Drop Down MenusCSS Drop Down MenuPure CSS Dropdown Menu




29 Ekim 2013 Salı

1 Kitap 1 Mektup Etkinliğinde Sefere Çıkan "Moby Dick", Kiminle Buluştu :)

Biliyorum geç bir yazı oldu, öncelikle kusura bakmayın.
Moby Dick sefere çıkalı ve yol arkadaşıyla buluşalı biraz oldu ama bu haberi yazmayı unuttum :(


Güzel röportajımızda bize eşlik eden Alper K.'ye çok teşekkürler, yolun açık olsun, gittiğin yerlerden magnet getirmeyi unutma :)

Merve'yi de tebrik ediyoruz, Norveç fiyordlarında üşümeden gelip gitsin :)
Etkinliklere katılan herkese yeniden teşekkür eder ve bir sonraki boool kedili röportajımızı da kaçırmayın deriz :)

MUTLU GÜNLER, GÜNEŞLİ GÜNLER :)
Devamını oku »

8 Ekim 2013 Salı

Zeynep Cemali Öykü Yarışması 2013: Gençler "Acıları" Yazmayı mı Tercih Ediyor?

Zeynep Cemali'yi çok sevmeme rağmen hala neden ondan pek bahsetmedim, bilmiyorum. Tıpkı Sevim Ak gibi, Balık kitabı gibi, Momo gibi. Çok sevince -yeterince- anlatamamaktan korkuyorum herhalde. Başlayamıyorum söze bir yerden. Siz de biliyormuşsunuz da ben tekrara kaçıyorum gibi geliyor. "Hani bizim Zeynep Abla" diye başlayacağım söze neredeyse. Geç tanıştığım bir yazar ama tarzını çok seviyorum. Günışığı Kitaplığı son üç yıldır 6-7-8. sınıf öğrencilerine yönelik olarak "Zeynep Cemali Öykü Yarışması" düzenliyor. İstanbulda olsam yaptıkları tüm etkinlere katılmak istediğim, oldukça aktif bir yayınevi Günışığı Kitaplığı. (Adı da ayrı güzel :) Ben yine lafı dağıtmaya başlamadan bu seneki kapanışta yer alan değerlendirmeden bir parça ekleyeceğim:


"Günışığı Kitaplığı tarafından bu yıl üçüncüsü düzenlenen ve 6, 7 ve 8. sınıf öğrencilerini kapsayan Zeynep Cemali Öykü Yarışması’na 51 farklı şehirden 520’den fazla öykü gönderildi. 144 öyküyle en kalabalık katılımı gerçekleştiren İstanbul’u, 71 öyküyle İzmir, 53 öyküyle Ankara, 34 öyküyle Adana izledi. İlk defa bu yıl yarışmaya Edirne, Kars, İskenderun, Şanlıurfa, Bartın, Şırnak, Elazığ ve Bitlis’ten de öyküler geldi. Yarışmaya katılan öğrencilerin sadece beşte birinin erkek, geriye kalanların kız öğrenci olması, geçen yıllar gibi yine en dikkat çekici noktalardandı. Yarışmanın Proje Başkanı, Günışığı Kitaplığı Yayın Yönetmeni Müren Beykan, 28 Eylül’de Kadir Has Üniversitesi’nde düzenlenen çocuk ve gençlik edebiyatı ve yayıncılık konferansı Zeynep Cemali Edebiyat Günü sonunda gerçekleştirilen 2013 Ödül Töreni’nde yaptığı konuşmada öyküleri sosyolojik ve istatistiksel açılardan değerlendirdi. Beykan, öykülerde en sık rastlanan konunun dozu yüksek acılara düşme olduğunu vurguladı ve şunları söyledi: “121 öyküde ölüm, 63 öyküde en kötülerinden hastalıklar, 55’inde yoksulluk, 50’sinde engellilik söz konusu edilmiş. Elimizdeki öykülerde, ebeveyn ölümü başı çekiyor. Ya annenin ya babanın kaybı –özellikle annenin kaybı çocukların en büyük korkusu.” Okullarda çocuklara “klasikler” adı altında sürekli “eski” yaşamlara ait öyküler, romanlar okutulmasının bir sonucu olarak gençlerin o romanları örnek aldığını belirten Müren Beykan, “Gençler eski ustaların üslubunda, klasik tadda yazmayı yeğliyor ve öykülerin büyük çoğunluğu ‘genç’ duyguları yansıtmıyor. 500’den fazla öykü arasında sadece 27 öykü fantastik, 3 öykü tarihsel ve topu topu 2 öykü bilimkurgu türünde. Bugünün teknolojisi ve yaşam tarzı görmezden geliniyor. Ayrıca öykülerde mizah çok az kullanılıyor,” dedi. Bu verilerden çıkarılması gereken derslere de değinen Beykan, “Çocuklarımıza, günümüz yazarlarını daha sık okutabilmenin yolunu bulmalıyız. Artık 100 Temel Eser’le sınırlanmamalıyız. Seçkilere daha fazla öncelik tanıyıp, çocuğu, genci edebiyatla buluşturma üzerinde durmalıyız,” derken; gençlere yayımlanmış önemli seçkileri tanıtmanın, onları daha çok sayıda yaratıcı yazarla buluşturmanın ve onları kendi yazarlarını seçmede özgür bırakmanın önemini vurguladı."

