Drop Down MenusCSS Drop Down MenuPure CSS Dropdown Menu




genel yazılar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
genel yazılar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Kasım 2014 Çarşamba

Bu aralar / Sorgulamalar

Bazen sadece buraya yazmak bile rahatlatıyor beni, sonra taslaklara kaydediyorum yazdıklarımı ve yayınlamıyorum :) word belgesi açsam da aynı şey aslında ama blogumu seviyorum hem de çok. (Bu yazıyı da yayınlamazsam taslaklar "e bir yeter artık" diyecek.
Bu aralar bir takım sorgulamalar halindeyim. Hani ergenlik zamanı olur ya "kimim ben, hayattan ne istiyorum" vb. Şimdi aklımdakiler bunlara benziyor. Karşılaştığım birçok konuya eleştirel yaklaşmaya başladım.
"Çocuk eğitimi" bunların en başında elbette ki. "Mükemmel anne" olmaya çalışmıyorum çünkü zihnimde de öyle bir anne yok. Kendi annem gibi olmaya çalışmıyorum. Ama bazen fark ediyorum ki kendi annem gibi "olmamaya" çalışıyorum. Bu çaba da beni ikilemde bırakıyor haliyle. Yani doğrusu annemin yaptığı gibi onu biliyorum ama sanki o hareketi yaparsam anneme benzeyecekmişim gibi geliyor. Dün belki de ilk defa anneme"bizi gerçekten çok iyi yetiştirmişsin" dedim, güldü o da. Düşündüklerimle söylediğim şey zıt gibi görünse de tam olarak öyle değil. Annem kendi şartlarında ve kendi bildikleriyle bizi en iyi şekilde yetiştirdi,ona şüphem yok. Yoksa bu kadar harika insanlar olmazdık :) * Harika'dan kastım canım kardeşim aslında, benimle ilgisi yok harikalığın. Şaka bir tarafa, Elifle baş başa kaldığımız an'larda hep bunu düşünüyorum. "Onu ben yetiştiriyorum" diyorum. Ki benim aklımda olan ve hep istediğim bir şeydi, çocuğumun hamurunu kendim yoğurmam. Elbette ki gözden kaçırılmaması gereken en önemli nokta çocuğumuzun bizim bir uzantımız/devamımız olmadığını görebilmek. Ayrı bir birey olduğu algısı. Sağolsun Elif de şimdiden bunu pek iyi hissettiriyor. Hiç ben gibi değil. Sevmediyse "sevmiş gibi" yapmıyor, sevmediğini söylüyor. Açık ve net. Gelelim annemle ilgili olan kısma. Daha önce çok kez yazmışımdır, annem 41 yıl çalışmış çocukları çok seven bir emekli öğretmen. 17 yaşında atanmış, çalışabilmek için yaşını büyütmüş. Ve geçtiğimiz 24 Kasım'da inanamadığım kadar çok öğrencisi aradı. Hani abartmıyorum o gün telefon en az 50-60 defa çaldı. Annem kendini tanıtırken de soyadını söylemezdi, "Gönül Öğretmen" derdi :) Ama çok sağlam bir Başak burcu aynı zamanda. İşte bu iki özellik benim gibi rahatına düşkün bir Balık burcu için zaman zaman sıkıcı olabiliyordu. Öğretmenlerimin çoğu annemin arkadaşıydı ya da annem okula gelir ve benimle ilgili bilgileri hep güncel tutardı. Tüm bunları iyi niyetle yaptığını biliyorum ve bugün bir yere geldiysem (madden değil elbette manevi olarak, yani bu satırları bile yazıyorsam) onun emeği sayesinde. Hakkını cidden ödeyemem. Diğer taraftan da acaba az daha gevşek mi bıraksaydı bizi dediğim zamanlar olmuyor değil. Ki bu da normal sanırım. "Mutlu anne, mutlu bebek" lafı var ya; işte orada yazan "bebek" 29 yaşına da gelse annesinden etkileniyor sahiden. Annem 1 hafta bizimle kaldı ve bolllca Elifi sevdi, pardon "balım sultan"ı sevdi :) Yüzüne baktım hep gülüyor, torun sahiden başkaymış :)
İnstagram konusunda çok fazla gel-git yaşadığım bir dönemdeyim. Sosyal medyanın sadece blog kısmını kullanmaya dönmek istiyorum sanırım. Facebook zaten varlığını unuttuğum bir mecra. Twitter nadiren kullandığım bir mavi kuş. İnstagramı ise çok seviyordum. Ta ki bir aydınlanma yaşayana kadar. Tüm sosyal medyada var olan şu "beğen" butonuna iyice sinir olmaya başladım. Bir şeyler paylaşmak güzel ancak o "beğenme" hali de nedir? Yani hep bir rakamsal işlemler. Takipçi sayısı, beğenme sayısı... İnstagramı kullanırken bu sayıları hiç önemsemesem de varlıkları bile beni rahatsız etmeye başladı. "Görüp geçmek" ya da "varsa bir söyleyeceğimiz yorum yazmak" da yeterli benim için. Sevmediğim diğer bir tarafı da insanların kavgaya tutuşması. O nasıl bir şey ki? Çok sade bir fotoğraf paylaşılıyor ve altına gelen yorumlarda "ooo paranız var geziyorsunuz, giyiniyorsunuz" vs. yazılıyor. Benim başıma hiç gelmedi ama okuduklarımdan sonra iyice uzaklaştım. Hava atma mecrası olarak da kullanılıyor, onu da yazmadan geçmeyeyim. Okunan kitaplar, gidilen konserler vs. Paylaşmak güzel bir şey ama sanki onun da bir ayarı olmamalı mı? yani kuafördeki saç boyanırkenki fotoğraf ya da banyo lavobosundaki kılların da paylaşılmasına gerek var mı? Ben bir şeylerin karar merci değilim elbette, en çok söylenen laf "beğenmezsen takip etme" :) Peki, etmem.
Bir de kendi içimde de "ya ben şimdi bu fotoğrafı neden paylaşıyorumki, amacım ne?" dediğim öyle çok an oldu ki... Benim asıl dünyam blogda yazdıklarım. Ancak blogumu duymayan/bilmeyen ya da yazdıklarımı okumayanlar instagramdaki "o an"lık fotoğrafımı beğense ne olur ki? hayatıma dahil mi olur? Bence olmaz. Fotoğrafların altındaki yorumları bile okumadan geçenler var. Kişi belki sadece çiçek fotoğrafı koymuş ama altına bir dolu güzel şey ya da anısı olan bir şeyler yazmış, belki de bir yakınını kaybetmiş... Refleks olarak "kalp" ile beğenmemiz ne kadar samimi?
Bu blogun eski adı: kahvenin yanında :)
Aklıma takılan bir diğer konu da elbette ki arkadaşlık. geçen gün de yazmıştım aslında biraz. Orada takılıp kaldığımdan değil ama bazen şunu da düşünüyorum. Sosyal medya ya da cep telefonlarıyla birbirimize yakınlaştık mı yoksa birbirimizden uzaklaştık mı? Sanki yakınlaşırken uzaklaştık... Çok kısa sürede birbirimizden haberdar olmamız birbirimize olan ilgimizi arttırmadı sanki. Herkes biraz kendi kabuğunda kendi hayatında yaşar oldu. Çok "gündelik" olduk, "nasılsın, iyiyim canım, sen nasılsın" :) hayatımızın özeti bu kadar mı?

Bu ara burnumu sızlatan diğer bir konu da Lokum. Şu alerji işinin bir çözümü olsa ve karabalık o tedaviden olsa bebek-kıl-tüy demeden Lokum'u geri alırdım. Bu arada Lokum cidden iyi,.(Tangül, burada lafım sana, o hala benim kedim, çok sahiplenme, ne oluyor öyle birlikte uyumalar falan :)
Lokum hep hayatımda olacak diye düşünmüştüm ben. Yani nereye gitsek ve ne yapsak o hep bizimle olacak. "2 Balık 1 Kedi 1 Elif" olarak... Kısmet değilmiş diyeyim, lafı daha uzatırsam laptop da yıkanacak :/

Geçen gün eski fotoğraflara baktım. Sonra da ağladım. Eski fotoğraflar insanı neden ağlatır hiç bilmiyorum. O günleri özledim desem, ki olabilir. Çok şükür bugünlerimizden de memnunum. Yani o an'ı yaşamak daha güzel değil midir? (Gece, yine sana selam gönderiyorum buradan) Ama arada fotoğraflara bakıp kaçamak da yapılabilir sanırım.

Bir diğer konu"ne yapmak istiyorum". Aslında şu ara Elifle "iyi vakit geçirici" olmaktan o kadar mutluyum ki. Her gün bloguma da bir şeyler eklesem, kitap okusam ve yarının yemeğini yapıp yatsam oh değmeyin keyfime. daha ne olsun zaten değil mi :) Benim hiçbir zaman "daha daha daha fazlası"nda gözüm olmadı. İşe girerken de şöyle dua etmiştim. "Sevdiğim iş olmayacağını biliyorum ama en azından kira, faturalar vs. dışında kitap,cd alacak kadar param kalsın." :) Sevdiğim iş olmayacağını nereden biliyordum??? Hmmmmm, cevap önceki yazılarımda olabilir.

Kendimle ilgili sevmediğim bir özelliğim de çok ama çok alıngan olmam. Yani sanki biri çok basit bir şey söylese o cümleden kendime nem kapacak bir şeyler cımbızla çekiyorum. Neden böyle oluyor hiç bilmiyorum. En azından bunun farkına varmam bile beni arada rahatlatıyor :) Belki bir gün bu satırları daha da açarım, kim bilir. Ne de olsa her insan bir deniz :)

"Kardeşlerin ayrı şehirlerde yaşamaları yasaklanmalı ve bu yasak hemen bugün uygulanmalı" diyorum. Kimler bana katılıyor? Zaten hepi topu 1 tane kardeşim var. O da uzakta :/ Teyze olacağım inşallah, yeğenim beni tanıyamadan büyüyecek :/ Bu duruma canım sıkılıyor. Neyse ben kendimi hiç özletmem, fırsatını bulur hemen koşarım onların yanına.

Döndüm dolaştım, yine annelik konusuna geldim. geçen günlerde çok fena birkaç aydınlanma oldu ve ben o meşhur annelik vicdan azabıyla tanıştım. kendisi hala içimde bir yerlerde ve hala beni kaşımaya devam ediyor. Ne kadar üzülsem de ondan kurtulamayacağım sanırım, bu konuyu da ayrıca anlatmak istiyorum. Konu başlığımız uyku... Evet şu meşhur mesele.

