Drop Down MenusCSS Drop Down MenuPure CSS Dropdown Menu




10 Aralık 2015 Perşembe

Elif'in Kreş Günlüğü 6: Büyüyor/ 20 Aylık :)

Elif maşallah 20 aylık oldu, 4 ay sonra 2 yaşını dolduracak inşallah.
Geçen seneki çok kalabalık (!) doğum gününden sonra bu sene neler yaparız bilmiyorum :)
Onu da şimdiden düşünmeyeyim değil mi?
Elif'in kreş günlüğü ve 20. ay yazısını birleştirdim aslında, aklımdakilerin ortak noktası "Elif" nasılsa.
Elif'in kreşinden çok şükür ki hala memnunuz. "Kreş memnuniyeti" ne demektir ki? "Eğitim" demek saçma ama orada neler yaptığını tam olarak bilmiyorum. Yapılan aktivitelerden örnekler gösteriliyor bize ama şimdilik eve götüremiyoruz, ara dönemde dosyasında bir bütün olarak vereceklermiş, onu merak ediyorum.
Aradan geçen 5 ayda kayıt için gerekli hiçbir evrağı vermemiş olmamız ve zaten bunun farkında bile olmayışımız ise tam bizlik. "Aaa vermedik mi? ""Hıı, ne lazımdı ki?" :)
Kreşte benim en sevdiğim şey, samimiyet. Hislerimde çok yanılmam genellikle, o yüzden insanların ve ortamın bana ne hissettirdiğine odaklanıyorum. Öğretmenini çok seviyoruz evcek. Bunu söyleyince karabalık gülüyor ama keşke benim de öğretmenim olsa (geçmiş zaman eki yok yani bu cümlede, şimdiki zaman eki var :) Yardımcı öğretmenlerini de Elif çok seviyor çünkü eline hemen her gün aydede/yıldız/kalp çiziyor ve saçlarını değişik şekillerde topluyor. Elif daha çoook küçükken de tarzımızın aynı olmadığını anlamıştım zaten, bence Elif süsü seven bir kız olacak. Kafasına geçirdiği bantlardan, sabahları kıyafetine göre ayakkabı seçmesinden belli. (sadece 2 ayakkabısı olmasına rağmen :)

Aydede demişken, sebebini tam bilmiyorum ama Elif tam bir "aydede" hayranı. O kadar güzel "ay-dede" diyor ve gökyüzünde onu arıyor ki. Bu aralar gökyüzü hep bulutlu, aydedenin evine uyumaya gittiğini öğrenmek Elifte hayal kırıklığı yaratıyor.
Öğretmenler Günü, bizim için oldukça özel geçti, öğretmeni yıllaaaar sonra da Elifi unutmasın diye ikisinin fotoğrafının çıktısını alıp yanına da Uçan Sınıf'ı ekledik. O akşam Elifi aldığımızda verdiği duygusal tepkiden hediyemizi sevmiş olduğunu anlamak, bizi de çok mutlu etti.
Bir ara bu huyundan vazgeçer gibi olmuştu ama Elif arkadaşlarını hala ısırmaya devam ediyor. Sınıflarında Eliften başka ısıran bir çocuk da yok, evde de biz Elifi ısırmıyoruz :) (Yasemen, senden öğrendi bu çocuk ısırmayı :P Kendinden büyük ya da küçük fark etmeksizin çocukları itekliyormuş da! Tüm bu hareketler kendini savunma içinse, sınıfındaki çocuklar Eliften korunmak için ne yapıyor meraktayım (sormadım) Bir de minik Azra var, onu ısırmasına hele hiç dayanamıyorum, o kadar güler yüzlü ve tatlı ki...
Her sabah çok istekli bir şekilde kapıdan içeri girmeyebiliyor ama bizim ne kadar kararlı olduğumuzu görünce strateji değiştiriyor.
Saat 17.30da arkadaşlarının ailesi gelip sınıftaki çocuklar azalmaya başlayınca canının sıkıldığını söylüyor öğretmeni ama bizi kapıda görünce koşarak sarıldığını görmedim. Kreşten biz çıkarmasak,orada takılmaya devam edecek gibi bir hali var. İlla birine gidecekse,o kişi ben olmuyorum tabii :) "Annem mi? Babam varken hem de"(Elif'in iç sesi)  :)
Kreşteki yemek listesini çok beğeniyorum hatta gün sonunda kalan yemeklerden bize sarıp verseler (ücreti karşılığı) kesinlikle alırız. Bunu sorsam tuhaf olabilir diye sormuyorum ama belki bir gün sorarım.
Şimdilik kreşten haberler bu kadar.
Diyecektim ki aklıma geçen haftalarda yapılan seminer geldi.
Kreşteki çocuk psikologu abla (muhtemelen benden küçük) "sınır ve kural koyma" isimli bir seminer verdi bize. Aldığım notlar, genel olarak hemen her yerde okuyabileceğimiz şeyler aslında. Aklımda kalan en önemli cümle ise : "Kurallar ve sınırlar, bebeklerin kendilerini güvende hissettirir." Bir de sonunda psikolog şu cümleyi kurdu ki, onu daha da çok sevdim: "Size ideal olanı anlattım evet ama bunları her an yapmak oldukça zor. Sadece aklınızın bir köşesinde olsun ve anlattıklarımın 1/5'ini dahi yapsanız bence gayet yeterli." :)
Geleyim Elif ne kadar büyüdü, neler oluyor hallerine:
Konuşmalar:
Anne (18 Aylıkken başladı :),baba(ikinci kelime), dede(ilk kelimesi), anane (bir de bunun şarkılı anaane versiyonu var), hala, te (teyze), ayciş / ay-ç(d)a (ayça), ali, ede (eda), apla (abla), a-bi (abi),
ayrı(a)n (ayran), mama, bu (su), patitis (patates), bilav (pilav), ayı, bil(fil), pişi pişi (kedi), hav hav (köpek), ku (kuş), akka (ayakkabı), mini mini (mahna mahna şarkısı), pe-çe-te (en düzgün söylediği kelime :), a-baba (araba), Nü (Nur), oto (otobüs), ka (kamyon), süt (süt), ay-dede (Elif aydedeye aşık bence, her yerde onu arıyor), nana (uyku oyuncaklarının adı), dit (git), gırger (çubuk kraker), alma (elma), tek (kek), bu (bu, ne? anlamında), bi da (bir daha), önlük (yemek yerken taktırmaz ama kek vs yiyecekse kendi takıyor :), geldi, a-cıdı (acıdı, bir yerini acıttıysa gelip öptürüyor babasına -nadiren de bana :P )
Cümleler daha çok: "Süt bitti, anane gitti, a-baba geldi" şeklinde. "bitti" ve "gitti" sanırım hem favorisi hem de rahat söyleyebildiği bir şey. bir de babası yanımıza geldiğinde bana dönüp "anne dit(git)" diyor :)
Papağan gibi oldu ve hemen her şeyi taklit ettiği bir dönem, videoya çekip kaydetmeye çalışıyoruz anı olsun diye.
Yeme / İçme:
Elif konusunda kendimi takdir ettiğim tek konu bu sanırım :) Yemesine içmesine pek karışmamak, yediğini içtiğini saymamak, nasıl yediğine karışmamak. Bunu içsel olarak yapabildiğim için hiç zorluk çekmedim maşallah. Elif'in yanaklarını görenler "e yiyor tabii rahatsın" diyor ama hiç alakası yok. Kreşte biraz daha düzenli yiyor olsa da evde çoğunlukla sebze yemiyor (yedikleri, o da canı isterse: ıspanak, taze fasülye) "Bilav bilav" diye çırpınıyor çorbadan hemen sonra. "Bilav" yoksa evde yoğurt ekmeğe talim çocuk :) Çorbasını 16 aydan beri zaten kendisi içiyor ki öncesinde içememesinin sebebi çok basit: ben çorba yapmıyordum ki. (Yazınca kötü oldum, neden yapmıyordum acaba, yapsaymışım dedim şu an :/ ) Çorbanın dibini kaseyi eline alıp sıyırması, ekmeğini çorbaya banması, kaşığıyla çenesinden akanları toplaması hep kreşin etkisi, biz sadece bakıyoruz "aa ne güzelmiş/komikmiş" diye.
Sevdiği yiyecekler: yoğurt, kraker, ekmek, yumurta(genelde beyazı), balık (genelde yer), patitis elbette ki
Hiç sevmedikleri: Sebzelerin birçoğu, peynir(kaşarı bazen yiyor), zeytin, biber (babası kılıklı)
Uyku Düzeni:
Nasıl? Kim? Uyku mu? "I-ıh" Elife soruyorum, "Uykun geldi mi? Uyuyalım mı?"
O ara beni ısırmadıysa cevap belli, kaşlar çatılmış "ı-ıhhh" bir de "dit(git)" diye beni kovalıyor.
Kreşte maşallah yatağına konduğunda uyuyor-muş. (yok, hiç gıcık olmadım :P )
Evde hala ayakta sallıyoruz. Yaklaşık 3 aydır yer yatağında yatıyor. Bu niye daha önce aklıma gelmemiş ki dedim :) Bazı geceler "kabul günümüz" oluyor ve o gecelerde Elif hiç durmadan ağlıyor, ağlıyor ve ağlıyor :/ Maşallah diyeyim kesintisiz uyumaya yakın olduğu günler&geceler de oluyor ama :) Bu konuda dertlenmeyi bıraktım diyemem ama azalttım. Hala arada çok darlanabiliyorum, sorguluyorum "neden" diye. Sağlığına şükredip yoluma bakamıyorum çünkü çok uykusuz oluyorum ve işin aslı önümü falan göremiyorum. Karabalık sağolsun kızına bu kadar düşkün olmasa ve her gece Elife ben baksam ne yapardım bilmiyorum. Bünyesi bana göre daha dayanıklı uykusuzluğa, buna da bir bin şükür diyeyim (Esen sen geldin aklıma :)
Daha geç uyutuyoruz artık. En erken uyuduğu saat 22.30-23.00 arası. En geç de 24.00. Gece "zaten" uyandığını göz önüne alırsak bence kaçta uyuduğun da pek önemli değil esasen :)
Güvercin kitabından daha önce bahsetmiştim ama o günlerde kitabı yeni aldığım için Elifteki etkisini yazamamıştım. "Güvercin" bizim evin olmazsa olmazı, uykudan önce okunan son kitap. Temel mantık şu: "Güvercin BİLE uyuduysa, e hadi bari ben de uyuyabilirim" "Gu" yani güvercinin tüm replikleri ezberde, "nee" cümlesi ise Elifin favorisi. Dede'nin ona bir görev vermesi ve sonunda teşekkür etmesi Elifi çok mutlu ediyor.
Neler Yapıyoruz:
Bu başlık, benim en zayıf olduğum alan. Kreşte yapıyorlar nasılsa'nın tembel haliyim :) Yazın genelde parkta bahçedeydik iyiydi. Şimdi akşamları hava oldukça karanlık, soğuk oluyor ve midemiz de iyice boş oluyor, eve giriyoruz hemen.
Yemek sonrası Elif uyuyana kadar -yaklaşık 3-4 saat- "serbest" takılıyoruz. Elifin favorisi çoraplarını çıkarıp aralarında kalan pamukları çıkarmak, araba oynamak, kitaplarını hızlıca kitaplıktan indirmek(neyse sonra toplamayı kabul ediyor, dikey pek koyamıyor ama kitapları yatay olarak sıralıyor), yeni aldığımız masa ve sandalyesinde vakit geçirmek, babayla güreş, salondaki eşyaların üzerine çıkıp yere atlamak, annenin açıksa çanta ve cüzdanını muzip bir gülümsemeyle karıştırmak...
Aktivite demişken... Bu konuda çok kötüyüm, çok tembelim :( Bir yerde okumuştum, aynı renkteki eşyaları bir arada görmesiyle ilgili. Bir gün aklıma geldi ve hadi elif mavi bir şeyler seçelim dedim. İşin içinde oyun varsa elimi tutar. El yıkamaya gidiyorsak benden kaçar. Elif için bir şey ifade etti mi bilmiyorum ama mavi bir poşet de varmış meğerse, onun içine koyup çıkardık, hoşuna gitti.
Sosyal medyada gördüğüm anneler, tam bir aktivite uzmanı. (bu konuda biraz doluyum ama bu yazıda değinmeyeceğim) Elife baktığımda ise zaten tabağındaki yemeği babasının tabağına kaşığıyla koyuyor, çamaşırlarını sepetten makineye de dolduruyor, oradan oraya kendince aktarıyor, ellerini kendisi yıkadığı için suyla da arası iyi, kalemi ve boyamayı da seviyor. Daha ne olsun diyip kendimi savunacağım neredeyse ama yok, aldığım kitapları okumanın ve uygulamanın zamanı geldi. "Aktivite uzmanı anne"olamam ama en azından "bir şeyler" yapabilirim. İşin aslı zıt kavramlar, eşleştirmeler, renkler, sayılar öğrenmesi değil benim derdim, birlikte keyifli (kaliteli değil) vakit geçirelim, gülelim, eğlenelim yeter.
Elifin odasının ilk ve tek süsü geçen hafta yaptığımız baykuşlar :)
Bu yaş grubu çocuklar nasıl oluyor bilmiyorum, okumadım. Elif, biz ne yaparsak aynısını yapmaya çalışan (gözüme kalem sürerken görmüştü, kalemi gözüne soktu :/ ), istediği bir şey olmayınca anında carlayıp kendini yere atan, babasına sahiden çok düşkün, ikinci sıraya da ananesini koyan, ben nerelerdeyim acaba :), kime neyi yaptırabileceğini çok iyi bilen, yeme-içmesi kendine göre 'yeterli', yeni bir şeyler keşfetmeye oldukça meraklı, 'tehlikeli' kavramını yavaş yavaş öğrenen (elimde sıcak bir şey varsa ve ben bu 'sıcak' dememe rağmen istiyorsa onu eline veriyorum-kitaptan okuduğum bir şey değil, yaşayarak öğrenmesi daha kalıcı olur diye düşündüğümden), yürümeye başladığından beri bebek arabasına kesinlikle binmeyen, dişlerini fırçalamayı oyun gibi gören, saçlarına üst üste bant takan, kakasını bazen önceden bazen de yapınca "kaka bitti" diye söyleyen, çok şükür ki keyifli, oldukça da inatçı bir çocuk.
Öğretmeninin deyişiyle "2 yaş halleri"ni yaşamaya başlaşımız. Hıı, iyi :)
 Kitap demişken de bir hızla okuduğum tüm "çocuk büyütme" kitapları şimdi rafta :) Herkese göre bir şey düşünmekten yorulduğum bir anda bırakmıştım, zamanının geldiğini hissettiğimde belki yine okurum, şimdilik bize göre takılıyoruz.
                                                                                     ***
Bu yazıyı hazırlamıştım ama ben yayınlayana kadar tabii vakit geçti, Elif de dün gece ilk defa olarak kustu :( Allah başka rahatsızlık vermesin ama aklım hep onda kaldı, kreşte de mutsuzmuş ve öğretmenine sarılıyormuş (bence onu ananesi gibi görüyor).
İnşallah gece anne baba moral desteği ve yemekleri ile birlikte iyice toparlar.
Çok özledim kuzumu, sarı papatyamı...
Devamını oku »