Benim 1 Karışım :)
Bu yazıyı burada noktalayabilirdim de ama yap(a)mayacağım. "Gençler cidden acıları mı yazmayı tercih ediyor?" diye bir sonuç çıkıyor ortaya. Bu sonuca birazcık üzüldüm ama üzülmek neyi değiştirir? Sonuçların yorumlanmasını çok başarılı buldum,kendi adıma yayınevine teşekkür etmek isterim. Gençler "neyi görüyorsa /okuyorsa" onu mu hikayelerine konu ediniyorlar? Öykü olması için dram olması, dram olması için de illa birinin ölmesi mi lazım? Eğer etrafınızda ufkunuzu başka diyarlara sürükleyecek örnekler yoksa belki de sonuç bu kadar açık ve net. Yani elbette ki "neden böyle yazıyorsunuz, baksanıza hayatta başka şeyler de var" demekten daha öte olan şey, gençleri o "daha öte" ile tanıştırmak sanırım. Dahl, Nöstlinger, Behiç Ak okuyan çocukların yazacakları öykülerdeki dram da ancak "salatalık kralı" kadar olur herhalde :) Sevdiğim yazarların hayat hikayelerini okuyup şaşırıyorum. Beni kahkahalarla güldüren adam/kadın yazdıklarını savaşın tam ortasında yazmış!!! İnanamıyorum. Ben olsam gülüncüklü şeyler yazamazdım diyorum ya da yazar mıydım?
Hayat önümüze ne kadar kasvet getirse de inadına hep gülümseten/düşündüren öyküler yazmalı -mı-
Sonbaharda, inadına kırmızı olan yapraklar gibi mi olmalı?
Bir de Aslı Der'in Şeroks'u gibi bıcır bıcır fantastik yazacak hayal gücümüz nerede bizim, sanırım saklanmış bir yerlere :)
Kaynak: burada
Uzattığımı biliyorum. Ki aslında söylemek istediklerimin çok kısa bir bölümü bu. Umarım istemeden de olsa kimseyi kırmamıştır bu yazı. 
Sevgili Hint Cevizi'nin de konuyla ilgili paylaşımını okumak isterseniz buraya bakabilirsiniz :)




Devamını oku »

7 Ekim 2013 Pazartesi

Sonbahar Yaprakları ve Ankara'da Öğrenci Olmak :)

Sonbahar yapraklarına eşlik etmesi için hoş bir şarkı:



Her memlekette sonbahar aynı değildir muhtemelen. Tıpkı kış gibi ya da yaz sıcağı.
Ankara'ya da sonbahar yakışıyor sanki..
Birçok yerini sevmesem de güzel parkları var. Seğmenler mesela. Uzun yürüyüşler için Mogan, Ahlatlıbel, Eymir, Göksupark...
Sonbahar deyince yapraklar; yapraklar deyince de aklıma üniversite yıllarım geliyor. O zamanlar istediğim tarzda fotoğraf makinem yoktu, cep telefonları fotoğraf bile çekmiyordu (ya da bende çekenlerinden yoktu)
Okulumuz Cebecide olduğundan Kurtuluş Parkına gitmeyi çok seviyordum. Ya da Kızılaydan okula/yurda yürümeyi. Hafızama kazıyordum tüm bu görseli. Ya da okuldan izin verdiklerinde makineyi alabiliyorduk (İletişim Fakültesi) ama dijital olmadığından ve her baskı için cep harçlığını ya da okulda karanlık odada yapılacak baskıları düşünmek zorundaydık. Kolay değildi ama heyecanlıydı, keyifliydi.
Kırmızı yaprakları çok seviyordum, hala sanırım en çok onları seviyorum. Hem hüzünlüler hem de coşkulu. Kış gelmek üzere ama onlar inatla direniyor sanki kırmızılıklarıyla :)
Ankara'da öğrenci olmak üzerine sanırım yazılabilecek çok şey var. Kimi Beytepe'den bahsedecektir,kimi Odtü'den. Benim hatıralarımda ise Kurtuluş Parkı çoğunlukta. Hatta bir seferinde parktaki su buz tutmuştu ve her yer kardı. Bir arkadaş diğerini buzun üzerine doğru attı. O da ne! Su, o kadar da buz tutmamıştı ve parkın sularında canı yanan bir erkeğin çığlığı duyuldu :) (Biraz soğukmuş tabii) Oraları bilenler hemen tüm ders notlarının Betacopy'de olduğunu da hatırlarlar heralde. Daha çok hukukçular kullanıyordu orayı ama biz de sınav zamanlarında (sınavdan bir gün önce falan) oralarda görünürdük :)
Su ısıtıcısında makarna yapan öğrenci sanırım tüm dünyada aynıdır. Ya da yurttaki kurallardan kendince minik ihlaller yaratanlar..
Üniversite yıllarını çok da -tam da- istediğim gibi dolu dolu geçiremediğimi düşünsem ve birçok arkadaşımla şu an görüşmüyor olsam da paramız olmadığında doyduğumuz 3 öğün Angara simidini bazen özlüyorum sanırım. Çünkü şimdi o tozlu simitlerin yerinde pastane simitleri var...
Sonbahar yapraklarının hışırtısıyla yürümek kadar keyif veren bir başka şey de üzerinize düşen yapraklardır.
Geçen gün parkta otururken yine 1 tanesi geldi, çantama kondu. Aklıma üniversite yılları geldi.
Park da ben de yapraklar da değişmişti ama bende uyandırdığı o tatlı hüzün/umut değişmedi :)
Bu yaprak da o an'dan:

