Drop Down MenusCSS Drop Down MenuPure CSS Dropdown Menu




20 Mart 2017 Pazartesi

Mutlu Yaşlar Bizeee :)

Doğum günümle ilgili bir dolu şey yazacaktım aslında ama baktım ki kafamdakileri bile tam toparlayamamışım :)
Ben de genel bir şeyler yazayım istedim.
Önceki doğum günü mesajlarıma baktım. (2013, 2014,2015,2016)
İçinde hep bir hesaplaşma var sanki :)
Geçen seneki yazıma bile "yabancı" hissettim aslında kendimi. Kendim için yaptığım en iyi şeylerden biri Mayıs ayı gibi Tüten ile çalışmaya başlamak ve daha da güzeli çalışmayı 6 aydan sonra bitirmek olmuş :) Ara vermeseydim muhtemelen Tüten'in demek istedikleri bende sadece "teori"de kalacaktı. Pratiğe geçmeye başladığımı geçtiğimiz günlerde fark ettim ve bunu Tütenle de paylaştım. O da dedi ki, "işte bu yüzden ara vermek veya bazen çalışmayı tamamen bitirmek gerçekten iyi oluyor."
Daha geçtiğimiz hafta mesela birden ama gerçekten aniden hiç kabul etmediğim "mükemmeliyetçilik" tarafımın aslında olduğunu fark ettim. Hatta bir de üzerinde nasıl fark etmediğimi düşündüm. Bulamadım ama sanırım asıl sebep bu özelliğin (sadece) annemde olduğuna /olabileceğine kendimi inandırmak olmuş. O an'dan itibaren de daha rahat hareket etmeye başladım.
Bir örnek vereyim, geçen sene bana Eda'nın aldığı bir bluz vardı (iş yeri için gibi) ve ben onu üzerine giyecek cekedim yok diye giymemiştim. Tam bugün dedim ki ceket ceket diye bekliyorsun, al bir hırka giy üstüne, uymayıversin ne olacak yani? (zannedersin iş yerinde veya dışarıda kombin delisiyim ahahaha) Giydim ve çıktım. İş yeri zaten sıcak olduğu için cekede de ihtiyaç kalmadı mı? Bluzla geziniyorum şimdi ve kaç kişi "Aa yeni mi aldın, masmavi ne güzelmiş" dedi.
Bu elbette sadece bir örnek.
Tam bu noktadan GÜVENDE olmaya bağlanıyoruz. Yani güven alanımın dışına çıkmaya o kadar korkuyormuşum ki ay ben bildiğin sadece akvaryumunda yüzen bir balıkmışım onu anladım.
Neyse mevzu derin, çok yazıp doğum günü yazısını araya kaynatmayayım ama bu yazıyı ayrıca yazmak istiyorum.

Bu sene içinde BOL DENİZ VE MAVİ olan, huzur&sağlık dolu bir yeni yaş diledim kendim için. Karabalık kendi adına ne diledi bilmiyorum açıkçası, onun doğum günü nasılsa yarın, o zamana kadar düşünür artık :P

Bu öğlen benim mekan (ahahaha adı böyle kaldı) Grano'ya gittim  ve bir de ne göreyim, oranın şefinin de doğum günüymüş :) Bana kahve ısmarladılar ki :)Bu ara çok güzel mektuplar aldım mektup arkadaşlarımdan. Yanımda taşıyorum onları fırsat buldukça da okuyorum. En sevdiğim çok peynirli salata bitmişti o yüzden sandviç aldım ama açıkçası çok da sevmedim. Kruvasan ise gerçekten efsane. Ve hepsini de yedim. Çünkü bugün benim doğum günüm :)


Bir doğum günü yazısını ilk defa gününde yayınlayamadım. Denk gelmedi. Ben de hafta sonumuzu nasıl geçirdiğimizi anlatayım o halde. İçinde azıcık kutlama şeysi de var :)
Cuma akşamı uzun zamandır dışarıda biraz daha afilli bir yerde yemek yemediğimizi fark edip benim önerimle sushi yemeğe gittik çünkü ben sushi çok severim. hele ki saki maki olan somonlu sushiyi :) Gittiğimiz mekan ve yemeklerden sonra şunu hissettim. Hava güzel olsaydı da bahçede ekmek peynir yeseydik... Concon mekanlar ve bu mekanlarda paraları olduğu için kendini bir yerlerde gören insan modellerinden hiç haz etmiyorum ve ortamı hemen terk etmek istiyorum. O sebeple mekan ismi vermeyeyim belki siz seversiniz ama biz neredeyse hiç sevmedik. Ama işin güzel tarafı şu oldu, en son 4 sene önce yemiştim sushi ve sushi yemeyi hiç özlemediğimi fark ettim. Hatta buraya da "sushi" mi yoksa "suşi" mi yazsam kararsız kaldım, o kadar yabancılaşmışım :)

Sırayla: Esra,Elif, Karabalık :)
Kısacası doğum günümde çılgınlar gibi eğlendik diyemem ama kendi çapımızda farklı bir şeyi deneyimledik. Ertesi gün yani cmts günü karabalıkçım evde olmadığından Elifle evdeydik, keyifliydi. Pazar günü ise gerçekten güzel bir gündü. Tekrarı kısa sürede olur inşallah diyeyim :)
Pazar sabahtan Elifle babası mini avm'deki tiyatroya gitti ben de uzuuuuuuun zamandır istediğim filme gittim: Kırmızı Kaplumbağa. Sinemada afişi bile yoktu, muhtemelen bu hafta vizyondan kalkar ama ben bu filmi sinemada izlemiş olmaktan acayip mutluyum. Filmi ayrıca yazacağım.

Filmden çıktığımda zaten biraz dağılmıştım ama çabuk toparladım çünkü niyetimiz Hamamönüne gitmekti, eğlence şimdi başlayacaktı :)
Öncelikle yemek yemek için dolandık. Mekan çok ancak ancak bundan 2 sene öncesinde gidip oturduğumuz rastgele bir şey olmasın daha düzgün bir yer olsun derken karşımıza CUMBA çıktı. İsminden de vuruldum ve iyi ki girip burada yemeğimizi yemişiz.