Siz de çocuğunuzun geleceğinden kaygı duyuyor musunuz? Elbette ki dediğinizi duyar gibi oldum. Ya da benim kulaklar paslandı :) Haberleri hiç izlemesem de -ciddi anlamda şu an Dünya ve Türkiye gündeminden uzağım, bir ara baktığımda Kenan Işık başını çarpmıştı, üzüldüm, daha da baktım, umarım iyileşmiştir- ülkenin malum gidişatından haberdarım. Bu konuya canı sıkılmayan var mı bilmiyorum. Tek anlamadığım silik hafızamız. Allah korusun yarın bir gün kötü bir şey olsa-olduğunda- ooo hemen celalleniriz, asar keseriz, suçlarız hatta sosyal medyada bununla ilgili paylaşım yapmazsak ayıplanırız ama hiçbirimiz de yarın için bugünden bir şeyler yapmaya çalışmaz. (yapan istisna insanları dışarıda tutayım ama ben onlardan değilim maalesef) Hal böyleyken de "bak ya adamların yaptığına" demek kuru laftan ibaret kalıyor. Düşünüyorum bazen adamlar onu yaptı da sen ne yaptın acaba onu değiştirmek için diye? Haberleri izlememek bir çözüm mü mesela? Değil elbette ki ama 7,5 aylık bir bebeğe günde 10-12 saat tek başına bakınca moralinin yüksek olmasının önemini biliyorum. Sahiden canımı sıkmak istemiyorum. Bu kadar açık ve net. Bencillikse de bencillik olsun adı. Elif'in geleceği ile ilgili kaygı duymamak da zorlaşıyor. Çok kurmuyorum aslında ama daha şimdiden bunların aklıma gelmiş olması bile yeterince vahim sanki. Yani neden vakti gelince gider bir devlet okuluna diyemiyoruz? Sahi bilmiyorum siz diyebiliyor musunuz? Ben özel okulda sadece ilkokuldayken 3 sene okudum ve aradaki farkı az çok biliyorum. Gönlüm kesinlikle devlet okulundan yana. Ama şöyle bir durup bakınca genel gidişata ve sosyo kültürel yapılara. Kaygılarım artıyor. Hep ben mi koruyacağım ki onu diyorum mesela. Hangi durumda ve şartta olursa olsun kendini koruyabilmeli Elif. "meli/malı"... Bunlar bir cevap mı peki? Ya da şöyle düşünüyorum. Bizim maddi durumumuz başka şeylerden kasmadan sıkmadan Elif'i tüm öğrenim hayatı boyunca özel okulda okutacak boyutta değil. Ortalama ailelerden gelen ortalama geliri olan sade ve sıradan iki insanız neticede. Çocuğumuz özel okulda okusun diye tüm şartları zorlamalı mıyız? Geldiğimiz durum bu mudur? Biliyorum bunları düşünmek için erken ama en temel basamak kreş/anaokulunu düşündüm geçenlerde. İnşallah kızımı belli bir yaşa/aya gelene kadar kendim büyütmek istiyorum ama sonrası malum kreşe gidecek. Aklımdaki okullar ne yazık ki yurtdışındaki devlet okullarında var :) Türkiyedeki özel okulların sosyallik adı altında yazdıkları şeyler beni hiç cezbetmiyor. Satrancı, yabancı dili, ata binmeyi, tiyatroyu çocuğumla hafta sonu ben de yapabilirim. Ve hala neden o çok para verilen okullarda kimsenin tavsiye etmediği kutu meyve sularından verilir, onu da anlayamıyorum. Dedim ya bu ara anlamlandıramadığım şeyler var diye.

Bir diğeri; sosyalleşme. Beni bilenler bilir ki kalabalıktan hiç hoşlanmam, kalabalıklarda hep içime kapanırım, neredeyse hiç konuşmam. Daha önce anlattığım gibi de çok fazla arkadaşım yok. Bu durum da beni rahatsız etmiyor. Sosyal medya aracılığıyla tanıştığım, görüştüğüm, sevdiğim insanlar var. Tek tek yazsam yazamam, hepsini ayrı ayrı çok seviyorum. (Yeri gelmişken, kalbimde apayrı olan sevgili Esen haaarika bir çekiliş hazırlamış, yanlış çok kişiye duyurmadan sessizce gidin ya da hiç gitmeyin çünkü kesin biz kazanacağız Elifle :)
Komşularımdan bahsetmedim sanırım burada. Yaşı en küçük olan benim. Çoğunluğu da çalışmıyor. Kafa yapılarımız çok uymasa da tabak alışverişimiz, arada "nasılsın" diye zile basmışlığımız var. Ben çoğunu yeni yeni tanıyorum, çalıştığım zamanlarda sadece asansörde görüp selamlaşıyordum çünkü. Önyargılarımdan utandıklarım da oldu ama bana kendimi kötü hissettirenler de. Mesela neden her karşılaşmamızda aynı komşum bana "kilo almışsın, saçın beyazlaşmış, cildin kötü" vs. diyor, bunu anlayamıyorum. Doğum kilolarımın hepsini veremediğim gibi öncekine eklenen şahane bir göbeğim olduğunu gizlemiyorum zaten. Bir de ciddi anlamda barışık olduğum beyaz saçlarım var. Onları da gizlemeye ya da boyatmaya çalışmıyorum. Ergenliğimden beri yüzümde sivilce var-dı, şimdi sadece izleri var. Ama ben mutluyum halimden. "Ya niye böyle" dediğim zamanlar da oldu ama sanki hayat bu kadarcık şeyleri kafaya takacak kadar uzun değilmiş gibi geldi ve ben de rahatladım. Bir de şu malum "üşüteceksin çocuğu" lafı var. "Dışarı mı çıkıyorsun? Ama hava soğuk" diye beni korkutan komşuma "biliyorum hava soğuk, biz de temiz hava almaya çıkıyoruz zaten" dedim. Tamam kabul mesela bugün cidden çok soğuktu ve rüzgarlıydı. Elif değilse de ben çok üşüdüm hatta parmakları kesik eldiven giydiğim için kendime kızdım. Ama 15 dakika da olsa rahatladık, bence bu da önemli. Bir de şu da var ben sana soruyor muyum tüm gün çocuğun televizyon başında, aslında o çocuğa daha zararlı diye? Sormuyorum.

Bu kadar şeyi yazacağıma yarına yemek yapar hatta üstüne kek bile pişirirdim ama hiçbiri bu kadar şeyi yazdığımda hissettiğim rahatlamayı vermezdi.
Okuduklarımdan da bir şey anlamamaya başladım, sanırım bir "es" vakti benim için. Son okuduğum 2 kitap da beni çok etkiledi aslında. Biri "sıradan bir çocuk", diğeri de "benim adım hiçkimse". İkisinin hakkında da yazmalıyım mutlaka. Sırada yazılmayı bekleyen bir dolu kitabım var. Konularını, karakterlerini birbirine karıştırdım neredeyse ama bende bıraktığı duyguları unutmamışım. Ben de onlardan bahsederim fena mı :)
Yılbaşı ve çekiliş demişken katılanlar kaç kişi oldu sayamadım ama bugünlerde listeli olarak yayınlayacağım ki eksik kalmasın çünkü sahiden çekilişi Elif'e yaptıracağım, minik parmaklarıyla tutsun bakalım kağıtları. Paşabahçenin bir sloganı var ya paketlerin üzerine yapıştırıyor: "Hayat en güzel hediye" diye. Kesinlikle katılıyorum. Ama hayattan sonraki en güzel hediye kitap, benim için de tabii ki çocuk kitapları :)

Buraya kadar -sıkılarak da olsa- okumayı başarabilenler varsa 1 şarkı paylaşayım sizinle, çok sevdiğim bir şarkı: Dont worry Be Happy. Hayatın özeti aslında :)


Devamını oku »

21 Kasım 2014 Cuma

Araba Kullan(ama)ma :)

Araba kullanmayı çok severim.
Tabii ki çarpışan arabaları :)
Diğerleriyle pek aram yok hatta hiç yok.
Büyük şehirde ve uzakta yaşamıyor olsak ve arabaya binmesek çok rahatlayacağım.
Sırf bunun için bile sahil kasabasına taşınabilirim(diğer tüm sebepleri yazsam blog error verir :))
İlk arabam malum "Maviş"ti, kliması bile yoktu ama çok seviyordum onu. Minicik mavi bir araba. Derken bir gün onunla kaza yaptım, başka bir arabaya çarptım ve o günden sonra bende trafik korkusu başladı. Kimseye bir şey olmadı aslında sadece maddi hasarlıydı hatta öteki araba daha da suçluydu ama o anki ruh halimi hatırlıyorum, o kadar dalgındım ki...
Benim esas sorunum bu: aşırı dalgın olmak.
Bence arabaya sticker olarak yapıştırmalıyım bunu: "Aşırı dalgın şoför geliyor, yoldan çekilin!" şeklinde :)
Tüm bunları otomatik arabayla yaptım bir de.
Sahi ben buraya ehliyeti nasıl aldığımı yazmadım değil mi?
Ben olsam bana asla ehliyet vermezdim :)
Uygulamalı olan sınavda vites değiştirmeyi unutup 1. vitesle kamyon sollamaya çalıştım. Araba bildiğin tekleyerek ilerliyor, hoca arkada bana kızgınca bakıyor, sınav görevlisi de "acaba vites mi değiştirseniz" diyordu ki kamyon şoförünün bana "ne yapıyorsun ya sen" anlamına sahip el kol hareketi yaptığını gördüm. O an hala zihnimde. Muhtemelen vücudumdan çıkan terle arabayı yıkayabilirdik :) Tabii ki o sınavdan kaldım. Hatta sadece ben kaldığım için sürücü kursu ve hoca bana kızdılar. Derken 2. sınava girdim ve girerken elime yazdım: "Vites değiştir!" Sanki tek sorun buymuş gibi :) O kadar yavaş gitmişim ki "biraz gaza basabilirsin" diyerek yine uyardılar. Hoca da arkadan şu cümleyi kurdu: "İkinci defa giriyor"... yani anlamı şu: "bir zahmet geçirin şu kızı yoksa elimde kalacak" :) neyse geçtim ama hala inanamıyorum. Bir daha da manuel araba kullanmadım hatta koltuğuna bile oturmadım. Bizim arabamız olmadı hiç. Dolayısıyla araba kültürüm de yoktu zaten.
Gelelim bugünlere...
Nicedir arabayı karabalık kullanır ve ben hep "yavaş!" şeklinde ikaz ederim 70le de gitse :) (* Esen burada sana sevgilerimi gönderiyorum, benden olduğunu bildiğim için :)
Hatta geçenlerde taksiye bindik Elifle şoföre "bizim acelemiz yok" dedim hani yavaşlasın diye, "abla zaten 60'la gidiyorum hem ben usta şoförüm" dedi. Aman yahu herkes de çok biliyor... Korkuyorsam korkuyorum arkadaş ne yapayım :)
Gelelim bugüne...
Annem ve karabalık (aaa buraya yazmayı unuttum bak annem geldi 1 haftalığına) anlaşmışçasına "arabayı kullanman lazım" deyip duruyorlar. Beni geceden aldı mı stres. Elif'i aile hekimliğine götüreceğiz boy-kilo takibi için. Bana kalsa o dik yokuşa rağmen bebek arabasıyla giderdim. Elif'i arkada birinin zapt etmesi şart yoksa katiyen durmuyor. Neyse annem var, iyi güzel.
Ben elimde arabanın anahtarı düştüm yola. Bindik arabaya. Arabayı çalıştırıyorum ama araba gitmiyor (manuel değil bu arada :) karabalığı aradım. "El frenini çektin mi?" dedi. "E heralde" dedim hava atarak. "Yalnız hangisi fren hangisi gazdı, onu karıştırdım" :)) Annem hemen "istersen yürüyerek gidelim" dedi. Beni aldı mı gülme. Arabaya binene kadar "aslansın kızım yaparsın" diyen kadın, halimi görünce vazgeçti :) Teyzem de yukarıdan dua ediyor bize :) Sonra ben dedim ki telefonda "n" ile gidilmiyor muydu? meğerse o arabayı boşa alıyormuş, d yani "drive" ile gidiliyoruş. "E peki hangisi gaz" dedim. "basınca anlarsın" dedi :) Gaza bir anda basıp öne doğru atılınca anladık zaten de yüreğimiz ağzımıza geldi. Annem "İstersen hala yürüyebiliriz" diyor. Bak sen... "Yok yok, zorluk buraya kadardı, götürürüm şimdi" dedim. Hakikaten de götürdüm. Aile hekimliğinden ayrılırken annem "sen dönüşü yap, biz arabaya öyle binelim" dedi :) "İyi peki"...
Neyse gittik ve geldik sağlimen, çok şükür.
Hala düşünüyorum bana o ehliyeti nasıl verdiler acaba?
Bu arada kazadan önce o kadar rahat araba kullanıyordum ki (Ankarayı bilenler için söylüyorum) Bahçelievler 7. caddeye paralel dar caddelerde geri geri yüzlerce metre gitmişliğim var :) Hem de başka bir arabaya çarpmadan!
Rüyalarımda da sıklıkla araba kullanırım ama rahatımdır hatta fazla rahat.
Karabalığa göre ben ondan daha iyi araba kullanıyormuşum.
Duy da inanma :)
Ne dersiniz, ara ara alıştırma yapıp trafiğe çıkmalı mı yoksa hepimizin sıhhati için araba sevdasını rüyalara mı devretmeli?
Tavşandan sürüş dersleri mi alsam :) Benden daha havalı duruyor, orası kesin :)