Darısı güzel, keyifli geçecek kış ayına. Biz hazırız, gelsin kestaneler gitsin patlamış mısır &muhabbetler :)

Sahi sizin yapraklarla aranız nasıl? Sonbaharınız nasıl geçiyor ya da üniversite yıllarından neleri özlüyorsunuz?
Devamını oku »

29 Eylül 2013 Pazar

Tanıştığım İnsanlardan Aklımda Kalanlar #1

Başına "1" koydum diye bunun bir seri olduğunu düşünmeyin... Sadece unutmak istemediklerimi buraya da yazmak istedim. Benim için duygusal bir anlamı olsa da niyetim karşılaştığım insanlar oldukları gibi anlatmak sadece.. Hani böyle insanlar da var diye. Elbette ki var. Hayat sadece bizim bakış açımızla ve bizim çevremizde dönmüyor ama değişik -bizim için- birşeylerle de karşılaşınca insan kendindeki duygu durumlarını bir daha gözden geçirebiliyor.
1. Kısacık saçlı, Siyah üstüne beyaz puantiyeli elbiseli gülümser teyze : Güler teyze :)
Gittiğimiz minicik tatilde etrafta yiyecek çok fazla seçenek olmadığından sadece 1 mekanı kendimize belirledik ve devamlı oraya gittik.(toplamda 4-5 kez gittik sanırım) 5-6 masası olan kendi halinde bir yer ama ev yapımı şeyleri var. Güler teyze de orada çalışıyor, garson aslında ama her işe koşturuyor ve en önemlisi hep şaşkın yalnız hep gülümsüyor. Arada soru sorma cesaretim oldu;hayatından ne kadar memnun olduğunu anlattı. Kafası hep dalgındı, aklından neler geçiriyordu bilmiyorum. Ama onu unutmama imkan yok :) Çünkü yaptığı işi gerçekten severek yapıyordu ve değer katıyordu. Ne güzel değil mi?

2. Futbol düşkünü iki kafadar: Yiğit ve Ali.
Biraz uzakça bir markete gitmiştik ve dönüşte heyecanlı bir çocuk (8 yaşlarında) yanımıza geldi ve rotamızı, onları da götürüp götüremeyeceğimizi sordu. Otobüsü kaçırmışlar. Biz de güldük, hadi atlayın dedik ama diğer çocuk (Yağız) ısrarla binmek istemedi. Ben otobüs bekleyeceğim dedi..Belli ki ailesi sıkı tembihlemişti,yabancıların arabasına binmeyin diye. Arkadaşı "hadi oğlum binsene bak iyi insanlara benziyorlar" falan diye ikna etti :) Kısa bir yolculuktan sonra evlerine kadar bırakmak istedik ama Yağız "ben köşede ineceğim" dedi. eve bırakalım dedik ama ürkütmek istemediğimizden ısrar etmeyip köşede indirdik onu. İki arkadaş belediyenin futbol takımındaymış..galiba ceza almışlar o yüzden geç çıkmışlar antrenmandan..otobüsü de kaçırmışlar,yoksa yürüyeceklermiş.. İkisini de unutamam..

3. Kapı Önü Piknikçileri
Geçenlerde bir yerden döndük ve apartman kapısının önünde iki çocuk oturmuş piknik yapıyorlardı. Biz de "afiyet olsun" dedik ama pek de bir şey kalmamıştı, her şeyi silip süpürmüşlerdi. Bize bakıp gülümsedi ve cipsin dibindeki kırıntıları ikram etti :) Halleri o kadar tatlıydı ki..Son ganimetlerini de bizimle paylaşmak istemeleri duygulandırdı beni :)

4. Kızı okusun diye her şeyi yapmaya hazır anne
Bir vasıtayla tanıştığımız bir ablaya çocukların kaçta,nerde okuyor diye sormuştum. Küçük oğlan 9 yaşındaymış,üçe gidiyormuş. Kızı lise bir olmuş, hatta daha dün 15. yaşını kutladık dedi. Sağlık kolejine vermişler, hemşirelik okuyormuş. Çok güzel dedim ben de , önü çok açık bir meslek, iyi yapmışsınız. Bir senden duydum dedi,iyi yaptığımı. Onun dışında herkes karşı çıkmış kızını kolejde okutmasına. O paraya git ev al demişler!!! O da evi her zaman alırım ama kızımın şimdi okuması lazım demiş herkese... Şimdi temizliğe gidiyormuş ama kızına "sen yeter ki oku, ben dilencilik de yaparım" demiş... Şaka falan da yapmıyordu hatta söylerken bile gözleri yaşardı. O ablanın bu cümlelerini de unutamam heralde.


Şimdilik 4 hikaye var aklımda kalan.
Gün içerisinde kimlerle nelerle karşılaşıyoruz ama gülüp geçiyoruz aklımızda kalmıyor.
Halbuki bazıları da hiç unutulmuyor...