Biz içeride sobanın yanına oturduk. Sahipleri oldukça sıcak ve samimi insanlardı. Köftenin sadece tadına baktım çünkü ben kaşarlı patatesli gözleme söyledim ama ben sevdim diye biberden 2 tane daha yolladılar :) Bir de hemen sobanın yanında olunca sahibi abi, "İstediğin zaman çayını al, sen sayarsın kaç tane içtiğini." dedi. Ben de -evde bile o kadar içmem- 3 çay içtim, üzerine de kumda türk kahvesi söyledim. Mekanın sıcaklığı haricinde yemeklerinin lezizliği çok hoşuma gitti. İnanır mısınız o sushi ve sushici mekana 10 basardı benim için. Hamamönüne yolunuz düşerse CUMBA 'yı gerçekten tavsiye ederim. (Ki bilenler bilir, yemek mekanı pek de tavsiye etmem çünkü genelde dışarının yemeğini sevemem.)
Sonrasında Enderun'a uğradık. Mekan zaten kalabalıktı ve biz de az önce çay içmiştik. Ben biraz gezindim kitaplığında ve baskısı olmayan kitapları görünce çıkardığım seslere ben bile inanamadım :) Resmen orada öylece duruyormuş yavrucaklar ehehe iyi mi, neyse artık sahipsiz değiller :)

Bir hafta sonu ve doğum günü programı da böylece geldi geçti.
Hayat da öyle değil mi zaten?
Geliyor, yaşıyorsun ve gidiyor.
Bazen duraklı bazen de duraksız...
Yazının başında MAVİ demiştim, içini doldurmayı çok istiyorum, şu an dolduramadığım için de Elife anlattığım masallara ekliyorum.

İyi ki doğduk biz diyeyim ve şimdilik kaçayım.




Devamını oku »

15 Mart 2017 Çarşamba

Barfi / Hidden Figures / Benim Abla :)

Herkese Merhaba,
Bu kez oldukça farklı bir yazı yazmak istedim.
Bugün tamamlayıp yayınlayabilirsem de çok mutlu olacağım :)
Son dönemde izlediğim 2 filmden ve "Benim Abla"nın kim olduğundan bahsetmek istiyorum.
Öncelikle BARFİ...
Yaklaşık 10-15 gün önce ilk yarısını izlediğimiz filmin ikinci yarısını da dün gece izledik ve zaten ilk bölümünden beri aklımda olan Barfi sinema tarihi belleğime iyice kazındı :)
Hint filmlerine özel ilgisi olan biri değilim ama Aamir Khan'ı çok severim ve bu filmi de canım karabalık bulduğu için heyecanla izledik.
Sinemalar.com'da yer alan özeti okuyunca şaşırdım açıkçası çünkü Barfi çok da seçim yapmak zorunda kaldığı bir durum yaşamıyor bence. Sadece olaylar ve gelişmeler bu yönde oluyor.

"Barfi hem işitme hemde konuşma özürlü bir gençtir. Shuriti Adında genç Bir kıza aşıktır Fakat Shuritinin ailesi onun normal Bir erkekle evlenip iyi bir mutlu hayat kurmasından yanadır. Barfi bu umutsuz aşkdan yorulmuş yepyeni bir hayata başlamıştır. Bu arada Jhilmil adında yeni bir sevgilisi de olmuştur. Fakat polis tarafından da aranmaktadır tam bu dönemde tekrar karşısına çıkan Shuriti bütün dengelerini alt üst etmiştir. Artık Barfi bir seçim yapmak zorundadır."

Fragmanını da izlemediğim için açıkçası konunun nasıl ilerleyeceği ile ilgili bir fikrim yoktu ve beni meğerse bol sürprizli bir aşk hikayesi bekliyormuş :) (ya da benim şaşırasım varmış)
Asıl oğlan Ranbir Kapoor'un sadece mimikleri ile oynadığı bu filmde kendisini bir an gerçekten sağır-dilsiz sandım desem yalan olmaz. Oyunculuğuna ve enerjisine şapka çıkarttım.
Otizmli kız rolünde olan Priyanka Chopra ise meğerse güzellik yarışmalarında dereceleri olan biriymiş. Bu filmde ise duygu geçişlerini ve otizmli birinin hareketlerini "ille de güzel görünmeliyim" çabası olmadan vermişti, bu hoşuma gitti. Bizde olsa gerçekten "güzellik gösterme çabası" ön planda olurdu diye düşünmeden edemedim. 
Aşk üçgenindeki diğer ablanın oyunculuğu ve rolü çok da mühim değil :)
En sevdiğim sahnelerden birini de çektim ayrıca:


BARFİ bana hayatta ne olursa olsun gülümsemeyi, pes etmemeyi, aşkın dilinin sessizlikte konuşmak olduğunu ve iki ayrı dünyadan insanın anlaşması için kendi dillerini yaratabileceklerini (ışık oyunları gibi) gösterdi.
Kısacası bu filmi, oyuncuları ve sahnelerini sevdim.
Charlie Chaplin göndermeleri harikaydı...

GİZLİ SAYILAR filmine ise (şöyle bir hava atma emojisi geliyor buraya :P) sinemada izledim. Hem de yalnız! Hem de patlamış mısır bile aldım. Yaşasın :) Sinemada film izlemeyi çok sevdiğimi söylemiş miydim? Gizli Sayılar filmine "acaba içinde çok mu matematik vardır ki?" diye bir çekince ile yaklaştım. Zannedersin filmde bana üç bilinmeyenli denklem soracaklar ahahaha. Hani matematik olsa ne? Sonra orjinal isminin "Hidden Figures" olduğunu okuyunca rahatladım.

