı bir makarnanın yanında salata ve belki azıcık portakal suyu ne kadar güzel, sade ve besleyici bir öğün değil mi?

Küçük bir şehirde üretici olmak belki körpe kabaklara daha rahat ulaşabilmeni sağlıyordur ama çocuk büyütmek için küçük bir yerde olmak avantaj mı yoksa dezavantaj mı sence?
Çocuğuna bağlı esasında. Eğer ekstrem bir eğitim seçerse sanat gibi spor gibi büyük şehirde olmak lazım. Onun dışında küçük şehir esasında rahat. Biz hem İstanbul’da hem Kırklareli’nde yaşıyor gibiyiz ama çok gidip geliyoruz; Peri yolda büyüyor:)

Birlikte çalıştığınız kadınların da çoğu anne sanırım ve güzel bir ekipsiniz. İşler çok yoğunken çocuğu için izin isteyen bir çalışanına izin verirken ya da belki o an veremezken neler hissediyorsun?
Biz toplam 8 kadınız ve bugün esprisini yaptım, 7 karılı Hürmüz’üm ben diye:))) Bizim ekipte herkesin işi önemli, herkesin işi acildir, başımın etini çok yerler yani. Hani çok klişe olacak belki ama daha iyi iş çıkarmak için ortaya birbirlerine tatlı tatlı takılmayı da ihmal etmezler. İşlerimiz her zaman yoğun, hamdolsun büyüyoruz ama şimdiye kadar hiçbir çalışma arkadaşıma “Hayır işimiz var kalıyorsun” demedim. Çünkü onlar mutlaka ortak çıkarımızı korurlar, işlerini hakkıyla yaparlar ve izin alacaklarsa işlerini bitirdikten sonra alırlar. Hatta bir ablamız bugün biraz rahatsız işe gelmişti. Zorla ben doktora gönderdim. Doktor şaşırmış. Bir arkadaşımız şimdi doğum izninde, o geri gelince ofise minik bir beşik atarız bebişini de alır gelir, beraber çalışırız hayalleri kuruyorum şimdiden.  Biz bir bebek daha yapsak kesin üretimde büyütürüm dizimin dibinde:)))

“Makarna Lütfen” tanındı, sevildi ve daha da gelişiyor. Hayalindeki tepe noktası neresi ya da var mı öyle bir “son”? Yoksa hep üretimin içinde olmak yeterince tatmin edici mi?
Herkes atadan dededen kalma çiftlikten satışa filan başlıyor ya ben işte oraya ulaşabilir miyim görücez. Şu anda kiracıyım üretimhanede. Önümüzdeki 3.5 senede kredim var ödenecek. Belki ondan sonra bir başka krediye girer bir üretimhane yaparız. Her bölümünde ayrı bir şey üretirim. Kocaman bir laboratuarım olur, her şeyin analizini kendim yaparım, kontrol ederim. Organik üretimi kendi organik tarımım ile desteklerim aaahhh hayaller:)))))

Eğer sakıncası yoksa, hangi makarna çeşidinin en çok satın alındığını öğrenebilir miyim?
Karışıklar çok beğeniliyor. Sanırım Cem Yılmaz’ın deyimiyle “everythinglittlelittle in tothemiddle”cıyız gerçekten:))

Sebzeli makarnaları pişirmek için özel bir yöntem var mı? Az suda ve suyunu süzmeden pişirmek yeterli mi?
Az su, kısık ateş ve ilgi. Çok hassas bizim makarnalar, çünkü çok sebze içeriyorlar. Başında beklemek gerekiyor.

Bence alanında çok başarılısın ve örnek alınacak bir hikayen, cesaretin var.“Girişimci anneler”e neler tavsiye edersin diye de sormazsam olmaz o yüzden :)
Estağfurullah çok teşekkür ederim. Ben küçük bir şehirde işsiz kalmasaydım belki bu kadar cesur olamazdım. Başka çarem yoktu gibi geliyor bazen. Ama çok ölçtüm biçtim, çok çok düşündüm her hareket hakkında, çok içime döndüm, çok bilenlere danıştım. İyi ölçüp biçmek gerekiyor kesinlikle.

Yemek yapmayı seven, bilen, bu işten anlayan biri değilim. Ama kızıma sağlıklı bir şeyler yedirebilmenin mutluluğunu sayende yaşıyorum. Güzel ürünlerin, sıcaklığın, samimiyetin, vakit ayırıp bloguma katıldığın için çok teşekkürler.
Ben teşekkür ederim. Kızınızı ve sizi bir güzel öpüyoruz kızımla :)))

Küçükken sorarlardı: "En sevdiğin yemek hangisi?" diye, benim cevabım hiç değişmezdi: "Makarna, makarna, makarna" derdim hep. Sonra üniversiteye geldiğimde su ısıtıcısında makarna pişirebilmeyi öğrendim :) Derken hayatımın vazgeçilmezi bir sos katıldı makarnama: domates. Kısaca "DM" yani "domatesli makarna" Hani bazılarının canı döner, iskender, hamburger çeker; benim canım da hep makarna çeker. 
Makarnayı bu kadar çok sevince "Makarna Lütfen" ile karşılaşmamamız mümkün değildi zaten. Elif'in ek gıdaya başlama sürecinde de kafamda bir dolu soru vardı işin aslı. Çünkü yemek yapmayı sahiden bilen/seven biri değilim. İşte o ara "ruşeym", "sebzeli makarna", "bebek tarhanası" gibi şeylerle tanıştım. Elif de-nedendir bilinmez :P- makarnayı çok seviyor. 
Hal böyle olunca instagram hesabındaki paylaşımlardan sıcaklığını hissettiğim Tuğba Hanımın kapısını çaldım. İtiraf ediyorum ürkerek :) Bu kadar yoğun çalışırken bana vakit ayıramayacağını düşünmüştüm ama sağolsun sorularımı en kısa sürede yanıtladı.
Bu röportajı "sade" olarak da yayınlayabilirdim ama içime sinmedi. Hediye etmek için "everythinglittlelittle in tothemiddle" makarna almıştım ama o da bu etkinlikle uyuşmazdı.
Derken aklıma şahane bir fikir geldi: Makarnayı sevdiren bir kitap!Neden olmasın?
Bu yazıda bahsetmiştim Günışığı Kitaplığının Abur Cubur serisi gerçekten çok güzel.
Sanırım "Çubuk Makarna Düğümü" de "Makarna Lütfen" röportajında hediye etmek için oldukça uygun bir kitap, ne dersiniz?
1 Mayıs 2015 tarihine kadar en sevdiğiniz makarna çeşidini/sosunu yorum olarak yazarak çekilişe katılabilirsiniz.
Herkese bol şans!

Devamını oku »

12 Şubat 2015 Perşembe

1 Kitap 1 Mektup: "Beyhan Kafası"nda Bir Alice :)

Beyhan'ı BDK sayesinde tanıdım, uzaktan uzaktan yaptığı işleri ve çizimlerini hayranlıkla takip ettim ve bir gün çekinerek "merhaba" dedim ona :) Alice, Yeni Okul, Dünyalı Dergi, annelik... Aklımda neler varsa sordum, kısaca  "Beyhan kafası"nın içine girdim biraz -ucundan- :)

Beyhan Merhaba,
“Beyhan kafası”nda harika çizimlerin var. Bu kafaların içini nasıl dolduruyorsun? Hayal gücünü nasıl besliyorsun?
Genelde ne çizeceğimi bilmeden başlıyorum. İlk "Beyhan kafası" da böyle ortaya çıktı. Şaşkın bakışlı bir surat çizdim sonra saçlarını çizeyim derken bir baktım bir kurt ve elinde sepetiyle kırmızı başlıklı kız çizmişim. Sonra aynı şekilde başlayıp Maurice Sendak’ın "Where The Wild Things Are" kitabından canavarlar ve onlara hükmeden Max'i tıkıştırdım bir başka kafaya. Böyle bir seri olmaya başlayınca biraz kurgu girdi işin içine bir kaç gece deli gibi çizdim sonra durdum tabi ki.. Şimdi, tekrar akışa ve rastlantıya bırakmam gerekiyor kendimi. Şimdiye kadar yaptığım kafalar masallardan izler taşıyor. Masalların hayal gücünü besleyen eşsiz bir kaynak olduğunu düşünüyorum. Ki bunu  bir tek ben düşünmüyorum tabi ki.