Devamını oku »

11 Kasım 2014 Salı

Hoş Geldin Kasım & Ankara'nın Kış Mevsimi :)

Geçen sene bu zamanlar Elif karnımdaydı şimdiyse kucağımda.
Her gün yaptığım yürüyüşlerde daha bir üşüdüğümü şimdi şimdi daha iyi hatırlıyorum.
Ama inatla her gün en az 20-30 dakika yürümüştüm.
Elimde kırmızı eldivenlerim ve yanımda mandalinamla.
İş yerinden kaçmak demekti bu an'lar benim için. O yüzden de çok kıymetliydi.
Yakın olduğu için öğle aralarında bazen Milli Kütüphaneye giderdim. Kitaplara dokunmak için diyeceğim ama MK'de kitapları görmüyorsunuz bile. Bana hala ve inatla çok saçma geliyor bu sistem. Kitaplar bizlerin göremediği koocaman duvarların arkasında bir yerlerde. Kitapları böyle mi koruruz yani sistem bu mu? Anlamakta güçlük çekiyorum yani beynimdeki "anlama yetisinden sorumlu kıvrım" söz konusu 'kitaplara dokunamak' olunca işlevini yapmıyor.
Kasım ayı biraz hüzün biraz kış hazırlığı biraz da yeni yıl heyecanı demek olabilir. Bu sene de sevdiğim insanlara kart göndermeyi planlıyorum. Niyetim yine evde bir şeyler yapmak ama bakalım, kısmet. Elif az daha büyüseydi birlikte yapardık heyoo ne de güzel olurdu. Neyse biz şimdinin an'ın tadını çıkaralım (sevgili Gece, tam bunu yazarken aklıma sen geldin :)
Bu sene karın yağması için daha da heyecanlıyım. geçen sene sadece 1 kere yağmıştı ve biz neyse ki dışarı çıkıp karla oynamıştık(Elif izin verdiği ölçüde). Bu sene de kar yağınca Elif'i giydirip dışarı çıkmak istiyorum(z) Eldivenleri yok ama karla tanışmak onun da hoşuna gidecektir sanırım.
Ankara'da sonbahar bence gerçekten güzel. Yaz ayları için Ankara'nın tek çekici tarafı kuru kalabalığın gitmiş ve trafiğin boşalmış olması oluyor. İlkbahar da güzel olabilir. Kış mevsimi de orta güzellikte diyelim ama bence Ankara bir kıyafet giyecek olsa bu gerçekten sonbahar olurdu. Bizim burada kırmızı yaprakların olmamasına sinir oluyorum :/ Ama yine de her yürüyüşte hoşuma giden ya da kendini yerde yalnız hisseden yaprakları topluyorum, evde büyük parti veriyorum sonra onlar için.
Elifle her öğleden sonra yürüyüşe çıktığımızı söylemiştim. Tedbir amaçlı şöyle bir ürün aldık. Biz hala puset kullanıyoruz. Elifle bakışarak ve sohbet ederek yürümek daha keyifli geliyor.
Deniz yok belki ama su kenarlarına kaçılabilir burada (züğürt tesellisi)
Önemli olan nereden baktığın ve ne gördüğün sanırım :)

Devamını oku »

8 Kasım 2014 Cumartesi

Aşure (Çorbası) Yaptım :)

Aşureyi çok severim. Bence çok bereketli bir tatlı. İçinde yok yok :) Ben çok malzemeli sevmem gerçi,sadece bakliyat yeter bir de üzerinde nar olacak illa, yoksa yemem :)
Bu sene kanıma Esen girdi. Paylaştığı o harika fotoğraflarla iyice canımı çektirdi. Ben de "nasılsa komşular getirir" diye düşündüm. Zilin üzerinde "lütfen zile basmayın" diye mi kimse gelmiyor acaba dedim ama sahiden bu sene aşure gelmedi hiç :/ Esen de aşure yapmanın zor bir şey olmadığını söyleye söyleye beni gaza getirdi. Karabalığa sordum "yaparsın" dedi. Dünkü yazımda demiştim ya bakliyatları geceden suya koydum hadi hayırlısı diye. Gerçekten de öyle oldu. Her sabah 6'da ayakta olunca güne erken başlamamak için bir sebep yok. Tarif konusunda telefonda bir antrenöre ihtiyaç duyduğum için pratik kuzenimi aradım. "Yapabilir miyim?" dedim, "tabii yaparsın" dedi, o da verdi gazı. Kendimi buğdayı kaynatırken buldum sonunda. Tüm işlemler bitti, aşureleri kaselere koydum ve beklemeye başladım. En azından üstü donsun da cevizimi, tarçınımı narımı koyup komşulara vereyim diye. Dolaba bile koydum ılıdıklarında, donmadılar. Ben de acayip komik bir görüntüyle komşulara dağıttım. Herkes hem şokta hem de mutlu "ne güzel aşure gelmiş" diye. Sadece tanıdıklarıma ve yakınlara verince 7 taneyi paylaşmış oldum, 1 tanesi biraz yere düştü :/ Tüm komşulara verirken ısrarla söyledim:"İlk yapıyorum, önce siz yiyin, sonra çocuklara yedirin ha" diye. Güldüler ama ben ciddi söylemiştim.
Bir arkadaşımıza misafirliğe gidecektik, karabalık sordu: "Aşureler niye donmadı?" diye. "Çok sabırsızsın" dedim. "Döndüğümüzde ancak donarlar" :) Dönüş yolu aşureleri düşünmekle geçti. Misafirlikteyken aşure yaptığımı söyledim, "nasıl oldu?" sorularına da "iyi gibi" dedim. "Gibi"si vardı çünkü. Eve döndük, koştum baktım ve gerçekle karşılaştım: aşureler donmamak için direniyordu. Kuzenimi geri aradım; "aşure kaç saate donar" diye. Meğerse buğday tam olarak nişastasını salmadan atmışım diğer malzemeleri ve aşureyi donduran nişastaymış. Hatta acelem olursa 1 kaşık nişasta da koyabilirmişim. O an kuzenimle yaptığımız konuşma geldi aklıma. Bana ısrarla "buğdaylar henüz özdeşmemiştir" diyor, ben de ısrarla "yok bence ölüp gittiler" diyorum. Meğer çok acele etmişim. Bunu tecrübe etmem iyi oldu, bir dahakine hiç unutmam.
Komşulara verdiğimin fotoğrafını çekmeyi unutmuşum. Buraya eklemek için 2 fotoğraf çektim. "Normal aşure" görüntüsü beklemeyin baştan uyarayım. Benim aşurem çorba kıvamında olduğundan narlarım suya batıyor :) O yüzden elimde tuttum :) Bir de kuzenim dedi ki (umarım beni avutmak için dememiştir) aşurenin aslı zaten "aşure çorbası"ymış... E ben orjinal aşure yapmışım ya, gerisini üzerini donduranlar düşünsün...

Bence bu konuyla ilgili en bomba diyalog annemle yaşandı. Öğlen gibi annemi aradım(henüz donmadığını bilmiyordum) aşure yaptığımı heyecanla söyledim: "Dr. oetker hazır paket mi yaptın" dedi!!! "Yok ya anne ne hazır pakedi, bildiğin anam babam usulü yaptım" dedim. Annem o ara bu önemli bilgiyi teyzemle paylaştı, evde sevinç nidaları: "Esra aşure yapmış, hadii, tebrikler vs." :) Zannedersin içli köfte yoğurdum. Onu da yapsam demek önümde şapka çıkaracaklar. Ardından annem ekledi bu arada "ben de seni arayacaktım, hazır paket aşure yapabilirsin diyecektim" üzülsem mi sevinsem mi bilemedim. Annemde uyandırdığım intiba şahane, e tabii haksız da sayılmaz. Neyse en son dedi ki "biz daha yapmadık, seni tebrik ederim." vaaay... Benden mutlusu yok :)

Aşuremin kıvamı tam tutmamış olabilir ama tadı güzel, karabalık da sevdi, annem de tebrik etti... En mühimi de "hayatta yapamam" dediğim bir şeye cesaret edebilmiş olmam. "Arkadaşlık güzel bir şey" demiştim değil mi? Çok teşekkürler Esen...
Vaz geçtim sanmayın sakın. Niyetim inşaallah seneye kalmadan yeniden denemek. O narlar suya löp diye düşmeden duracak umarım :)
Devamını oku »

7 Kasım 2014 Cuma

Arkadaşlık Güzeldir :)