8 Aralık 2015 Salı

Günün Mutluluk Sebebi 16: Kartlar, Ağacım ve Yırtık Gömlek :)

Günün Mutluluk sebeplerini yazmaya başlayalı ne kadar olmuş bilmiyorum(bakmadım) ama 16. maddeye kadar geldiğime göre epey sebep birikmiş, ne mutlu bana :) Ve çok şükür diyeyim öncelikle.
Arkadaşlarımla başlayayım çünkü daha önce bu kadar tatlı insanlarla arkadaşlık kurmamıştım.
Beni en çok şaşırtan posta Filizden gelendi sanırım. İçinden o kadar çok şey çıktı ki, her birine ayrı mutlu oldum. Ama en çok Eylül'ün benim için yaptığı resme.

Filiz ben sana "Fareler ve İnsanlar" kitabını okumadım demiştim ama yanılmışım, üniversitedeyken ödünç alıp okumuştum ama tamamen unutmuşum, seçimin çok iyi oldu. RD Amcanın kitaplarındaki Hemingway etkisiyle tanışmak istiyordum. Sanırım tüm kitaplarını "Yazar seçkisi" ile okuyacağım.
Bu yazıda kronolojik sıra yapmadım ama yapsaydım ilk sırada Damla ile buluşmamız olurdu. "Keşke Gerçek Olsa" isimli blogu var diye ona hep takılıyordum, "ah bir yüz yüze görüşsek, keşke gerçek olsa damla" diye. İstanbula gidebileceğimi sanmıyordum ki... Damla, Can'ın okul gezisi ile Ankaraya geleceğini söyledi. Ve biz buluştuk. Ve ben çok mutlu oldum.


Aynı günlerde Şirin'in mektubu ve Ayça'nın hediyesi ulaştı, o gün hangisine bakacağımı şaşırmıştım. Şirin'in mektubundan Alice çıktı, Ayça'nın kargosundan ise "Cimcime" :) Tam ortadaki sarı kartta ise Şirin'in benim için yaptığı tatlı çizim var. Bu arada hala geç değil, hemen Dünyalı Dergi alın ve pek neşeli çıkartmalarıyla ve konularıyla eğlenin.


Geçtiğimiz gün ise Özlem'in kartları kişisel posta sistemiyle geldi, Harry Potter sistemi :) Ne komik olurmuş değil mi Özlem, hazır Londradayken :) Onları paylaşmayayım ama her birini çok aşırı sevdiğimi belirteyim. Hele bir tanesi var ki... (Yok yok demeyeceğim)
"Doğa" konusunda ayrı bir yazı var aklımda aslında ama onu yazana kadar "benim ağacım"ı paylaşmak istedim. İş yerinden bir ağaç. Şimdi yaprakları gitti tabii. Üzerindeki filtre oldukça az.

Son haftalarda ben biraz "tatil" yaptım aslında çünkü annem ve teyzem geldi, birkaç hafta kaldılar. Bu sürede ne yemek düşündüm ne de çamaşır. Anne tatili başka ne olabilir ki zaten :) Onların dün dönüşüyle de "anane gitti" diye gezinen Eliftrişko yüreklerimizi dağladı... Evcek üzgünüz, ne yapalım bu kadarı bile çok güzeldi.
Annemler gelmemiş olsaydı muhtemelen Ocak ayını bulabilecek kart hazırlama işlemim de hızlanmış oldu, onları da ayrıca yazayım. Ama hazırlarken çok mutlu oldum ki 4. postayı hazırlık sürecim bitmedi :)
Çalışma masamda değişiklik yapmak istiyordum ki... Yaptım ve oldu. Tam olarak hayalimdeki değil ama ona çok yakın. Hiçbir şey yapmasam bile masamda oturmayı, etrafı izlemeyi, kalemlerimle oynamayı çok seviyorum. Bu fotoğraftan sonra bile-iki günde- oldukça değişti hali, ara ara ekleyeyim buraya :)


Ve geleyim günün bombasına, adı bile var: Yırtık Gömlek Şoku!
Bugün iş yerindeyken oda çok sıcak oldu ve üzerimdeki hırkayı çıkartayım dedim. (demesem iyiymiş) İlk başta bir tuhaflık hissetmedim zaten o ara Akçayla mesajlaşıyoruz, bir şeylere gülüyorduk. Derken tuhaf bir soğukluk geldi, bir de baktım ne göreyim...
Odayı 3 erkek ile paylaştığım için "aa bakın gömleğim yırtılmış" diyemedim tabii, olay içimde patladı. Hırkayı bile giyemedim o an, şaşkınlıktan. Tam o ara birkaç arkadaşıma fikir sormuştum ki, şahane yorumlar geldi. Ben de böyle bir şey görsem, "hayırdır, köpek mi kovaladı?" derdim. Şahane bir insan dedi ki "güve yemiş olabilir, bence sabun koy dolabına", mantıklı. Ama bir tanesi de var ki, insan arkadaşının bu durumuna biraz üzülür değil mi? Yok! Mesaj aynen şöyleydi:
Neyse ki seviyorum kendisini :)
Bugün deşansıma kalorifer oldukçaiyiydi ve ben hırkamı defalarca çıkarma hamlesi yapıp son anda vazgeçtim. "Yoo terlemedim..Ben mi? Aa çok iyiyim. Kızarmak mı? Allıktır o" :)
Öğle arası tesadüf karabalıkla buluştuk, ona sana bir şey göstereceğim dedim, anlamadı ilk başta. Sonra resmen mesajda arkadaşımın yazdığı tepkiyi verdi iyi mi? "Ahahaha naaptın sen?" "Bilmem, canım sıkıldı da üstümü yırttım!!!" Hatıra pozu da çekildik.
Yırtık daha da derin aslında ve bunu görmeden giyebilmişim sabah, vay be :)
Peki bu an neden "mutluluk sebebi" oldu? Çünkü aklıma harika bir fikir geldi. Kumaşı çok sevdiğim için gömleği atmaya kıyamadım. Aklımdakini yapabilirsem ayy çok harika bir şeyler olacak:)
Diğer mutluluk sebebim ise son zamanlarda açmayı akıl ettiğimiz trt3 klasik radyo.Benim tahminlerim neredeyse hep yanlış çıkıyor. "Aa bu kesin Mozart" (değil), "Bu bence Aida operası"(değil) Opera demişken, eskiden izlemeye giderdik ve çoook severdik.En sevdiklerim de Aida(ilkim), La Boheme,V. Murat. 4 yavrulu kıvırcık kuzenimi andım radyoyu dinlerken, "ben operayı izleyemiyorum, dinlemek daha güzel, tombik ablalardansa zihnimde karakter canlandırmayı seviyorum" demişti. Radyoda dinleyince anladım, sana hak verdim Tangül, arşivindeki tüm operaları istiyorum o yüzden :)
Bu yazıyı birkaç gündür yazdığıma göre olayları güncellemek gerek :)
15te bir "biriktirip getiren" postacımız bugün uğramış, harika kartlarıma ulaştım ama elime geçmeyen mektubumun (hazan) peşine ayrıca düşeceğim.
Canım Aslı ve Çanakkale'den iki arkadaşım Özlem ve Serranın pek tatlı kartlarına da ulaşmış oldum. Serra'nın kartındaki "kırmızı balon" hikayesini ve benim neden yeni yıl kartlarının içine kırmızı balon koyduğumu ayrıca yazayım.
"Bana bir şey olmaz" edasıyla içtiğim Adana usulü kaynarın etkisiyle başım ve migren tepinmeye devam ederken fark ettim ki yatsam fena olmayacak.
Yoksa benim daha yazasım vardı yahu :)
En çok aklımda kalan, birine sevdiğini göstermenin en güzel yollarından birinin, onun için "bir şey yapmak" olduğunu görmüş olmam. Mavi bir dantel veya kırmızı bir balon... Özünde hep sevgi var :)
Çok şükür...