Çizimlerden başlayınca oradan devam etmek istiyorum. Çizdiğin desenleri şimdilik sadece blogunda yayınlıyorsun galiba, başka mecralarda bir paylaşım düşünüyor musun? Bu kadar güzel şey 1 kitapta bir araya gelse keşke :)
Çizimlerimi blogdan çok sosyal ağlarda paylaşıyorum aslında çünkü orada daha hızlı bir iletişim var ve beni heyecanlandıran bir şey, paylaşmak. Bir şey buldum, başkasına da  bulaşsın gibi enteresan bir istek  beliriyor içimde paylaşım yaparken. Önceleri blogum daha aktifti  bir de Dipnot Tablet isimli bir dergide “beyhan’ın seyir defteri”  adlı köşemde yazıp çiziyordum. Sonra orada yazdıklarım bir Ipad kitaba dönüştü.  Şöyle dokunduğum, sayfalarını kokladığım kitabım olamadı der dururum ama yine de. Dünyalı dergi var neyse ki.  İçinde yazmaktan mest olduğum bir dergi.

Senin sevdiğin çizer, illüstratörler kimler?
Öyle çok ki. Kimi önce söylesem. Suzy Lee’den başlayım.Dalga, Ayna, Gölge üçlemesiyle vuruldum ona. 3 kitabı birbirine bağlayan,sayfaları da birbirine bağlayan (ya da ayıran) orta çizgisine yüklediğianlamlar etkiledi beni.  (*Wave'i sanırım ben de çok sevmiştim :) Bir de bu kitapları okurken sanki  Lewis Caroll’un Alice’ini görüyorsun ara ara. Alice’i çizmiş tüm çizerleri severim unutmadan araya sıkıştırayım.
Shel Silverstein var sonra. Şaka yapar gibi yazıp çiziyor. Hep bir muziplik. Bayılıyorum. Gençlerden Oliver Jeffers'a çok özenirim. Kendi de bir çizgi karaktermiş gibi geliyor bana. Bu üç çizer aynı zamanda yazıyorlar. Yazıp çizen biri daha geldi şimdi aklıma. Maira Kalman. Bitmedi. Sara Fanelli var mesela. Sara Fanelli’nin çizgisinden çok kafasının içine hayranım.
Ouentin Blake’i tek başına söylemek lazım. Çalakalem çizilmiş gibidir ya. Nasıl yapıyor bilmem ama o çizgilere bakıp mutlu olursun.
Yine genç kuşaktan (haha, orta yaşı geçince böyle konuşulur ya, bayıldım buna)   Eva Odriozolayı severim, Anna Emilia Laitanen var  bir de . Anna’nın bir kitabı çıkmamıştı henüz ben onu keşfettiğimde bloğunda karda çektiği fotoğrafları ve suluboya çiçek çizimlerini paylaşıyordu. Onun fotoğraflarından, resimlerinden mevsimleri izliyordum ben de. Bir ara Portekizli illüstratörler rüzgarına kapılmıştım, Ana Ventura, Joao Vaz de Carvalho, Ines Oliveira var o dönem dakikalarca işlerine baktıklarım arasında.
Sedat Girgin’i unutuyordum az daha. Onun da çizdiği her karakter çok etkileyici. Daha devam edebilirim ama diğer soruları merak ediyorum :)

Dünyalı Dergide ise bambaşka bir alanda ismini gördüm; gezi yazıların var. Sanırım gezmeyi çok seviyorsun? Şimdiye kadar nereleri gezdin, nereleri “henüz göremedim ama kesinlikle gitmeliyim” dedin/dersin?
Evet, birkaç sayı boyunca gezi köşesini hazırladım Dünyalı Dergide. Daha önce de gezi yazıları yazıyordum ama daha küçük yaş grubu için yazmak ilginç bir deneyim oldu. Gezmek değil de gitmek diyorum ben seyahatlerime. Sanki bir şeyler beni çağırıyor ben de o an elimde ne var ne yok bırakıp gitmek şeklinde gerçekleşiyor benim gezmeler. Ne kadar uzağa gidersem içimdeki gezme canavarı o kadar  memnun oluyor. İlk önce Avrupa’yı gezdim. Hevesli bir mimarcıktım o zamanlar ve ünlü mimarların eserlerini  görebileceğim bir rota peşinde dolandım durdum. Sonra iş nedeniyle de defalarca Avrupa’ya  gitmem gerekti. Bir iki ülke hariç her yerine gittim sanırım. Eski kıta güzel hoş tabi ki ama benim kendimi özgür hissettiğim yerler dünyanın  başka yerleri. Yoksul ama mutlu, koşturup durmayan anı yaşayan insanların yaşadıkları yerleri çok daha fazla seviyorum.  Vietnam, Kamboçya ve Tayland seyahati böyle bir seyahatti. Bir de yine alıp başımı gittiğim,  Bolivya, Peru gezilerim var. Yalnız başına seyahat etmek için biraz zor bir rota seçmişim gerçi ama şu özgür olma halini iliklerime kadar hissettiğim bir geziydi. Bambaşka bir dünyada kendinle baş başa, kafanın içinde sohbet ede ede gezmek, herkese önerdiğim bir gezme türü.Nereye kesinlikle gitmeliyim derim? Galiba Afrika kıtasını gezebildiğim kadar gezmek isterim.  Bir de bir daha gidebilsem başka türlü gezerim dediğim yerler var. Kamboçya’yı otobüsle değil de motor üstünde gezmek. Peru’ya bir daha gitmek ve MacchuPicchu’ya İnka Yolunu yürüyerek ulaşmak gibi şeyler. Mümkün olur mu bilmem ben isteyim yine de J

Sahiden de 1 sırt çantasıyla mı yolculuk yapıyorsun?
Evet. Sırtçantalılardan biriyim ben de. Uzun yolculuklarda o çanta tam bir işkenceye dönüşebiliyor ama yıllar geçtikçe kendimi bu konuda terbiye etmeyi başardım. Bir arkadaşımla yaptığımız Vietnam ve Kamboçya’ya seyahatimizde çok hafif bir yolculuk yaptık. Bir yerde okuyup mu yapmıştık bilmiyorum ama geride bırakacağımız kıyafetlerle yola çıkıp, her konakladığımız yerde bir eşyamızı bırakarak yolculuk ettik. Ben biraz abartmıştım hatta J  Her şeyimi dağıtıp  en son  üstümdeki ince bir elbise  ve  kopmak üzere olan bir terlikle kalmıştım. Aralık ayıydı. Havaalanından eve dönene kadar donmuştum J

Profilinde senden daha çok Alice var. Alice’in Harikalar Diyarını gezmeyi de çok seviyorsun sanırım :) Sormak istediğim şey, sende Alice’i çeken şeyin ne olduğu?
Başka bir dünya hayali sanırım. Alice’i ne zaman okusam ben de bir rüyadaymışım hissi oluşuyor. Özellikle ikinci kitapta  “aynanın diğer tarafı”  kendimi evimde hissediyorum. Hani Alice aynanın içinde geçer ya ve gittiği dünyada her şey terstir. Geri geri yürürler, dün yarındır , yarın dün işte bu tersliklerde kendimi buluyorum galiba.  Tanısız bir terslik var benim zihnimde. Sağımı solumu bilmem. Hangisiydi diye  düşünmeye kalksam başım döner. Solak olmadan solak olmak gibi bir şey. Kapıları açmayı beceremem. Üniversiteye kadar baktığım şeyin tersini çizdiğimin farkında bile değildim. Neyse işte böyle şeyler işte,  özetle benim dünyam aynanın öbür tarafında.
Bir de Alice’le bir geçmişimiz, bir hukukumuz var :) Alice çocukken okuduğum ilk kitaplardan biri. Pek çok çocuğun aksine ben çok beğenmiştim. Kitapta azıcık renksiz bir kaç resim vardı. Tam da Alice’in bahsettiği resimsiz kitaplar gibi sıkıcı olması gerekirdi ama okudukça kafamın içinde rengarenk resimler oluşuyordu.  Çay partisindeki çayın kokusunu aldığıma yemin edebilirim.  