Kesin izlemelisiniz diyemem çünkü bakış açısı, filmden tatmin olma durumunu çok etkiliyor. Şöyle hafif bir film olsun derseniz tercih edilebilir bir hikayeye sahip. Ama benim filme gitme nedenim başroldeki ablalar :) İçinde mücadele olan ve kadın hakları ile ilgili olan filmleri seviyorum. Ankara Üniversitesi damarım mı kabarıyor nedir :)
Octavia Spencer'ı da ayrıca çok severim, Help filmini de severek izlemiştim.
Bu filmde unutamadığım cümle şu oldu.
En soldaki abla yapılan bir haksızlıktan dolayı şikayet ediyordu ve bizim Octavia Abla 3 numaralı bakışıyla şöyle dedi:
"Şikayet etme, bir şey yap." hatta kulağımda sesi "Dont complain. DO SOMETHİNG!" Sinemadan çıktığımda o lafın bana söylendiğine yemin edebilirdim.
"Do something Esra!"
Ahahaha :)

Ve gelelim 3. konu başlığımıza. Benim ablayı ayrı bir yazıda anlatacaktım ama baktım ki anlatacak çok da bir şeyim yok. Yani var da yok :)
Peki kim bu abla? Nerede yaşar? Ne yer ne içer? Nereden benim ablam oldu? :)
Elifin kreşinin köşesinde hemen her gün karşıma çıkan bu "abla" sabahın erken saatlerinde koşmaya çıkan bir kişi sadece :) Tee son baharda bir gün karabalıkçım görev sebebiyle yanımızda yokken ve Elifi kreşe ben götürdüğümde Elifle birbirlerine uzaktan el sallamışlardı. Sonrasında da bizim arabayı tanıyıp abla el sallamaya devam etti bana :) Ancak arabamız değiştiğinden beri beni tanıyamıyor valla gidip konuşasım var ha. "O benim sadece arabayı değiştik" diye :) Rutin bir şekilde her gün koşuyor, hızlıca yürüyor ve hayretler olsun bisiklete biniyor. Arkadan gerçekten 18 yaşında duruyor ama yüzünde annemden de yaşlı bir ifade var. Belki de emekli bir beden eğitimi öğretmenidir kim bilir :) Dün de onu karla karışık yağmurun altında kocaman şemsiyesi ile görünce dur dedim bir foto çekeyim de bloguma yazayım :)

İsmi aramızda "benim abla" :) Ve ondaki bu azme ayrıca hayranım. Grano'daki kırmızılı kadın gibi olur mu? Benim abla ile sohbet etme imkanını yakalar mıyım? Bilmiyorum.
Sadece bu "hidden figure" leri çok seviyorum.
Ben de mi öyleyim acaba, ne dersiniz? :)

* 17 Martta vizyona girecek olan Kırmızı Kaplumbağa filmi için heyecandan yerimde duramıyorum bu arada iyi mi :)

Devamını oku »

7 Mart 2017 Salı

Değişim Güzeldir- Mide

Bu yazıya nasıl bir başlık yazsam aslında bilemedim ama sanırım en uygun başlık bu olacak...
Değişim ile neyi kast ediyorum, güzel olan nedir ve ben geçen gün neden kruvasan yemedim gibi soruların cevapları ve çok daha fazlası az sonra bu blogda :) Televizyonda hala böyle şeyler söyleniyor mu acaba bilmiyorum, televole gibi oldu cümlem çünkü. Bazen istatsitiklere bakıp korkuyorum. Benim aklımda olan 20-30 kişilik bir grup iken (hani okuduğunu bildiğim tahmin ettiğim diyeyim) rakam bunun katları olunca bazen yazmaya çekinmiyorum desem yalan olur ama neticede burası herkese açık olarak oluşturulmuş bir portal. İnsan bloguna yazınca ilk zamanlarda olduğu gibi sadece kendisi okuyor sanırım :)
Neyse gelelim fasülyemizin nimetlerine:
Aklımın hep bir köşesinde olan şeyler geçtiğimiz pazar günü taşarak gözüme görünür hale geldi ve ben onları daha da fazla duymamazlık edemedim. Buzdağı kütlesinin görünmeyen yüzü gibilermiş meğerse. Böyle diyince biriyle kavga ettiğim falan sanılmasın. Yok, kavga etmedim. Sadece güzel bir aydınlanma yaşadım. Ve o an'dan itibaren etkisi devam ediyorsa bunda Tüten ile yaptığımız çalışmanın çok büyük bir etkisi var: "Kapılma, gözlem yap." İşte bu cümleye ve felsefesine bayılıyorum. Çünkü öncesinde iyi bir haber aldığımda bunun sevincini en fazla 10 dakika yaşayıp sonra "acaba"larla sarmalanıp en sonunda da o duygudan uzaklaşıyordum. Veya tam tersi kötü bir haber almışsam onun etkisiyle soğan gibi kavrulup renk değiştiriyorum. (okuyan zannedecek ki bu kız soğan kavuruyor, hayır, soğan ve sarımsak sevmem, o yüzden yemeğe sadece soğanı bütün atarım,o da eliften sonra yapmaya başladığım bir şey) Diyeceğim o ki, neticede iki uç duyguyu da yine uçlarda yaşıyor(d)um. Şimdi bu uçlardan biraz daha ortalara (kendi ortam) gelmeye ve "kapılmayıp gözlem yapmaya" başladım. Bunu son zamanlarda daha iyi yapabiliyorum ki bunda da Tütenle çalışmaya ara vermemin etkisi oldu. Çalışmaya ara verince ben çalışma sırasında öğrenip uygulayamadıklarımı -neden bilmiyorum- uygulayabilmeye başladım. Yemek yemişim, sevmişim ama sindirememişim gibiydi belki. Şimdi fark ediyorum ki mideme iyi gelmiş bu güzel yemek.

