Drop Down MenusCSS Drop Down MenuPure CSS Dropdown Menu




1 Mart 2017 Çarşamba

Son Günlerde

O kadar çok şey oldu ki aslında, her biri için ayrı ayrı yazmaya başlayıp detaylandırdığım için buraya hiçbirini ekleyememek canımı sıkınca hepsinden kısaca bahsetmek istedim.
- En mühim olanından başlayayım, Elif'in geniz eti alındı ve 2 kulağına da tüp takıldı. Meğerse çocuk ondan uyuyamıyormuş demek isterdim ama o da değilmiş :) Neyse horlamadan uyuyor çok şükür ve meğerse gerçekten çok az duyuyormuş çünkü söylediklerimizi tekrarlatmamaya ve "bu bebek çok ağlıyor, başımı ağrıttı" demeye başladı. Ağzından nefes alan ve horlayan bir bebeniz varsa lütfen çocuk doktoruna gitmeyin, direk ve sadece kbb'ye gidin ve bizim gibi "son dakika"ya kalmayın.
Bu süreçte Adanadaydık hava 17 dereceydi ve biz mutluyduk. Yanımda karabalık yoktu ama annem, Eda ve kuzenler her şeyime yetişti sağolsun. Ve yine bu süreçte önce kayınvalidem sonra da annem acil anjiyoya girdiler, ikisi de temiz çıktı çok şükür.


- Ben ani bir kararla "sağlıklı"(alkali/mümkünse glutensiz-şekersiz) beslenmeye başladım. Öncesinde bilinçaltıma gönderdiğim mesajlar işe yaramış demek ki, gün içerisinde "alkali" yaptığım tek şey içtiğim suya limon atmaktı. Şimdi her sabah aç karna ılık suya organik elma sirkemi damlatıyorum ve kahvaltıda hep aynı UNO ekmeğinden tosta da bir son verdim ve hayatıma HİNDİSTANCEVİZİ'ni aldım. Her zaman aynı şeyleri yememeye ve yediklerimi çeşitlendirmeye başladım. (bu yazı o kadar uzun oldu ki bitirince hemen yayınlayacağım, detaylar orada) Örnek bir kahvaltı:
Ve bunu bitiremedim bile... Kalanları yoğurduma ek yaptım ara ögünde. Tüm bunların sebebi mide yanmalarımın ve baş ağrılarımın ciddi bir şekilde artmış olmasıydı ve benim neredeyse her yemekten sonra pişmanlık hissetmemdi çünkü fiziksel olarak canım yanıyordu. 1 Haftam bitti ve kendimi diyet yapıyor gibi kısıtlamadığım ve öyle de hissetmediğim için çok rahatım. Sodayı keyfime içiyorum artık :)
- Ağrı demişken, epeydir ertelediğim ve sonrasında da randevu alamadığım Ağrı Merkezi'ne yarın inşallah gidiyorum. Migreni tetikleyen şeyleri zaten 8 yıldır biliyorum ama devamlı bir tedaviye gitmemiştim, bakalım...
- Elifin burun akıntısı neredeyse hiç geçmedi ve adanadaki doktor bu kadarının normal olmadığını söyleyince ve onun Ankarada önerdiği doktorun da en erken randevusu Nisanda olunca bugün başka bir yere götürüyoruz onu. Alerji testi de yapılmıştı zaten, bir şey çıkmamıştı ama bu akıntı nedir bakmak gerek, son dakikaya yine bırakmadan.
- Şubat ayında sadece 4 kitap okuyarak kendi rekorumu kırdım :) Elimdeki 2 kitap da benim için gerçekten pek ilerlemeyince onları tez zamanda bitirmeye çalışıyorum ki sırada muhteşem kitaplar var.
- MART geldi bu arada, daha ne olsun, 2 hafta sonra doğum günüm var, o kadar heyecanlıyım ki :) Benim doğum günümün ertesi günü karabalığın doğum günü olunca duble keyifli geçiyor. Elifinkine de az kaldı ki bunu devamlı hatırlatıyor :)
- Bir de geçen gün şöyle bir şey oldu, epeydir çoooook istediğim bir şeyin benim için çok aşırı yüksek fiyatlı olduğunu düşünüp üzülüyordum. neyse sonunda gerçeklerle yüzleştim ve o kadar da pahalı değilmiş. yani pahalı ama erişilemez değil. hani benim aklımdaki rakamlara göre 'ucuz' kalır. Ama yine de ona bütçe ayıramam diyordum ki... Geçen gün işyerinden bir mesaj geldi, benim izin kesintilerimi yanlış hesaplamışlar ve bana eksik yatırılmış para. (böyle şeylere bakmadığım nasıl da belli, 14 aydır durum böyleymiş çünkü ahahaha) Ne kadar yatacak bilmiyorum ama belki o çooooook istediğim şey için küçük de olsa birikimi olur. Duyduğumdan beri çok heyecanlandım. Sonuçlanınca inşallah buradan da paylaşırım zaten siz de fark edersiniz :)
- Az önce telefonuma gelen mesaja göre, Elifin kreşine çok yakın olan butik avm'de eylül ayının sonuna kadar 3 boyutlu filmler harici tüm filmler çarşamba günleri 9 liraymış. Bahar da yaklaştığına göre, elifi babasıyla parka gönderip ben sinemaya giderim. Bence bu plan çok şukela oldu. Evde izleme imkanım benim çok az oluyor. Elifin uyuması en erken 23.30 olunca o saatten sonra ben kendim uyuyakalıyorum zaten ahaha. Bir de filmi sinemada severim ben yanına da mısır. Oh mis :) (Tek sorunum sinema biletinin 9 lira olmamasıymış sanki :P ) Ayda 2 filme ne dersiniz? Dönüşümlü olarak kalan haftalarda da karabalık gider. Her hafta biz sinemadayız o halde ahahaha