İznin olursa Samirle ilgili de birkaç soru sormak isterim;Annelik nasıl gidiyor? Samirli hayattan neler öğrendin? Zorlandığın şeyler oldu mu?
Samir hakkında konuşunca susamayabilirim ama :) (Her anne gibi) 
Ben kendi bebek olduğum dönem dışında tüm hayatım boyunca çocuklarla ilgilendim. Mahallede doğacak çocukların listesini tuttuğumu ve ben bakabilirim diye kapılarını çaldığımı hatırlıyorum. Kendim de çocuktum ama bir çocukla ilgilenmek,  benim için dünyanın en keyifli oyunuydu. Büyüdükçe bu değişmedi hatta biraz daha fena bir hal aldı. En olmayacak an ve ortamlarda 3-5 çocuğu bir arada gördüğümde onların dünyalarına dalmak için yanım tutuşurdum. Dalardım da. Yaşsız olmayı dilek olarak günlüğüne yazmış bir çocuğum ben. Büyüdükçe çocukluktan sürülürsün ya ben ona sımsıkı tutunmaya çalıştım. Neyse ki ben lisedeyken ablalarım doğurmaya başladı. Ve  ne şanslıyım ki sürekli anne oldularJ Böylece istediğim gibi bol bol oynayacağım ve doğumları itibariyle elimde büyüyen bir sürü bebeğim oldu. Defalarca teyze  ve hala olduktan sonra bir gün bi baktım anne olmuşum.  
O “bir gün” çok da erken olmadı aslında. Çocuklukla vedalaşmamak, sonra insanın kendini unutacağı tempoda bir iş hayatının içinde debelenmek gibi türlü nedenlerle SuSamiri’nin gezegene gelmesi biraz gecikti.  İlk 3 ay  bir kedi yavrusu doğurduğuma emindim. Miskin, ağlamaya üşenen, badem gözlü bir kedicik.  O böyle sürekli uyurken ben, "ee ne zaman oynayacağız" diye sabırsızlanıyordum ki oyun dönemler geliverdi. Şimdilerde tıksırıncaya kadar oynuyoruz diyebilirim :)
Sadece oyun karın doyurmuyor tabi. Anneliğin daha doğrusu ebeveyn olmanın ağır yükleri de var. Ben o kısımda sınıfta kalıyorum işte. Zorlanıyorum, eşimin annesinin  sadece Samir’i değil hepimizi kanatlarının altına alması sayesinde bazı şeyler telafi oluyor ama  kendime biraz kızmıyor değilim ara ara. Keşke büyüseydim dediğim nadir durumlardan biri bu mevzular.

“Yeni Okul” hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyorum. Sadece İstanbulda olan bir okul galiba? Ve sen de okulda “Reggio Emilia Yaklaşımı Sorumlusu” olarak görünüyorsun. Bu yaklaşımın içeriğinden bahsedebilir misin? Klasik yöntemlerden oldukça farklı olduğu çektiğiniz videolardan bile anlaşılıyor. Çocuklar özgür ve mutlu görünüyor :)
Evet, Yeni Okul İstanbul’da Esentepe’de, Reggio ilhamlı bir ilkokul. Yapılandırmacı eğitim olarak da tanımlanıyor bu yaklaşım. Reggio Emilia Yaklaşımı bir model, sistem değil. Alınamıyor satılamıyor. İtalya’nın kuzeyinde Reggio Emilia kentin ortaya çıkmış bir eğitim felsefesi. Yeni bir şey de değil aslında. 2. Dünya savaşı sonrası, kentlerini onarmaya çalışan ve çocukları için yeni bir gelecek var etmeye çalışan anne babalar tarafından başlatılmış. Bu yaklaşım o hep bahsedilen ama bir türlü uygulanamayan çocuğun merkezde olduğu, çocuğun haklarına, fikirlerine saygı duyulan, merakı doğrultusunda öğrenmesi destekleyen bir eğitim kültürü. Çocuğun kendini ifade etmesi için birçok dili olduğunu ve katı bir eğitim sisteminde bu dillerin,  renklerin yok edildiğini söyleyen Çocuğun 100 dili metaforu her şeyi anlatıyor aslında. Her çocuk farklıdır ve her çocuğun öğrenme şekli de farklıdır. Klasik eğitim çocuğa bakmadan ona neleri öğreteceğine bakarken, bu yaklaşımda çocuğa bakılarak sadece neyi değil nasıl öğrendiği anlaşılmaya ve bu doğrultuda bilgisini arttırıp genişletebileceği çevre yapılandırılmaya çalışılıyor. 
Gelelim bana. Reggio Emilia Yaklaşımı sorumlusu olmam,  bana bir isim bulamamamızdan kaynaklanıyor :) Mimarlık eğitimi alıp uzun yıllar bu alanda çırpınmış bir kişi olarak hayatımın eğitim sektörüyle kesişmesi ancak Reggio Emilia Yaklaşımı gibi özgür ve yaratıcı bir ortamda gerçekleşebilirdi galiba. Ben Yeni Okul’da bir çeşit danışmanlık yapıyorum denilebilir. Öğretmenlerle yaratıcı bakış üzerine çalışıyorum. Projelerin öğrenme çevrelerini geliştirmeye çalışıyoruz hep birlikte.  Çalışıyoruz  diyorum çünkü bunu tek başıma yapmıyorum. Benim gibi farklı disiplinlerden gelen bir çok insan var Yeniokul’da. Başka neler yapıyoruz? Reggio Emilia yaklaşımında çocuğun nasıl öğrendiğini takip edebilmemiz için  sonuca değil sürece bakıyoruz ve süreç çeşitli yollarla dokümante ediliyor. Ses kayıtları, video , fotoğraf çekimleri , gözlem notları... Yani klasik bir eğitimde karnede göreceğiniz notun karşılığı bu  süreçte gerçekleşen şeylerin kayıtları diyebiliriz. Binlerce fotoğraf, yüzlerce video, notlar incelendiğinde (incelemek için oturduğumuz masada ben de oluyorum) öğrenmeleri de yakalayabiliyoruz. Almış olduğum eğitim bu yakaladığımız öğrenmelerin görünür hale getirmemizi destekliyor.
Çok mu karışık oldu :) Kısaca şöyle söyleyeyim. Ben çocukların öğrenme anlarını yakalamaya çalışıyorum. Yakaladığım noktada da bu öğrenmelerin görünür hale gelmesi için büyü yapıyorum. Ha işte şimdi oldu :)

Farklı dallarda çalışmalar yapmak zaman zaman zorlayıcı oluyor mu? Ya da dönemsel olarak biri mi ağırlık kazanıyor?
Önceki hayatımda (sanki yeni bir hayatta dirilmiş zombi konuşuyor gibi hissediyorum böyle söylediğimde :)  çok yoğun çalışan insanlardan biriydim ben. 7/24 iş insanı. Yani sahiden de bir zombi. İstifa etmeye karar verdiğimde benim bu halimi bilen insanlar bunu yapamayacağımı söyledi. Hayatının çok büyük bir bölümü iş olmuş onu çekince boşluğa düşeceksin dediler. Hayır yapacağım dedim o zaman. Haklılarmış.  Büyük bir boşluk oluştu. Kocaman bir boşluk. Biraz korktum o boşluktan.  Ve yeniden  doldurmaya başladım onu. İlk önce uzaklara giderek  rengarenk kültürler topladım ve onlarla doldurdum. Sonra çizdim, çizdim bir sürü defterde topladım çizdiklerimi. Hoop  attım onları da boşluktan içeri. Sonra yazıp insanlarla paylaşmaya başladım içimdeki boşluğu. Bir sürü insan boşluğu ziyaret etmek istedi. Nasıl olsa herkese yetecek kadar boşluk vardı davet ettim. İnanır mısın daha bir sürü yer var orada :)
Sanırım insan gerçekten istediği şeyi yaptığında yaptıklarını iş yoğunluğu olarak hissetmiyor. Şimdi saydım da sanırım ben düzenli olarak dört  farklı yerde çalışıyorum. Her birinde yirmi kadar insanla doğrudan iletişime geçiyorum, bu işlerin biri hariç hepsi Samir’i kucağıma alıp gidebileceğim ortamlar olduğu için kendimi Samir’den koparılmış da hissetmiyorum.  Şimdilik bir sıkıntı yok özetle ama bunlar dışında da yapmak istediğim o kadar çok şey var ki, ben bundan korkmaya başladım biraz.