Pazar günü aydınlanmaları:
1. MİDE: Vücudumuzu tanıyalım öncelikle ki ben gerçekten tanımıyorum. Mide yerine başımı değilse de başka yerimi gösterebiliyorum. Bunun için bile kitap aldım. Gülmeyin, valla okumaya başladım :) Ne kadar zamandır bilmiyorum ama uzun süredir (migrenle başladı dersek 8-10 yıldır) mide rahatsızlığım var. Endoskopi ve kolonoskopilerden de sonra anlaşıldı ki adı ülser miydi neydi ondan bir şeyler var (yoksa gastrit miydi, neyse başlangıç seviyesinde olandan) ve az/sık yemem gerek. Ki bu zaten yaptığım bir şey (meğer değilmiş). Ama doktor bir de "Evde yoğurt ve kefir yap, onları ye, kızartma vb. yiyeceklerden uzak dur." demişti ama ben bunu münasip bir yerimle dinlemişim çünkü doktordan çıktığımda karabalığa "Bişiim yokmuş benim yeaaa" demiştim. Hı hı yoktu, hatta maşallahım vardı. O yüzden mi her yemekten sonra soda içme ihtiyacı hissediyordum? Çok önemsemedim, Beypazarı soda aşkımı bilen bilir. Ortamda yoksa anında suratım düşer :)
Tütenle yaptığımız bir çalışmanın sonucunda Tüten bana "Alkali Beslenme"ile ilgili bir şeyler de söylemişti ve her zamanki Esra tepkisi ile acile koşarcasına gidip kitabını aldım, okumaya başladım ve kısa sürede de elimden bıraktım. "Ay aman çok zormuş, yapamam ben" dedim. Nasılsa her gün içtiğim suya limon koyuyordum, daha neydi yani? Bir de "diyet" lafı beni çok iter, hani yapacağım varsa da yapamam. Geçen bir yazıda söylemiştim (umarım yayınladığım bir yazıdır :) bir şeyi bana "zorla" yaptırmayacaksın, ters tepiyor diye... İşte diyet denilince yok dukan yok tukan insanlardan okuduğum, gördüğüm hep kısıtlayıcı şeylerdi. Ki tam burada kabul ediyorum, bilgim olmadan ne çok fikir üretmişim... İnstagramda tamamen öylesine (demek ki değilmiş) takip ettiğim bir sağlıklı beslenme hesabı var, pazar günü öğlen canlı yayın yaptı ve ben kendimi 50 dakika boyunca onu dinleyip notlar alırken buldum. Hatta resmen yakaladım!
Tüm bu parçaları birleştirince şunu anladım: Ben gerçekten oldukça sağlıksız besleniyorum ve her yemekten sonra midem yanmaya başladığı için Gaviskon içiyor ve pişmanlık duyuyor(d)um "o kadar yemeseydim" diye. Bak şimdi... İnsanın kendine yaptığı eziyeti başka biri sana yapamazmış ya, bu da onlardan biri sanırım. Veya ben geç anlayan insanlardan mıyım ki diye düşündüm. Pazar günü ise tüm bunları bir kenara koyup (diğer konuları sırası geldikçe ayrıca yazacağım) midem ve kendim için bir şeyler yapmaya başlamaya niyet ettim.
Bu bir tür GAZ olsaydı, eminim şimdiye kadar biterdi. Çok şükür ki gaz değildi, güzel bir aydınlanmaydı ve etkisi hala devam ettiğine göre iyi bir şeydi.
Aldığım ilk karar, kendimi baskı altına almadan, liste yapmadan, sakince hareket etme kararıydı.
Dolayısıyla etrafa saldırmadan ve kitaplara koşmadan, ilk aşamada neler yapmak istediğime ve yapabileceklerime baktım.
Niyetim belli: sağlıklı beslenmek. (yanında kilo da verirsem tadından yenmez ama bu durum gerçekten yakından tanıyanlar da bilir, pek önemsediğim bir şey değil.)
Buraya başka bir başlıkta "İNSANLAR EVDE YOĞURT YAPMAYI BİLMİYOR VE BİR TÜRLÜ ÖĞRENEMİYOR OLABİLİRLER." diyecektim ama ona fırsat bulamadan bu yazıya başladım. Dolayısıyla:
YOĞURT: İşte böyle bir alt başlıkta yoğurt konusunu iyice detaylandıracağım. Etrafımda çoğu arkadaşım ve tanıdığım yoğurdunu evde yapıyor ve bana neden yapmadığımı soruyordu. Artık o kadar sıkılmıştım ki kendimi anlatmaktan ne cevap vereceğimi bilemiyordum. Çünkü olay eninde sonunda "sağlık" konusuna geliyordu.
Elif doğmadan önce evde yoğurt yapmayı asla düşünmemiştim. 6. aydan sonra "mahalle baskısı" galip geldi ve hazır yoğurt vermenin çocuğa bir nevi "zehir" veriyormuşum baskısından kendimi kurtarmak için yoğurt tapma makinesi aldım. Çünkü tencerede yaptıklarım TUTMADI. Yine söylüyorum, OLABİLİR BÖYLE ŞEYLER! Makinede birkaç ay yapmaya çalıştık ama sürdüremedik ve bundan sonrasında benim uykusuzluğum da tavanken Elif'e de içtiğim kahveden içirmeye başlayınca (kafayı yediğim dönem) yemişim ev yoğurdunu demeye başladım. Sonrasında ise belirli aralıklarla ev yoğurdu yapmayı GERÇEKTEN denedim ama yapamayınca pes ettim. Ta ki geçen ay "Ben bu yoğurdu mayalayacağım arkadaş" diye inadım tutana kadar. Ki inadım gerçekten neredeyse hiç tutmaz. İşte herkesin kurduğu o "Yoğurdu neden evde mayalamıyorsun? O kadar kolay ki... 1 litre sütü kaynat-soğut, parmağını sok 7ye kadar sayabiliyorsan mayasını at karıştır, 4 saat beklet, yoğurdun hazır." lafını o kadar çok duydum ki yoğurdu yapmanın tek şeklinin bu olduğuna ve bu kadarcık basit bir şeyi bile beceremediğime hayıflanıp durdum. Ben de yöntem değiştirdim ve yoğurt mayalama hakkında yazılanları okudum, yapanlara sordum ve elimde kalem ile kağıtla resmen deney1, deney2 şeklinde kullandığım değişkenleri de yazarak: şu tencere, şu battaniye, şu kadar maya diye resmen sonuca ulaşmaya inat ettim. Yine olmadı. Belki de üzerine bu kadar düştüğüm için olmadı. Akışına bıraksam olacaktı kim bilir. Dün en sonunda AOÇ'nin "yoğurt yapma kiti"ni aldım ve 3 litre süt ile yarım litre süt alarak, içinden çıkan mayayı da ekleyerek denememi yaptım. Sonuç evet başarılıydı ama önemli olan bunu bir kez başarmak değil devam ettirebilmekti. O yüzden devamı hakkında şu an için bir fikrim yok ama bu sana neyi gösterdi derseniz,