Bunlar da öyle 1 hikaye :)

HERKESE MUTLU HAFTA SONLARI OLSUN, SONBAHARIN TADINI ÇIKARIN, KOZALAK TOPLAYIN :)
Devamını oku »

27 Eylül 2013 Cuma

1 Kitap 1 Mektup Etkinliğinde Şimdi Sefer Zamanı ve Hediye Kitap: Moby Dick :)

Sizleri bir süredir beklettiğimizi fark ettik. Ve etkinliğimize kaldığımız yerden devam edelim istedik.
"1 Kitap 1 Mektup" bu kez sefere çıktı ve uzak denizlere yol aldı :) Geri döndüğünde yanında kaptan da vardı. Biz de bulduk 1 Kaptan, kaçırmayalım dedik ve ona uzak denizleri sorduk :)

Kaynak. burada
Merhabalar Alper,
Sanırım ilk soru olarak neden “denizci” olmak istediğini sormamız gerekiyor çünkü hikayenin başlangıcı orası.
Aslında bu soru için tirajı komik bir cevabım var diyebilirim. Dinleyince siz de öyle olduğunu göreceksiniz. Henüz lise 2. sınıf öğrencisi iken arkadaş grubumuzla beraber dershaneleri geziyoruz, hangisi nereye öğrenci göndermiş onu tartıp, kayıt için karar vereceğiz. Malum sonraki yıl büyük final var, ÖYS’ye girilecek. Dershanenin birinde kantin duvarlarına kazandırdıkları öğrencilerin isim ve bölümlerini yazıp asmışlar, sıradan okuyoruz, tıplar mühendislikler var, bir de "İTÜ Güverte" yazmışlar. Benim için hiçbir şey ifade etmediğinden başladım makaraya almaya, ama arkadaşları nasıl güldürüyorum, yok efendim adı İTÜ olsun da isterse tüpçülük olsun, İTÜ’de okudum demek için insanlar ne bölümlere gidiyorlar, daha neler neler, çok iyi hatırlıyorum, abartısız bir saate yakın insanları güldürmüştüm.
Sonra aradan zaman geçti sınav yaklaştı, bir banka hesap açtırana meslek tercihler rehberi veriyor. Sıradan meslekleri ve iş alanlarını okuyorum. G harfinde Güverte var, anımsadım hemen insanları ne güldürdüğümü, neymiş diye daha bir dikkatli okudum. Güvertenin ne olduğunu bilmiyordum ama okuduğumdanda pek bir şey anlamamıştım, bir şey hariç; "Yatılı üniformalı bir okuldur, mezuniyetten sonra zorunlu hizmeti vardır (o yıllar içindi), mezunları gemilerde uzakyol vardiya zabiti olarak çalışır. Armatör şirketleri mezunların bir çoğu için zorunlu hizmet tazminatlarını ödeyerek yüksek ücretle gemilerinde çalışmaktadır" demekteydi. Bu açıklamada yüksek ücret hariç pek bir şey anlamamıştım. Armatör nedir, uzakyol vardiya zabiti ne demek. Sonra daha fazla hakkında okuyup daha fazla araştırınca fırsatların fazlaca olduğu bir sektör izlenimi bıraktı ve tercih ettim. Hani derler ya insan dalga geçip küçümsediği şey başına gelmeden ölmezmiş diye, bu tabir için iyi bir örneğim herhalde. Kısacası çocukluğumda babamla yelkenli turuna çıkardık, yaz tatillerinde kayıklardan teknelerden hiç ayrılmazdım veya deniz benim için bir zevk değil tutkuydu o yüzden tercih ettim diyebileceğim duygusal bir hikayem yok ne yazık ki. Ama gün sonu itibari ile, hem keyif hem de profesyonel hayat açısından alternatif zenginliği itibari ile girilebilecek en iyi sektöre girdiğimi görüyorum.