Sevdiğin çocuk kitaplarını da merak ediyorum. Ö.T.E.K.İ. kitabını sende görmüştüm ve çok beğendim:)
Denizden babam çıksa yerim gibi bir durum var İletişim Çocuk yayınlarında. İletişim’in çocuk kitaplarının hemen hemen hepsini çok severim. Ö.T.E.K.İ’ye bayılmıştım. Rose, Kirazın Şarkısı, Miguel, Çocuk, Benim Bütün Ördeklerim, Ördek Ölüm ve Lale son olarak da Ev Canavarları  en en en sevdiklerim. Roald Dahl ne yazsa ona da bayılırım. (Bak bu yolla sevdiğim tüm kitaplar hemencecik aklıma geliyor.) Oliver Jeffers‘ın “Heart in the bottle” ,”Stuck” “ Lost and Found”. Sendak’ın Where the wild things are” ı. Daha bir sürü var ama en önemlileri  nasıl unuttum diye ah ah dersem,  yorumlara eklerim ben J

Çizim yaparken belli bir rutinin var mı? Müzik, kahve gibi?
Müzik ve kahveyi çok severim. Tek tek ve birlikte. Bazen de çizimle birlikte ama genel olarak aynı şekilde tekrarını sağlayabildiğim hiçbir ritüelim yok.Olsun çok istiyorum ama olamıyor bir türlü. En fantastik illüstrasyon ekonomi üzerine aldığım eğitimler sırasında ortaya çıkmıştı mesela. Çizmek için keyif almam gerekmiyor diye yorumluyorum bu durumu J

Yanından hiç ayırmadığın bir kalem var mı? Sihirli kalem gibi de düşünülebilir :)
Yok, ama genelde aynı tür  kalemlerle çizerim. Ağırlıklı siyah beyaz (kağıt beyaz değilde sararmış beyazsa daha çok severim.) çalışırım. Yanımdan kalem değilde defterlerimi ayırmıyorum galiba.

Çizim yapmaya ne zaman başladın?
İlkokula başlamadan önce çizmeye başladım.  Bol miktarda abla abi durumlarından ötürü evimiz karnaval alanı gibiydi, resim ise kendi kendime kalabildiğim kurtarılmış bölge. Şimdi yaptığım desenler gibi desenler çizdiğimi hatırlıyorum. 

Biliyorum tekrar bir soru olacak ama nasıl bu kadar harika şeyler çiziyorsun?
Teşekkür ederim :) Ben, çizimlerimden ötürü böyle yorum ve tepkiler aldıkça öyle mutlu oluyorum ki. Bu röportaj için de çok çok teşekkür ederim. Çok keyif aldım yanıtlarken. Ne kadar geveze olduğumu bir kez daha anladım.
Sevgiler,
Beyhan
Katıldığın için asıl ben teşekkür ederim sevgili Beyhan :)

"Ben Alice olsam..." diye aklınıza gelen ne varsa -mesela "Ben Alice olsam uyanmayı hiç istemezdim" gibi- yazın ve 14 Mart 2015'i bekleyin.
Çekiliş sonucuna göre 1 kişinin kapısını elinde mektubuyla Alice çalabilir.
Demedi demeyin :)



Devamını oku »

8 Aralık 2014 Pazartesi

"Pera Günlükleri" Çekiliş Sonucu :)

1 Kitap 1 Mektup etkinliklerine o kadar çok katılım oluyor ki isimleri yazarken kolum yoruluyor; dile kolay tam 5 kişi :))
Ben eğleniyorum ve öğreniyorum ya sanırım önemli olan da bu.
Bu sefer kazanan instagram hesabından yorum bırakan "kavunyiyenkedi" oldu. Normalde sadece blog yorumlarını kabul ediyordum ancak bu yorum çok güzeldi, onu da çekilişe eklemiştim.
Katılan herkese çok teşekkürler ve sevgiler...


Devamını oku »

18 Kasım 2014 Salı

1 Kitap 1 Mektup : Delal Arya: Pera Günlükleri & Yedi Denizlerde :)

Daha önce Delal Arya'dan bahsetmiştim. (şurada ve burada) Kitaplarını merak ediyordum ancak henüz okumamıştım sevgili arkadaşım bana imzalı getirmişti tüm kitapları. Elifle ilk günlerimizdi ve ben büyüük bir heyecanla bu maceraya atılmıştım. Lakin aklımda yine bir dolu soru vardı. Sevgili Delal Arya da beni kırmayıp sorularımı "1 Kitap 1 Mektup" etkinliğinde yanıtladı, çok teşekkür ederim kendisine :)
Kaynak: burada
Öncelikle “Pera Günlükleri” ve “Yedi Denizlerde” serisi kaç kitapta bitecek; bunu çok merak ediyorum, heyecandan kalbim pır pır okudum çünkü. (Ve yeni kitaplarla ne zaman buluşacağız?)
Pera Günlükleri 6 kitap, Yedi Denizlerde 5 kitap olacak.

Kitapta yer alan hikayenin ne kadarı gerçek ne kadarı hayal ürünü? Acaba bu kısmı biz mi doldurmalıyız?
Büyük kısmı hayal ürünü. Ama hayali kuran kişinin o hayal hakkında bir şeyler biliyor olması lazım. Yedi Denizlerde’yi, çocukken gemilerde dolaşırken kurduğum hayallerden yola çıkarak yazdım.

Her kitapta bir önceki hikayenin minik bir hatırlatması yer alıyor. Seri kitaplarda bu biraz gerekli oluyor sanki değil mi?
Evet. Çünkü olay örgüsü birbirine eklemlenerek büyüyor. Dolayısıyla okuyucuya önceden olanları hatırlatmak gerekiyor.

“Pera Günlükleri” sahiden de 1 kurt ile mi başladı?
Hayır. Pera Günlükleri bir arkeolojik kazı evinde dinlenmek için yattığım ranzanın ikinci katında uzanmış yağmuru izlerken başladı. Bir otelin önünde durmuş zili çalmaya korkan iki tane çocuk gördüm önce. Ellerinde bavulları, yepyeni bir hayata başlıyorlardı. Kurt bambaşka bir hikaye. O benim İstanbul’umun koruyucu ruhu.

Belki saçma olacak ama “Renda” siz misiniz :)
Renda biraz benim, biraz da benim gibi çocukken gemilerle dolaşan ablam. evet. Ama o daha çok benim bu dünyaya uygun gördüğüm çocuk tipi. Bütün dünyası bir gemi olan, ama o gemiyle tüm dünyayı dolaşan, cesur, meraklı, heyecanlı, kafası özgür çalışan bir kız. Dünyanın bir ruhu olsa o Renda gibi olurdu diye düşünüyorum.

Pera Günlükleri ve Yedi Denizlerde film olarak çekilsin ister miydiniz? (Buna çok uygun bir hikaye çünkü)
Kitaplarımın filme çekilmesini isterim.

“Yedi Denizlerde” serisi gemi yolculuğunda yazıldı sanırım. Hikayenin başlangıcı o gemi yolculuğu muydu yoksa?
Serinin ikinci kitabını İspanya’dan Afrika’nın Gine Körfezi’ne inen bir konteynır gemisinde yazdım. Ama hikayenin asıl ilham kaynağı çocukken babamın kaptanlık yaptığı yük gemilerindeki seyahatlerim. Yük gemileri benim için uzayda dolaşan gezegenlere benziyor ve ben kendimi bildim bileli hep bir gemide yaşama hayali kurmuşumdur. Dünya bir gemiyle dolaşarak yaşanacak bir yer, çünkü keşfedecek karalar olduğu kadar denizler de var.

Karakterlerin isimleri çok güzel. Bu isimler mitoloji kaynaklı mı?
Renda ismini şu anda ikinci kaptanlık yapan ama çok yakında süvari olacak genç bir kadın zabitten alıyor. Lusin ve Ran ise benim arkadaşlarımın isimleri.

Aklınızda olan başka hikayeler de var mı?
Evet. Ormanların derinliklerinde geçen, daha masalsı bir hikaye üzerinde çalışıyorum.

Fuarlarda belki çocuklarla karşılaşmışsınızdır. Okuyuculardan dönüşler nasıl?
Genelde kitaplarda neleri beğendiklerini soruyorum. Gerçeklere dayanan olağanüstü şeyleri sevdiklerini söylüyorlar. Yani orada bir Pera Palas var gerçekten ve bu çocuk okuyucuyu heyecanlandırıyor.

Sizin sevdiğiniz çocuk kitapları hangileri hatta “keşke ben yazsaydım” dediğiniz hikayeler var mı?
F.H.Burnett’in Gizli Bahçe adlı kitabı.