Ben şimdilik kaçar, apartman sohbetleri challengı'mı neden yapmadığımı ayrıca yazacağım. Ama bu sabah aklıma bir fikir geldi, orayı atlatırsam yazacam. Söz. Esoş sözü. Hem de doğum gününe 16 gün kalmış Esoş sözü. Daha ne olsun :)
Devamını oku »

22 Şubat 2017 Çarşamba

Geçen Gün* / Grano & İspanyolca Kitap

Bu seriyi aynı gün yazınca bence daha güzel oluyor ama denk gelmeyince yapacak bir şey yok.
Grano'yu daha önceki yazılarımdan sanırım hatırlarsınız, iş yerine yakın şirin kendi halinde ve lezzetli bir kahveci.
Aralık ayı başı gibiydi, iş yerinden bir arkadaşım Londradaki arkadaşından kitap siparişi verebileceğimizi söyledi, Amazon ile. Ben bu öneriye balıklama atlayıp 3-4 kitap seçmiştim ki dolar euro'nun tl karşılığını gördüğümde bunu sadece 1 kitaba indirmek zorunda kaldım. Ve o kitabı da ennn çok istediğim kitabı seçerek yaptım: ISOL
Bu kadının adını duyuyordum ama Kültür Alışverişi kitabını okuyana kadar bende bir şey uyanmıyordu. Kitap ve kitabın Isol'e aşık çevirmeni Sima'nın paylaştıklarından sonra Isol 💙 Esoş dedim ben de :)
Kitabın sipariş verilmesi, Londradaki kişiye ulaşması pek zor olmadı ama onun bana ulaşması tabii ki haftalar aldı. Beklediğim şey kitapsa beklemenin dayanılmaz heyecanı oluyor üzerimde.
O arada işyerindeki arkadaşım Mehmet de (bu adı daha önce çok yazmış olabilirim) bana kahve borçlanınca e mecbur Grano'ya gitmeye karar verdik. (sanki öncesinde 'bir kahve ısmarlarım' diyen arkadaşına 'Grano olmazsa kabul etmem' dememiş gibi :)

Kahveyi bitirmeden foto çekmeyi akıl edemeyenler kulubune hoş geldiniz :P
Neyse Mehmet oldukça gıcık bir arkadaşımız olduğundan mekana gidene, kahvelerimizi alıp oturana kadar kitabı bana ucundan bile göstermedi.
Lakin yine kitaba geçmeden önce küçük ama önemli bir detayı paylaşmam gerek.
Kapıdan içeri girer girmez kimi gördüm dersiniz?
Geçen sefer yanımda oturan gözlüklü kadını!
Bu sefer onun da yanında biri vardı (sanki yalnız olsak yanına gidip kitaplardan sohbet etmeye başlarmışız gibi gelmişti niyeyse) Aramızda bir masa olduğu için tabii ne konuştuklarını duyamadım. (Ay ne ayıp bir şey ya, başkasının lafını dinlemek! Bir de utanmadan yazdım buraya...)