Hatırladığım kadarıyla ilk arkadaşım ilkokul 1. sınıfta Özge isminde yumurta kokan bir kızdı.
Tabii çocukluk arkadaşım kardeşimi ve kıvırcık kuzenimi saymazsak.
Anaokulu-kreşe de sadece 1 gün gidip oradaki koocaman bir kızdan korkunca (beni kenara çekmişti) 5,5 yaşında ilkokula başladım.
Ondan önce mahalleden de arkadaşım olmadı çünkü annemlere göre bizim mahalle pek de güvenilir değildi, dolayısıyla ben sokaklarda büyümedim. Damda bisiklet sürerek, top oynayarak geçirdim vaktimi. Umarım Elif de çok fazla bebek-sever bir kız çocuğu olmaz ya da babasının hayalleriyle evcilik oynarlar, biz ona pasta yemeye çay içmeye gideriz.(karabalığın en büyük hayallerinden biri bu)
Arkadaşlık kurmak, onu sürdürmek bana hep çok çetrefilli geldi. Ne zaman "işte bu kız/oğlan tam benim kafadan" diye düşünsem çok alakasız şeyler yaşadık.
İlkokulda 3 sene kolejde okudum ve orada bambaşka bir dünya tanıdım. Oraya ait değilmişim gibiydi, zaten orada olmamın sebebi annemin okulda öğretmen olmasıydı. Sonraki 2 sene her sırada 3 kişinin oturduğu oldukça kalabalık bir devlet okuluna gittim. (sınıfta 65 kişiydik yanlış hatırlamıyorsam) İlk gün hayatımın şokunu yaşamıştım resmen. "Burası kokuyor" demiştim, "beni alın buradan." Bu satırları okursa-ki ne alaka ama- ilk sıra arkadaşlarımdan biri olan Celal'den özür dilemek istiyorum. Çok fazla şişmandı ve ben sırada düşecek gibi oturduğum için ondan hiç hoşlanmıyordum. Çocuğu yemek yerken görsem "az yese keşke" diye düşünmüşlüğüm var. fenaymışım :/
Derken Anadolu Lisesini kazandım ve 7 sene de orada geçti. Orada da ilk gün kendimi çok yabancı hissetmiştim. Hiçbir zaman da kızların eteklerinin boyunu neden kıvırdığını, "gizli makyaj"ı neden yaptıklarını ve daha bir sürü kızsal şeyi anlamadım. Son iki senemde sözel sınıftayken Nilay'la tanıştık ve kendimi çok daha iyi hissettim. Tiyatrodan, kitaplardan vs bahsedebiliyorduk. Ondan önce rehber öğretmenimiz Durmuş Hoca vardı, onunla çok sık sohbet ettiğimizi hatırlıyorum.
Veee sıra geldi üniversiteye... İlk günlerde yalnız değildim aslında, sınıf arkadaşımla aynı bölümü kazanmıştık çünkü ama ben ilk gün çok ağladım: "Bu bölüm bana göre değil ühüüüü" diye. Hala da ağlayabilirim :) Bir grupta olmak nasıl bir şeymiş, orada iyice öğrenmiştim. Çok seviyordum arkadaşlarımı, hayatımdaki her şeyi de paylaşmıştım. Arkadaşlar arasında sır olmamalıydı zaten :) O dönemde birkaç farklı yurt değiştirince biiiir dolu oda arkadaşım olmuştu. Hatta iki tanesiyle üniversite son dönemde eve çıktık, biriyle arkadaşlığımız bitti öteki zır deliyle (bu satırları arada da olsa okuyormuş :) hala görüşüyoruz ve evet hala zır deli :P
Düşününce ve geriye bakınca o kadar çok arkadaşım, dost dediğim insan olmuş ki hayatımda. Bazılarının hayatımda hep olacağını düşünmüştüm. Olmadı. Liseden sadece Nilayla üniversiteden de sadece "zır deli" ile görüşüyorum. (Üniversiteden arada mesajlaştığım birkaç kişiyi saymazsak) Facebook hesabımı kapatalı çok oldu. Çok da doğru bir karar vermişim diyorum şimdi. Merak etmek bambaşka bir şey ve ben sahiden çoğunu merak etmiyorum. Kötü anlamda da demiyorum aslında sadece insanın hayatı evrim geçiriyor ve her insanın bir rolü oluyor, rolünü tamamlayınca hayatından çıkıyor(ya da bazen "demirbaş" oluyor)
Çok kırıldığım, üzüldüğüm, ağladığım zamanlar da oldu, -hiç istemeden- kırdığım insanlar da. İnsan doğasının bir gerçeği.
Ve işe girdim. (Ondan önce 1 yıllık yüksek lisans var ve orada tanıdığım, çok sevdiğim insanlar var-dı... Sahi, neredeler? Bilmiyorum.)
30 erkek + 1 esra :) İşe böyle başladık. Benim için hem zor hem keyifliydi. Benden çok çekiniyorlardı ama ben rahattım çünkü erkeklerle anlaşmak her zaman daha kolaydır. Yüzünüze bakıp "saçların harika olmuş şekerim" derken içlerinden "ıyy bu ne hal böyle!" diye düşünmezler. O ortamda daha iyi anladım ki ben kızlarla yapamıyorum. Yani dengeyi kuramıyorum. Ya soğuk kalıyorum ya fazla samimi. Erkeklerle konuşacak daha çok şey var. Çok kitap okuduklarını söyleyemem ama futbol, arabalar, havalar benim için alışveriş, kuaför vb. şeylerden hep daha eğlenceli olmuştu. Ve tabii mutfak! Bunu anlamak zor olmamalı zaten. (Çok önemli dipnot: Sevgili Esen, seni heyecanlandırmak istemem ama cidden gaza gelip aşure yapmak için bakliyatgillerimi suya koydum. Ve cidden sonuç ne olursa olsun buna cesaret edebilmem bile benim için koca bir deniz, teşekkürler sana.) Karabalık da o 30 erkekten biri demiş miydim? Sanırım diğerleri çok beyazdı ve ben "küçük kara balık" misali en karasıyla okyanusa açılmak istedim :) Aslında öncesinde çok çok iyi arkadaş olduğumuzu atlamayayım. Neredeyse hiç kız arkadaşım olmadı. Bu durum da beni hiç rahatsız etmedi.
Gelelim sanal dünyaya...
Blog ve instagram sayesinde bir dolu insanla tanıştım. Kimini çok sevdim hatta buluşup kahve içmek istedim :) Bilmiyorum konuşabilir miydim ama neticede o sıcaklığı hissettim. Bazılarıyla mail üzerinden haberleştim, hala da haberleşiyorum.
Bir insanı yüz yüze görmeden hem çok sevmeyi hem de -nasıl oluyorsa- kırılabileceğimi keşfettim. Deli miyim neyim? İnsan yüzünü bile görmediği birine gönül koyabilir mi? Bu kişi balık burcuysa koyar :) Bu yazının amacı bu kırgınlık falan değil. Hatta hiç değil. Yoksa başlık "arkadaşlık güzeldir" olmazdı herhalde.
Kırgınlığı bir kenara koyacak olursak tanıdığım güzel insanları tek tek yazmaya kalksam birini unuturum, atlarım falan diye korkup yazmıyorum.
Bazen instagramda bir şey paylaştığım zaman durup düşünüyorum: "Bunu niye paylaşıyorum ki" diye? Belki sizin de zaman zaman öyle hissettiğiniz oluyordur. Yani okuduğum kitabı, dinlediğim şarkıyı, uykusuz kaldığımı, başımın ağrıdığını beni "takip edenler" bilse ne bilmese ne? :)
Gerçi kitap konusunda ayrıcalık yapmalı çünkü bazı kişilerin ne okuduğunu cidden takip ediyorum ve listeme ekliyorum, o açıdan kitap konusunu farklı bir yere koyayım.
Kendim için "bilseler ne bilmeseler ne" diyorum ama sevdiğim arkadaşlarımın nasıl olduklarını da önemsiyorum. Hem de çok. Bir müddet ses soluk çıkmazsa "iyi mi acaba" diye endişeleniyorum :) Benden öyle mesaj alırsanız şaşırmayın yani.
Bu upuzuuun yazıyı neden yazdım? Birkaç gün önce birine kırıldım ve düşündüm arkadaşlık nasıl bir şeydir diye. Sadece 1 kişiye ya da 1 olaya indirgenemeyecek kadar güzel bir şey olduğuna karar verdim. Hani bu yazının kırılmayla ilgisi yoktu :) Azıcık varmış demek ki. Yani bana ışık tutmuş, yol göstermiş.
Bir de ben ilişkinin ömrünü geç anlayanlardanım. Yani belki karşı taraf beni sevmemeye başladı ya da benimle görüşmek onu mutlu etmiyor ve bunu sinyallerle anlatmaya çabalıyor. İşte ben bu sinyalleri çok geç algılıyorum. "meşguldür kesin", "yoğundur", "yorgundur" vs diyorum. Diyordum. Şimdi az daha piştim sanırım. Çok üzülsem de ben de kendimi geri çekiyorum yoksa kendimi yıpratıyorum.
Belki en başa koymalıydım bilmiyorum ama minik bir şarkı ekleyeyim buraya. Bu yazıyı yazarken ve aslında buraya yazdığım yazılarımın çoğunu yazarken 65247. kere dinlediğim ve her dinlediğimde hüzünlendiğim, yol aldığım bir şarkı. Beni bu şarkıyla tanıştıran da henüz karşılıklı kahve içemediğimiz ama kalbimin kitaplı kedili bir yerinde olan tatlı arkadaşım; iyi ki tanımışım seni :)


Bazen kırılabiliriz, bozulabiliriz hatta çok üzülebiliriz ama arkadaşlık güzel bir şey.
Bu yazıyı okuyan-ya da bu blogdan haberi bile olmayan- sevgili arkadaşlarım; iyi ki varsınız.
Hatırlatayım dedim :)

Devamını oku »

6 Kasım 2014 Perşembe

Yeni Arkadaşımız: Pambek :)

Kendim yapamadığım için de olabilir, el emeği işler benim için çok değerlidir. Mesele para pul değildir çünkü göz nurudur ve önemlidir. Karşınızdaki kişi sizi düşünmüş, bir şeyler yapmış ve sizinle paylaşmıştır.
Bir süredir Zuhal Hanım'ı sosyal medyadan takip ediyordum ve sıcakkanlılığını teee buradan hissetmiştim. Bursa'da -muhtemelen gitsem daha da çıkmak istemeyeceğim- şahane bir dükkanı var ve el yapımı pambek bebekler satıyor. Aslında başka bir dolu şey daha satıyor, hemen linkini vereyim: HobiZu
İnternet sitesini açtığını duyduğumda çok sevinmiş ve hemen sipariş vermiştim. Bayağıdır gözüme kestirdiğim pambekler aslında hediye olacaktı- ki bu işin üzücü kısmı :)- kendim için de bir sonraki sefer sipariş veririm diyordum-ki hala diyorum-
Ama sevgili Zuhal teyzemiz bize 1 adet lokum göndermiş hediye olarak. İnanın çok duygulandım. Pakedi açınca hem sevindim  hem de şaşırdım. Tabii bir de üzüldüm: "Bu paket karışmış heralde" diye :) Meğerse bizimmiş :)
Evde Lokum'un eksikliğini her gün hissediyorum, üzülüyorum, sanırım bu güzel bir teselli olacak.
Hala pambek'lenmeyen kaldıysa HobiZu'ya koşun derim :)




30 derecede yıkanabiliyor olmaları ve bebekler için uygun bir şekilde dikilmeleri yani yalayıp yutsalar da sorun olmaması bence işin en güzel tarafı.
Dün Elif Lokum'u elinde sallayıp duruyordu, neyse ki gerçek Lokum evden gitmiş.. Onu da sallamaya kalkardı mazallah :)

Yeniden teşekkürler HobiZu :)

Devamını oku »

21 Ekim 2014 Salı

Bugünlerde...