İtalyancadan çevirdiğiniz çocuk kitapları da var. Çeviri konusunda nelere dikkat etmek gerekiyor daha çok?
Çocuğu heyecanlandıran bir dil tutturmak gerekiyor. Cümle geçişleri hareketli olmalı. Mesela İtalyanca’dan dosdoğru Türkçe’ye çevirdiğinizde çok tıkanık bir anlatım elde ediyorsunuz. Orijinalinde sorun yok, ama Türkçesi biraz durgun oluyor. Onu hareketlendirmeli ve çocuğu sayfaları yiyecek kadar çok heyecanlandırmalısınız.

O kadar büyük bir iştahla okumuştum ki kitapları serinin devamı için neredeyse gün sayıyorum (tam tarihini bilmesem de :) 
*BDK'nın "Pera Günlükleri" ile ilgili radyo yayını dinlemek isteyebilir, Bianet.org'daki ve Radikal'deki röportajları da okumak isteyebilirsiniz.

Sizce "Pera Günlükleri'nde nasıl bir macera yaşanmış olabilir?"   
Aklınıza gelen tüm fikirleri bu yazının altına 7 Aralık 2014 tarihine kadar yorum bırakın.
Yapacağımız çekilişle 1 kişiye "Pera Günlükleri" kitabını (ve 1 mektubu) gönderelim :)

Devamını oku »

20 Ağustos 2014 Çarşamba

Merhaba DÜNYALI, Biz (de) Dostuz :)

     "Merhaba Dünyalı, biz dostuz" :)
      Çok sevdim bu lafı; birkaç aydır dilime dolandı.
      Sebebi de ayın 1'ini beklemeden -eğer çıkmışsa- koşup aldığım Dünyalı dergi.
      Daha önce derginin ilk sayısından bahsetmiştim. Şimdiye kadar 5 sayı okuduk ve hepsi birbirinden güzeldi. Lakin bir sıkıntısı vardı: çabuk bitiyordu :/ Banu ve Yıldırayla sıkı pazarlık yaptık; dergi 15 günde bir yayınlansın dedik; "ortada Banu ve Yıldıray kalmaz o zaman" dediler; "peki madem" dedik; ayda 1 olmasını kabullendik.
      Bir Dolap Kitap hangi işe girse ben hep heyecanla ve mutlulukla takip ediyorum. Sanki ben de o işin içindeyim gibi hissediyorum. Halbuki yeni işleri konusunda pek ketumlar :)) 
      Dünyalı'nın içinde neler olup bitiyor çok merak etmiştim. "Yayın Yönetmeni" ile bir röportaj ayarlayayım dedim; karşıma yine Yıldıray çıktı :) 
      Daha önce hem Banu hem de Yıldıray kitaplarıyla olan söyleşi ile "1 Kitap 1 Mektup" etkinliğine konuk olmuşlardı. Ve hatta BDK ile nasıl tanıştığımızı ama konuşamadığımızı da yazmıştım. 
      Her ne kadar Yıldıray "onu zaman gösterecek" dese de bence BDK'nın yaptığı en güzel işlerden biri oldu DÜNYALI. Tabii ki sadece onların emeği yok bu dergide. (Tam tanımadıklarım kusura bakmasın ama Beyhan İslam, Ezgi Keleş(gözler Usta'yı arıyor :P, Ege Erim sahiden de dergiye çok yakışmışlar.)
      Ben yine çok konuştum... Biraz susayım ve sorulara geçeyim en iyisi :)
          

     Doğal olarak ilk soru “Dünyalı” derginin nasıl oluştuğu hakkında J Sahi, nerden çıktı dergi fikri ve nasıl gelişti süreç?
Ben Milliyet Çocuk’la büyüdüm. Banu Doğan Kardeş’le büyümüş. İkimiz de çocuk dergisi denince benzer şeyleri düşünüyoruz yani. Gel gör ki bir kitapçı ya da gazetecide satılanlara kıyasla “dergi” denince bizim aklımıza gelen birbirine hiç benzemiyor.  Piyasadaki dergileri ele desen toplam 5 tane çıkartamıyorum iyidir bu diyerek önereceğim. Uzun lafın kısası, piyasadaki dergilerin büyük bölümünün okurlarını ciddiye alan, onlara gerçek içerik sunmayı amaçlayan dergiler olmadığının farkındaydık. Yani bir yerde kendi dergimizi kendimiz yapmak istedik.Ayrıca bunun Bir Dolap Kitap’ın yapması gereken bir iş olduğuna da inanıyorduk. Dolap’ta haftalık bir dijital dergi girişimimiz olmuştu ve tam 16 sayı yapmıştık hatta. Gerçi o çocuklara yönelik değildi ama çocuklarla ilgiliydi. Her neyse, bir çocuk dergisi yapmak fikri öyle ansızın gelmedi aklımıza anlayacağın. Zaten Dünyalı da öyle ha deyince çıkmadı. Önce bir maket hazırladık. Hazırladığımız maket Dünyalı’ya çok benzemiyordu ama olsun, nasıl bir dergi istediğimize dair fikir veriyordu. Sonra bu maketi sunduk. Tudem Yayın Grubu’yla yaptığımız görüşme çok güzel ve özeldi. Herkes Milliyet Çocuk’la şerbetlenmişti, herkes benzer bir dergi yapmak istiyordu. Derken Gezi Direnişi başladı. Onun rüzgârını da arkamıza alıp kolları sıvadık. Derginin ortaya çıkması için birkaç ay aralıksız çalışmamız gerekti. Kabaca, ilk sayıyı en az 5 kere yaptık diyebilirim. Ondan sonrasını biliyorsun zaten.

“Dünyalı” ismi nereden geliyor?
“Dünyalı” ismini Tudem Genel Yayın Yönetmeni İlke Aykanat Çam buldu. Biz dergiye ad bulmak için deli danalar gibi dönenip dururken, o, sakince “Dünyalı olsun,” dedi. İçeriğini, ilkelerini ve hedeflerini göz önüne alınca Dünyalı adı dergiye cuk oturdu. Dünyalı’nın söylediği söz kabaca şu: “Çocuklar da yetişkinler gibi bu dünyada yaşıyor. Bu dünyada ne oluyorsa çocuklara da oluyor. Öyleyse olan biten her şeyden çocuklar da haberdar olmalı.” Hepimiz Dünyalı’yız yani.

      Bir sayının tamamlanması ortalama olarak kaç günde oluyor?
Bu çok zor bir soru. Kesin bir yanıtı yok. Bazı bölümler birkaç günde çıkıyor, bazıları birkaç haftada. Bu noktada Dünyalı’nın asıl dikkat edilmesi gereken özelliği şu: Çizgi öyküler hariç tüm içerik özgün olarak dergi için üretiliyor. Yazar ayrı, çizer ayrı, editör ayrı, grafiker ayrı çalışıyor her bir sayfayı. Sonra bir de matbaa ve dağıtım süreci var. Üstelik tüm bu işler her ay sıfırdan yapılıyor. Sıkışık bir takvim.

      Konulara nasıl karar veriyorsunuz? (en merak ettiğim sorulardan biri de bu)
Konuların bir kısmına gündem karar veriyor. Gündemdeki önemli meseleleri, dolaylı da olsa dergide konu ediyoruz. Bunun yanında merak ettiğimiz bir sürü konu var, onları da içeriğe ekliyoruz yeri geldikçe. Yazarların, çizerlerin ve grafikerimiz Bahar’ın da önerileri oluyor. Eşimizden dostumuzdan da öneriler geliyor. Tudem’de editörler, genel yayın yönetmeni ve biz toplantılar yapıyoruz. Her sayı için aşağı yukarı bir tema, bir yaklaşım belirliyoruz, tüm önerileri ve üretilmiş içerikleri buna göre değerlendirip o sayıyı inşa ediyoruz. Sonra üretim başlıyor.

5    Kaç kişilik bir ekip oluşturuyor dergiyi ve iş bölümü nasıl yapılıyor?
Dergiye emeği geçen, katkı sağlayan çok kişi var. Kaç kişilik bir ekip olduğunu söylemek zor. Yazarından, çizerinden depocusuna kadar onlarca kişi çalışıyor Dünyalı için. İş bölümü de şöyle oluyor: Yapılacak ne iş varsa yapabilen üstleniyor. Böyle söyleyince dağınık bir çalışma yöntemi gibi algılanabilir ama değil elbette. Herkes zaten yapacağı işi biliyor ve gerektiğinde daha fazlasını yapmaktan çekinmiyor.