Devamını oku »

3 Aralık 2015 Perşembe

Eskiden.../ Şimdi...

Eskiden derken ne kadar eskiyi kastediyorum, ben de tam bilmiyorum. Bazılarında 4 sene öncesi bazılarında 10 sene öncesi olabilir.
- Eskiden kedilerden çok aşırı korkardım, şimdi ise korkmuyorum. Her gördüğüm kediyi hemen böğrüme de basmıyorum ama yanlarında çığlık atmadan hatta bazen kafasını okşayarak onlarla iletişim kurabiliyorum.
- Eskiden posta kutuma fatura ve reklam afişlerinden başka bir şey gelmezdi, şimdi ise postcrossing kartlarım ve mektup arkadaşlarımdan şahane güzellikler geliyor.
- Eskiden daha çok film izlerdim, tüm sinema dergilerini alıp okurdum, şimdi ise 6 ay içinde 1-2 film izleyebilmişsem "iyi" diyorum, sinema hak getire. (lafı gelmişken, üç yavrulu kıvırcık kuzenin sinema sözünü hatırlatayım :P )
- Eskiden hayata daha siyah bir gözlükle bakardım, şimdilerde de pembe gözlüğüm yok(sanırım böyle olmasını da istemezdim) ama kendimi daha iyi hissediyorum. Belki de gözlük takmaya ihtiyacım yoktur, bilmiyorum.
- Eskiden kötü bir şey yaşadığımda bir müddet orada kalırdım, oradan çıkamazdım. Şimdi ise çok daha kısa sürede bulunduğum yeri terk edebiliyorum.(bu, benim için bir başarı)
- Eskiden çok kitap okurdum, bir ara çok az kitap okudum, şimdi ise (son 5 yıldır gibi) aradaki farkı kapatmaya çalışıyorum. Bunu yaparken de bazen kendimi hırpalıyorum. Bunu fark ettiğimde ise mola veriyorum, duraklıyorum. Sonra derin bir nefes ve heyecanla kaldığım yerden devam ediyorum.
- (farkındalık demişken) Eskiden yaptığım şeyleri hiç "farkında olmadan" yapıyordum, sonra bana bir aydınlanma geldi(bir araç ile belki) ama fazla farkındalık da beni yordu, şimdilerde orta karar götürüyorum bazı şeyleri.
- Eskiden "arkadaşlık" kavramına daha farklı yaklaşırdım, şimdi ise çok farklı. Ve bu duygu hali beni sakinleştirdi, daha mutlu etti.
- Eskiden "çok aşırı üşengeç" biriydim, şimdi ise üşendiğimde "kaldır bakalım totoyu esoş" diyebiliyorum.
- Eskiden sadece "siyah" ve "beyaz" vardı ve bu renkler daha keskin bir şekilde birbirinden ayrılıyordu, şimdi hayatımda "gri" de var ve renkler iç içe geçebiliyor.

Bu görsel de canım Yasemen'den ve onun yine haberi yok :)
- Eskiden daha çok şey için "yapamam ben hiiii" derdim, şimdilerde "dur bir deneyeyim hele, yapamadığıma öyle karar vereyim" diyorum(çoğu zaman)
- Eskiden "bakıp göremez"idim, şimdi ise "görmek için bakıyorum" gibi geliyor. Özellikle de doğaya :)
- Eskiden bir çocuğa bakabileceğimi hayal bile edemezdim, şimdi ise şaka maka Elif büyüyor :)
- Eskiden "daha daha daha alıngan" biriydim, "şimdi ise "daha alıngan" biriyim. Bu özelliğimi de hiç sevmiyorum :(
- Eskiden çok utangaçtım, kimseyle konuşamam/tanışamam derdim. Şimdi ise blogdan veya instagramdan tanıdığım insanlarla buluşuyor ve hatta gülüşüyorum.
- Bu utagaçlık konusunda tatlı bir arkadaşımla yaptığımız faydalı bir yazışmanın ardından, eskiden kendi fotoğrafımı çekmeye/çektirmeye bile çekinirken, şimdi fotoğraflarımı paylaşabiliyorum.
- Eskiden araba kullanmaktan korkardım, şimdilerde karabalık benim araba kullanmamdan korkuyor, çok aşırı dalgınmışım :(
- Eskiden de unutkandım, şimdi de unutkanım.
- Eskiden de zaman yönetimim kötüydü, şimdi de öyle :/ "Çok vakitte az işler" yapardım, şimdi ise "az vakitte çok işler" yapmaya çalışıp yapamayanlardanım. Bu da doğal tabii :)
- Eskiden arkadaşlarımın hepsiyle yüz yüze tanışmışlığım vardı, şimdi ise blog ve instagramdan dolayı tanıdığım, hemen her gün muhabbet ettiğim ama yüz yüze görüşmediğim(ilginçtir bunun eksikliğini de hissetmediğim) insanlar var.
- Eskiden blogumu sadece ben ve karabalık okurduk, bir de kıvırcık kuzenler... Şimdi ise gelen yorumlardan anladığım kadarıyla blogumu okuyan daha çok kişi var :)
- Eskiden de işimi sevmezdim, şimdi de sevmiyorum. Ne içimdeki çocuğu besliyor ne de beni. Ama şımarıklık yapmaya lüksüm yok, bir işim olduğu için şükrediyorum.
- Tuhaf bir cümle mi olacak bilmiyorum ama eskiden "çiğ patates" gibi hissederdim. Şimdi ise "kumpir" gibiyim,sade :)

Bu satırları yazalı bile bir şeyler değişti aslında hayatımda :) Sonbaharı yaşıyorduk, şimdi ise dışarıda kar atıştırıyor.
Eskiden de kendimi en mutlu hissettiğim yer, kitapların yanıydı; şimdi de öyle.
2016 dilekleri için sağlık ve ailemle birlikte olmak maddelerinin hemen bir sonrasına bunu eklemeliyim unutmadan, içinde kendimi mutlu&üretken hissedebileceğim bir "çocuk kütüphanesi" açmak :)
* Bu bir "mim" olsun ve kabul ederlerse Filiz, Damla ve Yasemen bu "Eskiden.../şimdi..." başlığını canları nasıl isterse doldursun :)
***
Aklıma geldikçe yine yazayım:
- Eskiden de şaşkındım, hala da öyleyim. Masamda 1 adet (açık)kozalak, 2 adet (kapalı) kozalak vardı. Son günlerde 3 adet açık kozalak var ve sizce ne olmuş olabilir? Ben bunu bile anlayamadım. Kapalı kozalaklarıma ne olduğunu sordum durdum, meğer açmışlar :)

Devamını oku »

1 Aralık 2015 Salı

Ayın Dilekleri: Aralık

Aralık ayını, sevdiğim insanların doğum günleri olması sebebiyle çok severim.
"Ayın dilekleri"ni kasım ayında atlamışım, sanırım o ara hastaydık.
Aralık ayı için aklımda güzel planlar var, inşallah yapabilirim.
Geçtiğimiz ayları okuyunca kendimde ilerleme ve gelişme gördüm, mutlu oldum.
- Kitaplar konusunda kendimi tamamen serbest bıraktım önceki gibi. Sadece 1 ay (Ekimdi galiba) okuyacaklarımı önceden seçme gibi bir gaflete kapıldım :) Baktım ki kendimi çok kasıyorum ve devamlı başka kitaplar okuyorum, ben de bıraktım bu işi.
Dün okuduğum kitabı (hafta sonu) çok sevdiğimi bugün daha iyi anladım. Bir kitabı çok sevince onu zihnimde yaşamaya devam ediyorum ve ertesi gün yeni kitaba geçemiyorum, bir öncekine haksızlık gibi geliyor, sindirmeyi bekliyorum. (konu kitaplar olunca cidden tuhaf alışkanlıklarım var sanırım, yazınca anladım :)
İdefixten sipariş listeme bakıyorum ve iç geçiriyorum. Hepsi benim olsun istiyorum ama hepsini alsam dahi doymuyorum. Bu, tüm kitap severlerin ortak zaafı galiba: doyumsuzluk. Hazan, aklıma sen geldin yazarken :) (Filiz, kütüphane hamlesi ile sen bu duyguyu biraz törpüledin :)
Kendimi kısıtlamasam da çalışma masamın altındaki minik göze "okuyup, sevip bloga yazısını yazacaklarım" ile "okuyacaklarım" köşesi yaptım. Onlara bakmak bile ayrı bir mutluluk kaynağı :)
Kitaplar hakkında harika 2 şey okudum bugün. İlkinden Aslı sayesinde haberim oldu, fikri çok sevdim ve hemen kayıt oldum. İkincisi de kkk sayesinde duydum, keşke Türkiye'de de olsa dediğimiz bir uygulama. ("Hayal Peşinde"ye çok güzel bir örnek değil mi sence de Züleyha?)
- Bu sonbahar, hayatımda bir ilk olarak etrafıma cidden baktığımı ve doğadaki güzellikleri yakından gördüğümü fark ettim. Bunda bence Feride senin büyük bir katkın var(haberin yok ama :)
Masamdaki son bahar köşesinin son hali de böyle, az önce çektim. (dün çekmiştim, bence bugün daha da güzel) Yasemen, evlat edindiğim arıları sizin oraya getireyim diyorum, ne dersin?
Görseldeki "yapay"lığı bulun adlı dikkat çalışmam :)
"Doğa Arkadaşımın Kutusu" isimli bir etkinlik var sosyal medyada ama ben facebook hesabım olmadığından katılamıyorum. Doğayı pek fazla tanımadığım için de katılamamam iyi olmuş da denebilir :) Ama bu ay yapmak istediğim şeylerden biri de bu, doğa hakkında bilgi sahibi olmak. Bilgi sahibi olmadan fikir üretmeyeyim de :) Bu konuda bana en "basit" seviyede yardımcı olacak kaynak kitap öneriniz var mı? Ağaçlar, yapraklar, çiçekler vs hakkında ben de bir şeyler öğrenmek istiyorum. (Eskiden olsa geç kaldığımı düşünürdüm ama şimdi düşünmüyorum.) Arı larvalarından başlasam fena olmayacak :P
- Aralık ayı için diğer bir yeni başlık da ülkeler :) Lisedeyken en sevdiğim ders Ülkeler Coğrafyası idi, hocamız bizi de bir Uçan Sınıf oyununa katmamıştı ama ben dersten çok keyif alırdım. Şimdi o bilgilerin büyük bir çoğunu unuttum. Hani gün gelir de yurt dışına gezmeye gitmeye karar verirsek, gitmek istediğim ilk yerlerden başlayarak kendime bir ülke profili çıkaracağım. Aklımdaki ilk ülke Macaristan. Kültürü, ne yenir ne içilir, çocuk kütüphaneleri var mıdır(Pal Sokağı nerededir), nereleri gezmek iyi olur, sorularının cevaplarını google amca ve bloglar aracılığıyla toplamayı düşünüyorum. Burada paylaşır mıyım bilmem ama devam ettirebilirsem benim için güzel bir kaynak olacak. Aklımdaki 2. ülke de Hollanda. Tam ben bunları düşünürken karşıma bu site çıktı, belki bir işarettir kim bilir :) Bu konuda Yasemen ve Semi'nin notlarından da faydalanmayı düşünüyorum. Bana önerebileceğiniz başka bloglar var mı?