Bugünlerde kafam o kadar dolu ve vücudum o kadar yorgun ki!
İşte bunlarla hiç de uyuşmayan bir de ruh halim var: rahatım ve mutluyum.
"O nasıl oluyor" ben de bilmiyorum :)
Fiziksel yorgunluğum Elifle beraber büyümekten kaynaklanıyor. Ciddi anlamda kilo vermişim, tartıya ve Elif'e teşekkür ettim.
Gündüz uykuları hala ayağımda sallayarak ve de yerimden kıpırdayamadan olduğundan ne iş yapabiliyorum ne de "your time". Elif sıklıkla uyanıyor olsa da azimle kitap okuyorum. Bloga yazılmayı bekleyen kitaplarım dağ gibi birikti. Her gün öğleden sonra mutlaka dışarı çıkıyoruz ki bu ikimize de çok iyi geliyor. Bugün mesela çocuk parkında oturup salıncakta sallanan çocukları izledik. Elif o kadar eğlendi ki bir onlara bir bana bakıp güldü hep :)
Kafamdaki doluluk da uyku ve ek gıda işinden geliyor.
Uyku konusunda danışmanlık almaya karar verdik. İki yer ile iletişim kurduk ama hangisini seçeriz sanırım bugünlerde karar veririz. O konuda cidden heyecanlıyım. Hangi yöntemi uygularsak uygulayalım işe yarayacağını düşünmek istiyorum. Ayağımda sallanmaya da hiç alışmadı çünkü. Kucağımda uyutamadığım için zorla ayağımda tutuyorum. Bence Elif de kendi kendine uyumayı öğrenince rahatlayacak, bana öyle geliyor.
Diğer kon da "ek gıda"...
"O tabak bitecek mi" kitabını okudum, okudum, okudum.
Tecrübeli annelere sordum, kendi annelerime sordum.
Aklımda bir şablon oluştu: Çoğunluğu blw olan bir sistem kurmaya başladım.
Açık söylemek gerekirse blw bizim ev düzenimize çok uygun.
Bizim evimiz her zaman biraz dağınık/kirli vs. olabiliyor (tamam bazen "biraz"dan da çok olabiliyor) ve her daim Elif'e bir şeyler yedirmeye çalışmak fikri beni sıkıyor. Aklıma ilk olarak gelen şey: "Elleri, kolları var çok şükür kendi yesin" olmuştu. Diyorum ya ben biraz kötü bir anneyim diye.
Şimdiye kadar kaşıkla pek az şey verdim. Kendi eline de kaşık verdim.  En çok yoğurda banmalı buharda pişmiş kabak dilimi sevdi. Yani bunu tüm yüzünden anlayabilirsiniz :) Çorbalar konusunda blw'nin eksik kaldığını düşünüyorum en azından bu aylarda. Kitapta yazan şey: çorbayı ya bir şeye banacak ya da çorbanın içine ekmek doğrayacağız. E nerde kaldı bunun sulu kısmı?
Açıkçası en güzeli kendini kasmamak sanırım. Bizim ek gıda serüvenimiz şöyle başladı: herkes "püre yap" diyordu ve ben  püre nasıl yapılır bilmiyordum. (cidden) Benim de aklıma kabak geldi çünkü Uşak'tan köy kabağı getirmiştik, evde bolca vardı. Onu dilimledim, buhara koydum, eline verdim ve izlemeye başladım. Baktım yedi :)
Bu konuyu da uzatmayayım, başka bir yazıda uzunca anlatayım.
Bugünlerde bizim evde en çok şu soru duyuluyor: "Eliiif, çorabın nerde?" O çorap illa ayakta durmayacak. "En hızlı çorap çıkaran" ünvanı aldı kızım :)

Bir de hani ben endoskopiye falan girmiştim ya; işte o "gazmış gaz" :)) Çok şükür bir şey çıkmadı. "E ben niye kötüyüm o zaman" dedim. "Kronik gastrit" varmış. Onu biliyorduk zaten. Bir de bağırsaklarımda kötü huylu bakteri olabilirmiş. Hmmm. "Çok mu kötü huylu" dedik doktora. Az kötüymüş, gaz yaparmış. Komik değil mi? Yani okuyunca komik ama yaşarken daha az komik. Neticede yanımdaki havuç bana iyi geldi diyebiliriz. Mesaj atan herkese çok teşekkürler. O değil de o müshil ilacını boşa içmişim ya...
Acemi annelikten hala kurtulamadım, onu da sonra yazayım.
Vaktim bitti, ben kaçtım.
Seni çok özledim sevgili blog.
Görüşmek üzere...
Devamını oku »

2 Ekim 2014 Perşembe

Endoskopi, Kolonoskopi ve Havuç

Bir süredir bloguma yazı yazamıyorum.
Oysa ki ne yazılar var aklımda.
Hele ki okuduğum kitapları yazamamak beni çok üzüyor.
Ama bu satırları -nedense- kısacık da olsa şimdi yazmak istedim.
Üniversite yıllarımdan beri bende bir garip ishal halleri var-dı. Son 3-5 yıldır buna mide rahatsızlıkları da eklenmişti. 1,5 yıl önce de endoskopi yaptırdığımda doktor mide kapağımın gevşemiş olduğunu söylemişti. Ne yesem mideme dokunuyor o da başımı ağrıtıyordu(migren) Gaviskon ile bir bütün olmuştuk; kendimi onsuz düşünemiyordum :)
Derken geçen haftalarda mide-bağırsak işleri yeniden celallenince soluğu yine aynı doktorda aldık.
Hatta karabalık arabayı park edene kadar biz Elifle doktorun yanındaydık. Doktor resmen benimle değil de Elifle ilgilendi :) Sonra da "bebeğinizi birine bırakabilecek misiniz; muayenenizi yapmam gerekiyor." dedi. Anlattıklarım neticesinde ultrason, kan verme, endoskopi ve kolonoskopi istedi. Pazarlık yaptım resmen ama hepsini istedi. Bir de minicik ekledi: hemşire size eğitim verecek, 3 gün diyet yapacaksınız, 2 doz ilaç var onu içeceksiniz. "Tadımı biraz kötü" de dedi...
İyi peki, dedik. Hemşireden eğitimimizi de alıp elimizde kağıtlarla eve döndük. Annem hemen ertesi gün dönecekken dönüşünü uzattı. 3 günlük diyet annemin kontrolünde kusursuz geçti. Bana kalsa kesin kaçamak yapmıştım :)
3. günün sonunda harika bir tokat yedim.
"Tadımı biraz kötü" denilen şeyin/suyun/ilacın hiç de öyle olmadığı, hayatım boyunca almadığım tuzu tek seferde içtiğim düşünülecek olursa "tadımı biraz kötü" cidden çok hafif bir ifade. Bir daha karşılaştığımızda doktora kesin soracağım "acaba siz içtiniz mi?" diye. Sormazsam içimde kalır.
İlk dozda ben yamuldum resmen. Üşütme, mide bulantısı, baş dönmesi ne ararsan var ve müshil ilacı olduğundan ishal zaten var ancak sadece su içebiliyorsun. Amanın...
İkinci doz saati geldiğinde o ilacı alıp lavaboda boşaltmak istedim. Evdekilerin yoğun talebiyle yarısını içtim. Annem beni çok şaşırttı. Kendimi zorlayayım dediğimde resmen bardağı elimden aldı, "içmeyeceksin yeter" dedi. "E tamam" dedim, "sen de öyle diyorsan" :) Annemin, verilen bir görevi eksik yaptığını sanırım daha önce hiç görmedim.(Tipik bir Başak burcu)
Neticede ertesi gün oldu ve ben daha önce yaptırmış olmama rağmen bir acayip korktuğum bu işleme elimde Elif'in havucuyla gittim. Hani gülmeyeceklerini bilsem havucumu hiç bırakmayacaktım ama adımı duyunca çantaya usulca koyup yutkundum.

İçeride yaklaşık 20 dakika doktorun işlemini bitirmesini üşüyerek bekledim. Utanmasam çoraplarımı geri isteyecektim. "Aslında çok da korkmadığımı" anlattım hemşirelere. (Bu arada bana soru soran da yoktu.) "Anneyim ben, kızım Elif var benim" deyip durdum. Güldüler. En sonunda hemşire "seni biraz sakinleştirelim" deyince ben, "herkese yapmıyorsunuz bunu değil mi, anladınız çok korktuğumu ondan yapıyorsunuz değil mi?" dedim. Ha bir de ağlasam tam olacaktı. Ben sanıyorum ki sakinleşip asıl uyutma ilacını verecekler, o şekilde yattım. Hafif baş dönmesi yaşarken "ben kendimdeyim hala" diye espri yapıyordum -ki bunu doğumda yaptığımda anestezi uzmanı kızmıştı- bir ara gözlerim kapandı, tekrar açıldığında "ne zaman uyuyacağım ki ben" diyerek uyandım :) Kısacası hiç bir şey anlamadan ve hissetmeden bu işlemleri de yaptırdım.
Biyopsi alındığı için sonuç bayramdan sonra çıkacak.
Hem anne oldum diye korkularımdan tamamen sıyrılmış olmam da gerekmez değil mi?
Hala bazı şeylerden korkabilirim.
Ama Elif'in yanında daha bir cesur oluyorum onu fark ettim.
Karanlıkta iken Elif bana sarıldığında karanlık da daha az korkutucu oluyor :)
* Az daha buralarda dolanıp uyumazsam yarın pişman olabilirim, kısmetse babaanne taraflarına yolculuk var, malum araba içi animatörlük görevi de uykusuz kalınca pek yapılmıyor :)

HERKESE MUTLU BAYRAMLAR OLSUN :)
Devamını oku »

22 Eylül 2014 Pazartesi

3A 1K : Ankara, AVM, Ahlatlıbel ve Kızılay :)

Tam 12 yıldır Ankaradayım.
Ve tam 12 yıldır "ne yapsak, nereye gitsek" diye düşünür dururum.
Gezilecek çok güzel yerler var mutlaka ama 12 yılın sonunda çok fazla seçenek kalmadığını hissediyorum.
Eskiden Kızılay'ı çok severdim. Üniversite yıllarımız kampüste değilsek orada geçti. Kurtuluş'a yürümek hep ayrı bir keyif oldu. Hele ki yurda giriş saatini yakalamaya çalışıyorsak. Adrenalin son hız! Tüm çaba kırmızı imza atmamak için. Şimdi yazınca bile komik geldi. Ama o zamanlar komik gelmiyordu.  Kaldığım yurttan 1 senede 4 dersim kaldı diye atılıp Dışkapı'daki yurda gönderilince ne olduğumu şaşırmıştım. "İyi ki de öyle olmuş" diyorum şimdi; yoksa hiç o kadar çok veteriner arkadaşım olmazdı. Tüm odalar da et, eşek kemiği kokmazdı :) Onların ders çalışma saatleri bile bana eğlenceydi. Tüm kemiklerin Latince isimlerini ezberlemeye çalışıyorlardı. Bir gün oda arkadaşımı inek tepmişti...(gülmüyorum, dilimi ısırıyorum) Yani eskiden Ankara daha bir keyifliydi ya da benim bakış açımdan öyleydi.
O zaman da denizi yoktu ama bu kadar çok AVM de yoktu.
Ankara demek hafta sonları AVM yolculuğu demek. Son 5-7 senedir durum bu.
Eleştiriyorum ama  biz de gidiyoruz.
Mecburen.
Geçen gün düşündüm: "sahi mecbur muyuz" diye!
Alışverişten kelimenin tam anlamıyla nefret ediyorum. Yani bir şeye ihtiyaç duymak,onu aramak, gezmek, bakınmak, denemek vs. yıpratıyor beni. O yüzden de Elif'in banyo küveti de dahil hemen her şeyini internetten aldık, çok rahatladık.
Kendim için de sahiden sevmiyorum bir şeyler almayı. Beden değişimi, mevsim değişimi derken illa ki bir şeylere ihtiyaç oluyor ve bazı şeyler de denenmeden alınmıyor zira onları kargoya geri götürmek daha yorucu bir hal alıyor. Kadınlar alışverişi sever. Yani galiba çoğu. Benim gibi insanlar olduğunu da sanıyorum. En zorlandığım alışverişlerden biridir ayakkabı. Çok acayip inanılmaz ihtiyacım yoksa hayatta ayağımdaki rahat spor ayakkabıdan ödün vermem. Topuklu giymeyi birkaç defa denedim de sahiden ayağımı burktum. (Güzelce giyinip yürüyebilenlere de sevgilerimi gönderiyorum, misal kardeşim.)
Nereden nereye geldi bak konu :)
Ankara için AVM "olmazsa olmaz" bir hale büründü.
Neyse ki çoğu mağazanın internet alışverişi de var; olmayanları (C&A gibi) esefle kınıyorum.
AVM'de hayatta kalabilmek için bizim taktiğimiz hafta içi 20-22 arası ya da hafta sonu 10-12 arası gitmek. Bu saatlerden önce ya da sonra karabalıkla ikimize afakanlar basıyor, başımız ağrıyor, sahiden nefes alamıyoruz.
Bir de Ahlatlıbel var :)
Yaz akşamlarının serin mekanı :) Bu sene çok fazla tadını çıkaramadık çünkü aşırı rüzgarlıydı ve çok keyif vermedi. Az ilerisindeki Rasathaneyi de şiddetle tavsiye ederim. Kaç yıldır gitmedim ama gittiğimde hep mutlu ayrılmışımdır oradan.
Ve ne yazık ki 10 tane daha açılsa AVM, 10'u da iş yapar.
Ben AVM'leri eleştirmiyorum aslında, tüketici olarak kendimize şöyle bir dönüp bakalım diyorum.
Mağazalardan indirimler, taksitler, etiketler fırlamış bir şekilde gözümüze sokuluyor. İndirim varsa ihtiyacımız yoksa da alıyoruz.
Sahi biz ciddi bir tüketim toplumuyuz.
Hele ki marka düşkünlüğü!
O konuya çok canım sıkılıyor. Lisedeyken "onun Dexter'ı bile yok" diye bir kız bir oğlanın "çıkma teklifi"ni kabul etmemişti! Şimdi durum daha da vahim bence. Özellikle de hangi telefonu, tableti kullandığın, ne giydiğin, nereden giyindiğin, parfümün vs... İşimiz zor.
Ben kendi adıma konuşayım: kıyafete verilen fazla paraya acıyorum. Hep aklıma "o paraya kaç kitap alırım ben" türü cümleler geliyor. Marka vermeyeyim ama sizce de bazı aksesuar, takı, toka, çanta, giysi vb. şeylere çok paralar harcanmıyor mu?
İktisat dersinden aklımda kalan tek şey(o yüzden 2. senede zorla geçtim demek ki) "Kaynaklar kısıtlı ama ihtiyaçlar sınırsız" (Arslan Hocaya da selam olsun.)
Bu yazı da nereden nereye geldi...
Ankara için hafta sonu aktivitesi olarak alışveriş içermeyen ve bebekli gidilebilecek (AVM olmayan) mekan önerilerine de açığım.