      Derginin hitap ettiği yaş grubu 7 ve üzeri mi?
Biz yola 8 yaş ve üzeri bir dergi yapmak üzere çıktık. Bu”…ve üzeri” ifadesini çok ciddiye alıyoruz. Daha derginin tek bir satırı bile ortada yokken benimsediğimiz hedeflerden biri dergiyi yetişkinlere de okutmaktı. Geri dönüşlerden bunu başardığımızı anlıyorum. Asıl ilginç olansa 7, 6 ve hatta 5 yaşında okurlarımızın olması. İşte bunu beklemiyorduk. Verdiğimiz maketleri yapıp ya da çıkartmaları yapıştırıp fotoğrafını bize gönderenler arasında 5 yaşında okurlarımız var. Bir arkadaşımın 6 yaşındaki ikizleri her ay bir kere anne babayı oturtup bir güzel okutuyormuş dergiyi.

 “Dünyalı” için “Milliyet Çocuk” dergisinin devamı/mirası diyebilir miyiz?
Eğer dersek haddimizi aşmış oluruz. Milliyet Çocuk bizim için önemli bir rehber çünkü çok önemli kafaların ellerinde yapılmış iyi bir dergi. Abdi İpekçi’nin, Tarık Dursun K.’nın, Ülkü Tamer’in yönettiği; Haldun Taner’in, Aziz Nesin’in, Yalcvaç Ural’ın, Orhan Boran’ın ve daha birçok önemli ya datanınmış kişinin yazdığı bir dergi Milliyet Çocuk. Düşün ki sağlık köşesini Cüneyt Arkın yazıyormuş!Günün birinde birileri benim bugün Milliyet Çocuk’u andığım gibi Dünyalı’yı anarsa iyi bir iş yaptık demektir.

      Okurlardan geri dönüşler nasıl; çocuklardan mektuplar geliyor mu J
Okurlardan geri dönüşler genellikle olumlu yönde. Şimdilik kimseden bir şikâyet gelmedi. Fakat okurlardan mektup az geliyor. O iletişimi sağlayamadık bir türlü. Bu eksikliği gidermenin yollarını arıyoruz.

      Derginin konuları sabit mi yoksa daha da genişletmeyi/arttırmayı düşünüyor musunuz?
Dergide belli konulara ayrılmış köşeler var ve bunların devam etmesini istiyoruz. Derginin içeriğini genişletmek ve geliştirmek için sayfa sayısını artırabilmemiz gerekiyor. Bu da bazı koşullara bağlı. O koşulları sağladığımızda Dünyalı’nın içeriği gelişecek ve çeşitlenecek elbette.

 Gerçekten de hediyesi/posteri olmadan bir dergi satmaz mı?
Satmaz. Çünkü esas olan içerik değil. Bunu sadece okurlar açısından söylemiyorum; çoğu derginin üreticileri için de içerik esas değil. Bu nedenle derginin fark edilmesini ve tercih edilmesini sağlamak başlı başına bir iş. Hedef kitle çocuklar olunca onları kandırmak için Çin işi dandik oyuncuklar ve biraz da JustinBieber posteri devreye giriyor. Dergileri üretenler de biliyor ki, okuma eylemi hedef kitlenin esas ilgi alanını oluşturmuyor. Biz bunu dükkân dükkân dolaşarak araştırdık. Gazetecilerin, kitapçılardaki satış elemanlarının hepsi de (istisnasız hepsi, abartmak için söylemiyorum yani) çocukların dergi seçerken armağanlara bakarak karar verdiklerini söyledi. Yetişkinler kıstası ise, derginin eline verildiği çocuğu ne kadar uzun süre oyalayacağıyla sınırlı çoklukla. Yani önemli olan yetişkinler bir işle uğraşırken, araba kullanırken, uçakla seyahat ederken ya da arkadaşlarıyla laklak ederken çocuğun sorun çıkarmadan uzun süre sessiz sedasız bir kenarda sabit durması.

      Derginin konuları için kaynak taramasını nereden yapıyorsunuz? (sadece internet mi?)
Derginin içerikleri hazırlarken kullandığı kaynaklar çok çeşitli. Doğrudan ulaştığımız, konunun uzmanı kişiler var mesela. Bu kişiler bize doğrudan içerik verebiliyor ya da danışmanlık yapıyor. İyi kullanılırsa internet müthiş bir kaynak. Bloglarda insanlar deneyimlerini paylaşıyor, kaynak gösteriyor. Ayrıca Dünyalı’nın raflar dolusu kaynak kitabı var. İçeriğin nitelikli ve doğru olması için çok çaba harcıyoruz. Örneğin sanat bölümünün yazarı Nihal Elvan Erturan hakkında yazdığı sanatçıya, ona olmazsa temsilcisine, ona olmazsa sergisini düzenleyen galeriye, müzeye ulaşıyor, gereken malzemeyi doğrudan almaya uğraşıyor.

     Önümüzdeki sayılarda bizleri ne sürprizler bekliyor? (hani belki birkaç ipucu verirsinJ
Dergi normal akışına devam ederken bir yandan da yeni yazarlar, yeni çizerler ve yeni içerikler arıyoruz, bazılarıyla çalışıyoruz. Şimdilik bu kadarını söyleyebilirim.

     Derginin satışı belli şehirlerde mi var yoksa tüm Türkiyede “Dünyalı”yı bulabilir miyiz?
Dünyalı, Yay-sat aracılığıyla tüm Türkiye’ye dağıtılıyor. Elbette her dükkâna ulaşmıyor ama her kente ve KKTC’ye ulaşıyor. Ayrıca abone olanlar dergiyi istedikleri adrese getirtebiliyorlar. Eski sayılar da tudem.com adresindeki Dünyalı sekmesinde online olarak satışta.

 Ne kadar harika bir iş yaptığınızın farkında mısınız? J

Bunu hayat gösterecek.
Cedric'e benzettiğim Piko :) Çok neşeli bir karakter
Son sayının Temmuz-Ağustos olarak çıktığını fark etmeyip 1 Ağustosta marketleri, kitapçıları gezip "bu sayı neden gecikti ki" diye düşünüp BDK'ya mesaj atmıştım :) O kısım biraz dalgınlığıma gelmiş olabilir :)
DÜNYALI'yı ben neden seviyorum?
Öncelikle dergi okumayı seviyorum. Üniversitedeyken yıllardır biriktirdiğim Atlas ve NG dergilerini taşınma sebebiyle vermiş olmak hala yaradır içimde. 
Çocuk dergilerini okumayı seviyorum. "Okuma" kısmının özellikle altını çizmek lazım. Piyasadaki içerik yoksunu dergilerden bahsetmiyorum. O yüzden bence Dünyalı büyük bir boşluğu doldurdu. İçerisindeki konuları çok sevdim. Sahiden de bilimi, sanatı, doğayı daha anlaşılabilir ve zevkli kılıyor. Çizimleri bir harika. Yani içerik dolu dolu. Yeni sayıyı elime aldığımda sayfaları önce hızlıca çeviriyorum; bu ay kim ne yazmış diye :) Sonra da yavaş yavaş sindire sindire okuyorum. Yıldıray bana kızacaksın ama çabuk bitiyor bu dergi :)) Bir sonraki ayı beklemek zor oluyor. Ama elbette ki bu kadar yoğun emek olmasa yani alelade yapılsa herhalde haftalık bile çıkar-dı. Yani biz halimizden memnunuz.
Lafı yine uzattım ama "Dünyalı" adının nereden geldiğini okuyunca da çok şaşırdım, hiç o açıdan düşünmemiştim. Ne kadar doğru/güzel bir bakış açısı.
Bak yine aklıma geldi:
 "Merhaba Dünyalı, biz dostuz" :)

4 Eylül 2014* tarihine kadar DÜNYALI hakkında merak ettiğiniz soruları bu yazının altına yorum bırakabilirsiniz. Yapacağımız çekilişle 2 kişiye DÜNYALI derginin yeni sayısını (Eylül) göndereceğiz.
* Oldukça güncel ve dinamik yapısıyla Dünyalı derginin web sitesine de bir göz atın derim :)
** Elif aslında dergiye bir mektup göndermek istedi ama sevgili ana-babası çekindi; acaba çekinmeseler miydi :)

Devamını oku »

17 Ağustos 2014 Pazar

Güzellik Tacı'nı Kim Taktı :)