Görsel, Yasemen'den ama onun bundan haberi yok :P
Geçen ayki hedeflerimden biri olan "kendine bakma" başlığını bu ay doldurmaya devam ettim. Çoğu insanın üşenmediği birçok şeye üşenme potansiyeline sahip biri olduğum için, bu işi devam ettirebileceğime hiç inanmıyordum. 1 ayı geçti ve ben azimle bunu yapıyorsam, ne desem bilmem ki, belki de büyüyorumdur :P
- Eski alışkanlıklardan vazgeçme/yeniliklere açık olma:
Bu başlığı bir adet sahlep için açmış olabilir miyim? Sahlep burada "yeni"nin simgesi olabilir mi? Sahlebi çok severim ancak tatlılığından dolayı baş ağrısını tetiklediği için biraz mesafeliyim kendisine. KKK sayesinde geçen gün içtim yeniden ve kendimi gayet iyi hissettim. Öyle olunca biraz düşündüm. Acaba bunca zaman "sahlep" aslında bana kötü gelmiyor muymuş, diye. Hani belki "eski"de kalanlara el atma ve "yeni"leri hayatıma alma zamanı gelmiştir. Evet, sahlep hala bir "simge" ama tatlı bir "simge" :)

-Yeni yıl dilekleri ve kartları:
İşte geldim en sevdiğim başlığa(kitaptan sonra, doğadan önce). Yeni yıl dileklerimi yazmak için sabırsızlanıyorum. (zannedersin noel babaya yazıyorum bunları :) Ama onca dileğin arasından seçme yapmak da kolay değil hani.
Yeni yıl kartlarını bu sene de kendim hazırlıyorum, karabalık yardımıyla elbette. İçlerine minik sürprizler bile hazırladım. Tamamlamadığım ve kimseye henüz göndermediğim için paylaşmıyorum ki sürpriz kaçmasın :)
- Fotoğraf makinesi: Makinemi evin içerisinde bulmuş olmak bile büyük bir mutluluk kaynağı, hele bir de fotoğraf çekmeye başlasam nasıl hissederim acaba :) (Yasemen sana ve Özlem sana buradan göz attım ;)
13 Aralıkta canım kardeşimin doğum günü var, bir araya gelemeyeceğiz diye üzülüyorum ve Ayça'yı da çook özledim ama ne yapalım, gurbet böyle bir şey :(
Gurbet: Sıradan olan şeylerin, an gelip gözüne toz kaçma etkisi yaratma ihtimali, belki de...


Devamını oku »

29 Kasım 2015 Pazar

Hayal Peşinde :)

Çok heyecanlıyım, çok!
"Hayal Peşinde" kitabını az önce bitirdim ve sıcağı sıcağına yorumumu yazmak istedim buraya.
Züleyha ile birbirimizi ne kadar zamandır tanıyoruz bilmiyorum ama her şey instagramda benzer kitaplar paylaşıp, sohbet eder gibi yazışmamızla başladı.
Çoğu kitabı benden önce zaten okumuş olduğundan, ona önerebileceğim kitap yok denecek kadar azdı aslında, öğretmen olması sebebiyle de çocuklarla iç içe okumalar yapabiliyordu. Yoo, Züleyha'yı bu sebeple hiç kıskanmadım.
Tamam belki minicik
Hani şöyle noktacık
O da büyük oldu,
0.3 kalem ucunun bir yere yanlışlıkla değmesi gibi belki...
İşte o kadarcık kıskandım onu :)
Sevdiği işi yapıyor oluşu, işini severek/emek vererek ve çocuklarla yapıyor oluşu beni hep gülümsetti.
Bahsettiğim 0.3 noktacık da oradan geliyor esasen.
Züleyha'nın heyecanına bir süredir ortak olduğumu biliyor ama bunu başkalarıyla ne zaman paylaşabileceğimizi bilmiyordum.


Bu heyecan, 2 gün önce somut bir şekilde kapımı çaldığında -bir süredir haberim olmasına rağmen- gözlerime inanamadım.
Cuma günü sayfaları karıştırırken okumaya başladığımı, gece olduğunda kitabı yarıladığımı fark etmemiştim bile.
Dün pek okuyamadım ama bugün bir fırsat yarattım kendime, Elif'i ayağımda sallarken "eee eeee eeee" derken, bir de baktım düşmüşüm ben de Hayal ve Maja'nın peşine.
Hafızam beni yanıltmıyorsa ilk defa tanıdığım birinin kitabı çıktı.
Ben de Hayal gibi dans etmeye başladım: "Arkadaşım yazaaaar olduuuu,holaaaalaaaa" :) Bu dansı iş yerine gitmeden yapabildiğim için şanslıydım, yoksa iş arkadaşlarıma bu yeni marifetimi de anlatmak zorunda kalacaktım.( Ah, şu büyükler :)
Tanıdığın birinin kitabını okumak o kadar değişik bir duygu ki, "Amanın bunları Züleyha yazmış" ifadeleri ile notlarımı nereye yazacağımı bilemeyerek, Elif'i ayağımdan bırakamadığımdan ve hava da karanlık olduğundan resmen karanlıkta-neyse son anda karabalık mini fener getirdi yanıma- okudum.
Çok emek verildiğini, detayların kitabı çokça zenginleştirdiğini, kurgunun başarıyla yapıldığını,hayal gücümü ve "hadi çocukluğumuza dönelim" diyen Esra'yı beslediğini, son sayfayı kapattığımda yüzümdeki mutluluğun karanlıkta bile fark edilebildiğini (malum, dişlerimin 32si birden kendini gösterince florasan gibi yanıyordu :) hissettim.
Kitapta en çok neyi sevdin diye kendime sordum:
"Çocukluğuma yolculuk yapmayı..."
Bir ara salıncakta iken bir de baktım bembeyaz saçlarını tepede balerin topuzu yapmış, mor bir pilot gözlüğü takmış, kanatlı, turkuazbir atın,bizim Polly'nin sırtındayım.
Polly kim mi?
Molly'nin kuzeni tabii ki!
Bembeyaz saçlarını tepede balerin topuzu yapmış, gözlüklü, yaşlı,beyaz bir tavşan.
Hem de Hayal ve Maja'yı karşılayan tavşan.
Ama sadece bu kadar değil ki!
"Karşılayıcı, gülümseyici, gıdıklayıcı ve ara bulucu!"
"YOK ARTIK!" mı dediniz?
O halde size de bir düşünücü,bilici ve anlatıcı gerek, yani Bilgilus :)
                                                                                     ***
Aklıma takılan soruları ben de bu bilge kadına sordum,
"Acaba ben de bir zamanlar Çocuklar Ülkesi'ni ziyaret etmiş miydim?"
"Peki, pasaportumu bulup bu ülkeye girebilmiş miydim?"
Dudağımı bükerek sorduğum soru da şuydu:
"Çocuklar Ülkesinden ne zaman Yetişkinler Ülkesine gitmiştim?"
"Hayal Ormanına yerleşmek istesem beni de alırlar mıydı?"
              ***
Belki bir gün ben de kitap yorumumu yazarken "normal" cümlelerle kendimi ifade etmeyi öğrenip okuduğum kitabın konusundan,hikayeden, karakterlerden de bahsedeceğim.
Ama o zamana kadar, kitapları hep duygularımla okuyup hislerimle yorumlayacağım.
Bu kitabı okumak isterseniz eğer,size tavsiyem yanınıza 1 adet kalem(güzel yerlerin altını çizmek için), orta boy bir çikolata (canınız çekebilir) ve bolca "hayal"almanız (Kalp Ağacı'ndaki parıldayan çiçeğinize ulaşmanız için size yardımcı olacak)
"Hayal Peşinde"yi okurken Momo'yu, Gizli Bahçe'yi,Alice'i, Charlie'nin Çikolata Fabrikası'nı, Pippi Uzun Çorap'ı anımsadım.
Kitap ile ilgili kafama takılan yerleri buraya yazmak istemedim, kim bilir belki onları Züleyha'ya sorarım ve o da bana Hayal ve Maja'nın baş ucuna bırakılan kitabın hangi yazarın kitabı olduğunu söyler.Ya da...
Yok yok tuttum dilimi, dedim ya gerisi belki güzel bir sohbette gerçekleşir :)
                                                                                ***
"Çocuk kahkahası' dedi Molly. 'Bitkilere birebirdir. Sizde nasıl yağmur büyütüyorsa bitkileri, bizimkiler de çocuk gülüşü ile büyüyor."