Botanik Parkı'nı çok severim; bayağıdır gitmedik. Yazınca aklıma geldi :)
Bir de Ulus'u severim ben. Adana'yı hatırlatır bana. Küçüksaat civarı çarşılar... Babam da küçük esnaftı ondan mı bilmiyorum ama esnaf gerçekten çok farklı alışveriş yaparken. Kendisi de orada olmaktan mutsuz satış danışmanlarından daha keyifli ve istekli.
Kızılaya da yakında gitmedim.
Dost'ta buluşurduk, Leman'da yemek yerdik, İmge'den kitap alırdık.
Güzel günlerdi...
Şimdi de otoparkta yer bulacağız diye yeşil ışıkları takip ediyoruz.
Bence benim yine bir denizi göresim var, Ankara biraz dar gelmiş belli :)
Devamını oku »

16 Eylül 2014 Salı

Lokum, Değişim ve Var-Yok Arası Bir yerler ...

Buralarda yoksam ya vaktim yoktur ya da yazmaya bile gücüm yetmiyordur.
Araya başka yazılar girse de Lokum hep aklımda. Bizimle olduğundan çok daha mutlu olduğunu fotoğraf ve videolardan görüyorum. Hem çok seviniyorum hem de dolu dolu ağlıyorum. Çok özledim onu. O gittikten sonra ev çok değişti. Evet "tüysüz"leşti ama sanki bir nefes de kayboldu gitti. kapıyı her açışımızda bilirdik ki Lokum  hemen burnunu uzatacak, bacaklarımıza dolanacak.
Henüz onun gidişine alışamamışken Elif'in geçmeyen ishali  ve benim acemilik hallerim, uykusuzluğum, bir şeylere yetişemem birbirine eklendi. Ben yine şükrediyorum çünkü yaşadıklarımız benim içimde hissettiğim kadar koooocaman şeyler değil ama ben onları olduklarından daha büyük yaşıyorum. (neyse bunun farkındayım)
Sevdiğim bir arkadaşımın bir süredir rahatsız olan görümcesi vefat etmiş. Hiç tanışmadım kendisiyle ama o kadar üzüldüm ki.
Bir taraftan yok yere aklımıza taktıklarımız, günümüzün kıymetini bilmeyişimiz diğer taraftan işte o var-yok arası bir yerlerde gezinme durumum beni şaşkına çevirdi.
İnsana bazen böyle haller de gerekli, bir durup düşünmek ve yeniden toparlanmak için.
Tobie Lolness'ı okuduğumdan beri de içimde bir şeyler çok farklı sanki daha yeşil mi desem bilmiyorum.
Bugünler de böyle olsun,
Umarım önümüz sağlıklı, huzurlu, neşeli, sevdiklerimizle güzel günlerle geçer.
Unutmadan, bu satırları okuman zor ama, Lokum seni sahiden özledim :/

Devamını oku »

5 Eylül 2014 Cuma

Hani Bazen ...

Hani bazen dalıııııp uzaaaaaaklara gidersin.
Nereye ve neden gittiğini bilmezsin.
Sonra gözlerini açtığında etrafında sevdiğin masal kahramanlarını bulursun. "Aaa neden geç kaldın?" der gibi bakarlar.
Sen de onlarla vakit geçirmeyi sevsen de "bir ara" dönmen gerektiğini bilirsin.
Tam zamanı kimse bilemez çünkü sen de bilmiyorsundur.
İşte olur bazen öyle :)
Bu ara her güne 1 kitap okuyup farklı dünyalara dalınca sanırım böyle oldum :)
Kitaplara çok dalınca geri dönmek zor oldu.
Bazen sorgularsın: kimim, neyim, niye varım, ne yapıyorum, nerdeyim.
Çoğu durumda cevapları aramayıp yoluma devam ettiğimde daha huzurlu oluyorum ben.
Çünkü tek bir cevap yok ve ben de bunu istemiyorum.
Sanırım herkesin bir kaçış limanı oluyor.
Benimki de kitaplar diye düşünüyorum, aklıma başka bir yer gelmiyor.
Uzun zamandır yetişkin kitabı da okumadım.. Bir ara okudum baktım ki hep bir hüzün var, vazgeçtim.
O yüzden de çocuk kitapları ennnn sevdiğim arkadaşlarım.
Daldan dala atlayayım da ağzımdaki baklayı çıkarayım: Gidenlere çok üzülüyorum ben.
Hani her daim gözü yaşlıyım ya...
İşte bu "gidenler" aklıma geldikçe daha da sulu çeşme oluyorum.
Haftaya muhtemel bir ayrılığımız olacak.
Onu nasıl atlatacağımı düşünüyorum.
Dünyanın sonu değil biliyorum.
Hayatıma girdiği için şükrediyor;onu tanıdığım için çok şanslı olduğumu hissediyorum.
Dile kolay 4 yıl olacak-tı...
Neyse bu konuyu burada kapatayım.
Şimdi yolda olup Adana'ya dönen kardeşimin neden gittiğini Elif'e uyandığında nasıl anlatacağımı düşüneyim. Ne de olsa herkesin "en cool auntie"si olmuyor...(Kırmızı ojelerini çok sevmişti Elif; ne yapsın anasında hiç görmeyince :)
Bu da benim çocukluğumun "babaannesi". Hep o getirirdi bunlardan bize. Sanırım bu "gidenlere" güzel bir görsel olacak.

Acaba bu yüzden mi hayatıma yeni insanları almaya korkuyorum da "yabaniyim ben" diyorum?
"Kalan" olmaya mı dayanamıyorum?
Devamını oku »

29 Ağustos 2014 Cuma

Bir Kütüphane Diyalogu :)

Kitapları çok seviyorum ve kendimce belli aralıklarla kitap almaya çalışıyorum.
Ödünç kitaptan nefret ediyorum çünkü kitapların altını üstünü çizmeden yanına notlar almadan okuması çok zor geliyor. (Evet Uçan Sınıf'ı da hala bu yüzden okuyamadım-Çağla bu not sanaydı)
Ama belirli bir bütçeyle de her kitaba yetişmek oldukça zor.
İnternetteki indirimler resmen can kurtarıcı.
Hediye olarak bana kitap alan arkadaşlarımı ise daha çok sevdiğim doğrudur :)
Bir de -her ne kadar ülkemizdeki hali beni sinir etse de- kütüphaneler var.
Ankara'daki kütüphanelerden sanırım daha önce bahsetmiştim; şurada, burada ve orada :)
Ders çalışmak istiyorsanız Bilkent iyi bir tercih.
MK yani Milli Kütüphane (işyerime de yakındı, her öğlen oradaydım desem abartmış olmam)'de kitapları görmüyorsunuz :) Onlar sizi görüyor diyeceğim ama o da değil... Önce katalogdan aradığınız kitabın numarasını mesai saatlerinde görevli amcaya veriyorsunuz. Sonra bekliyorsunuz. O görevli amca gidip içeriden aradığınız kitabı getiriyor. O içerisi nasıl bir yer hep merak etmişimdir. Dolayısıyla da oradan pek kitap almadım. Ama çalışma odalarını çok kullandım. Bir de gazete/dergi okuma salonunda çokça vakit geçirdim. Kızılay'daki Adnan Ötüken Kütüphanesi'nin de çocuk bölümünün yaş ortalamasını yükseltmiş olabilirim :)
Bu şimdi bahsedeceğim diyalogsa bambaşka bir kütüphaneden, bize yakın ama hangisi olduğunu söylemeyeyim, kişileri ifşa etmeye gerek yok.
Geçtiğimiz yıl kayıt olduğumuz bu kütüphanenin çocuk bölümünden az da olsa faydalanmıştık. (Buradaki "k" aslında karabalığın ben daha çok kitap alabileyim diye yaptırdığı kayıt oluyor :)
Elif'in ilk doğduğu zamanlarda gittiğimde çok da istediğim gibi bir kitaba rastlayamamıştım. (Zaten aklım hep evdeydi, "ya uyandıysa" diye :)
Geçenlerde kütüphane kartlarımızı yine buldum. Çünkü "azıcık dağınık" olan 2 balık evinde her zaman bir şeyler kaybolur ve genelde de alakasız bir yerlerden çıkar.
Hazır anane de gelmişken ve Elif'in uykusu var ama uyumaya niyeti yokken kütüphaneye gidelim dedik.
Giriş katta bulunan çocuk kitaplarının olduğu oda/salon neyse ki klimalıydı :) Ben kitapları genelde 3'er 5'er seçerim, sonra aralarından eleme yaparım. Bu arada görevlinin orada bulunduğum süre zarfında sadece telefonuyla ilgilendiği, arada güvenliğe laf yetiştirdiği ama oldukça dağınık duran kitapların yüzüne bile bakmadığını bilmem söylememe gerek var mı? Var mı?
Ben kitaplarımı seçtim. Şahane bir şekilde Kumkurdu'mu buldum, gözlerimden çıkan yıldızlar kesinlikle bu geceyi aydınlatmaya yetecek, onu biliyorum :)

