Drop Down MenusCSS Drop Down MenuPure CSS Dropdown Menu




2016 çocuk kitapları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
2016 çocuk kitapları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Mart 2016 Salı

Özgürlük Saatleri /Dünyanın En Acayip Hayvanı / Guido Sgardoli

Dünkü yazıdan sonra kendimi maşallah çok daha iyi hissetmeye başladım.
Belki bu değişimin içinde olmak hoşuma gitti, bilmiyorum.
"yeni kitap almayacağım" sözümü yutalı çok oldu ve bir daha böyle bir söz vermemek için kendime söz verdim :)
Kitaptan bahsetmeden önce bugünden bahsetmem lazım, yoksa bu yazı eksik kalır.
Geçenlerde internet üzerinden kitap siparişim için sitede biraz dolanırken dikkatimi bir kapak çekti. Kitapçıda olsam kitabı elime alıp detaylıca incelerdim ancak öyle bir şansım olmayınca kitabı sepetime attım hemen. (tüketim toplumu olmanın bu yönünü gerçekten sevmiyorum. ama bazen de iyi oluyor. bu konuda kararsızım)
Siparişim büyük bir kutuda gelince çok heyecanlandım (unutkan ben). Sanırım en çok merak ettiğim kitaplardan biriydi "Dünyanın En Acayip Hayvanı". Kapaktaki kızın tek gözünü kırpmış, dili dışarıda hali beni resmen yaramazlığa davet ediyordu. Öğlen hemen okuyayım diye çantama attım.
Sabah iş yerime geldiğimde de şunu fark etmiştim: telefonum karabalıkla beraber gitti.
Hiç üzülmedim aksine bana bir rahatlama geldi.
Sanki tutsakmışım da bunun farkında değilmişim gibi.
Sorun şu ki whatsuptan haberleştiğim insanlar vardı. (1 gün haber alamazlarsa polise gidecekler sanki :P ) Aklıma hemen Feride geldi, bugün kargoya gidecek ve benden haber bekliyor, amanın. Neyse ki mail diye bir iletişim aracı var. Sabahtan niyetim öğle arası için simit ayran eşliğinde piknik-yürüyüş-kitap okuma aktivitesi vardı .
Öğlen iş yerinden çıktığımda değişik hissettim.

- Etkinlik detayları için Selcen'i arayacağım.
- Telefonum yok!

- Aa ne güzel bir ağaç, fotoğrafını çekeyim.
- Telefonum yok!

- Saat kaç oldu ki, işe geç kalmayayım.
- Telefonum yok! Saatim zaten yok!

İyi o zaman, dedim. Yoluna devam et, günün tadını çıkar, saati de unut. (erkenden dönmüşüm zaten peh :)

İşte bundan sonra keyifle kitabıma gömüldüm. (simit de Yasemen canın çekmesin ama fırından yeni çıkmıştı :)
Bu ara "Televizyona Düşen Çocuk Gip" okuyorum- ki araya kitap almaktan bitiremedim onu da- bir de ne göreyim Sgardoli de İtalyanmış. Bak şu işe! (ckk anladın sen onu :)
Kitaba başlamadan önce mutlaka yazarın özgeçmişini okurum. Sgardoli'nin veteriner olması bir hayli ilgimi çekti. "Hayvanlara duyduğu sevgiyi, sözcüklere ve onların oluşturdukları biçimlere olan tutkusuyla bütünleştirdi. Okumanın kendisine yetmediği zamanlarda da yazmaya koyuldu." Bu cümle çok hoşuma gitti. Yazarın dünyasını daha da araştırmalıyım diye notumu aldım ve ithaftaki "Gerçek Miriam'a" notuyla kitaba başladım. Kısacık resimli bir hikayeyi öğle arasının keyif zamanına bırakmakla ne kadar doğru bir şey yapmış olduğumu da anladım. (hatta sırf bunun için kendime yeniden sipariş listesi hazırlıyorum, bitirince paylaşabilirim, 1 solukta okunabilir çocuk kitapları diye)
"Dünyanın En Acayip Hayvanı" son sayfasına kadar heyecan ve merak dozunu hiç kaybetmeden ilerliyor. Miriam'ı zaten çok sevdim. Annesinin kardeşini emzirdiği bölümün resimlenmesini de açıkçası takdir ettim. (her ne kadar bu paylaşımın özel olduğunu düşünsem de bazı tabuları da yıkmak gerek)
Kitap, gecenin bir vakti iki atın çektiği bir arabayla şehir meydanına gelen adamın hikayesi ile başlıyor. Şehir meydanına ertesi gün sarı mavi çizgili koca bir çadır kuruyor ve içeride "Dünyanın En Acayip Hayvanı"nı sergiliyor.
Yalnız bu işte bir tuhaflık var çünkü bu sergiye insanlar birer birer girebiliyor ve dışarı çıkan herkes bu acayip hayvanı farklı tanımlıyor.
Kitabın bu bölümleri oldukça neşeli, her cümleden sonra kendimi tahmin yaparken buldum:
- Afrikadan mıymış? Fil mi?
- Kocaman mıymış? Ne olabilir ki?
- Eczacı da mı görmemiş? Çatlayacağım, ne ki bu hayvan?