Çizimler Mustafa Delioğlu tarafından yapıldığı için kitabın içerisinde oldukça neşeli sahnelerle karşılabiliyoruz. Benim favorimse Hayal ve Maja'nın mutluluğuna ortak olup onlarla halay çeken babaanne:)
"Hayal Peşinde"nin içinde bolca macera, neşe, İstanbul, çocukluk, hayaller, orman ve en önemlisi umut var.
Benim açımdan ise bolca çocukluğum.
Çocuklar Ülkesi'ne girebilmek için pasaportumu aradım, tasolarımı buldum.
Kim bilir belki Züleyha "Hayal Peşinde"nin devamını da yazar ve orada ben de fidanımı bulurum.
Hayal bu ya :)

Hayal Peşinde
Yazan: Züleyha Ersingün
Resimleyen: Mustafa Delioğlu
Yaş grubu: 9+
Fom Kitap, 2015, 143 sayfa, karton kapak




Devamını oku »

25 Kasım 2015 Çarşamba

Uçan Sınıf

Uçan Sınıf'ı birkaç sene önce yine Çağla'dan ödünç alarak okumuştum.
Düşüncelerimi unutabilirim, kitabın konusunu da unutabilirim ama hislerimi unutmam.
Kitabı okurken de "ödünç alınmayacak bir kitapmış" dediğimi, okuduktan sonra da içimin kuş gibi olduğunu hatırlıyorum.
Bir vesileyle "Uçan Sınıf"ı geçen hafta yeniden okumam gerektiğinde kütüphanedeki kitabımın üzerinde hiçbir yazı/çizi olmadığını görünce şaşırdım.
Kitabın sonlarına doğru da Çağla'nın kitabını -doğal olarak- ona geri verdiğimi, bu kitabı da sahaftan aldığımı hatırladım.
Bu hatırlamalardan sonra kitabı 2 seferde, Elifi ayağımda sallarken okudum.
"Uçan Sınıf" kitabında her bölümden önce o bölümde nelerden bahsedildiğini yazmış Erich Kastner kısaca. Başka birkaç kitapta daha bu tarz bir açıklama görmüş fakat sevmemiştim.
Bu kitapta ise çok hoşuma gitti.
"Yeşil bir kurşunkalemin kaybolmasından, çocukların gözyaşlarının ne kadar iri olduğu hakkındaki bir görüşten, küçük Jonathan Trotz'un okyanus yolculuğu ile büyükanne ve büyükbabasının onu neden karşılamaya gelmediklerinden, nasırlara övgüden, ayrıca cesaret ile zekayı aynı kefeye koymak gerektiğine ilişkin acil bir talepten söz ediyor."
Sadece bu giriş paragraflarını bile ard arda yazsak sanırım neşeli bir öykü oluşur.
Kitapta ilk önce, Noelde oynanacak oyunun yazarı Jonathan Trotz ile tanışıyoruz. Jonathan'ın hikayesindeki şu parağraf benim için oldukça anlamlı:
"Yalnızca: Kendinizi kandırmayın ve başkalarının da sizi kandırmasına izin vermeyin. Bir şeyler ters gittiğinde, korkmayın. Belanın üstüne gitmeyi öğrenin. Şanssızlığa uğradığınızda, pes etmeyin. Kuyruğu dik tutun! Nasır bağlayın!"



Kitaplardaki bu cümlelere bayılıyorum. Bana gerçekten pozitif enerji veriyor ve bir şeyler ters gittiğinde bunu hatırlıyorum. (ilginç ama doğru)
Jonathan'dan sonra sınıfın birincisi Martin kalbime yerleşiyor. Sadece dersleri iyi olan asosyal bir çocuk değil, "Çelik Birlik" ekibinin de lideri ve haksızlığa tahammülü yok. Ailesinin yoksulluğu sebebiyle Noelde yaşadığı "durum"u ise kitabı okumak isteyenler olabileceği için yazmayacağım ama beni her iki okumamda da ağlattı :)
Matthias'ın gözünden Jonathan:
"Hem çok çalışkan hem de inek değil. Okula başladığı ilk günden beri sınıf birincisi; yine de her kavgada bizimle beraber..."
Günün birinde boksör olmak isteyen ve her zaman aç olan Matthias Selbmann ile cesaret yoksunu Uli'nin arkadaşlığı ve birbirlerine destek olmaları kitap boyunca beni gülümsetti. Şimdiye kadar okuduğum kitaplarda iki zıt karakterin birbirine bu kadar destek olmasına pek şahit olmamıştım. Uli'ye "cesaret yoksunu" dedim ama az sonra bu lafı yutacağım :)
Kitapta öyle enteresan bir sahne var ki, okurken ben de "acaba bu davranış, kitabı okuyan çocukları etkiler mi" diye düşündüm. Ama sonra bu düşüncemden vazgeçtim. Televizyonda gördüklerine nazaran kitaplarda okudukları o kadar "masum" kalıyor ki...
Sebastian Frank ise zaman zaman hoşlanmadığım ama genel olarak sevdiğim bir karakter oldu. Sadece biraz diğer çocukların gölgesinde gibi geldi, yazar karşımda olsa ona şunu sormak isterdim: "Sebastian'ı biraz daha öne çıkarmayı düşünmediniz mi?" Büyük çocuklara karşı gösterdiği alaycı tavrı kitapta birkaç bölümde daha görmek hoşuma giderdi doğrusu. (cesaret konusunda yaptığı açıklamalar gibi)
Noel kutlamalarında sergilenen oyunun adı ise "Uçan Sınıf". "Ders, yerinde keşfe dönüşür"diyor oyun ve beş perde boyunca coğrafya dersinde işledikleri yerleri görmek üzere yola çıkıyorlar. Öğretmeni ise tabii ki Sebastian oynuyor.("korkunç derecede zeki" olmanın sonucu :)
Kitabı okurken ister istemez "Pal Sokağı Çocukları" ile kıyaslama yaptım çünkü onu da geçen hafta okudum. Her ikisinde de kurgudan daha çok karakterleri sevdim. Hikayeden çok hislerime odaklandım.
Uçan Sınıf kitabında Bay Justus ve Sigara İçmez hakkındaki sürpriz beni şaşırtmadı ama Sigara İçmez hakkında kafamda birkaç soruya sebep oldu.

yorum bile yapmışım :)
Bay Justus neden bilmiyorum ama bana Gönül Öğretmenimi hatırlattı.
Ve şu ara okuduğum "Kütüphanedeki Aslan"kitabını. "Kurallar, bazen/gerektiğinde çiğnenebilir." 
Bu kitapta en sevdiğim şey, sadece hikayenin naifliği değil. Karakterlerin işlenişi, hikayedeki duruşu ve neredeyse her bir karakterde kendimden bir şeyler bulmuş olmam, bu sevgiye birer ek.
Kitabın sonuna geldiğimde ben de buzağı Eduard'a ne olduğunu merak ediyordum.
Geçen hafta Seğmenlerde tepe bayır fotoğraf çekmeye çalışırken "yapamam" dediğim bir yerde aklıma Uli geldi ve onun cesaretiyle "yaptım." Sanırım kitap okumak, beni sahiden farklı kollardan besliyor.
Bu kitapla ilgili yorumumu-tıpkı geçen haftalarda okuduğum diğer kitaplar gibi- bir süredir yazmaya çalıştığımdan paragraflar arası anlam karmaşası olabilir ama dediğim gibi benim için kitabı okurken hissettiğim "duygu" önemli.
Bu kitabı okurken bolca gülümsedim ve son sayfaya geldiğimde bittiğine üzüldüm.
Hep aklımda kalacak, "Çelik Birlik!" ve bu dostluk hikayesi...
* Tüm öğretmenlerin okuması gerektiğini düşündüğüm bu kitabı yanında bir mektupla birlikte Elif'in öğretmenine de hediye ettim.
Bu vesileyle tüm öğretmenlerimizin "Öğretmenler Günü" kutlu olsun.
(Benim sadece formasyonum var, öğretmen sayılmam :P )

Uçan Sınıf
Özgün Adı: Das Fliegende Klassenzimmer
Yazan: Erich Kastner
Çeviren: Şebnem Sunar
Yaş grubu: 9+
Can Çocuk, 2015, karton kapak, 188 sayfa






Devamını oku »

23 Kasım 2015 Pazartesi

Günün Mutluluk Sebebi 15: Sonbahar / Fotoğraf / Arkadaşlık

Geçtiğimiz günlerde fotoğraf makinemi oldukça komik bir tesadüfle bulduk.
Kedili bir çantanın içinde kalmış ve çantayı tamamen unutmuşuz.
Fotoğraf makinemi bulunca bize de Seğmenler Parkına gidip yerlerde sürünmek kaldı.
Ben pek havadan fotoğraf çekemiyorum. İlla o yeni yıkanan kotum bir çamura bulanacak, temiz temiz çekemem fotoğrafı :)
Doğada olmak, son bahar yapraklarına dokunmak bana nasıl iyi geldi anlatamam.
Sanki şarjım bitmek üzereymiş de parkta fotoğraf çekerken şarjım dolmuş gibi.
Uzun zamandır makineyi elime almayınca birçok şeyi unuttuğumu fark ettim.
Ama ısrar ettim ve çekimlerimi "manuel" ayarda yaptım.
Hareketli bir cisim (Elif gibi) çekmediğimden ISO'yu sabitledim: 125'e. (aklımda kalan doğru buydu, hava açıktı çünkü)
Diyaframı da güneşli yerlerde 14-16 gibi, karanlık yerlerde de 6-7 gibi ayarlamaya çalıştım.
Sonuç, mükemmel değildi ama ben zaten "mükemmel"in peşinde değildim.
Amacım sadece keyifli vakit geçirmekti, o da fazlasıyla oldu.
Fotoğrafların hiçbirinde filtre yok, sadece befunky sitesinden "2balık" yazısı ekledim.
Mesela bu ağacı çok sevdim ve patlaktan karanlığa kadar bir dolu fotoğrafını çektim. En güzeli bu oldu sanırım:


Aynı ağacın üzerine yanımdaki "Ağaçlar" kitabını koydum.