"Kişi başı 2 kitap alabiliyoruz değil mi?"
"Yok, sadece 1 kitap."
"Bu yeni bir uygulama mı; daha önce 2 kitap alıyorduk."
"Yoo, yeni değil. Çocuğunuz 15 günde 2 kitabı bitirecekse vereyim hadi." ("hadi" ??!!)
"Bitirir :)" "Ben kendime alacağım zaten."
"??!!!..."
Kartlarımızı uzattık, kaydımızı bekledik.
"Bu kartların süresi geçmiş."
"O ne demek?"
"Kitapları veremem. Kartları üst kattan yenileyin"
"Peki."
Bu arada kartlarımızı yırtıp atar.
Biz üst kata çıkarız.
Orada "tammm bir memur amca" vardır.
"Nüfus cüzdanınızla fatura lazım."
"Biz yeni kayıt değiliz ama, sadece yenileme."
"Olsun, lazım. Eski kartlarınız nerde ki?"
"Onu aşağıda yırttılar."
"Siz niye aşağıdaydınız ki? Orası çocuk bölümü."
"Oradan kitap aldık." (karşımdaki başka bir adam da gülüyor bu arada)
"Ama orası 12 yaşa kadar. Ondan sonrası yetişkin kitaplarını istiyor."
"Ben kendim okuyorum kitapları."
"Çocuk kitaplarını mı? Neden ki?"
"Bilmem. Seviyorum."
O karşımdaki adamdan başka bir cümle: "Benim kızım 12 yaşında, bak yetişkin kitaplarından okuyor."
Ben de içimden "İyi, aferin ne güzel ona. Ben de 10 yaşındayım aslında da büyük gösteriyorum" :) diye geçirdim, keşke de deseydim, ne derlerdi acaba.
Kütüphane görevlisi "O yırttığınız kartları getirin, hadi yapayım kaydınızı neyse" ("hadi", "neyse" ??!!!)
Çok şükür kaydımız yapıldı, kitaplarımıza kavuştuk.
Görevli amcalara kız(a)mıyorum çünkü sanırım onlar da işini yapıyor.
Ya da öyle bir şey.
Son bir diyalog da şöyleydi:
"Yeni kitaplar gelmiş. Ne zaman geldi?"
"Bilmem. Ara ara geliyor" :)
Kütüphanedeki Aslan, sahi neredesin kuzum?*


Devamını oku »

24 Ağustos 2014 Pazar

Büyük Resim :)

Geçen yazımdan sonra sevdiğim birinden bir mesaj aldım. "Müsait olunca ara beni" yazıyordu. Aradım. Karşımdaki "e anlat" dedi. Deli mi ne, dedim. "Sen aradın ya, sen anlat"... Meğer benim yazıma dertlenmiş, konuşmak isterim de konuşamam/arayamam diye kendisi aramış :) "Aslında anlatacak çok da bir şey yok"un altından 40 dakika geçti :) Bir de anlatacaklarım olsaydı, vay halimize.
Yazının altına yorum bırakanlar, bana mesaj atan, mail atan... Aaaa şaştım kaldım yahu. Teşekkürler öncelikle.
Ben de "acaba pire için yorgan mı yakıyorum" diyordum.
Çünkü blogumu çok seviyorum.
Ve fark ettim ki bazı şeyleri ben içselleştirmişim. (tabii bunu anlamamda karabalığın da yardımı oldu)
Azıcık daha büyüyüp yoluma devam etmeye karar verdim :)
Önceki yazımda bahsettiğim minik değişiklikleri düşünüyorum şimdi.
Ve tabii ne kadar süreceğini bilmesem de keyifli sohbetlerin peşindeyim.
Belki de yazdım, rahatladım.
Umuyorum ki, şimdilik buralardayım,
Çünkü büyük resme odaklanmak istiyorum...



Devamını oku »

22 Ağustos 2014 Cuma

Bu Aralar

Canım biraz sıkkın.
Neden olduğunu bilmiyorum.
Belki biliyorum da kendime itiraf etmesi zor geliyor.
Bazen diyorum; keşke balık burcu olmasaydım.
Bu kadar duygusal, hassas ve kırılgan olmazdım.
Sonra düşünüyorum...
O zaman da "ben" olmaz, başka biri olurdum.
Bunu da istemiyorum.
Birisi kötü bir söz söylediğinde ya da alanıma girdiğinde sınırları çok net çizebilmek isterdim, kendimle savaşmak yerine.
"Aman karşı tarafı kırmayayım" diye diye bazen kendimi ne kadar hırpaladığımı görüyorum.
Nedense yazma ihtiyacı hissettim, ben bu blogu ya da buradaki yazıları tamamen hobi amaçlı yazıyorum.
Yazarken rahatlıyorum, yeni ve güzel insanlarla tanışıyorum, öğreniyorum, araştırıyorum, şimdi yaptığım gibi dertleşiyorum.
Kaynak: burada
Birkaç gündür fark ettim ki blogumu ve sosyal medyadaki tüm hesaplarımı kapatmayı düşünmüşüm. (bilinçaltı)
Bundan kimsenin- doğal olarak- bir eksiklik hissetmeyeceğini de biliyorum.
Ama benim için yazmak/paylaşmak gerçekten bir ihtiyaç.
Neyse ki karşıma dürüst ve güzel insanlar çıkıyor.
Bazen de tıpkı hayat gibi gönlümü incitenler.
Sanal bir dünyada kime neye kırılıyorum halbuki değil mi :) Saf mıyım neyim :)
İşte o zaman diyorum yine "keşke bu kadar kırılgan olmasaydım" diye.
Ama "keşke" demek de istemiyorum.
Bloga henüz yazmadım ama "2 balık 1 kedi"deki "1 kedi" olan Lokum'a bir hayli çok üzülüyorum.
Elif uykuyu pek sevmeyen, uykuya geçişi zor olan ama çok tatlı bir bebek :)
Belki biraz uykusuz kaldığımdan olsa gerek sağlıklı düşünemiyor da olabilirim.
Hani bazen karşındakini samimi görürsün ve sen de öyle davranırsın hatta fazla fazla içini dökersin.
Sonra bir de bakarsın ki aslında aynı yöne bakmıyormuşsunuz.
İşte böyle zamanları ben kolay atlatamıyorum. "Ama neden ki" ler beynimde sürüp gidiyor.
Halbuki hayat kısa değil mi, antin kuntin işlere de bu kadar takılmamak lazım.
Ama işte değer verdiğin biri(leri) bunu yapınca ben biraz dalgalanıyorum.
Neyse ki sonra duruluyorum.
Eğer blogu kapatmazsam birkaç değişiklik düşünüyorum, öyle basit bir şeyler. "Amatörce" yani :)
Dedim ya ben blogumu sadece hobi amaçlı görüyorum.
"Annelik sohbetleri"ni de aynı şekilde sohbet etmek amaçlı yazıyorum, paylaşıyorum.
Kim bilir belki ben de biraz dolmuşumdur...
Neyse Elif, ayaklarıyla oynadığı perdeyi kafasına indirmeden ben kaçayım.
-Umarım- yine görüşmek üzere, blog :)

** Yazdıklarımı kimse üzerine alınmasın olur mu; bu yazıyı mesaj amaçlı yazmadım. Sadece içimdekileri yazmak istedim.


Devamını oku »

21 Mart 2014 Cuma

En Sevdiklerim MİM'i :)

İlk defa bir "mim" aldım hatta böyle mi söyleniyor onu da bilmiyorum :)
Sevgili Dördüncü Tekil Şahıs bazı sorulara cevap vermemi istemiş desem daha mı doğru olur acaba?
En sevdiklerimi sormuş olması biraz zorladı beni çünkü bazı cevaplarda "en" yokmuş benim için onu anladım :) Yine de lafı uzatmadan, elimden geldiğince soruları yanıtlamaya çalışayım:
1. En sevdiğin şarkı:
Bir dolu şarkı sayabilirim ama bu soruyu düşününce aklıma "Dont Worry Be Happy" geldiğine göre; en sevdiğim şarkı o olmalı. Hatta Günün Şarkısında da belirtmiştim.
2. En sevdiğin roman:
Momo'yu çok severim ve aklıma o geldiğinde hep gülümserim.
3. En sevdiğin çizgi film karakteri:
Bunun işte tek bir cevabı yok. Heidi, Scoobiii Duu, Road Runner, Kaptan Mağara Adamı, H-Men, Jetgiller, Dinazor Denver, Dennis... Kısaca çocukken izlediğim birçok çizgi filmi çok severdim.

Kaynak: burada
4. Çocukluğunda en sevdiğin oyuncağın:
Aynı zamanda kukla da olabilen minik bir ördek,ismi de Edd'di :)
5. Şimdiye kadar aldığın en sevdiğin hediye:
Umarım bu soruya diğer hediyeler ve onları alanlar bozulmaz ama en sevindiğim hediye gece lambası da olan büyük boy küre dünya haritası. Ona bakıp hayal kurmayı hala çok seviyorum, bir doğumgünümde gelmişti.
6. Odanda sana ait olan en sevdiğin nesne:
Şimdilerde benim meşhur cesaret verici anne-yavsusu pandalar :)
7. En sevdiğin yemek:
Makarna tabiiki :) Hatta D.M. yani domatesli makarna... Çeşidi de spagetti olsun.
8. En sevdiğin hayvan:
Kedi dersem torpil mi yapmış olurum bilmiyorum ama tüm hayvanları çok sevdiğim için çok ayırt edemeyeceğim.
9. Ailen dışında onsuz yapamam dediğin kişi/kişiler?
Sanırım böyle biri/birileri yok. Yani birincisi benim çok sosyal bir çevrem yok. İkincisi de yakın dostlarımı hep ailem gibi gördüğümden onları keskin çizgilerle ayıramam. "az ve öz" bir çevrem var diyebilirim :)

Aklımda hiiiiç yokken mimlendim ve soruları cevaplarken eğlendim, çok teşekküler "Dördüncü Tekil Şahıs" :)

HERKESE MUTLU GÜNLER, KEYİFLİ HAFTA SONLARI :)
Devamını oku »

14 Şubat 2014 Cuma

Sosyal Medya, Instagram ve "2balik" :)