Kitabın sonu ve Miriam'ın Dünyanın En Acayip Hayvanı'nı görme çabası bence gerçekten çok güzeldi. Yüzümde kocaman bir gülümsemeyle işe döndüm. Telefon yanımda olsa o an'ı blogumla paylaşabilirdim. Ama bu hali de çok güzel oldu çünkü o an "asla unutmaman gereken"ler bölümüne kaydedildi. "Sil Baştan" filminde bir karakter olsaydım, bu bölümü de korumaya alırdım  :)
Kitabı 7-8 yaşlarında bir çocuğun gözüyle yeniden okumaya çalıştım (ne kadar başarabildim tabii bilmiyorum) ve o haliyle de kitabı çok sevdim. İkinci okumada yine heyecanlandım :)
Yazarın diğer kitaplarını farkında olmadan sepetime atmış ama son anda vazgeçmişim. Şimdi bekle  bakalım Esoş diğer kargoyu :)
Hatta şu an aklıma geldi, ben bir yazar okuması yapayım Sgardoli'den, off ne heyecanlandım şimdi, kargo falan bekleyemeden ilk kitapçıya koşasım geldi.
Haydi sonra görüşürüz!
:)

Dünyanın En Acayip Hayvanı 
Özgün Adı: La piu straordinaria bestia del mondo
Yazan: Guıdo Sgardoli
Resimleyen: Roberto Lauciello
Çeviren: Filiz Özdem
Yaş grubu: 7+
YKY, 2016, 48 sayfa, karton kapak


Devamını oku »