-Bir şeyi sadece 1 veya 2 kez deneyip "yapamam" demek yerine, onu farklı zamanlarda denemenin ve üzerinde baskı yaratmadan pes etmemenin önemli bir şey olduğunu, (ki yoğurt örneğinde üzerimde baskı kurduğumu itiraf etmeliyim)
- Başkalarının benim neyi iyi/kötü yaptığımı değerlendirmelerine izin verip bundan da kendimi yargıladığımı. (Bu kısmı başka konularda da hatırlayıp uygulayacağım)
- Evde yoğurt mayalamanın ZORUNLU değil aslında KEYİFLİ VE KOLAY olduğunu.
"Kolay" olduğunu başkaları söyleyince bende ters tepmiş sanırım.
Ve daha da var. Şimdi bu kadar yoğurtla ne yapacağını bilemiyor dersiniz :))

Bu yazıyı bu haliyle yayınlamadan 10 gün geçince haliyle yoğurt yapma konusunda da gelişmeler yaşandı. İlk mayaladığım yoğurdun tadı pek de güzel değildi ama kıvamı iyiydi. Bir sonrakinin tadı daha iyiydi, en son pazar günü mayaladığım ise bence efsaneydi ahahaha :) Kendi yoğurdum diye demiyorum ama pek güzel olmuştu.
Öncesinde neden yapamadığımı kabaca anladım:
- Mayayı koyarkenki sıcaklığı çok iyi belirleyememişim. Parmağımın ölçüsü pek işe yaramamış anlaşılan şimdi karabalığa ölçüm yaptırıyorum. Yanacaksa onun parmağı yansın hesabı :)
- Bir de 4 saate takmışım kafayı. 4 saatte açtım ve baktım yoğurt olmamış mı? Hop döküyordum onu tutmamış diye. (gülmeyin valla olabilir böyle şeyler)

KAHVALTI:
Kahvaltı yapmayı çok severim. Evde yapma imkanımız olmuyor diye yanımıza tost alıp arabada yapıyorduk. Ve ben tostumu Uno'nun çavdarlı ekmeği ile yaptığım için içim çok rahattı, yanında da yumurta. Oh mis, daha ne olsun?
Madem o kadar iyiler, benim neden midem kötü oluyordu peki?
Pazar günkü canlı yayından sonra aklıma Pino Hanımın kahvaltıları geldi. Birkaç meyve parçası ve hindistan cevizi... Nasıl doyuyor ki acaba diye düşünmeden edemedim ama daha önce sadece 1 kere deneyip hoşlanmadığım halde yine de bir paket aldım ve akşam eve gelince yemekten sonra ve önce yedim. yedim. yedim. sonra şiştim şiştim ve patlayacak kıvama geldim. Meğerse inanılmaz doyurucu bir şeymiş! İki gündür bu kahvaltılar ile doyuyorum ve hatta arttı da ara öğün yaptım.

Blueberry'nin neden bu kadar pahalı olduğunu bilmiyorum :(

Bunları yedikten sonra hiçbir şey hissetmedim. Yerken mutlu oldum çünkü hindistancevizi resmen acayip güzel bir şeymiş. Pişmemiş kestaneye benziyor tadı ki ben o tada bayılırım.
Ekmek yok

Ekmek yok

1 dilim siyezli ekmek :)
İşte o 2 günden sonra kahvaltılarım da çeşitlendi, nasılsa arabada yiyorum diye menemen bile yapar oldum. Hatta bu sabah kefir içtim ve bir parça hindistan cevizi yedim. Öyle o kadar. Yanıma aldığım yedek şeyleri de yanımda işe getirdim. Bunu hep söylüyorlar ama ben daha önce içselleştirmemiştim. "Önce gözün doyacak" lafı var ya, çok haklı ve güzel bir lafmış yahu!

ARA ÖGÜNLER:
İş yeri için yanıma Laktozsuz süt getiriyorum ve açlık hissedince sütümü içip yanına da kuru incir veya hurma yiyorum. Süt tek başına iyi gelmiyor bana. Laktozsuzu da mecburen içiyorum. Sütteki şekerden rahatsızlık duyuyorum.
Onun haricinde çiğ kuruyemiş yiyorum arada, salatalık veya semizotu veya marul :)
Evdeysem biraz daha çeşitlendirebiliyorum ama çok da değil. Yani henüz icat yapabilmiş değilim :)
Mesela avokadoyu süzme yoğurt ile karıştırıp veya limonlayıp yemeye çalıştım ama hala çok sevemedim. Varsa tarifler avokado ile ilgili yazarsanız sevinirim.

ÖĞLE VE AKŞAM YEMEĞİ:
Bu noktada en radikal karar, yemekhaneye gitmeyi bırakmam oldu. En azından çorba içerim diyordum ama başka şeyler de yiyordum elbette. Örnek foto koyuyorum. Bu gördüğünüz fotodakilerin yarısını ya da en fazla üçte birini yiyordum ama sonuçta yine şişiyordum.


Glutensiz makarna alıp yemeye çalıştım! Yiyemedim kesinlikle. Glutensiz yaşamak zorunda olanlar tadına nasıl alışıyorlar bilmiyorum ama ben cidden yiyemedim.