Sosyal medya nasıl da hayatımızın tamm ortasına geldi yerleşti..fena mı oldu bilmiyorum ama bu sayede dünya biraz daha küçüldü ve normal şartlarda tanışmamıza imkan olmayan insanlarla tanıştık/kaynaştık hatta sohbetleşir olduk. Bu açıdan güzel aslında.
Sorun şu ki bir garip bağımlılık da yarattı sanki, yanılıyor muyum?
En sevdiğim sosyal medya elbette ki blog alemi :) Buraya bir şeyler yazmayınca kendimi dilim şişmiş gibi hissediyorum,o kadar yani :)
Herkes kendi zevkine, ihtiyacına göre farklı mecraları kullanıyor. Bir insanla pastanede buluşup saatlerce sohbet etsek bu kadar tanıyamayız herhalde birbirimizi.
Bir de "gerçek hayat"ta tanınmamak var ya. Sanırım o kısım biraz daha rahatlatıyor bizleri. Yoksa bilsek ki bunları aileden yakın çevreden birileri okuyor;ohoo o zaman kas kendini kasabildiğin kadar.
Ama güzeli de rahatça yazmak değil mi ki?
Misal burayı annem okusa hakkında o kadar yazı yazamazdım değil mi :)) (yazı 1, yazı 2 ve yazı 3) (sevgili anne, blogumu keşfettin ve bu satırları okuyorsan..hala bilmiyormuş gibi yapmaya devam et olur mu :)
Facebook hesabımı kapatalı çok oldu çünkü oradaki paylaşımlardan hoşlanmamaya başlamıştım. Sanırım oradaki arkadaşlık mantığını hiçbir zaman çözemeyeceğim. Ortaokul arkadaşımın arkadaşının kuzeni benimle niye "arkadaş" olmak ister ki değil mi? Bir de kaç tane "arkadaşın" varsa o kadar popülersin :)) bu da komik geliyor-du.
Twitter da yeni keşfettiğim mecralardan biri. Hatta geçenlerde -isim vermeyeyim- birine özel mesaj gönderdim. O da spam olduğundan şüphelenmiş ve mail atmış; demiş ki "DM göndermişsin,sen misin?" Tabii ben bu DM'nin ne olduğunu anlayana kadaaaaar... Ben de saf saf "DM ne bilmiyorum ama ben özel mesaj attım"dedim :) (benim gibi bilmeyenler için not: "DM" direk mesaj anlamına geliyor-muş. Ben ona kendi içimde "özel mesaj" diyordum halbuki :)
Pinteresti hala ve ısrarla çözmeye çalışıyorum. Neden bazı yerleri Türkçe bazıları İngilizce onu mesela anlayamadım. İngilizcesi benim gibi çok şahane olmayanları düşünüp hepiciğini Türkçe yapsalarmış daha mı iyi olurmuş ne :)
Whatsup dediğimiz şey, bir nevi sosyal medya sayılıyor mu bilmiyorum ama ben onu çok seviyorum. hele ki çıkamadığım alışverişlerde bana görüntü gönderen 1 kardeşim ve 1 kara balığım olduğu için çok şanslıyım :)
Veee gelelim Instagrama...
Onu ennn sona sakladım, neden bilmiyorum ama :)
Instagramın en sevdiğim tarafı çoğunlukla pozitif ve güzel şeylerin paylaşılması.
Evet ben de biliyorum memlekette ve tabii dünyada hiiç hoş olmayan şeyler de oluyor (hatta onlar nedense çoğunlukta) ama yine de insanın güzele, iyiye odaklanması da mümkün. Sanmayın ki çok Poliyanayım..Değilim aslında ama insanın kendini mutlu eden şeyleri bulması da zor değil; bu bir fincan kahve ya da 1 kupa süt olabilir :)
Instagram hesabımız merak edenler için: 2balik
Profilimiz gizli çünkü orada da çok gereksiz reklamcılar var;onlardan hoşlanmıyorum(z).
Hesabı gerçek olan herkese profilimiz açık... Bizden çok Lokum sultanın fotoğrafları var ama :)
Orada da görüşmek üzere der, sizleri bir acayip yaratıcı çalışmamla başbaşa bırakayım:

Instagrama gelirseniz, bizi böyle de tanıyabilirsiniz :)
HERKESE KOOOCAMAN GÜLMELİ, MUSMUTLU HAFTA SONLARI :)
Devamını oku »

30 Aralık 2013 Pazartesi

Yeni Yıl Dilekleri - 2014 :)

Yıl boyunca bakmak aklıma gelmese de yeni yıl için dileklerde bulunma vaktidir :)
Geçen seneki dileklerimin bir kısmını yapabilmiş olmaktan haklı bir gurur duymakla beraber, "aaa bunu ben mi yazmışım" dediklerim de var içlerinde.
Gelelim 2014'ten istediklerime/kendime not düştüklerime :
- Birinci sırayı sağlıktan başka bir şeye vermem pek mümkün değil. Ne de olsa gerçekten de her şeyin başı sağlık... Sana, bana, bize, hepimize sağlıklı bir yıl olsun...
- Bu sene denizi daha daha çok görmeyi, kokusunu doya doya içime çekmeyi, karşısında oturup uzunca denizi seyretmeyi kısaca ben denizi istiyorum arkadaş :)
- İnanılmaz sportif ve atletik (!) vücudumu bu sene için daha gerçekçi bir planla mümkünse sadece yürüyüş hani belki arada yüzme ile hızlandırabilirim.
- Geçen sene tencere ve tava ile tanışmaktan bahsetmişim. Evet 2013te tanıştık sonunda.. Bu sene bu tanışıklığı pratik tariflerle pekiştirmeyi düşünüyorum. (salçalı makarna mesela dersem ne komik olurdu değil mi :P)
- Başladığım ve bitirmediğim kitapları bitirme. Kütüphanedeki okumak istediğim kitapları eritme ve yepyeni kitaplara yer açmak istiyorum. Ama bunu "hadi sen de bit" diye değil de...canım istediğinde ve tadına vararak yapmak daha cazip yoksa cidden bir görev gibi olacak, bu da sıkıcı bir şey olur.
- Eve yakın olan kütüphaneden daha çok kitap ödünç almak niyetindeyim. Çocuk kitapları bölümü hiç fena değil.. Her ne kadar görevli bana hala "çocuğunuz kaç yaşındaydı" deyip gözlerimi devirmeme sebep olsa da yılmak yok :)
- Bu arada okuduğum kitapları neden buraya iki satır da olsa yazmıyorum sorusunun en basit cevabı: unutuyorum... Ben onları yazana kadar aklımdan çıkıyor. Bu durum yakın zamanda düzelirse, umudum, süüppper kitaplar hakkında haaarika yazılarıma dönmek.
- Fotoğraf makinemle 2013te neredeyse hiç karşılaşmadık..evimiz çok büyük ondan :) Şaka bir yana, bu sene bir inanılmaz kararlıyım şahane ötesi fotoğraflarla dönmeye..(gittiğim yer neresiyse artık)
- Hayalimdeki işe birkaç adım birden yaklaşmak :)
- Daha da çok film izlemek istiyorum ama bakalım... :)
- Lokumu evde her kaybettiğimde daha önce baktığım yerlerde bulamayınca "daha da saklanacak yer yok ki" şaşırmasından kurtulayım artık... Lokum'un bildiği ama bizim bilmediğimiz evin gizli köşeleri hala var!
- Geçen gün yazdığım kartpostal faaliyetini pek sevdim, arada aklıma estikçe yapayım böyle faaliyetler sizlerle paylaşayım diyorum, ne dersiniz?

Sevgili Kardan Adam, ben de seni çok seviyorum :)
2013 yılını ben de pek çok sebepten pek sevemedim. Kendimce aydınlanmalar yaşadım, yenilikler keşfettim, yepyeni insanlarla tanıştım (sanırım bu kısım en sevdiğim oldu) ama ağzımda bir garip tat bıraktı 2013.
Sevgili 2014 senden çok uçuk kaçık şeyler beklemiyorum. Biraz dengeli gidelim, sevdiklerimiz yanımızda olsun, tatlı güzellikler yaşayalım, sağlığımızı koruyalım...öyle geçinip gidelim işte olur mu?
YENİ YILDA KESTANE KEBAP YAPMAYI UNUTMAYIIIIN :p




Devamını oku »

25 Aralık 2013 Çarşamba

İş Hayatında 5 yıl...

Sanki 5 değil de 25 yıl olmuş gibi yazmayacağım, daha doğrusu yazmamaya çalışacağım ama her şey...
Soğuk bir Aralık gününde başladı.
İnternette ilanı gördüm ve anında "beni almazlar ki" diye başvurmaktan vazgeçtim. Oysaki annem, kendine güvenen insan, "mutlaka başvur" dedi.
Başvurdum, ilk 5'e kaldım, sınava girdim ve sanırım "nasılsa kazanamam sakinliğimden" kazandım :) İlk iş günümde Bolu'da karda mahsur kaldım. İşte böyle başladı hikayemiz şu an çalıştığım yer ile. Bir birimde 3,5 yıl çalıştıktan sonra orası kapanınca ona yakın başka bir birime geçtim ve tesadüfe bakın ki hala alışamadım :) 5 yılımı şaka maka doldurunca şööyle bir geriye dönüp bakmak geldi aklıma, ne alaka bilmiyorum ama...
- İlk gün aniden toplantıya girmem gerekti ve toplantı gece 11de bitti, eve gittiğimde annem "bu nasıl iş" demişti :)
- Bir anda herkesle tanışma, ismini hatırlama süreci ve nedendir bilinmez hep gülümseme ihtiyacı.. (sıkıldığım zamanlarda bastırdığım duygularımın açığa vurumu bence)
- Her gün "ne giyeceğim ki ben" durumu! (oysa ki ben kot ve t-shirtlerimle ne rahattım.Bir süre sonra  işyerine de converse ayakkabılarımı giyebilecektim ama bunu henüz keşfetmemiştim)
- "Ne iş olsa yaparım" dan sağlam bir iş tanımına geçişle beraber ne olduğunu şaşırma ve hep yalnız çalışma
- "Güvenme dostum..İşyerinde kimselere güvenme" dediklerinde hiçbir şey anlamamıştım ama şimdi aynı cümleyi ben yeni başlayanlara kuruyorum.
- Erkekler kızlara göre kesinlikle çok daha iyi bir arkadaş/sırdaş/kahve muhabbetçisi :)
- 1 yılın sonunda ben: "E ben burayı sevmedim ki.. Maaşı iyi ama ben kesin ayrılacağım buradan. Neyse şimdilik kimseye söylemeyeyim.şşşş"
- 2 yılın sonunda ben: "Yok ayrılacağım da dur bir şu işleri de halledeyim"... (kandır bakalım kendini)
- 3 Yılın sonunda ben: "Aslında bir yerde alıştım bile sayılır ama yok yok mutlu değilim pek; gerçi arkadaşlarımı da seviyorum..."
- 4 yılın sonunda ben (yeni birime de geçmiş, eski arkadaşlarımdan eser kalmamış) "Nereye geldiiiim ben, gidiyorum buradan kesin..ahanda bak gidiyorum..şimdi çıkıyorum şu kapıdan..." (sessizlik dönemi bitmiş, aileye ve çevreye 'ben ayrılıyorum işten' mesajları verilmiş...)
- 5 yılın sonunda ben: Sizce ne diyor olabilirim? :)

Ha geldim ha gidiyordum derken 5 yılımı bitirmişim burada. Şimdi sakinlik dönemimi yaşıyorum. Aklımdan bir şeyler geçiyor ama bekliyorum. Ve bu arada kendimi tüketmemeyi öğrendim. İşte bu kendim için yaptığım en iyi şey oldu.. Gerçi hala pazartesileri Lokumla anlaşma yapmaya çalışıyorum, işe benim yerime sen git diye ama orası ayrı :)
İş ortamını azcık daha nasıl güzel/keyifli hale getirdim? (farkında olmadan)
- Her öğlen aşırı buz olmadığı müddetçe çok soğuk da olsa lahana gibi giyinip çıktım yürüdüm, hem etrafıma baktım hem de beni mutlu edecek 1 şey arandım ve buldum da sanki :)

- Öğle aralarında yürüyüş sonrası kendimi pastane muhabbetlerine attım, bazen dinledim bazen dinlendim :) Arada da kitap okudum :) Hele ki parkta okuduğum kitapların tadı başka..
- Beni mutlu edecek arkadaşlar edindim:

- Güneşi pek ıskalamamaya çalıştım:
- Kendime mutlak 1 iyilik yaptım:)
- Bilgisayar masaüstüme güzel mesajlar yükledim:
- Güzel şarkılar dinleyip "Günün Şarkısı" listesine eklemeler yaptım :)
Sanmayın ki bir anda sevgi pıtırcığı oldum. Sadece beni yoran mücadeleyi bırakıp, an'ı yaşamaya ve ne olursa olsun günümü güzel yapmaya çalıştım/çalışıyorum. Arada bunu yaparken çok yoruluyorum, pes ediyorum ama geçmişe öpücük göndermeyi de ihmal etmiyorum:
Hayalimdeki işi de unutmadım; sanki her gün ona biraz daha yaklaşıyorum. Ne zaman olur bilemem ama hayallerimde de olsa denizin ortasında kitap okumaya çıkıyorum :)

HERKESE HAYALİNDEKİ İŞİ SEVEREK YAPABİLME CESARETİ VE AZMİ DİLERİM(Z) :)
Devamını oku »