2 Şubat 2016 Salı

Gazeteci Çocuk / Vince Vawter

Ortaokulda Gönül Öğretmenden sonra Türkçe dersimize giren öğretmenimizin adını hatırlayamasam da onu pek de sevmediğimi anımsıyorum. Bize bir şeyler katacak bilgileri paylaşmaktan ziyade tek derdinin müfredata uygun hareket etmek olduğunu, dersteki gecikmelere de sinir olduğunu davranışlarından anlayabiliyorduk. Sözlüye kalkınca biraz geç konuşan bir arkadaşımızın bir gün üzerine gitti ve ondan hızlı konuşmasını istedi. Şok olduğumu ve çok utandığımı anımsıyorum. 4 yıldır aynı sınıfta olduğumuz arkadaşımıza kimse şimdiye kadar incitici bir imada bulunmamıştı ve bu talep ile tüm sınıfın tepesine çıkıp buz gibi soğuk suyu boşaltmış oldu yeni öğretmen. Bir arkadaşımız da ayağa kalkıp "siz de 'r'leri söyleyemiyorsunuz ama biz size bir şey demiyoruz" dedi. Aynı soğuk su bu kez öğretmenin kafasından aşağı boşaldı. "Vıl vıl vıl konuşmayın" diye konuyu kapatmaya çalıştı, sık sık bu deyimi kullanarak bizi uyarmasını anlayamıyordum. "Çok konuşmayın" da diyebilirdi aslında. Neden ısrarla içinde bolca "r" geçen bir ifadeyi tercih ediyordu ki? Bilmiyorum.
Gazeteci Çocuk kitabını Ankara Kitap Fuarında Kırmızı Kedi Yayınevi'nin standında görüp aldım. Bilinç seviyesinde hatırladığım bir isim değil ama sanki altlarda bir yerde ismini saklamışım çünkü kitabı gördüğümde hiç düşünmeden aldım. Tabii bunda uzuuuuun yıllar "gazeteci olacağım ben" diye diretmemin de etkisi olabilir :) Kitabın yarısını bir gecede kalan yarısını da 1 haftada okuyarak oldukça dengesiz bir süreç yaşadım.
Sonuç beni tatmin etti, süreçten ise emin değilim.
Ya da en baştan başlamak daha iyi:
"Bu hikayeyi yazmak için iyi bir sebebim var. Çünkü konuşamıyorum. Yani kekelemeden asla."



Altın palmiyenin simgesi gibi bazı kitapların üzerinde yer alan ödül ibareleri beni tereddütte bırakır. Bir kitabın ödül almış olması benim okuma beklentim açısından riskli olur genelde. 

Gazeteci Çocuk kitabını tek seferde okumayı tercih ederdim aslında, çoğu kitapta olduğu gibi. Bazı hikayelerin bölünmesi hikayeden insanı koparabiliyor.
11 yaşındaki Victor, kasabanın en iyi beyzbol oyuncularındandır, ancak kekelemeden, kendi adı da dahil, tek bir kelime bile söyleyemez. Victor'un hikayesini okurken hayatım boyunca bir şekilde okulda, yolda, postanede denk geldiğim kekeme insanları düşündüm. Farkındalığımın ne kadar az olduğunu bu kitabı okurken anladım. Sadece bu sebeple bile bu kitabın okunması benim açımdan önemli. Özellikle de öğretmen, doktor, gişe görevlisi gibi bir şekilde insanla-çocukla iletişim halinde olan kişiler için.
Kitabın sevdiğim tarafı 1. tekil şahıs anlatımıyla yazılmış olması. Kişinin yaşadığı sıkıntıyı, sevinci, terlemeyi, heyecanı en iyi kendisi anlatabilir (bence). Çocuk kitaplarında da bu dil (okul dönemi için) beni hemen kendine çeker.
Gazete dağıtan arkadaşı Rat'ın yaz tatili için 1 aylığına büyük babasının yanına gitmesiyle bu görevi Victor - gönüllü olarak- devralır. Birinci kilit nokta burada başlıyor bence. Adını dahi söylemekte zorlanan bir çocuk neden insanlarla iletişim kurmasını gerektirecek (haftalık para ödemelerinin toplanması) bir işe gönüllü olur? İçinde değişim olan kitapları okurken ben çok heyecanlanıyorum, sanırım karakterle beraber kabuğumdan sıyrılıyorum, kitap bitince bir ferahlık hissediyorum.

"Kelimelerin düğümlerini çözemiyordum ama en azından başka şeyleri düzeltebiliyordum."

Gazeteci Çocuk kitabı, bu bir aylık süre boyunca Victor'un başından geçen olaylar ve kişilerle yaşadığı diyalogları anlatıyor, diyebiliriz. Bu durumdan çok emin olamamamın sebebi hikayenin aslında yazarın biyografisinden uyarlanma olduğunu öğrenmem. Kitapta altını çizdiğim çok güzel cümleler var. Bay Spiro açık ara en sevdiğim karakter oldu, evinin kişisel kütüphane havasında olduğunu okuyup onu azıcık kıskansam da sanırım  yüz yüze olsak, keyifli bir sohbetimiz olurdu. Hem belki çok fazla çocuk kitabı okumamıştır, ben de ona Balık, Kumkurdu, Yıldızlı Sevgi'den bahsederdim.
Kitapta altını çizdiğim yerlere bakınca bir çoğunun benim iç sesime benzer cümlelerden kurulduğunu gördüm.