Öğle yemeklerini evden getirmeye başlayınca daha hafifledim ama akşam yemeklerim hala oldukça geç bir saatte (en erken 19.00) yendiği için çok ilerleme kaydedemedim henüz.
Nohutu haşlaıp minik poşetleyip buzluğa atıyorum bende, çıkarıp baharatlıyorum. Lakin hepsini bir anda yemiyorum ki şişmeyeyim :)
Bir de mesela dün iş yerinde oldukça canım sıkılmıştı hatta yanıma eşim geldi ve dışarıda yiyelim havan değişsin dedi. Yanımda nohutum vardı ama dışarıda oh mis tantuniyi yedim. Ne pişmanlık duydum ne de kötü oldum :) Duygusal bir açlık yaşıyordum ve bunun farkındaydım ve o ekmek arası tantuni (yanına da şalgam) bana iyi geldi :)

Kısacası kendimi sıkmadığım sadece bilinçli hareket ettiğim ve üşenmeyi bir kenara bırakmaya başladığım bir sağlıklı beslenme dönemine başladım. (tantuni sonrası evde hafif bir şeyler yedim)

Hakkımda hayırlısı diyelim...
10 günün sonunda 2 kilo vermişim ve beni gören arkadaşlarım inceldiğimi söylüyor ama açıkçası ben kendimi daha huzurlu/hafif hissediyorum. Veya bir şeyi başarmış olmanın mutluluğu diyelim :)

SU İÇMEK:
Kışın su içmek gerçekten benim de çok aklıma gelmiyor. İçine İngiliz karbonatı ama en çok da limon atınca çok kolay içiyorum. Sabah içtiğim ılık suya da ELMA SİRKESİ koyuyorum. O da nasıl yapıyorsa mide asidimi mi alıyor yoksa placebo etkisiyle ben rahatlıyor muyum bilmem :)
Günde bazen 2 litreyi bulmuyorum bile ama ortalama 1.5 litre ile götürüyorum diyelim. Azaltınca böbreğimi ve düşürüğüm 4.5 mm'lik taşı hatırlayıp hop su içiyorum ahahaha :) Aslında vücudumun sesini açsam bana "su iç" diyecek de şimdilik kulaklık takıyorum. (bu yazıyı yazarken kulaklığım yok, o yüzden sesini duyuyorum. "Su iç Esoş!")

KAÇAMAKLAR/ ZAAFLAR:
Yiyecek açısından bakacak olursam en büyük zaafım cipsler ki bunu da yakın zamanda bir tiksinme ile bertaraf etmiş bulunuyorum :) Onun haricinde makarna veya börek varsa dayanamayanlardanım ve tabii çıtır Ankara simidi. Hatta bugün öğlen yemeğimin üzerine dışarı çıkmışken bir tane aldım, işe dönünce yarısını yedim. Oh mis :) Önceden olsa tamamını tek lokmada hüpletirdim. Şimdi biraz daha insanca ve insaflıca yiyorum.
Tatlı ile zaten aram yok. En son ne zaman Nutellavari yedim hatırlamıyorum zaten almıyoruz. Ama iş onunla bitmiyor. Malum günlerde fıstıklı bir şeyler canım çekiyor, onları da yiyorum. Benim asıl sebebim başımı ağrıtması tatlının. Ama işte arada kruvasan yiyorum o da Grano'dan :)
Zaaf demişken epeydir kullanmıyorum ama ketçap ve mayonez de seviyorum ben. Napayım yani seviyorum :)
Kaçamakları da gözümde büyütmüyorum. Abur cubura çok düşkün değilim çünkü hep "sonrası"nı düşünüyorum. O sebeple de midemi ağrıtmak istemiyorum :)

SORULAR:
- Sizin de benzer şekilde mide veya migren hassasiyeti sebebiyle dikkat ettiğiniz yiyecekler var mı?
- Kinoa, chia vb şeyleri nasıl tüketiyorsunuz? (Ben haşlayıp yiyorum öyle :)
- Aklınıza gelen örnek yemek menüleri var mı?


* Fotoların estetik kısmını görmeyiverin gari :)
** Gülmeyecekseniz bu seriyi üçleme yapayım diyorum. "Mide-Baş-Ayak" diye ahahaha. Sinema hocalarım bu yazıyı okumayacak nasılsa :P
Devamını oku »

1 Mart 2017 Çarşamba

Son Günlerde

O kadar çok şey oldu ki aslında, her biri için ayrı ayrı yazmaya başlayıp detaylandırdığım için buraya hiçbirini ekleyememek canımı sıkınca hepsinden kısaca bahsetmek istedim.
- En mühim olanından başlayayım, Elif'in geniz eti alındı ve 2 kulağına da tüp takıldı. Meğerse çocuk ondan uyuyamıyormuş demek isterdim ama o da değilmiş :) Neyse horlamadan uyuyor çok şükür ve meğerse gerçekten çok az duyuyormuş çünkü söylediklerimizi tekrarlatmamaya ve "bu bebek çok ağlıyor, başımı ağrıttı" demeye başladı. Ağzından nefes alan ve horlayan bir bebeniz varsa lütfen çocuk doktoruna gitmeyin, direk ve sadece kbb'ye gidin ve bizim gibi "son dakika"ya kalmayın.
Bu süreçte Adanadaydık hava 17 dereceydi ve biz mutluyduk. Yanımda karabalık yoktu ama annem, Eda ve kuzenler her şeyime yetişti sağolsun. Ve yine bu süreçte önce kayınvalidem sonra da annem acil anjiyoya girdiler, ikisi de temiz çıktı çok şükür.