Sonra biraz yürüdüm ve bir yaprak buldum:

Yerdeki minik papatyalar da çok hoşuma gitti:



Daha önce hiç Nikon ile selfie çekmemiştim :) Saat ayarı yapıp deklanşöre bastım ve yere yattım, işte sonuç bu:

Yanıma bir dolu kitap almıştım fotoğrafını çekerim diye ama başka başka şeylere daldım :)


Bu ağaç da bana huzur verdi :)


Aydınlanmış anne-kız görmek isterseniz :) Aslında karabalık da güzel çeker ama ayarlarına hiç bakmadan çekince böyle nurlu olmuşuz :)


Elif maşallah o gün çok mutluydu, dilediği gibi koştu & coştu :)

Bu fotoğraf biraz tesadüf biraz senaryo aslında. Ağaçlar kitabına bakıp hangi ağaç neymiş diyordum ki karabalık Elif yanına geliyor, dur fotoğrafınızı çekeyim deyince gülesim geldi. O da bu, filtre koydum 1 adet:

Buraya detay yazamıyorum çünkü tam olarak ne olduğunu bilmiyorum ama fotoğraf çekerken aklıma harika bir fikir geldi ve ben onu fotoğraflamayı başardım. İşte onu eklemeyeceğim çünkü o bir sır.
Sır değil de sürpriz... Kendime hem de :)
Yasemen ve Özlem, siz olmasaydınız ben bu gazı nereden bulurdum bilmiyorum. Keyif aldığım bir şeyi yapmak/bir şeyi keyif alarak yapmak meğer ne tatlı bir şeymiş. İçim acayip güzel enerji doldu.
Dolmuştu.
Ta ki...
Bir arkadaşımdan gelen mesajı görene kadar.
Enerjim bu kadarmış demek ki, mesajı okumamla yüzüm birden düştü. Canım çok sıkıldı. Sonra işin içine başka arkadaşlar ve yanlış anlamalar da girdi. Tadından yenmeyecek bir şenlik vardı hafta sonu benim açımdan. Parktaki Esoş gitmiş, yerine ağlamaktan gözleri şişmiş Esoş gelmişti. Tipik bir hareketle "hepsi benim suçum ühüüü" dedim. Ancak sonrasında sevindirici bir şey oldu.
"Kızıl Ağaç"ı buldum. Shaun Tan'a sevgilerimi gönderdim ve ardından şu fotoğrafı çektim. (cep telefonumla)

Instagrama da bir şeyler yazmıştım ama özetle şöyle:
Geçtiğimiz haftalarda ben hastayken sevdiğim bir arkadaşım bana mesaj attı ve dedi ki "Annem hep hasta/üzgün olduğumda 'kendini kaybetme' lafını bana söylerdi." Dün çok üzüldüğüm bir zamanda da ben bu cümleyi taşa yazdım. (kendime not: taş stoklarım azalıyor, bir ara toplayayım) Uzun zamandır istediğim kupayı da Paşabahçeden aldım. Ağlamam bitip de biraz daha kendime geldiğimde şunları düşündüm.
"Her şer'de var bir hayır..." Yaşadığımız şeyler öylesine içi boş şeyler değil. Bu yaşadığım şeyden de çıkaracağım bir ders var. (tam o ara bulmuştum kızıl ağacı, okumayan varsa tavsiye ederim, kötü hissettiğimde okuduğum ilk 3teki kitabımdır.) Kendimi suçlayarak, üzülerek, ağlayarak bir yere varamayacağımı anlamıştım. Çünkü yaşananlar yaşanmış, söylenen sözler ağızdan çıkmış hatta yazıya dökülmüştü. Zamanı geri de alamazdım.
O halde?
Önüme bakmalıydım.
Yaşadığım şeyi "içinde" olarak değil de ona uzaktan bakarak değerlendirmeliydim.
Ben de bunu denedim.
(O ara kahve yaptım kendime)
22 Kasım 2015 Pazar, Elif ilk defa bana seslenip ardından bana öpücük attı ve o kadar tatlıydı ki... Bugünü sadece bu güzel anı ile hatırlamak istediğime karar verdim.
Diğer yaşadığım şeyi unutmadım.
Ancak üzerine gereğinden fazla anlam yüklemeyi ve kendimi tüketmeyi bıraktım.
Arkadaşlık, hoşgörü, sadece insan olmak, eşit olmak, üstten bakmamak, hırs yapmamak, iyi niyetli olmak, yapıcı veya yıkıcı olmak, özür dileyebilmek, egodan biraz sıyrılabilmek ve büyümeye rağmen hata yapabilmek, çocuk ruhunu hep korumak, ütopyalara inanmak üzerine biraz düşündüm.
Sanırım ben "oltaya gelen sazan" olmaktan hep mutluluk duyacağım çünkü kimseye olta hazırlamayacağım.
Sadece basit 1 balık olduğum için yeniden şükrettim.
Bu da benim, o an farkında olmasam da, mutluluk sebebim oldu.
Bu hisleri yaşamamı sağlayan arkadaşlarıma çok teşekkür ederim.
                                                                                  ***
Bu görsel de bugünden:
Bana hep destek olan (yeri geldiğinde beni yapıcı bir şekilde eleştiren ve kendimi geliştirmeme sebep olan) tatlı bir arkadaşıma hazırladım bu görseli. Bir ısırıktan sonra geldi aklıma fotoğraf ama :)

"Gerçek arkadaş, hatalarını yüzüne vurarak sana arkasını dönen kişi değil, yaptığın hataya seninle birlikte üzülebilen ve çözüm üreten kişidir." (ünlü sazan Esoş :)

Devamını oku »

20 Kasım 2015 Cuma

1 Kitap 1 Mektup: Melek Özlem Sezer İle Kedilerin Peşine Takıldım :)

Bazı kitapları okurken kendimi kaybediyorum, çok gülüyorum, çok eğleniyorum ve bazen de kafama takılan yerleri yazarına sormak için can atıyorum.
"Çocukken okusaymışım" dediğim ama yine de geç kalmadığımı düşündüğüm bir kitap "Büyüklerle Dalga Geçme Dersleri". Bu kitaptan sonra Melek Özlem Sezer'in diğer kitaplarını da okudum ve merakım iyice arttı, ben de kapısını çaldım: "Güldürme tozu yutmuş olabilir misiniz?" diye:
Görsel Kaynak: burada
Küçükken okuduğum kitaplarda ya hüzünlü ögeler vardı ya da bize dişimizi fırçalamamızı öğütleyen yetişkinler... Ben büyüdüm, çocuk edebiyatı değişti; güzelleşti ve çocuklara eğlenmelerini söyleyen hatta bunu nasıl yapacaklarını anlatan kitaplar yayınlanmaya başladı. Aradaki değişimi sağlayan sizce ne oldu?
Çocuk edebiyatının da her şeyden önce edebiyat olduğunun kabulü, pek çok özensizliğin önüne geçti. Alana kendini adamış, doğru pedagojik zeminde iyi edebiyat derdindeki Türkiyeli yazarların çoğalması kadar, Nöstlinger gibi çığır açıcı yazarların geç de olsa çevrilmesi de çıtaların yükselmesine sebep oldu. İçerik ve yaklaşıma gelince… “Sen çocuk mu kandırıyorsun?” nasıl da dilimize yerleşmiş bir söylem, değil mi? Bu laf, çocukla ilgili pek çok yanlışın nerede başladığını iyi özetliyor. Üstelik kimilerine, rastgele kitaplar çıkarma cesareti veriyor. “Aman işte çocuk sonuçta, önüne ne koysan yer.” yaklaşımı, ticari ya da bireysel çıkarların etiğin önüne geçmesi, kifayetsizlerin alanda at koşturması, hâlâ yaşadığımız sorunlardan. Ne ki selüloz ziyanları, iyi edebiyat ve profesyonel yayıncılığın baskısı altında gittikçe daha çok boğuluyor.

Geldiğimiz yer doyurucu mu peki?
Hayır, değil elbette. Metinlere sızan geleneksel kodlardan, özgür ve bağımsız bireylerin yetişmesine engel olarak bilinçsizce iktidar kurumlarına hizmet eden düşüncelerden ve yanlış toplumsal cinsiyet iletilerinden arınmamız için önümüzde uzun bir yol var. Bu yolda akıllı adımlarla ilerlememiz, gözbağlarımızı açmamız ve daha yüksek bir edebiyata kavuşmamız için eleştirinin gelişmesi elzem. Şu anda pek çok karmaşık, iç içe geçmiş nedenden ötürü bu pek mümkün görünmüyor. Ama ben en azından Haziran Çocukları’nın bir gün bu cesareti, birikimle birleştirerek göstereceğine inanıyorum.
Bense bu konudaki ihtiyacımı, yazar yazmaz metinlerimi arkadaşlarımla, öğretmenlerle, çocuklarla, iyi okuyucularla olduğu gibi hiç kitap okumayanlarla da paylaşarak gidermeye çalışıyorum.
Elbette çalıştığım yayın evleri, özellikle Can Çocuk Yayınları bana editoryal anlamda çok yol gösterici oluyor. Ama metin yayın evine ne kadar temiz giderse, daha ayrıntılı bir çalışmaya o kadar enerji kalıyor. Çünkü bir metinde çok hata varsa, dikkatimiz kurnazca, ta en diplere saklanmış hatalara yönelemiyor. Ve okuyan kişiyi de olabildiğince az yormanın, verimi yükselteceğine inanıyorum. Öte yandan bu profesyonel çalışmalar yetişkin dünyasında olup bitiyor. O nedenle çocukların eleştirilerine, önerilerine, neye ihtiyaç duyduklarının, neyi daha çok sevdiklerinin ya da nerede anlama sorunlarının oluştuğunun bilgisine daha önce ulaşmaya dikkat ediyorum. Asıl kılavuz hiç kuşkusuz çocuklar.

En çok merak ettiğim soru; farklı tarzlarda eserleriniz var ama hepsi de bence çok eğlenceli ve komik. Var mı bu işin bir sırrı? (Güldürme tozu falan yutmuş olabilir misiniz? :)
Onlar güldürme tozu değil, güneş tozları. Ben iki buçuk yaşındayken yandım. Üstelik çok ağır bir yanıktı. Ölmediysem, inadımdan, bir de hastanede derim kazınırken gözüm gün ışığına takıldığında direnç bulmamdan. Benim bu kadar neşeli olduğumu gören çok kişi ağzında gümüş kaşıkla doğmuş, dertsiz biri olduğumu sanıyor. Oysa çok kısa bir süre öncesine kadar oldukça zor bir hayatım oldu. Ne ki dirençliydim. Ve hayatın acıtan yerleri kadar mucizelerine de değer verdim. Hem de alabildiğine. Çünkü güneş tozu yutmuş biri gülmeye küsmüyor ve böylece güldürebileceği yerleri de yok etmiyor.
Gerçi yetişkin kitaplarımda, özellikle şiirde kimi zaman hüzün ağırlığını hissettirir ama çocuk kitaplarımı daha neşeli yanımla yazıyorum. Ve çocuk ya da değil, ne yazarsam yazayım insanı çaresiz hissettiren duygu ya da düşünce zemininden uzak durmaya çalışıyorum. Çünkü biz Arabesk Kültürle yetişen bir toplumuz ve o kadar ağır meselelerimiz var ki insanın eylem gücünü alan o kara hissiyattan kurtulamazsak, hiçbir şeyle baş edemeyiz. Kaldı ki ben “mutluluğu koşula bağlamamayı” öğrenecek kadar yaş aldım. Çocukluğumdan beri de bireyin kendi gücünü küçümsememesi, sorunların arkasındaki nedenleri değiştirmekle yükümlü olduğu fikrindeyim. Bunun en iyi yolu da mizah.
Öte yandan yazmak benim için yaşamak demek. En sevdiğim duygu sevinç olunca da, eğlenceli şeyler ruh rengimle daha çok uyum sağlıyor, kalemin mürekkebini o tarz bir yaşamak algısından çekmek istiyor. Ama tek bir cümleyle de yanıtlayabilirdim aslında bu soruyu: Ben mutluluğa yetenekli bir insanım.