Çekiliş zamanı gelmiş, geçmiş ve benim bundan hiç haberim olmamış.
Resmen utandım...
Umarım katılanlara ayıp olmamıştır. Ve katılan herkese çok teşekkürler...
Ben hemen kazananı açıklayayım;

Sevgili Aslı, adresini bekliyorum. Gecikme için de şimdiden kusura bakma diyeyim :)
* Bir sonraki etkinliğimiz de bu dünyadan birileriyle olacak gibi :)
Devamını oku »

25 Temmuz 2014 Cuma

1 Kitap 1 Mektup'ta Kılkuyruk Popi'ye Prenses Tacını Veren Özlem Korçak var :)

Özlemle tanıştığımızda Mira henüz annesinin karnındaydı. Çok fazla konuşma imkanımız olmamıştı ama Özlem'in on parmağında 15 marifet birden taşıdığını hissetmiştim :) Derken "Kılkuyruk Popi" kitabı yayınlandı ve ben bu kitabın şarkısını her gün söylemeye başladım; mutlu oldum.
1 Kitap 1 Mektup etkinliğinde bu kez hem illüstratör hem de annelik sohbeti bir arada oldu; bence çok da güzel oldu:

Özlem Merhaba;
Bildiğim kadarıyla sen hem doktoralı bir mühendis hem tiyatro oyuncusu/yönetmeni hem fotoğrafçı hem çocuk kitapları çizeri hem müzisyen hem de annesin :) Atladığım bir şey var mı bilmiyorum ama hepsini bir arada nasıl yürütüyorsun?
Sanat benim hayatımda hep yanımda yürüyen bir yol arkadaşı oldu aslında, bana bir nefes alma alanı yarattı. Öncelikle müzik ve resim girdi ufak yaşlarda hayatıma. Müzisyenim diyemem zaten, ama şarkı çalıp söylemeyi çok seviyorum. Müziksiz bir hayat düşünemiyorum bile. Resim hep vardı ama son 5 seneki kadar ön plana çıkmamıştı. Tiyatro ve fotoğrafla baya geç tanıştım 1999 gibi üniversite yıllarında. Tiyatro ve fotoğraf hayata karşı alternatif yollar olabileceğini öğretti, çok güzel dostlar kazandırdı bana.O gün bugündür hepsi dönem dönem artar veya azalır bende. Aynı anda yapmaya çalışmıyorum çünkü hepsi ciddi emek gerektiren şeyler.

Zaman zaman bu aktivitelerin/hobilerin birbirinin önüne geçtiği oluyor mu? Sanırım en önde annelik geliyor olsa gerek :)
Aslında bu sorunun cevabını yukarıda verdim sanırım. Ama tiyatronun herzaman ayrı bir yeri var bende. Bu yüzden de en çok emeği tiyatroya verdim sanırım. Annelik herşeyden önce geldiği için onu bu gruba dahil etmiyorum :) Mira doğduğundan beri onun zamanından çalmadan idare etmeye çalıştım veya onu da dahil ettim hep. Tiyatro çalışmalarımızın çoğuna geldi, resimi beraber yapıyoruz zaten hatta ondan baya fikir alıyorumJ Ona da gitar ve fotoğraf makinesi aldık.


Bir günün nasıl geçiyor?
Son 7 aydır Londra da yaşıyoruz.Hayatımızda kısa süreli olarak zamanı yavaşlattık :) Öyle diyoruz çünkü Ankara ‘da çok hızlı ve zamanın nasıl geçtiğini hiç anlamadan sürekli oradan oraya koşturuyorduk. Burada daha organik ve minimal bir yaşam alanı tanımladık. Tv yok, araba yok, bisiklet kullanıyoruz, uzun yürüyüşler yapıp etraftaki sesleri dinliyoruz :) Sabah 9 gibi Mirayı okula bırakıp mutlaka biraz yürüyorum, sabahları hava tertemiz oluyor burada. Sonra eve gelip çalışıyorum. Evde olmaya ve evden çalışmaya biraz zor alıştım ama şuan problem yok. Mirayı okuldan aldıktan sonra bir programımız var, serbest oyun saatinden sonra mutlaka dışardayız. Gününe göre park, kütüphane, müze, aktivite, tiyatro geziyoruz. Akşam 9.30 da Mira yatağa ben çizime :)

 “Annelik” kısmında en çok keyif aldığın ve en çok zorlandığın şeyler neler?
Eşim de ben de Mira ile beraber büyümeye çalışıyoruz.
Annelik başlı başına bir komedi filmi gibi benim için. Bebek büyütmenin her anı çok eğlenceli. Hayatınızda sınır kalmıyor, gorklar, pırtlar en başa yerleşiyor, kakaya şarkılar besteliyorsunuz. Bebekle beraber herşeyi en baştan siz de öğreniyosunuz. Bu acemilik de tam bir durum komedisi yaratıyor, tabi bazen traji komik :)
Ama en çok, ortak sevdiğimiz şarkıları çalıp söylemeyi seviyorum tüm aile olarak, bir de hep beraber bisiklete binmeyi :) Mira bebekken zorlandığım şeyler olmuştu, ama şuan hatırlamıyorum bile. En çok Miranınçabucak büyümesinde zorlanıyorum. Bir de hayatı tanımaya çalışırken sorduğu bazı sorularda zorlanıyorum. Dünyanın adaletsizliğini ve savaşları anlatmak zor geliyor.

Bir süredir Londradasınız. Orada nelere vakit ayırabiliyorsun? Çok yağmurlu olduğu için genelde evde misiniz yoksa Mira ile Londra sokaklarını mı keşfediyorsunuz?
Biz pek yağmur çamur takmayan bir aileyiz. Hatta özellikle Mira yağmur birikintilerinde zıplamak için yağmurda çıkmayı daha çok seviyor. Yağmuru takarsanız hiç dışarı çıkamazsınız zaten burada. Sürekli dışarıda yeni keşifler yapıyoruz. Yeni yerler ve yeni kültürler keşfediyoruz. Çocuk öncelikli bir şehir olduğu için şanslıyız.
Londra da istediğiniz her türlü etkinliğe kolay olmasa da bir şekilde ulaşabiliyorsunuz. Hatta ücretsiz çok fazla etkinlik var. Biz de etkinlik kovalıyoruz. Mira ile burada en çok kütüphane sömürüyoruz :) Çocuk kitapları ortak ilgi alanımız olduğu için eve baya kitap getirip inceleme ve piyasayı tanıma fırsatım oluyor. Çocuk tiyatro oyunlarına gidiyoruz bol bol. Parklar ve müzeler yetiyor zaten.
Bende kendi adıma çizim alanında eğitimler alıp kendimi geliştirmeye çalışıyorum.

Mira’ya kaç yaşından beri kitap okuyorsun? Neler okuyorsun? Favori kitaplarınız hangisi?
Miraya anne karnında okumaya başladım aslında. O zamanlar çok fikrim yoktu çocuk kitaplarının nasıl zengin bir dünya olduğundan. Araştırdıkça, okudukça, tam da ortasında buldum kendimizi. İtiraf etmeliyim ki bir yerden sonra kendim için çocuk kitabı alıp Mira ile paylaştım :) Kitap almadan önce mutlaka hikayesini okurum ve ne anlattığına dikkat ederim. Ama önce bizi çeken şey resimlemeleridir. Aslında bir sürü favori kitaplarımız var ama bu sıralarda Sakar Cadı Vini serisi Mira’nın en sevdiği, binden fazla kez okumuşuzdur. Ayrıca OliverJeffers “How to Catch a Star”, “LostandFound” ve aslında tüm kitapları da diyebilirim hastasıyız. Hugless Douglas serisine bayılıyoruz (David Melling’ le tanışma fırsatım da oldu burada). Julia Donaldson’lar, Koyun Russel, Memo ve Ay, Pezzetino, İyi Kapli Küçük Tavşan…of o kadar çok var ki aslında sayamadım burada, hepsinin yeri ayrı :)


Amanııııın, bunu çok sevdim :)
Sence bir çocuğa/bebeğe ne zamandan itibaren kitap okunmalı?
Bebekle kitap nekadar erken tanışırsa okadar iyi bence, sadece okunmamalı yırtılmasından korkmadan eline verilmeli, sayfalarını koklamalı,kağıdını hissetmeli bir tadına bakmalı, resimlerine dokunmalı…