- Ben ani bir kararla "sağlıklı"(alkali/mümkünse glutensiz-şekersiz) beslenmeye başladım. Öncesinde bilinçaltıma gönderdiğim mesajlar işe yaramış demek ki, gün içerisinde "alkali" yaptığım tek şey içtiğim suya limon atmaktı. Şimdi her sabah aç karna ılık suya organik elma sirkemi damlatıyorum ve kahvaltıda hep aynı UNO ekmeğinden tosta da bir son verdim ve hayatıma HİNDİSTANCEVİZİ'ni aldım. Her zaman aynı şeyleri yememeye ve yediklerimi çeşitlendirmeye başladım. (bu yazı o kadar uzun oldu ki bitirince hemen yayınlayacağım, detaylar orada) Örnek bir kahvaltı:
Ve bunu bitiremedim bile... Kalanları yoğurduma ek yaptım ara ögünde. Tüm bunların sebebi mide yanmalarımın ve baş ağrılarımın ciddi bir şekilde artmış olmasıydı ve benim neredeyse her yemekten sonra pişmanlık hissetmemdi çünkü fiziksel olarak canım yanıyordu. 1 Haftam bitti ve kendimi diyet yapıyor gibi kısıtlamadığım ve öyle de hissetmediğim için çok rahatım. Sodayı keyfime içiyorum artık :)
- Ağrı demişken, epeydir ertelediğim ve sonrasında da randevu alamadığım Ağrı Merkezi'ne yarın inşallah gidiyorum. Migreni tetikleyen şeyleri zaten 8 yıldır biliyorum ama devamlı bir tedaviye gitmemiştim, bakalım...
- Elifin burun akıntısı neredeyse hiç geçmedi ve adanadaki doktor bu kadarının normal olmadığını söyleyince ve onun Ankarada önerdiği doktorun da en erken randevusu Nisanda olunca bugün başka bir yere götürüyoruz onu. Alerji testi de yapılmıştı zaten, bir şey çıkmamıştı ama bu akıntı nedir bakmak gerek, son dakikaya yine bırakmadan.
- Şubat ayında sadece 4 kitap okuyarak kendi rekorumu kırdım :) Elimdeki 2 kitap da benim için gerçekten pek ilerlemeyince onları tez zamanda bitirmeye çalışıyorum ki sırada muhteşem kitaplar var.
- MART geldi bu arada, daha ne olsun, 2 hafta sonra doğum günüm var, o kadar heyecanlıyım ki :) Benim doğum günümün ertesi günü karabalığın doğum günü olunca duble keyifli geçiyor. Elifinkine de az kaldı ki bunu devamlı hatırlatıyor :)
- Bir de geçen gün şöyle bir şey oldu, epeydir çoooook istediğim bir şeyin benim için çok aşırı yüksek fiyatlı olduğunu düşünüp üzülüyordum. neyse sonunda gerçeklerle yüzleştim ve o kadar da pahalı değilmiş. yani pahalı ama erişilemez değil. hani benim aklımdaki rakamlara göre 'ucuz' kalır. Ama yine de ona bütçe ayıramam diyordum ki... Geçen gün işyerinden bir mesaj geldi, benim izin kesintilerimi yanlış hesaplamışlar ve bana eksik yatırılmış para. (böyle şeylere bakmadığım nasıl da belli, 14 aydır durum böyleymiş çünkü ahahaha) Ne kadar yatacak bilmiyorum ama belki o çooooook istediğim şey için küçük de olsa birikimi olur. Duyduğumdan beri çok heyecanlandım. Sonuçlanınca inşallah buradan da paylaşırım zaten siz de fark edersiniz :)
- Az önce telefonuma gelen mesaja göre, Elifin kreşine çok yakın olan butik avm'de eylül ayının sonuna kadar 3 boyutlu filmler harici tüm filmler çarşamba günleri 9 liraymış. Bahar da yaklaştığına göre, elifi babasıyla parka gönderip ben sinemaya giderim. Bence bu plan çok şukela oldu. Evde izleme imkanım benim çok az oluyor. Elifin uyuması en erken 23.30 olunca o saatten sonra ben kendim uyuyakalıyorum zaten ahaha. Bir de filmi sinemada severim ben yanına da mısır. Oh mis :) (Tek sorunum sinema biletinin 9 lira olmamasıymış sanki :P ) Ayda 2 filme ne dersiniz? Dönüşümlü olarak kalan haftalarda da karabalık gider. Her hafta biz sinemadayız o halde ahahaha

Ben şimdilik kaçar, apartman sohbetleri challengı'mı neden yapmadığımı ayrıca yazacağım. Ama bu sabah aklıma bir fikir geldi, orayı atlatırsam yazacam. Söz. Esoş sözü. Hem de doğum gününe 16 gün kalmış Esoş sözü. Daha ne olsun :)
Devamını oku »

22 Şubat 2017 Çarşamba

Geçen Gün* / Grano & İspanyolca Kitap

Bu seriyi aynı gün yazınca bence daha güzel oluyor ama denk gelmeyince yapacak bir şey yok.
Grano'yu daha önceki yazılarımdan sanırım hatırlarsınız, iş yerine yakın şirin kendi halinde ve lezzetli bir kahveci.
Aralık ayı başı gibiydi, iş yerinden bir arkadaşım Londradaki arkadaşından kitap siparişi verebileceğimizi söyledi, Amazon ile. Ben bu öneriye balıklama atlayıp 3-4 kitap seçmiştim ki dolar euro'nun tl karşılığını gördüğümde bunu sadece 1 kitaba indirmek zorunda kaldım. Ve o kitabı da ennn çok istediğim kitabı seçerek yaptım: ISOL
Bu kadının adını duyuyordum ama Kültür Alışverişi kitabını okuyana kadar bende bir şey uyanmıyordu. Kitap ve kitabın Isol'e aşık çevirmeni Sima'nın paylaştıklarından sonra Isol 💙 Esoş dedim ben de :)
Kitabın sipariş verilmesi, Londradaki kişiye ulaşması pek zor olmadı ama onun bana ulaşması tabii ki haftalar aldı. Beklediğim şey kitapsa beklemenin dayanılmaz heyecanı oluyor üzerimde.
O arada işyerindeki arkadaşım Mehmet de (bu adı daha önce çok yazmış olabilirim) bana kahve borçlanınca e mecbur Grano'ya gitmeye karar verdik. (sanki öncesinde 'bir kahve ısmarlarım' diyen arkadaşına 'Grano olmazsa kabul etmem' dememiş gibi :)

Kahveyi bitirmeden foto çekmeyi akıl edemeyenler kulubune hoş geldiniz :P
Neyse Mehmet oldukça gıcık bir arkadaşımız olduğundan mekana gidene, kahvelerimizi alıp oturana kadar kitabı bana ucundan bile göstermedi.
Lakin yine kitaba geçmeden önce küçük ama önemli bir detayı paylaşmam gerek.
Kapıdan içeri girer girmez kimi gördüm dersiniz?
Geçen sefer yanımda oturan gözlüklü kadını!
Bu sefer onun da yanında biri vardı (sanki yalnız olsak yanına gidip kitaplardan sohbet etmeye başlarmışız gibi gelmişti niyeyse) Aramızda bir masa olduğu için tabii ne konuştuklarını duyamadım. (Ay ne ayıp bir şey ya, başkasının lafını dinlemek! Bir de utanmadan yazdım buraya...)