İçinde "canavar" olan bir hikâye sizce ebeveynleri endişelendirmez mi? Günümüz ebeveynleri olarak -malum- her şeyden nem kapar olduk :) Aslında bu hikâyede canavar da çocuktan korkuyor. Herkes "gerçekte olan"dan değil de "kendi zihninde yarattığı imge"den korkuyor diyebilir miyiz? 
Tam olarak öyle.
Çocukken kışları ablamla soba yanan tek odadaki divanda birbirimize sokularak yatardık. O zamanlar hemen her evde ağaç gibi dallanan ve pek çok halkanın saksıları taşıdığı demir düzenekler vardı. Gece onun gölgesini canavara benzetirdik. Kurduğumuz oyuna göre ışığı açınca canavar yok olurdu. Yorganın her noktasını üzerimize kapadığımızda ise içeri giremezdi. İşin garip yanı, korkardık ama karanlıkta sürekli biçim değiştiren canavarlarla çok da haz verici bir oyundu.
İnsan zihninde canavarlar yaratmaya alışık. Karanlık korkusu ise göremediğinin yerine korkutucu şeyler koymakla başlıyor. Yani aslında korktuğun karanlık değil, kendi zihnin. Öyleyse o karanlığı bir sinema perdesi gibi istediğin türde, büyüleyici, hoş, eğlenceli şeylere zemin olması için de kullanabilirsin. Ki ben sanırım senaryo yazarlığına, çocukken divanın altındaki karanlığa sığınıp orada kendi filmlerimi çekmekle başladım. Gündüz divan altında çekilen filmlerde canavar olmazdı. Ama hayatım boyunca zihnime toplumun yerleştirdiği canavarlarla boğuştum. Bazılarıyla da arkadaş oldum.

“Dolapta kim var?” okul öncesi ve 1. 2. sınıflar için yazılmış bir kitap. Çocuk, zihninde yarattığı canavardan korkmakla kalmıyor, onu kendi kusurlarını, örneğin odasını toplamaktaki tembelliğini örtbas etmek, suçu birine atıp rahatlamak için de kullanıyor. Çocuk canavarı görünce “Ay, bir canavar!” diye çığlığı basıyor. Canavarsa “Ay bir çocuk, hem de çok korkunç!” diye bağırıyor. (Ki ben bu sahneye çok gülüyorum.) Böylece canavar ya da öteki diye bir kalıbın içine koyduğumuz ve o kalıbı boyayıp dururken içinde ne var diye bakmadıklarımızla söyleşmenin kapısı açılıyor.
Birine “düşman” dediğimizde, o yalnızca “düşman”dır. Ne onun kim olduğunu düşünürüz, ne de haklı olup olmadığını. Ben bu kitapta korku oyunlarını, önyargılarını, ötekileştirmeyi bırakıp diyalog yolunu açmanın hoşluklarını gösterme istedim.
Aynı şekilde “Benim Adım On Üç” de, On Üç adında, merdiven altında doğmuş bir kara kedinin ötekileştirmeye, önyargılara ve batıl inançlara karşı kendini ifade etmesini konu ediniyordu.
Çocuklar her iki kitabın mesajını da gayet iyi algıladı. Büyüklere gelince, onlar gerçekten korkutucu ve zalim canavarlar yaratıp saldılar bu dünyaya. Eğer bunca insanın katline sebep olan o canavarlardan korkmuyor, bunlara karşı mücadelede yer almıyorlarsa, kel kafasına diş fırçaları saplayarak süslenen bir canavarı korkutucu bulmaları komik olur. Traji-komik elbette.
Oysa hangi canavarı geldiği çamura gömeceğin, hangisine karşı ortak mücadele içine gireceğin, hangisinin bireyin özgürleşmemesi için uydurulmuş olduğunu gördüğün anda onu koluna takıp gezeceğin, şu yaşadığımız ortamda çok daha fazla önem kazandı. Canavarlarla ilişkimizi gözden geçirmeyi ihmal etmemiz, çocuklara devredecek karanlığı büyütecek diye düşünüyorum.

Neredeyse tüm kitaplarınızın çizeri farklı isimler. Çizim ve hikâye bir bütün olduğunda çok daha güzel oluyor. Yazar olarak hikâyelerin çizimlerinin nasıl olacağına dair fikir belirtme şansınız oluyor mu yoksa kitap tamamlandığında çizimler size de sürpriz mi oluyor?
Bazen öyle, bazen hayır. İkisinin de farklı kolaylıkları ve zorlukları var. Türkiye’de çocuk yayıncılığının en can alıcı sorunlarından biri, yayın ekibindeki eksiklikler. Yeterince iyi, bu alanda uzman editörün, yayın koordinatörünün ve ressamın olmayışı, bazen bunaltıcı olabiliyor.
Elbette örneğin Mustafa Delioğlu gibi metni çok iyi okuyan, yorumlayan ve insana hiçbir sıkıntı yaşatmayan, usta ressamlarla çalışmak huzur verici ve çok da kolay. Ama alana yeni ressamlar da katılmalı. Ben bunun için çok çaba harcadım. Resim editörlüğünü yaptığım kitaplar oldu ki, bir kitabın resimlenmesi için harcadığım zaman ve emekle rahatlıkla iki üç kitap yazardım. Yeni ressamlarda temel sorunlar şunlar: Kitap okumamaları, bu nedenle resimleyecekleri kitapları da doğru algılamamaları, iş etiğinden yoksunluğun yarattığı akıl almaz aksaklıklar,  kayıplar, kibir, kapris ve coşkunun kitaba değil, yalnızca bu kitabı ben resimledim demenin ya da kazanılacak paranın hesabına yönelik olması.
Durum o kadar feci ki bir ressamın şunu söylediğine şahit oldum: “Ya internetin, sinemanın bu kadar geliştiği bir zamanda, kitap okumak artık çok lüzumsuz, çağdışı bir şey.” Cahillerden daha katlanılmaz bir şey varsa, o da cahilliğiyle böbürlenenler.
Yeni ressamların alana girmesi için doğrusu ya elimden geleni ardıma koymadım. Ama örneğin bir yıl önce dördüncü kitabının basılması gereken seri, ressamının iş ahlâkından yoksun olması nedeniyle ilk kitapta kaldı. Ben de artık enerjimi en azından bir süreliğine yeni ressamlara destek olmakla perişan etmeyip kitaplarımı profesyonel editörün gözetiminde, profesyonel ressamlara bırakma yolunu seçtim. Ama içimde hep yeni, genç, alanda kalıcı olacak ressamlara olan özlemle ve tabii umutla.

Eldivenlerinin sol tekini kaybeden Moli'nin hikâyesindeki fare gibi ince düşünceli ve tatlı bir arkadaşım olsun isterdim açıkçası. Bu hikâyede yer alan eldiven ağacı yoksa gerçek mi?
Moli’nin hayatında gerçek. Şimdi bu sorunun açtığı zihin patikasında benim hayatımda da –Moli’ninkinden farklı olsa da- böyle bir eldiven ağacı olduğunu anlıyorum. Biz, tek eldivenini kaybetmiş ya da o eldiven olup eşini bulamamış insanların yoksunluk duygusuyla büyüdük. Ama çok şükür ki dostlarım ve etkinliklerde bana olağanüstü duygular yaşatan çocuklar, benim için bir eldiven ağacı oldu. Farklı yerlerde örülmüş, bazen kaybolmuş, bazen açığa çıkmış, kimi zaman kaçan ilmeğine üzülmüş ama sonra o kaçan ilmeklerin açtığı patikaların güzelliğini fark etmiş eldivenler benim ağacımda birleşti. Ne zaman kedere kapılsam, o gülücüklerle dolu eldiven ağacının altına uzanırım. Bir de rüzgâr çağırırım ki eldivenler salınsın ve bana hayatta şükran duyacağım ne çok şey olduğunu hatırlatsın.

İtiraf etmem gerek, benim favori kitabım "Büyüklerle Dalga Geçme Dersleri". Çok hazır cevap biri olmadığım için biri bana bir şey söylediğinde sadece gülümseyip geçerdim ama söyleyeceklerim boğazımda düğümlenirdi; bu kitaptan sonra ise farkında bile olmadan dilimden dökülmeye başladılar :) Farklı, akla çok kolay gelmeyecek tarzda olan bu kitabın özel bir yazılış hikâyesi ya da sebebi var mı?
Ben çocukken bir defter tutardım: Büyüyünce yapmayacağım şeyler. Çevremdeki yetişkinler çocukluklarından söz ederken deli olduklarını söylediklerini neden şimdi çocuk olanlara yapıyor anlamazdım. Onlar gibi bir yetişkin olmaktan ve bir gün çocukları anlamamaktan korktuğum, ayrıca bir gün mutlaka çocuk haklarıyla ilgili bir şey yapmak istediğim için tutardım bu defteri. O defter sonra ne oldu hatırlamıyorum ama sözümü hiç unutmadım.
Tüm kitaplarımın içinde çocukken zihnime kazıdıklarımı en çok Büyüklerle Dalga Geçme Dersleri taşır. Tabii yalnızca bir tek kişinin çocuk geçmişine dayanmak doğru olmazdı. O nedenle kitaptaki konuların bir kısmını, yetişkinler ve çocuklar arasında yaptığım anketler sonucunda seçtim. Farklı kuşaklardan farklı sosyal kesimlerden insanlar aynı yerlerde incitilmişti. Ben de bu zincirin en iyi çocukluk zamanında algıların açılmasıyla kırılabileceğini düşündüm. Aslında işlenen konular ağır, kederli bir dille de işlenebilecek şeyler. İstense, zırıl zırıl ağlatır her bir başlık. Ama o zaman ağladığımızla kalırız. Buradaki meseleler zaten fazlasıyla ağır zaten, bir de hicranı eklemek doğru değil bence. Oysa asıl ihtiyacımız olan, bunlara sebep olan toplumsal öğretileri kavramak ve onları değiştirmek. Bunun için de enerjiye ihtiyaç var. Yani mizah çok iyi ve doğru bir zemin. Öte yandan aslında bizi yara bere içinde bırakan tüm bu işleyiş gerçekten de o kadar saçma, o kadar komik ki. Bu saçmalığı fark edemediğimiz için bizi ağlatan bir hayata sürüklenmişiz. O ağlamalar hiçbir işimize yaramamış. E bari bir de gülmeyi deneyelim, değil mi ama?
“Orantısız güç kullanımı” yetişkinler ve çocuklar arasındaki ilişki için de doğru. O nedenle çocuğun gücü baskılanıyor, dilimizdeki lafları yutuyoruz ve onlar içimizde bir yerde kalıyor. Yetişkinler de çocukluk acılarını hâlâ dillendirmiyor mu? Ama işte çözümsüzlük de burada zaten. Acılardan söz edip durmak yerine, onları değiştirmek için eyleme geçmemek. Tabii insanın önce kendi acılarını yıkması lazım ki söz dilde kıvranıp kalmasın.