Bence Grano'da tekrar karşılaşır ve konuşuruz diye düşünüyorum. Lakin blogumdan bahsetsem mi bilemedim :P Görselde yüzü pek seçilmediği için ekledim zaten yoksa eklemezdim.
İşte böyle canım blog, Grano dediğimiz minik kahvecide (bir daha gittiğimde metrekaresini soracağım ama nasıl desem gerçekten minicik bir yer) her seferinde ben neler yaşıyorum bir bilsen...
* Bu olaylar yaklaşık 3 hafta önce yaşandı ama hüsrana gerek yok çünkü az sonra yazacaklarım gerçekten dün yaşandı.
Dün de niyetim açıkçası Grano'ya gitmek değildi, yakınında bir yerde işim vardı ama kendimi sonrasında Grano'da buldum ve her zamanki filtre kahvemi içtim. Hafta başından beri yeni bir kampanya yapmışlar, 7 kahveden sonra 8. kahveyi onlar ısmarlıyormuş. Sevdim bu işi.
Kuytuda bir yeri gözüme kestirmiştim ki orası doldu ve mekanın tam orta ve en ışık alan yerinde oturmak zorunda kaldım. Neyse ki çantamda ihtiyacım olan her bir şey vardı. Ama buraya geçmeden önce şunu da söylemem gerek, geçen gidip de tadı damağımda kalan kremalı kruvasanı yememek için nasıl bir mücadele yaşadığımı kasadaki adam öyle iyi anladı ki!
- Bir de kruvasan alacağım
- Tamam
- Yok yok almicam
- Tamam
- Ama bir dakika alsam mı? Hani yarım olsa...
- (Sessizlik) ve yüz ifadesinde anlamsız bir bakış
- Son kararımı açıklıyorum: yemicem! Oh be rahatladım.
- Tamam
Kasadaki adamı biraz bezdirmiş olabilirim ama ne yapayım yemiyorsam var bir sebebi (ayrıca yazacağım çünkü belki de uzun bir yazı olacak)
Neyse masama tam oturdum ki bir de ne göreyim, üniversiteden hiç ama hiç ama hiç hoşlanmadığım bir asistan hoca. Beni birkaç bakış sonra direk tanıdı ama ben oldukça ısrarlı bir şekilde kafamı kaldırmadan masama baktım. Üniversiteden birileriyle karşılaşmak beni hep yorar. Daha doğrusu eskilerden birileri ile karşılaşmayı sevmem. Bu demek ki henüz yüzleşmeye hazır olmadığım bazı duyguları tetikliyor. O adamı görünce bunu düşündüm. Neyse geçelim burayı. Masamda öyle güzel şeyler vardı ki:

"She, The Biker"a yazdıklarımın bir kısmını buraya da yazacağım, onları yazınca kruvasanı ("kuru hasan" diye söylemek istiyorum, yalnız değilim değil mi? ahahaha) neden yemedim anlayacaksınız. Hemen altındaki "Çiçekli Şiirler" de yeni baş ucu kitabım aslında ama çantamdan çıkarmak istemiyorum. Durup durup okuyorum, o kadar çok sevdim ki... Kabuk kitabını ise canım Burcu hediye etti ve ben okurken biraz zorlansam da dile alıştım ve sevdim. Bitirince yine yazarım. Ve sağ köşedeki de benim Grano kahvem. Blogu tanımayıp bu yazıyı ilk okuyan biri kahvecinin reklamını yapıyorum sanabilir bu kadar övgüden sonra :P Neyse ki öncesinde Türk kahvelerinin oldukça kötü olduğunu yazmıştım :)

Daha başka yazılara geçmek üzere buradan ayrılıyor ve yeni Grano yazılarında buluşmak üzere esenlikler diliyorum :)
Devamını oku »

20 Şubat 2017 Pazartesi

Apartman Sohbetleri #3 / "Cep"

3.Yedi yaş pantolonunu bulsak cebinden ne çıkardı?