Bence Grano'da tekrar karşılaşır ve konuşuruz diye düşünüyorum. Lakin blogumdan bahsetsem mi bilemedim :P Görselde yüzü pek seçilmediği için ekledim zaten yoksa eklemezdim.
İşte böyle canım blog, Grano dediğimiz minik kahvecide (bir daha gittiğimde metrekaresini soracağım ama nasıl desem gerçekten minicik bir yer) her seferinde ben neler yaşıyorum bir bilsen...
* Bu olaylar yaklaşık 3 hafta önce yaşandı ama hüsrana gerek yok çünkü az sonra yazacaklarım gerçekten dün yaşandı.
Dün de niyetim açıkçası Grano'ya gitmek değildi, yakınında bir yerde işim vardı ama kendimi sonrasında Grano'da buldum ve her zamanki filtre kahvemi içtim. Hafta başından beri yeni bir kampanya yapmışlar, 7 kahveden sonra 8. kahveyi onlar ısmarlıyormuş. Sevdim bu işi.
Kuytuda bir yeri gözüme kestirmiştim ki orası doldu ve mekanın tam orta ve en ışık alan yerinde oturmak zorunda kaldım. Neyse ki çantamda ihtiyacım olan her bir şey vardı. Ama buraya geçmeden önce şunu da söylemem gerek, geçen gidip de tadı damağımda kalan kremalı kruvasanı yememek için nasıl bir mücadele yaşadığımı kasadaki adam öyle iyi anladı ki!
- Bir de kruvasan alacağım
- Tamam
- Yok yok almicam
- Tamam
- Ama bir dakika alsam mı? Hani yarım olsa...
- (Sessizlik) ve yüz ifadesinde anlamsız bir bakış
- Son kararımı açıklıyorum: yemicem! Oh be rahatladım.
- Tamam
Kasadaki adamı biraz bezdirmiş olabilirim ama ne yapayım yemiyorsam var bir sebebi (ayrıca yazacağım çünkü belki de uzun bir yazı olacak)
Neyse masama tam oturdum ki bir de ne göreyim, üniversiteden hiç ama hiç ama hiç hoşlanmadığım bir asistan hoca. Beni birkaç bakış sonra direk tanıdı ama ben oldukça ısrarlı bir şekilde kafamı kaldırmadan masama baktım. Üniversiteden birileriyle karşılaşmak beni hep yorar. Daha doğrusu eskilerden birileri ile karşılaşmayı sevmem. Bu demek ki henüz yüzleşmeye hazır olmadığım bazı duyguları tetikliyor. O adamı görünce bunu düşündüm. Neyse geçelim burayı. Masamda öyle güzel şeyler vardı ki:

"She, The Biker"a yazdıklarımın bir kısmını buraya da yazacağım, onları yazınca kruvasanı ("kuru hasan" diye söylemek istiyorum, yalnız değilim değil mi? ahahaha) neden yemedim anlayacaksınız. Hemen altındaki "Çiçekli Şiirler" de yeni baş ucu kitabım aslında ama çantamdan çıkarmak istemiyorum. Durup durup okuyorum, o kadar çok sevdim ki... Kabuk kitabını ise canım Burcu hediye etti ve ben okurken biraz zorlansam da dile alıştım ve sevdim. Bitirince yine yazarım. Ve sağ köşedeki de benim Grano kahvem. Blogu tanımayıp bu yazıyı ilk okuyan biri kahvecinin reklamını yapıyorum sanabilir bu kadar övgüden sonra :P Neyse ki öncesinde Türk kahvelerinin oldukça kötü olduğunu yazmıştım :)

Daha başka yazılara geçmek üzere buradan ayrılıyor ve yeni Grano yazılarında buluşmak üzere esenlikler diliyorum :)
Devamını oku »

20 Şubat 2017 Pazartesi

Apartman Sohbetleri #3 / "Cep"

3.Yedi yaş pantolonunu bulsak cebinden ne çıkardı?

Taso tabii ki! Taş da çıkabilirdi ama. Peçete diyeceğim ama ben koymamışımdır, kesin annem koymuştur. Elif için de daha yeni yeni yanımda kağıt mendil taşımaya başladım çünkü bizim evin peçete taşıyıcısı karabalık :)

Pantolon cebiyse boş da olabilir aslında, neticede koşturup dururken cebaimin dolu olmasını sevmezdim diye aklımda ama ne olursa olsun cebinde bir şeyin bulunmasının ve arada ona dokunmanın rahatlattığı bir bünyeyim. 4 yıllık bir paltom var (yorgan gibi) ve onun cepleri o kadar dolu oluyor ki (şaka değil) önüm iliklenmiyor, yanlardan balon takılmış gibi geziyorum ve bunu çok sonra fark ediyorum iyi mi :) Kendimi bu açıdan Kumkurdu ve Zackarina'ya benzetirim. (onlar benim canım hatta canımın içleri) Cebimde minik de olsa taş taşımayı severim bu arada. Bir amaca hizmet edeceğinden değil, öyle sebepsiz bir alışkanlık veya zevk diyelim :)

*Bırak Üzülsünler kitabından...

Devamını oku »