Gölgesini kaybeden Hacivat ve Karagöz ile klasik tarzda bir anlatım yerine eğlenceli bir "gülmece" okuyoruz. "Hacivat ve Karagöz bir gün yola çıktılar ve yolda gölgelerini kaybettiler" diye başlayan bir cümle yerine kendimizi bir anda gölgenin peşinde ve hikayenin tam içinde buluyoruz. Bu tarz ile okuma kültüründe pasif okuyuculuktan çıkıyoruz diyebilir miyiz?
Ben özellikle çocuk edebiyatında birlikte yola çıkılıp yaşanan maceralardan hoşlanıyorum. Öte yandan Karagöz ve Hacivat zaten “biz” anlamına geliyor. Bizim derdimizi anlattığımız, bizim mizahımızı yarattığımız ve bizimle değişen bir kültürel miras. Gerçi gelenekten alınan öğeler için tutucu bir anlayış söz konusu nedense. Zamanı durdurma çabası, edebi zevklerin önüne geçiyor. Oysa bence, değişip gelişmekten mahrum ettiğin şeyi ölüme mahkûm ediyorsun demektir. O nedenle ben Karagöz ve Hacivat’ı modern bir öykülemeyle, bugünün çocuklarına uygun bir macerayla anlatmak istedim. İlk kitap olan “Karagöz’ün Gölgesini Kim Çaldı?”nın ardından gelen “Eyvah, Gölgeler Değişiyor!” ise tutkuyla bağlı olduğum masal kültürünü de metne sızdırma amacıyla birleşti.

"Sakız Çiğneyen Kedi" kitabında çok güzel şiirler var. Ama ilgimi en çok "kedilerden korkanlara" şiiri çekti. Uzun yıllar kedi fobisiyleyaşayıp sonra hayatıma Lokum Hanım'ı alınca kedilerin hiç de korkulacak biryanı olmadıklarını görmüştüm. 
"İşte şimdi sen de oldun bir kedi/ Söylesene, korkunç buldun mu kendini?" Kitaplarınızda kediler sıklıkla yer alınca merak ettim, kedilerle olan diyalogunuz nereden geliyor? 
Oldum olası kedileri ve kargaları çok severim. Kediler içimi ısıtır, kargalara ise büyük hayranlığım var. O şiirlerde –şu anda beni tek koluyla kaldıracak kadar büyümüş olan yeğenim Derin Deniz’in ve onun kedileriyle köpeği Yulaf’ın etkisi ağırlıkta. Çocukken şöyle demişti: “Bunları sen yazıyor olabilirsin ama ilhamını benden aldığını unutma!” Yıllar sonra şiirler kitaplaştığında ne kadar haklı olduğunu gördüm.

Çocuk edebiyatında unutamadığınız, sizi çok etkileyen, dönüp dönüp yine okuduğunuz kitaplar hangileri?
Heidi’ye olan hayranlığım hiçbir şeyle karşılaştırılamaz.

Son zamanlarda okurken sizi çok eğlendiren, güldüren kitaplar var mı?
Rodari bazen beni çok güldürüyor. Ama en çok okul öncesi kitaplarını seviyor ve onlarla gülüyorum.
Semih Erelvanlı’nın -çocuk kitapları olmasa da çocuk karakterlerinin çok güçlü olduğu- öykü kitabı Bebek Arabasında Ayvalar’da beni kırk kere de okusam kahkahadan yerlere yıkan öyküler var. Özellikle Çişli Ayşe ve Arkadaşları’na çok gülüyorum. Bazı öyküleri ise fena ağlatıyor. Aynı şekilde onun minimal öykü kitabı Tahtakurularının Evreni de çok güldürüp çok ağlatıyor beni.
Belki çok gülmediğim, hatta fena ağladığım çocukları konu edinen hitlerimi de paylaşmak isterim. Çünkü çok aşığım bu kitaplara:
Bir Avuç Yıldız, Rafik Schami
Bülbülü Öldürmek, Harper Lee
Uçurtma Avcıları, Khalid Hüseyni

Çocuklar için yazdığınız kitaplarda kullandığınız dile daha mı çok dikkat ediyorsunuz ya da böyle bir ayrım yapmak doğru mu?
Edebiyat, edebiyattır ve yazdığın her şeye karşı sorumlusundur. Yalnızca her bir alanda dikkatin biçimi değişiyor.

Klasik masallarda bulunan birçok ögenin çocuklar için uygun olmadığı konusunda verdiğiniz çok güzel örnekler var, “Pamuk Prenses” masalı gibi. Son dönemde yazılan çağdaş masallar hakkında ve bu masallardaki “toplumsal cinsiyet”in işlenişi ile ilgili ne düşünüyorsunuz?
Masallar ve Toplumsal Cinsiyet’te eleştirdiğim masallar klasik masallardı. Taklitleri de öncüleri gibi aynı ileti sorunlarını yaşıyor ama onlardaki lezzet de yok. Öte yandan harika modern masallar ve masal ögelerini çok başarılı kullanan, tuzaklara düşmediği gibi gözbağlarını açan kitaplar da var.

Tamamlanmak üzere olan projelerden minik tüyolar alabilir miyim? ("Büyüklerle Dalga Geçme Dersleri" kitabının ikincisi çıksa diye heyecanlanıyorum mesela ben :)
Ama Büyüklere Mektuplar çıktı. Tamam, bu kitap o kadar da mizaha yaslanmıyor ama benzer sorunlara farklı bir yerden bakıyor. Büyüklerle Dalga Geçme Dersleri’nin ikincisini ise umarım yazmam. İlki geçmişte ve bugün yaşanan sorunları konu ediniyordu. Gelecekte çocukların başına sarmaya yeni dertler icat edilirse, yazarım. Ki bunun fikri bile çok üzücü.
Gelelim, şu anda tezgâhta olanlara. Son günlerde harıl harıl düzeltme yapıp duruyorum. Şiir masallar ve yetişkinler için bir şiir kitabı yayına hazırlanıyor. Bir de muzip bir karşı masal serisi var. Ayrıca çocuklar için şiir ve masal kılavuzları.

Yazma rutininiz var mı? Roald Dahl gibi minik bir kulübede sarı bloknotlarınıza kurşun kalemle mi yazıyorsunuz yoksa :)
Yazmaya sekiz yaşımda başladım ve birkaç yıl öncesine kadar tatiller dâhil çalışmadığım tek bir gün olmadı. Ama öyle minik kulübe gibi bir şansım hiç olmadı. Onun için her zaman, her yerde çalışabilmeyi öğrendim. Şu anda çatlamış serçe parmağıma, bandajdan çıkar çıkmaz üstüne komik bir resim yapma sözü verip, ayağımı masanın üzerine atarak yazıyorum. Aklım da hep ona gidiyor. Sanki bir şey söyleyecek gibi, canı gıdıklanmak istiyor gibi… Yazık diyorum, kalem tutamaz, bilgisayar tuşlarına basamaz. İleride ayak serçe parmaklarının da yazı yazabileceği bir çalışma bahçesi yapacağım.

Teknoloji çağında olmayı ve bir şeyleri çabucak tüketmeyi sevmiyorum (ne yazık ki) ancak yine teknoloji çağında olup yazılarını/kitaplarını çok sevdiğim yazarlarla tanışma fırsatım olduğuna da seviniyorum (neyse ki) Söyleşiye katıldığınız ve gül(dür)me tozu yutup yutmadığınız merakınızdan beni kurtardığınız için çok teşekkür ederim J
Ben teşekkür ederim. Çünkü sorularınızda müthiş bir enerji, içtenlik ve samimiyet vardı. Bu nedenle de çok zevk aldım. Serçe parmağımdan herkese selamlar…
                                                                                 ***

Bu söyleşiyi öncelikle mail üzerinden yaptık, çünkü ben Melek Hanım'ın Ankara'da yaşadığını bilmiyordum. Derken bir gün buluştuk ve sohbet etme şansımız oldu. Orada konuştuğumuz şeyleri düşününce bu söyleşi biraz "az bile" kaldı :) Birlikte geçirdiğimiz yaklaşık 4 saatin sonunda ayaklarımın yerden kesildiğini yanlış metroya bindiğimde fark ettim. O kadar "masal gibi" geçmişti ki o saatler, hayatım boyunca hep hatırlayacağım.
Sorduğum sorulara uzun uzun emek vererek yazan bu tatlı yazar peki kitapları haricinde "nasıl biri?" derseniz;

Balık ekmek seven, kahvesini az şekerli içen, kedilerle sohbet eden, karga görebilmek için kalbi atan, devamlı olarak gülümseyen (kendisi gülmese gözlerinin içi muziplikle gülen), son derece mütevazi, konuşması şiir gibi gelen, "koşma düşersin" laflarına aldırmadan içindeki çocuğu besleyen tatlı mı tatlı biri.
Kahvemizi içerken Melek Hanım'ın arkasındaki büyük rüzgar gülünün akşam güneşinde salınışını hiç unutamayacağım. (öncesi de burada)
                                                                             ***
Kocaeli kitap fuarında tanıştıkları Saliha, Melek Hanım'ın sıcakkanlı tavrını çok sevdiğini  ve ona bu çizimle sürpriz yapmak istediğini söyledi :) (Annesi Feride'ye sevgilerimle)

"Bu kitap öyle tatlı ki içim sevinçle doluyor."

                                                                                       ***
6 Aralık 2015 Pazar akşamına kadar "Ben çocukken..."cümlesinin devamını yazan 1 kişiye imzalı "Büyüklerle Dalga Geçme Dersleri" kitabı Elif'in minnak ellerinin çekeceği çekilişle gidecek, ben de yanına 1 mektup koyacağım :)




"Daha dünkü çocuksun...

Bugün de çocuğum, ne hoş değil mi?"

*20 Kasım "Dünya Çocuk Hakları Günü"nüz kutlu olsun, büyüklerle dalga geçmeyi unutmayın :)
** Önceki "1 Kitap 1 Mektup" etkinlikleri de tam olarak burada :)
Devamını oku »