"Ben her zaman cümlelerimi kurarken kelime ve seslerin arasında sanki cam kırıkları ve köpek dışkılarıyla dolu bir sokakta geziniyormuşum gibi dikkatle dolanırım."

"Kötü bir konuşma sonrası gerildiğimde yapabileceğim en iyi şey içimde hiç hava kalmayana kadar koşmaktı."

Kitapta hiç hoşlanmadığım karakterler de oldu. Victor'un değişimi ve gelişimi açısından değerlendirildiğinde ise bu kişilerin gerekli olduğunu söyleyebilirim.
Kitap bittiğinde Bay Spiro'nun 4 kelimesinin ne anlama gelebileceğini çözmeye uğraşıyordum. (aradan 10 gün geçti, hala düşünüyorum :) Hatta bu kısım kitapta verilse daha mı iyi olurdu, acaba okuyucuya da yer bırakarak bu bilgi kitaba nasıl işlenirdi ona kafa yoruyorum. Tabii böyle olunca kafamda o kadar çok karakter dolanıyor ki. Hepsini seviyorum aslında. Tatlı bir Kipri var mesela, "pes etme Esoş" diyor, tıpkı Hilda gibi. Son günlerde sindirerek okumaya çalıştığım bir diğer kitap ise Michael Ende'nin kitabı. Momo'yu yıllaaaaar önce çok severek okumuştum. "Bitmeyen Öykü"yü ise hala okumadım, benim için okunma vakti olan bir kitap. (Selcen ve Semra'dan ilk buluşmamızda "nee hala okumadın mı" tepkisini göze alıyorum yani) "Özgürlük Hapishanesi" ise canım Şirin'imin bana hediyesi, baskısı olmadığı için de ayrıca kıymetli. Kitabı okurken Tatar Çölü kitabı geliyor aklıma.
Bir kitabı okurken beni en çok mutlu eden şey de kitabın konusu, kitabın içindekiler değil; kitabın bende bıraktığı değişim izleri. Ya da bu da değil, "en" olan. Değiştiriyorum. ("en"leri bulamayan Yasemen'i anladım şimdi :)
En mutlu edeni kitabı okurken hayal dünyamda ve duygu odalarımda daha önce hiç görmediğim odacıklara ışık tutmak, "Aa siz de mi buradasınız" demek ve onlarla kaynaşmak :) (Nasıl anlatamadım ama :)
                                                                                  ***
Konuyu dağıttım, Gazeteci Çocuk'a dönecek olursam; kitapta yer alan "tv çocuk" karakteri, önemli bir detay. Victor'un gazete dağıtırken gördüğü "tv çocuk" saatler boyu sadece televizyon izlediği için ona bu şekilde bir isim takmış Victor, ancak bir olayın sadece "görünenden" ibaret olmadığını ileriki sayfalarda okuyunca anladım. Tam da günümüz çocuklarına bir gönderme olmuş, fazla basit kaçmış diye düşünmüştüm ilk satırlarda, meğer sebep farklıymış. Güzel bir tokat oldu bana :) "Kesin karara varmadan önce biraz bekle bakalım" şeklinde.

"Ben kısa şortuyla Memphis'teki bir sokağın başında dikilen 11 yaşındaki bir çocuktum. Kendimi öylesine küçük hissettim ki sanki hafif rüzgara kapılıp sürüklenebilirdim."

Bu cümle de beni farklı anılara sürükledi, zamanda yolculuk yaptım.
En sevdiğim ifade de en sonda yazıyordu:

"Hayattaki en zor şeylerden biri kalbimizde dile getiremeyeceğimiz kelimeler olmasıdır."