Taso tabii ki! Taş da çıkabilirdi ama. Peçete diyeceğim ama ben koymamışımdır, kesin annem koymuştur. Elif için de daha yeni yeni yanımda kağıt mendil taşımaya başladım çünkü bizim evin peçete taşıyıcısı karabalık :)

Pantolon cebiyse boş da olabilir aslında, neticede koşturup dururken cebaimin dolu olmasını sevmezdim diye aklımda ama ne olursa olsun cebinde bir şeyin bulunmasının ve arada ona dokunmanın rahatlattığı bir bünyeyim. 4 yıllık bir paltom var (yorgan gibi) ve onun cepleri o kadar dolu oluyor ki (şaka değil) önüm iliklenmiyor, yanlardan balon takılmış gibi geziyorum ve bunu çok sonra fark ediyorum iyi mi :) Kendimi bu açıdan Kumkurdu ve Zackarina'ya benzetirim. (onlar benim canım hatta canımın içleri) Cebimde minik de olsa taş taşımayı severim bu arada. Bir amaca hizmet edeceğinden değil, öyle sebepsiz bir alışkanlık veya zevk diyelim :)

*Bırak Üzülsünler kitabından...

Devamını oku »

Apartman Sohbetleri #2 /"Taso"

Çocukluk Eğlencen Neydi?
Ay bayıldım bu soruya,nasıl uzun anlatasım var :)
Şimdi pek vaktim yok ama yine geleceğim...

Geldim, işte buradayım.(şimdilik)
Çocukluk eğlencem olarak düşündüğümde aklıma ilk olarak TASOlar geliyor. Ama ondan öncesi de var elbette. İlkokula 5.5 yaşında başlamış ve ne bir ana sınıfı ne de kreş yüzü görmüş bir çocuk olarak hayal gücüm erken gelişti ve hayali arkadaşlarım çoktu diyebilirim. Ben çocukken Eda neredeyse ergendi ve her şeye ağlardı (Tarkan'ın ilk albümünü hala ezbere biliyorum Eda sayesinde) O yüzden de arada misafircilik oynadığımız kıvırcık kuzen haricinde çoğunlukla yalnız takılırdım.Geçen yazıda da bahsetmiştim, top oynamayı çok severdim mesela. Duvarla paslaşırdım. Sonradan bu tenis topu ve raket ile devam etti ama hiçbir zaman amatör takılmaktan öteye gidemedim. Spora bence çok ilgim vardı ama o kadar üşengeçtim ki (hala üşenirim) zevkine oynadığım an'ların dışında ZORLA bir şey yaptırılmaya çalışıldığında bende ters tepiyor. Bunu en iyi yakın çevrem bilir sanırım. Genelinde süt liman biri olabilirim ama işin içine bir yaptırım girince yapacağım varsa da yapmak istememekten kaynaklı kıl birine dönüşebiliyorum.
Neyse konumuz eğlenceydi yahu!
Bisiklete binmeyi severdim ve damdaki civcivleri kovalamayı... Nihahaha evet içimdeki cani ile de tanışmış oldunuz ama gerçekten çok küçüktüm yahu, 4-5 ancak varımdır. Sonucunu idrak edemediğim zamanlardaydım demek ki civcivin teki merdivenden 3 kat aşağı uçunca o kadar çok ağlamıştım ki :( Civcive hiçbir şey de olmadı ama ben (bak hala) vicdan azabı duydum.
Veee gelsin taso dönemi...
Bu dönemde aşırı aşırı sevdiğim cipslerden (hala çok severim ama cildime hiç yaramıyor)çıkan tasoları öyle bir ganimet havasında biriktiriyordum ki, görsen onda altın var sanırdın ahahaha
Tasolarla oynar mıydın derseniz? Biriktirmek için uğraştığım kadar çok oynamadım :) Ama sağlam bir koleksiyonum vardı, şimdi sadece birkaçı kalmış ne kadar üzüldüm.