Bir dolu güzel hobin var biliyorum ama bunlar sadece hobi mi yoksa profesyonel olarak yaptığın işler mi?
Aslında sanırım hobiden bir tık ötede hepsi. Tiyatroyu Tiyatro Kulübesi olarak yapıyoruz. 2004 yılında Tiyatro Kulübesi’sini kurduk. Üniversitede Tiyagamm topluluğunda olup mezun olan arkadaşlarla çalışan tiyatrosu olarak derdimizi tiyatro aracılığıyla anlatmaya çalışıyoruz. Ast, Nazım Kültür Evi, Tiyatro Tempo gibi sahnelerde ve birçok festivalde sahne alıyoruz. Londra’ ya gelmeden önce bir arkadaşımla düğün, doğum ve anı fotoğrafçılığı yapıyorduk, şimdi burada zamanım olmasa da daha çok sokak fotoğrafçılığına yöneldim. Müziği genelde eş dost ortamında ve tiyatro sahnesinde yapıyorum. Ama hepsi bir yana artık serbest çizerim diyebiliyorum :)

Çocuk kitaplarına resim yapma fikri nasıl oluştu? Hangi kitapları resimledin?
Mira doğduğunda evde vakit geçirecek daha fazla zamanım olmuştu. Ufak ufak ona çizimler yapmaya başladım. Oyun araçları veya onunla bir anımızı çiziyordum. Bazılarını bloğumda yayınlıyordum. Sonra birgün bir e-book yaptım “İyi uykular Momo” diye. Mira ile uyku rutinimizi anlatan bir kitaptı. O zamanlar kendine Momo diyordu :) Bloguma koydum bu kitabı bayağı ilgi gördü. Sonra çok yakın ve çok yetenekli arkadaşım Salim Keskingöz (o da çocuk oyunları yazıyordu, ödül almıştı o dönem ve yeni bebeği olmuştu) neden denemiyoruz dedi. O günden sonra o yazmaya ben çizmeye başladım. Ben genelde soyut resimler yaptığım için öncesinde kitap resimlemesi konusunda baya çalışmam gerekti. Beraber Kılkuyruk Popi’yi yaptık. Elma Yayınevi’yle yollarımız kesişti ve Kılkuyruk Popi “Güzellik Tacı” ve “Uykusuz Hergece” kitapları 2012 gibi basıldı. Salim’ le çok eski dostuz birbirimiz çok iyi yönlendiriyoruz. Daha çok güzel projelerimiz var. Sonra ben Ferrin İlbay Yalnız’ın yazdığı Kayıp Madalyonun Peşinde kitabını çizdim, yine Elma Yayınevi’nden piyasaya çıktı.

Sevdiğin çizer/illüstratörler kimler?
Son dönemde Oliver Jeffers ve Shaun Tan hastasıyım. Rob Scotten gibi komik karakterler çizmeyi seviyorum mesela. Eva Montanari'yi çok yaratıcı buluyorum.Ayşe İnan Alican’ı çok beğeniyorum. (biz de biz de :)  Ben tarz olarak biraz gerçek dışı bakış açılarını ve komik karakterleri seviyorum.

Biraz da fotoğraf konusunda bir şeyler sormak istiyorum. Hangi makineyi kaç yıldır kullanıyorsun? Benim gibi fotoğraf çekmeyi çok seven ama uzun ara vermiş birine ne tavsiye edersin :)
Benim makine biraz eskidi aslında artık, Canon 40D kullanıyorum ben, en çok kullandığım lensler 70-200mm f2,8 ve 50 mm. Makinen sürekli yanında olsun en çok bunu tavsiye ederim. Makinen yanındaysa mutlaka çekersin çünkü. Her şeyi çek, özellikle de bebeğini. O anları gerçekten ölümsüzleştirmek gerekiyor.

Salimle beraber yazar çizer buluşmalarında çocuklarla buluşuyoruz fırsat buldukça. Bu buluşmalarda bizden hatıralarında bir şarkı kalsın istedik. Salim yazdı ben besteledim ve Popi’nin şarkısı çıktı ortaya.

Londra ve Türkiye’yi –biliyorum saçma olacak ama- kıyaslayacak olsan özellikle parklar/bahçeler/aktiviteler/sanat/müzeler neler söylersin? Tabii bir de hava durumu :)
Londra bu kadar etnik grubun mutlu mutlu bir arada yaşadığı bu dünyadan olmayan uzay gibi  bir yer. Çok fazla olanak var bir kere dediğin gibi parklar/bahçeler/aktiviteler/sanat/müzeler ne ararsanız mutlaka ulaşırsınız. Yine de kıyaslamayı çok sevmiyorum. Burada Türkiye’yi çok özlüyorum. Eminim dönünce de Londra’dan özleyeceğim çok şey olacak. Hava durumuna hiç girmeyelim. Yazın ortasında burada üşürken Türkiye’de denize girenlerin olduğu fikri bizi travmaya sokuyor :)

Çocuk kitaplarının resimlenmesi süreci nasıl oluyor? Önüne bir metin geldiğinde karakterleri nasıl belirliyorsun?
Öncelikle hikayeyi bol bol okurum. Ana karakteri gözümde bir canlandırıp kağıtta eskizler yapıyorum. Abartılı mimik kullanmayı çok seviyorum karakterde. Hikayedeki karakterin duygu değişimlerinin denemelerini yaparım. Sonra hikayeyi sayfalara bölüp kaba bir eskiz storyboard oluşturmaya çalışıyorum kağıtta yine. Bunlardan sonra artık ped de çiziyorum. Her çizdiğimi mutlaka eşime ve Mira’ya sorarım onlardan tiyolar alırım.

Çizimlerini yaparken hangi programı kullanıyorsun?
Genellikle AdobePhoshop kullanıyorum. Bir de CoralPainter.

Annelik ve diğer tüm aktiviteleri nasıl bir arada yetiştiriyorsun? Zamanı çok iyi kullandığını sanıyorum.
Genelde geç yatarım ve programlı olmaya çalışıyorum. Gece çalışmak daha keyifli geliyor. Tabi her zaman beceremiyorum sıkışınca. O dönemlerde eşim çok yardımcı ve tabi annelerden yardım alıyoruz. Destekçim çok; çok şanslıyım bu konuda.

Çizim yaparken belli bir rutinin var mı? İçecek ya da müzik gibi?
Çok bir rutinim yok aslında. Ama mutlaka çay veya kahve alırım yanıma. Müzik fonda sürekli var zaten :)

Şu an üzerinde çalıştığın proje var mı? Kısaca anlatabilir misin? (Tabii ki sürprizi kaçmadan)
“Annesini Arayan Minik Rondi” diye ödüllü bir hikayenin çizimine çalışıyorum. Salim’le beraber çok güzel projelerimiz var.

Türkiye’den en çok neleri özlüyorsun?
Etsiz çiğ köfte, Aspava bir de Ankara simidi :) Tabi ki ailemi ve dostları, uzun süren dost sohbetlerini. Burada en çok bunların yokluğundan zorlanıyoruz. Bu yüzden de çok konuştum sanırım :)

Etkinliğimize katıldığın için çok teşekkürler; Mira’ya biiiir dolu öpücükler :)
Asıl ben çok teşekkür ediyorum. Mira da ben de kocaman sevgiler yolluyoruz taa uzaklardan…www.miraninsandali.com ’a ve www.ozlemkorcak.com'a da bekliyorum.

* Kılkyruk Popi hakkında benim daha önce yazdığım yazıyı okumak isterseniz; buraya bakabilirsiniz.

Özlem'in anlattıklarından sonra Londra'ya giden ilk uçağa atlayıp çocuk kütüphanelerine çadır kurasım geldi ama bizi Elifle alırlar mıydı bilmiyorum. Neyse ben şimdilik Ankara simidimin tadını çıkararak kitaplarımı Elif'e okumaya devam edeyim :)


8 Ağustos 2014* tarihine kadar "Kılkuyruk Popi için yazacağınız iki satırlık (daha çok da olabilir) şarkı sözünü"  bu yazının altına yorum bırakabilirsiniz. (Kılkuyruk Popi/Ne de sevimli gibi) Yapacağımız çekilişle 1 kişiye "Kılkuyruk Popi" kitabını ve 1 mektubu göndereceğiz.
* Katılmak için başka şartımız yok :))

HERKESE KENDİ GÜZELLİK TACIYLA MUSMUTLU GÜNLER DİLERİZ :)
Devamını oku »