Kaynak: burada
Karadan ayrıldığın ilk seferde kendini nasıl hissettin? Sadece deniz görmek bir süre sonra tuhaf bir duruma dönüşmüyor mu?
İlk seferi unutmak mümkün değil. Bugün bile o günün heyecanı, seferin devamında yaşadığım hem motivasyon hem de sıkıntılar aklıma net bir şekilde geliyor. Acente botu ile boğazdan geçen bir konteyner gemisine katılmıştım. Varış saatine göre 6 saat gecikeceğinden botta uyumak zorunda kalmıştım, deniz hırçın hava sert, bot inanılmaz sallanıyor ve ben alışmaya çalışıyorum. Ama hiç kolay olmuyor. Kendimi gemi, bu botun 1000 kat büyüğü o sallanmaz diyorum. Ama sallantıya alışmak zor. Sonra ayrılıyoruz iskeleden ve boğaz girişinde demirde bekleyen gemime doğru gidiyoruz. Şeytan çarmıhından (İki halat arasına ağaç basamaklarla yapılan bordadan sarkıtılan merdiven) çıkarken biraz içim burkuluyor, meğer bu burkulma bir şey değilmiş. Demir alıpta pervaneye yol verilince kara gözünde bir perde arkasında gibi gözükmeye başladığında asıl anlıyorum yola yolculuğu özleme hasrete ait gerçekleri ve  asıl özlem saatlerini. Bu, kalbimin bir parçası. Diğer parçası heyecanlı. Ufukta ise pürüzsüz engin bir deniz var. Yeni heyecanlar ve maceralar var. Her şeyden önce sefer boyunca 5 ülke göreceğim. Beş medeniyet, beş lisan, beş ayrı dünya. Her biri için ayrı ayrı heyecanlıyım. Staj için çıktığım bu gemide bir gün ben de kaptan olacağım. Gemiyi ben yönetecek, kararları ben vereceğim. Birileri canını, başka birileri canı bildiklerini bana teslim etmiş olacak. Başka birileri gemisini, daha başkaları gemiden de kıymetli mallarının emanetçisi olacağım. Büyük iş. Bir üniversite öğrencisi için büyük motivasyon açıkçası. Bu ilk seferimde bana vardiya teslim etmemişlerdi ama ikinci seferle beraber bu andığım sorumlulukların hazzını bizzat yaşadım. Birileri aşağıda yataklarındayken geminin sevk ve idaresi köprüüstünde bendeydi. Yani birilerinin canı, başka birilerinin ise malı.
360 derecelik ufuk boyunca denizi görerek gemi ile ilerlemekle, bir çölde bulunmak arasındaki yegane fark birinde tuzlu su diğerinde ise kum görüyor olmandır. Deniz, kara ile bir bütünken güzel ve büyüleyicidir diye düşünmüşümdür. Yoksa günler boyunca bir okyanus geçişi yaparken, vardiya usulü çalışıyor olduğundan hep aynı 3-4 yüzü görür, boyları değişmekle dalgalar aynılıklarını korur ve  tabi bulutlardır şekilden şekle girip dolaşan üstünde. Onların değişiklikleri de hep aynıdır. Sıkar bir süre sonra. Ta ki radarda veya ufukta bir gemi görürsün. Karanın gözle görülmesi ayrı bir zevktir, müthiş bir mutluluk. Hele hele gözüken kara varacağınız limansa.

Aileni,arkadaşlarını özlüyorsun ama sıklıkla arayamıyorsun da galiba, bu durumla nasıl baş ettin?
Aslında alternatif çoktur iletişim için. Bir okyanus geçişinde telsiz üzerinden ‘Türk Radyo’ ya frekansından ulaşabilir, uygun fiyatla istediğin görüşmeyi yapabilirsin. Görüşme kalitem yüksek olsun ben paradan çekinmem dersen uydu telefonlarla irtibat mümkün. Neredeyse tüm gemilerde internet var artık. Limana geldiğinden yerel bozukluklarla veya telefon kartı temin ederek de arayabilirsin aileni. Cep telefonları ayrı bir avantaj. Gemiden dünya ile irtibat kurmak aslında sanıldığı gibi ciddi bir handikap değildir. Göremezsin özlersin hala ama iyi olduklarını bilirsin, iyi olduğunu bilirler, bu da yeter.

Kaynak: burada
Denizde -hele ki uzak bir seferde- 1 gün nasıl başlar, nasıl biter?
Bir kere klasik olarak çalışmalar vardiya usulüdür. Seyirde de limanda da güverte sınıfına vardiya vardır. Geminin ihtiyaçları bitmez. Bakım ister, boya ister. Kimse boş bırakılmaz. Hiçbir iş yoksa uluslararası uygulamalar kapsamında role talimi dediğimiz tehlikeli durumlarla mücadele provaları yapılır. Batan gemiyi terk etme, yangın, denize adam düştü, dümen arızası gibi. Ama rutin olarak köprü üstü dediğimiz, geminin sevk ve idaresinin yapıldığı tüm seyir cihazlarının bulunduğu ve geminin çevre hakimiyetinin görsel açıdan en üst düzeyde bulunan yerinde, 24 saat boyunca üç vardiya zabiti tarafından 4 saat boyunca vardiya tutulur ve bu vardiyayı 8 saatlik istirahat izler. İstiharat, anladığımız anlamda istirahat değildir, ilk 8 saatlik istirahatinizde gemini size ait diğer işlerini hallederseniz. İkinci 8 saatlik istirahatte ise dinlenirsiniz. Vardiya esnasında esas geminin seyir ekipmanları kullanılarak sağlıklı ve selametli bir şekilde sevkinin devamının sağlanmasıdır. Radarlar, gözcü veya serdümen  dediğimiz gemiadamları bu esnada size yardımcı olur. Gemi mevkisini kontrol ederek rotada olduğunu aralıklarla kontrol edersiniz. Rotadan düşmüşse gereken manevra ile gemiyi rotaya alırsınız. Çapariz veren, yetişen, pruvadan gelen gemilerle emniyetli geçiş kuralları çerçevesinde kontrollü geçişlerinizi tamamlarsınız. Meteorolojik bildirimleri takip edersiniz. Örneğin 8-12 vardiyacısı iseniz ve vardiyanız bittiğinde, öğlen yemeğinizi yer bu sefer gemiye ait sorumluluklarınızın peşine düşersiniz. Yangın söndürücelerin, can güvenliği ekipmanlarının bakım tutum ve kontrollerini yapar, evrak işlerinizi halledersiniz. Akşam 8-12 vardiyasına çıkarsınız. Bu sefer gece seyrindesinizdir. Onu tamamlar istirahatinize gidersiniz ta ki sabah 8-12 vardiyasına kadar.