Kurgu gençlik romanı olarak değerlendirecek olsam, sadece işlediği konu sebebiyle biraz daha farklı bir yere koyardım sanırım. Biyografiden uyarlama bir gençlik romanı olarak kitabı okuyunca kitabın favorim olmadığını ama Victor'un sayesinde güzel odacıklara ışık açtığımı söyleyebilirim. Çevirinin gayet iyi olduğu bu kitapta imla hatalarının ise çok daha az olmasını isterdim/beklerdim.

* Bir yerlerde pek iyi olduğunu umut ettiğim canım Gönül Öğretmenime sevgilerle :)

Gazeteci Çocuk
Özgün adı: Paperboy
Yazar: Vince Vawter 
Çeviren: Alaz Özbek
Kırmızı Kedi Yayınevi, 2015, 2011 sayfa




Devamını oku »

20 Ocak 2016 Çarşamba

Martıya Uçmayı Öğreten Kedi / Luis Sepulveda

Çocuk kitaplarını sıklıkla okumaya başladığım 2010-2011 yıllarında tanıştım Sepulveda ile.
O zamanki okumalarım ve aldığım notlar çok daha farklıydı tabii, sadece "sevdim ben bu kitabı" /"sanki çok da hoşlanmadım" / "bir şeyini sevmedim ama o 'şey' ne bilmiyorum diyebiliyordum.
Zaman içerisinde bu cümleler genişledi ve en azından o 'şey'in ne olduğunu bulabilmeye başladım. (çoğunlukla, ama bazen hiçbir fikrim olmuyor :) Kitap okumak çok daha keyifli şu an benim için. Okumanın hazzı, "acaba şöyle olsa nasıl olurdu" bulmacasıyla birleşiyor ve ortaya neşeli notlar çıkıyor.
Geçtiğimiz hafta "Martıya Uçmayı Öğreten Kedi"yi okuduğumda da benzer şeyler yaşadım.
İlk okuduğumda hissettiğim duygu ile ikinci okumamda hissettiğim duygu birbirine yakındı, lakin eleştirel bir okuma yapınca aldığım notların ne kadar farklılaştığını görüp mutlu oldum.
"Martıya uçmayı öğreten kedi"nin ismi beni gülümsetiyor.
Bir kedi var, bir de martı var. Bu kedi martıya uçmayı öğretiyor-muş.
Peki, neden?
Ama, nasıl? (ya da tam tersi)


Kengah, petrole bulandığı denizden, sadece çenesinin altında beyazlık olan kara kedi Zorba'nın yaşadığı evin balkonuna kadar uçmayı başarır.
Tam o anda yumurtasını bırakır ve Zorba'dan 3 şey için söz ister,
1. Yumurtayı yemeyeceğine söz ver.
2. Civciv çıkana kadar yumurtaya göz kulak olacağına söz ver.
3. Ve ona uçmayı öğreteceğine söz ver.
Bu 3 sözü okuduğumda "amanın" dedim, "Zorba'nın işi pek zor"
Sonra da düşündüm. Ben olsaydım ne yapardım/neler düşünürdüm diye.
Mesela bir kedi olsaydım,
"Hı hı tabii tabii" deyip geçiştirir miydim. Aslında bunu "insan" halime daha çok yakıştırdım :)
Kedi halimle düşünsem çatıların üzerinde gezinirken bu minik martıyı da yanımda taşır ve onu bir anda "Haydi uç bakalım" diye yalnız mı bırakırdım? (bu da çok insansı oldu)
Belki de uçmayı öğretmek yerine onu koruyup kollamaya devam eder ve uçarsa belki bir yeri incinir diye dertlenirdim. ( Bu tam bir anne-insan yaklaşımı değil de ne :)
Tam olarak "kedi" gibi düşünemediğime göre belki ZORBA gibi düşünüp akıl yürütmeliyim.
Öncelikle ne yapabileceğimi sevdiğim arkadaşlarıma danışabilirdim, minik martıya gözüm gibi bakıp etraftaki haylaz kedilerden martımı koruyabilirdim, bana "anne"dediğinde ona "ben senin annen değilim" deyip yine de ona annelik yapmaya devam ederdim belki, uçmayı öğretme konusunda ise tatlı bir şairin dizelerine takılır ve "sadece cesareti olanlar uçabilir" mi derdim?
Neden olmasın :)
Bu ara Latin Edebiyatından okumalar yapmak, içimdeki meraklı ama solgun papağana iyi geldi, hatta yeniden dirilmek istiyor diyebilirim.
Sepulveda'nın Miks, Maks ve Meks'in Öyküsü kitabında da olduğu gibi kediler üzerinden hayata dair bir şeyler sunması, dayanışma konusunda beni sarsması çok hoşuma gitti.
Zorba'dan sonra en sevdiğim kedi, Pupa Yelken isimli kedi ve onun terminolojisi oldu:

Mürekkep balığının mürekkebi adına!
Kaplumbağanın kabuğu adına!
Akrebin ayakları adına!
Barlam balığının solungaçları adına!
İspermeçet balinasının yağı adına!
Yılan balığının kıvranması adına!

"Uçmak, son derece kişisel bir karar" diyordu kitabın bir yerinde, aklıma "Martı" kitabı geldi bu yüzden.
Uçmak eylemini bir metafor gibi algıladım ve "Ben ne zaman, nasıl uçtum acaba" diye düşünmeden edemedim. İlk uçuş üniversiteyi kazanıp memleketten ve aile hayatından ayrılıp Ankaraya gelmem ve yurtta kalmaya başlamamla oldu sanki. Alışma evresinden sonra bir anda okulun bitmesi ve "işsiz mi kaldım ben şimdi?" halleriyle geçen zamandan sonraki mini uçuş işe girme ve para kazanma evresi olabilir. Elif'in doğumu ve benim anne olmam ise daha önce hiç gitmediğim bir coğrafyada gözlerini açmak gibi(ydi)
2015te bu uçuş, kendini "farkındalık" alanlarında gösterdi. Okumaktan ziyade okuduklarımı anlayabilme yetisinde gelişme olduğunu gözlemledim. Her gün gördüğüm ağaçlar gözüme daha farklı geldi. Mutluluk sebeplerim oldu ya da onları ben yarattım/keşfettim.
Hayatımdaki ZORBA kimdi acaba diye düşündüm.
İçinde biraz ben biraz ailem biraz arkadaşlarım biraz Lokum biraz Elif olan çok kalabalık bir ekip bu. Benim hayatımdaki Zorba tek bir kişi değil ama "kedibalığının kuyruğu adına!" hepsi o kadar değerli ki!
Esoşun Çizimlerinde dün "Martıya Uçmayı Öğreten Kedi" vardı, gülümsedim çizerken, teşekkür ettim Sepulveda'ya, bana değerler konusunda düşündürdükleri için. (Bu yazıyı okumama vesile olan Semra sana da ayrıca çok teşekkürler)
Şanslı'yı birlikte uçurduğumuz canım CKK, iyi ki varsınız! 



Martıya Uçmayı Öğreten Kedi
Yazan: Luis Sepulveda
Resimleyen: Mustafa Delioğlu
Çeviren: Saadet Özen
Yaş grubu: 8+
Can Çocuk, Ağustos 2010, 125 sayfa, karton kapak

Devamını oku »

7 Ocak 2016 Perşembe

Denizin Dibindeki Ev / YKY

Yeni yılda bitirdiğim ilk kitabın "Denizin Dibindeki Ev" olması beni çok şaşırttı çünkü heyecanla okuduğum başka kitaplar vardı. Derken bir gün postacı kapımızı çaldı ve 4YKK'nin bana kitap hediye gönderdiğini söyledi. Yaşasın!
Kitabın ön ve arka kapağına bakınca keyifli bir kitap okuyacağımı düşündüm.
Birkaç sayfa okudum ve "Aa ne güzelmiş" dedim.
Sonrası ise ...
Biraz değişik oldu :) (Kitabı okumadan yorumu okumayın!)