Kaynak: burada
Kara görmeden en fazla kaç gün denizde seyir halinde kaldın?
En uzun seferim Kuzey Avustralya’nın Gove limanından kalkıp, İzlanda’nın başkenti Reykavik’e yaptığımız seyirdi. Gove, Aborjin bölgesiydi ve Aborjinleri görüp tanıma fırsatım oldu. Seyir tam 48 gün sürdü. Avustralya’dan çıkıp Hint Okyanusu boyunca Somalinin şimdi korsanlıkla meşhur Scotra Adasına kadar 23gün boyunca hiç kara görmemiştik. İlk kez farklı bir yüzle de Süveyş geçişi esnasında 30 gün sonra karşılaşmıştık. Daha önce dediğim gibi değişen tek şey hayatınızda dalgaların boyları ve bulutların şekilleri, kalan herşey aynı, dışarıdan bu durumu hayal etmek güç.

Denizcilikte bildiğim kadarıyla çok fazla terim var. Yabancı dil öğrenir gibi mi öğrendiniz bu terimleri?
Eğitim esnasında birçok yükleme yapılıyor. Ama esas öğrenme staj ile başlıyor. Öğrenci iken bizzat gemiye çıkıyorsunuz ve daha bu safhada 1 yılınız gemi üzerinde uzak seferlerde geçiyor. En güzel mektep burası, işin pratiğinin yapıldığı yer. Ama hocalarımızın sıralarda yaptıkları katkıyı da ihmal etmemek gerekir.

Yaşadığın en maceralı olay neydi, nasıl kurtuldun?
Aslında iki maceralı olayım var, paylaşmak istediğim. İlki ikinci stajımdan. Gemiye katıldıktan sonra Brezilyaya doğru yol alıyoruz. Varış Limanımız Paranagua. Okyanusu bir nehir girişinden terkedip, nehir boyunca ilerledikten sonra limana varıyorsunuz. Nehir ağzına demirlememiz istenildi, süperkargo gelip gemi ambarlarının yüke uygun olup olmadığına karar verecek. Demir manevrasından dolayı vardiyamdan önce kalkmıştım ve demir atıp demir vardiyasına başladım. Süperkargo geldi ve ambar diplerinin raspo boya yapılmasını istedi ve bu iş için iki gün verdi. Yükü kaçırmamak için hummalı bir çalışma başladı. Ben ya demir vardiyasındayım veya ambarın birinde ekibe yardım ediyorum. Zaman geçti ve neredeyse son 30 saattir yere paralel olamadan geçen yorucu bir zaman dilimi var. Bunun üzerine 4 saat daha demir vardiyası tuttum, akşam 8-12’yi. Vardiya devir tesliminde geminin üçüncü kaptanı bana ikinci kaptana gözük öyle yat yatacaksan dedi, ama ikinciyi arayacak mecal yok. Gittim yattım kamarama, ne de olsa ambarlar hazır sabah süperkargo gelecek biz limana gireceğiz. Daha yarım saat olmamıştı kamarama gireli ki, telefon çaldı, ikinci neredesin diye soruyor, geliyorum dedim ve çıktım. Bana tüm ambarları gezmemi ve herşeyin yolunda olup olmadığını rapor etmemi istedi.  Buna sancak iskeleye yerleşik 36’ya yakın ambar havalandırmasının gemi kreynlerinin kaide kulelerinin yerleştirilmiş olduğu ve herbirine ayrı ayrı tırmanmanız gereken portuç dediğimiz yerlere çıkarak yaptım. Artık inanılmaz yorgunum, ikinci kaptanı arıyorum herşey yolunda demek için ama yok, kendisi bana işi verip yatmış. Bunun üzerine,geminin ikinci mühendisi yakın arkadaşım, aslında okuldan benden önce mezun o nedenle abi diyorum. Onun kamarasına gidip uyandırdım, ikinci kaptanla ilgili biraz serzenişte bulundum, o yatağında bense onun kamarasındaki çekyatta uyumuşuz. Birkaç saat sonra manevra için onu aramışlar o da tulumunu giyip makine dairesine inmiş, ben uyumaya devam ediyorum onun kamarasında.
Sonra pilot geliyor gemiye, gemi hazır süperkargodan geçmiş limana girecek. Dördüncü kaptan (ikinci stajımda 4. Kaptanlık yapıyordum) yok. İkinci kaptan en son ambarlara gönderdiğini rapor ediyor süvariye, üçüncü kaptan en son ikinci kaptana yönlendirdiğini söylüyor. Kamarama, tüm ambarlara olası heryere bakıyorlar gemide yokum. Makine dairesine bile iniyorlar, odasında uyuyor olduğum ikinci mühendis anlamıyor ama kalabalığı seziyor, aslında geminin olası her ücra köşesinde beni arıyorlar. Sonra Brezilya Arama Kurtarma'ya haber veriliyor. Kayıp gemiadamı muhtemelen denize düşme veya intihar diye. Sonra ben uyanınca doğrudan köprü üstüne çıkıyorum, herkes önce şaşkın sonra kızgın. Boş olan pilot kamarasında uyuyakalmışım diyorum, ikinci mühendisinde başı ağrımasın diye. Gemiye gelen pilot tekrar arama kurtarma birimleri ile irtibata geçiyor. Kayıp şahıs bulundu, yorgun çıktı diye.

Kaynak: burada
İkincisi ise, tam bir kaostur. Ölümü beklediğim bir hadisedir. İtalya ile Yunanistan arasındaki bölgeye Mataban denir ve fırtınaları ile meşhurdur. Gemi tweendeck tulum ambar bir gemi yani ambarın içinde açılıp kapanabilen kapaklar var, bu özelliği ile de alt ambarda başka kapakları kapatıp oluşan üst ambarda başka yük taşınabiliyor. Gemi boşken ara kapaklar kalkık ve gemi iç bordasına dayalı duruyor. Kapatma esnasında kullanılan uzun demir kütük ve bloklar ise yaşammahalli önünde ambar içine sabitleniyor. Mataban geçişinde çok şiddetli bir fırtınaya girdik, ben istirahatte kamaramdayım. Gemi dayanılmaz bir şekilde sallanıyor. Birden büyük gürültüler gelmeye başladı. Ben anladım demir kütük ve bloklar lashinglerini yani zincirlerini kırmış ve yaşammahalli önünde istiflendikleri yerde gezmeye başlamıştı. Göremiyordum ama artık gemi sancağa yattığında tüm bu kütle sancağa kayıyor ve gemi tamamen suyun içine gömülüyor, tekrar iskeleye yöneldiğinde o kuvvetle hızla savruluyor ve gemiyi bu sefer iskeleden suyun içerisine gömüyordu. Bulundukları yerden sancak iskele yönünde değil de daha serbest hareket etmeye başladıklarında ise bu kütük ve bloklar boş olan ambarın içerisine yüksekten düşecek ve gemi dibini delerek su almasına sebep olacaktı.
Bu sallantı esnasında hem bunları düşünüyor hemde kamaramda savrulan herşeye rağmen kendim bir alabandadan diğerine uçmamak için kendimi yatağımın yanındaki alabanda ile yatağımın korkulukları arasına annekarnı pozisyonunda şıkıştırdım. Gemiyi terk sirenleri çalıyordu. Koşturmaca sesleri duyuyordum, herkeste bir panik. Ama ben bu havada filikaları (can kurtarma botları) denize indiremeyeceğimizi muhtemelen filikaların indirme operasyonu sırasında gemi bordasına çarparak parçalanacağını düşünerek, ondan da öte, bu korkunç denizde geminin sallantısına tahammül edemezken küçük filikanın içerisinde o işkenceye kesinlikle tahammül edemeyeceğimi biliyordum. Yatağımdan hiç kalkmadım, mücadele edecek bir şey yoktu. Suların kamaraya girmesini bekliyordum. Nasıl öleceğimi düşünüyordum, boğulmak nasıldı acaba. Muhtemelen suya da çok fazla direnmeyecektim, ve o sallantı bitecekti.
Gemi terk sirenleri çalmaya devam ederken, birden demir bloklardan biri biraz öne kayıyor ve diğer blokların hareketini engelleyecek şekilde sıkıştırıyor. Gemi kaptanı bunu fırsat bilip, geminin rotasının rüzgara doğrudan alıyor ve 180 derece değiştiriyor. Rüzgar kıçtan gelmeye başlayınca gemi rahatlıyor ve personel ambar içerisine inip tekrar demir bloglarılaşingliyor.
O nedenle en çok hayranlık duyduğum insanlardan bir grup da balıkçılardır. O küçücük teknelerinde o sallantı ile mücadelelerini çok önemli buluyorum. Bir balıkçı teknesi boyutunda olan gemi filikası ile hayata tutunmanın olasılığına bile tahammül edememiştim.

Sen anlatırken biz heyecanlandık,bayağı maceralı olaylar yaşamışsınız gemide.  Peki,  geminin sallantılarına karşı normalde nasıl dayanıyorsunuz?
Aslında dayanamıyoruz. Eğer birisi  büyük denizci edasında bana bir şey olmuyor demeye başlamışsa o zaman anlıyorsun onu da tuttuyor olduğunu veya tutmaya başladığını. İnsan gemi üzerinde sürekli yaşamak üzere yaratılmamış diye düşünüyorum. Fizyolojisi buna uygun değil. Sadece tahammül etmeye alışıyorsun. Durdurun sağda ineceğim deme şansınız yok. İlk stajımda Mataban’ı (Yunanistan İtalya arası, fırtınası ile meşhur) geçerken neden doğdum diye ağladığımı bilirim. Beni deniz tutmuyor diyen insan aslında aldırış etmiyorum demek istiyor. Değil sancak iskele (sağ sol ) yalpası veya geminin baş kıç (ileri geri) yapması ben geminin dev dalgaların içine başını gömüp havada 8 çizdiğini bilirim. Bu durumu da gülün dikeni olarak değerlendirmek lazım.