Fark ettim ki buraya sadece çok sevdiklerimi yazıyorum, az sevdiklerim/sevmediklerime vakit ayırmıyorum.
İşte bu kitap, bu serinin ilki olabilir, gerçi Arne'nin Adası da benim için hayal kırıklığıydı ama bu kitap daha da tuhaf.
Öncelikle bana hediye ettiği kitap hakkında kötü şeyler yazmama kırılmayacağını bildiğim için Tangül'e, çok teşekkür ederim, sebebini en sona yazacağım.
Turengde ve Google'da İtalyanca çeviri yapamadığım için kitabın orjinal adının (la casa in fonda al mare) tam çevirisinin "Denizin Dibindeki Ev" olduğundan emin olamadım. Böyle bir araştırmayı hemen her kitap için yaparım ancak bu kitabın farklı olan tarafı, çevirisinde kitap içerisinde de kendimce yanlışlıklar bulmam oldu. Yanlış demek aslında uygun değil, neticede İtalyanca bilmiyorum ama sanırım eksik demem daha doğru olacak.
Kitabı okurken farkında olmadan "yok artık" gibi hayret ibareleri kullanmışım, karabalık dedi, hatta "ne oldu" diye merak etti.
Ona şunu söyledim: "Kitabın sanırım basılmadan (birkaç kez) önceki taslak halini yanlışlıkla basmışlar"
Biraz daha butik bir yayınevinden basılmış olsaydı belki şaşırmaz, olabilir deyip geçerdim. Ancak kitabın yayınevi YKY olunca buraya da bir şeyler yazmak istedim.
Arka kapağına bakınca kitap sahiden de oldukça cezbedici görünüyor(benim için) Arada kalmışlığı ve farklı-öteki olmayı zaman zaman ben de yaşadım, yaşıyorum ve konusu çokça ilgimi çekti. Çok seveceğimi düşünerek-ki yazarın İtalyan olması benim için bir artı Nanetti'den dolayı)- heyecanla okumaya başladım kitabı.

İlk 3 bölümde (7-15 sayfa) yaklaşık 8 yaşındaki (tam sayıyı suda zaman hiç geçmediği için bilemiyoruz) Stella'nın deniz altındaki yaşamını kendi dilinden okuyoruz. (gayet keyifliydi bence)
4. bölüm ile birlikte 3. tekil şahıs anlatımına geçiyor kitap ve yazı karakterini de değiştiriyor. İlk başta bunu tuhaf buldum ancak ayrımı bu şekilde göstermek istedilerse saygı duymak gerek diye not aldım hatta.
İlerleyen sayfalarda yine Stella'nın ağzından yaşadıklarını okuyacağımızı düşünürken kitap 4. bölümdeki anlatım şekliyle devam etti. (istisna 6. bölüm ve 7. bölümün yarısı)
7. bölümün yarısında anlatım dili değişiyor ve ortaya gerçek bir anlam belirsizliği çıkıyor.
"... Bir gün büyük bir yapı keşfettim..." diye başlayan bölümün orta yeri "...Amir ona bakıp güldü..." ile devam ediyor :)
Denizdeki yakın arkadaşları mürekkepbalığı Billi ile yunus Elia.
Billi karakterini ilk başta muzır bir çocuğa benzettim ama çok kısa sürede Billi'nin dikkat çekmeye çalışan kötü niyetli biri olduğunu gördüm.
Elia Stella'nın yakın arkadaşı ve hikaye içerisinde güzel bir yan karakter rolü varken birden "sen benim çocuğumsun" cümlesini kuruyor. (böyle bir şey yok, tek demek istediği 'seni önemsiyorum ve üzüldüğünü görmek istemiyorum' çocuklar okuduğunda kafaları karışabilir.) Sayfa 92'de Elia bir anda yunus olarak çıkıyor karşımıza, ki bu da başka bir kafa karıştırıcı :)
Hikayenin ana konusu olan iki dünya arasında seçim yapma (deniz ve kara) ve farklı-öteki olma halini sevdim. Sadece işlenişini biraz zayıf buldum. Gereksiz ayrıntılarla ve karakterlerle sayfalar doldurulmuştu sanki.
Hikayeye neden dahil olduğunu bilemediğim dondurma arkadaşı Mirco var mesela. Kara hayatında olan bir çocuk ve Stella'nın denizde yaşadığını bilmiyor.
Stella'nın babası zamanında kara hayatını seçmiş-hatta orada kendine başka bir hayat kurmuş, evli ve 2 çocuğu var- annesi ise denizde yaşıyor. Stella da zaman zaman su üstüne çıkarak bazı kara çocukları ile iletişim kuruyor Mirco ve Roberto gibi.
Bu hikaye için bence sadece Roberto yeterliymiş oysa.
Denizde yaşayan Amir ise iyi mi kötü mü ben anlayamadım :)
Stella tüm bu çocuklarla ayrı ayrı vakit geçirmeyi, onlarla eğlenmeyi seviyor ve hepsini de yeri gelince öpüyor. (bu kısmı da anlayamadım ama üzerinde çok durmadım)
Babası Stella'yı karada yaşamaya ikna etmeye çalışırken kullandığı gereksiz ve sert üslupta yazarın kendi babasına duyduğu kırılganlıkları okudum.
O yüzden de bu kitabın babaya olan kırgınlıkların bir hikaye üzerinden anlatımı olarak görülmesi belki daha gerçekçi bir bakış açısı olur. (arka kapakta da yazdığı gibi)
Sayfa 121'de babasının Stella'ya "Sersem sersem konuşma" dediği ifadeye açıkçası üzüldüm. "O kadar da değil artık" diyerek Stella'ya sarılmak istedim. (ki sonrasında kızına elini kaldıran adama bayağı kızdım) Belli ki Stella'nın kafası çok karışmıştı ve haklıydı. Annesi ise çok daha tutarlı bir karakter, onu sevdim.
Kitap hakkında çok şey yazdım biliyorum ama sonunu yazmayacağım elbette :) (bir o kaldı yazmadığım gerçi)
Kitapta yer alan televizyon ise gerçekten olmaması gereken bir obje idi. Yazarın gel gitlerini açıkça okuyabildiğimiz (kara-deniz) ancak yine de doğal olanı tercih ettiğini satır aralarından okuduğumuz bu hikaye için televizyon biraz fazla tüketimi çağrıştırdı bana.
Yazar kitabı babasına kırgınlığını hatırladığı bir an yazmış, yayın evi basmış, YKY ise biraz özensiz olarak yayınlamış gibi hissettim.
Çok mu sert bir eleştiri oldu acaba bilmiyorum.
Yazarın ve çeviren Filiz Özdem'in emeğine haksızlık yapmak istemem ama kitabın bütününe baktığımda taslaklarda yer alan bir metni nasıl basmışlar acaba diye düşündüm.
Metne çok odaklandığımdan resimleri hakkında yorum yapamadım. Benim tarzım değil sadece onu diyebilirim.
Kitaptan:
" Hepimiz nasıl yaşayacağımızı seçmekte özgürüz..."

Tangül'e çok özel teşekkürlerimle, kitapların hep tam, bitmiş, harika hallerini okuyordum, bu kitap ve Stella'nın hikayesi ile kendimi geliştirme imkanı buldum (ukalalık gibi olmasın lütfen) daha iyi nasıl olabilirdi diye üzerinde notlar aldım. İyi ki varsın kıvırcık :)

*Kitabı okuyan varsa lütfen yorum yazsın, belki de ben yanıldım ya da bazı şeyleri gözden kaçırdım :)
** Deniz yaşamıyla ilgili kitap önerilerini de yazabilirseniz sevinirim, çok sevdiğim bir konu kendisi :)

Denizin Dibindeki Ev
Özgün adı: la casa in fonda al mare
Yazan: Lucia Tumiati
Resimleyen: Alessandra Roberti
Çeviren: Filiz Özdem
Yaş grubu: 8+
YKY, 2013, 159 sayfa, karton kapak




Devamını oku »