Kaynak: burada
Şu an karada çalışıyorsun, peki denizi özlüyor musun; belki bir gün döner misin gemiye?
Herzaman hayatımda A, B ve C planları vardı. Deniz şimdilik C planı olarak da olsa var hayatımda. Benim mesleğim altın bilezik gibi ve herzaman bir yeri olacak. Ama tahmin ediyorum artık denize çıksam kabotajda çalışmak isterim veya en azından Akdenizde dolaşan bir gemide, daha kara ile bütün bir deniz daha güzel diye düşündüğümden muhtemelen. Ama arada bir de olsa rüyalarımda köprüüstünde vardiya tutuyor veya ambara inip reise iş vermiyor değilim. Gemi kadar geminin pek de hoş olmayan o kendine ait kokusunu sanki daha çok özlüyorum. Tekrar deniz hayatı neden olmasın, tabi ki olabilir.
* Denizcilik terimleri için buraya da bakabilirsiniz

Alper'den 2balık1kedi için özel not :)
Denizi biz de ev'cek çok zeviyoruz. Hele Lokum... Deniz olsun da pardon balıklar olsun da işin içinde :) Alper ile konuşunca Aborjinlerle tanışmış, fırtınalarda kaybolmuş, uzak diyarları keşfetmiş kadar olduk; bu keyifli sohbet için ona çokça teşekkürler :)

24 Ekim 2013 tarihine kadar "Gemi ile nereye yolculuk yapmak istersiniz?"  sorusunu yanıtlayarak bu yazının altına yorum bırakanlar arasında yapacağımız çekilişle 1 kişiye "Moby Dick" kitabını ve 1 mektubu göndereceğiz.

Pusula Lokum'un, yanlış anlaşılmasın :)
* Bu çekiliş haberini sosyal medyada duyurmak zorunlu değil; sadece gönüllüdür :)

HERKESE KENDİ KAPTAN KÖŞKÜNDE KEYİFLİ SEYİRLER DİLERİZ :)
Devamını oku »

20 Eylül 2013 Cuma

Halka Çörek Zinciri :)

Bazı kitapları, tamam belki birçok kitabı okuduktan sonra unutuyorum. Konusu hayal meyal aklımda kalıyor, karakterleri çıkarmaya çalışıyorum ama üzerinden uzun zaman geçmişse bir kitapla ilgili yazı yazamıyorum. Ancak bazı kitaplar da var ki hiçbir şeyini hatırlamasam da bende bıraktığı duyguyu unutmuyorum. Kitabın adı aklıma geldiğinde bile o duygu saklandığı yerden çıkıveriyor;işte ben buradayım diye. Neyse ki çok fazla kitapta bu duygu durumları oluşmuyor.Yoksa o kadar duyguyu nereye saklardım bilemiyorum :)
Birazdan bahsedeceğim kitap da sanırım hiç unutamayacağım türden, saklanan duygulara hitap eden bir kitap. Halka Çörek Zinciri, Günışığı Kitaplığı'ndan çıkan "Abur Cubur Peşinde" dizisinin çörekli olanı. Daha önce domatesli makarnanın tadına bakmıştık :) Çok sevince serinin diğer kitaplarını da okumak istedim ama çörekler öne geçti.
Aleks, Liza ve Mark okulun hademesi Bay Onur'un arabası çalındığı ve onun arabaya ihtiyacı olduğu için para bulmak, onu mutlu etmek isterler ama nasıl? Aleks'in aklına harika bir fikir gelir. Cumartesi günleri okulda halka çörek satacaklardır. Peki talep, çöreklerden fazla olursa ve bu duruma okul müdürü bir çözüm bulmalarını isterse? Yepyeni fikirler bulmaları gerekir ancak belki eski bir yöntem olan mektuplaşma da bu duruma yardım edebilir. Böylece "halka çörek zinciri" oluşur. Düşünemedikleri tek şey, mektup gönderdikleri kişilerin yardımsever olması ve Aleks'in evinin posta kutularıyla dolup taşmasıdır. Kim bilir belki zincire yeni biri katılır ve çörekler bozulmadan onları satmanın bir yolunu bulur...
Hikayesi oldukça sade olan bu kitabın bende bıraktığı "koşulsuz yardım" duygusunu unutamayacağım sanırım. Bay Onur'un arabaya olan ihtiyacı sadece hafta sonlarında kırlarda bayırlarda gezmesi iken çocukların bu durumu önemseyip ona yardım etmeye çalışmaları bence çok etkileyici. Bazen bizi harekete geçiren şey dışarıdan bakıldığında bir su damlası kadar küçük de görünse onun bizim okyanusumuzda bir damla olduğunu kavramak birçok şeyi değiştiriyor.
Şimdiki çocuklarda benim gözlemlediğim paylaşmaktan ya da yardımlaşmaktan çok farklı şeyler ama ben de dışarıdan biri olduğuma göre belki ben de onların su damlalarını henüz fark edememişimdir, olabilir :)
Serinin diğer kitaplarını okumak için daha ne bekliyorum bilmiyorum :)
Yayınevine bir soru: "Bay Onur" demeseydik de kendi adıyla kullansaydık daha mı hoş olurdu? (sadece aklıma geldi)
Makarnayı hemen gidip yapmıştım,gönül isterdi ki evde çörek yapıp onu da paylaşayım :) İşte bu yemekli kitapların da böyle bir kötü tarafı var ama olsun siz yine de "Abur Cubur Peşinde" serisini okumaktan vazgeçmeyin :)

Çörek yapamadım ama minik bir zincir oluşturdum kitabın çevresinde :)
“Abur Cubur Peşinde” dizisi
“Halka Çörek Zinciri”
Özgün Adı: The Doughnut Ring
Yazan: Alexander McCall Smith
Resimleyen: Ian Bilbey
Çeviren:Nazlı Tancı
Yaş grubu: 7+
Günışığı Kitaplığı, 2009, karton kapak,67 sayfa

HERKESE MAKARNA KIVAMINDA ÇÖREK TADINDA MUTLU HAFTA SONLARI :)


Devamını oku »