Gitmeden bir çocukluk anımı da anlatayım:
Kuzenimin apartmanın önünde çocuklarla oynarken benim aklıma bir cin fikir geldi ve taksi çağırma ziline basıp taksi çağırdık birkaç farklı yere, onların kameraları yok diye biliyordum ama birkaç sefer sonunda adam bağırarak (beni tarif ederek) "Elebaşı sensin, aramayın bir daha, annenize söylerim ha!" dedi. Valla korkup bıraktık ahahaha...


Özetlemek gerekirse hayal gücümü çocukluğuma borçluyum denebilir :)

Devamını oku »

15 Şubat 2017 Çarşamba

Apartman Sohbetleri #1 / "Dam"

Daha diğer 'meydan okuma'mı bitirmemiştim halbuki ve geçen hafta olan biteni yazacaktım ama bugün can kuzum İlham Kedisi'nin 'challenge' haberini görünce hemen katılmak istedim.
Gün bugün, ertelemek yok.
Siz de katılmak için daha ne duruyorsunuz :)

1. Nasıl bir apartmanda büyüdün?
Büyüdüğüm binaya apartman denemez sanırım. 3 katlı müstakil bir evdi çünkü ve her katında 3 kardeşten biri otururdu ki hala öyle. Teyzemler ve en üst katta da biz. 'dam' dediğimiz alan evin sanırım en sevdiğim bölümüydü. Bana koocaman gelirdi, ben çocukken asmamız da vardı. Yapraklarını toplar sarma yapar veya üzüm yerdik. (Hatta çocuk aklı bu ya, asması olmayanların sarma yiyemeyeceğini düşünüp üzülürdüm :) İlk okula başlama zamanlarımdan önce (o zaman evimiz 2 katlıydı) evimizde bir de kümes vardı. Her sabah onların yumurtalarını almak ve üstüne ismimi yazmak (adımı yazabiliyormuşum demek) pek hoşuma giderdi. Hatta fotom bile var, arayıp bulayım ve buraya koyayım.
Damda bolca bisiklete biner, top oynardım (tek başıma) Sokağa çıkma iznimiz yoktu çünkü. Bir de damda acayip dikenli ve büyük bir kaktüs vardı (hala var) toplarımı patlatırdı sinir şey!
Arkada 2 ağacın sığdığı kadar limon bahçemiz vardı (şimdilerde kimse bakamadığı için epey kötü durumda olsa da hala 3-5 limon veriyor)
Apartmanda yaşayan arkadaşlarıma hep özenirdim çünkü çöplerini kendileri atmıyordu :)
Şimdi ise keşke müstakil evimiz olsa modundayım :)
Fotoda bahsi geçen damımızdan manzaralar var.Sağ alttaki ise benim bir bayram günü kendimi acayip "havalı" bulduğum bir an'da çekilmişti, anladınız siz onu :) Kümesli fotoyu çok aradım ama bulamadım.

Vakit doldu, gitmem gerek.
Canım Arzucuğumun yazısını mutlaka okuyun, videolara bayıldım ben.

Ben de bu meydan okumaya Leylak Dalı, Filizimsi, 2 Çocuklu Hayat, Yasemen (blogunun adı çok uzun yavru kuşum :), Oytunla Hayat, Mutlu Keçi, Burcuuuk, Love And Smile Aslı ve Kahve İçer Misin (Olur Böyle Şeyler) ve Mutlu Eller'i davet ediyorum ve tabii katılmak isteyen herkesi...
Devamını oku »

3 Şubat 2017 Cuma

Dün / Zorlukları Fırsata Çevir!

Bu seride aslında henüz yayınlamadığım bir yazı daha var. Aradan 10 gün geçtiği için düzenleme yapmam gerek önce. İş yerinde "blogspot"ile sorun yaşadığım için ve evde de bilgisayarı açmak ne mümkün olduğundan o kadar arada derede yazıyorum ki yazılarımı :) Azmime benden bir aferin :)
Dönelim dünkü yaşadıklarımıza.
Bir gün öncesi karabalık "Ben geç çıkacağım, sen Elifi al" dedi. Ama bizim düzenimizde bu o kadar kolay olan bir şey değil. Birincisi araba karabalıkta, ikincisi araba bende olsa işyeri-kreş-ev parkurlarında hava kararınca ve iş çıkış trafiğinde araba kullanma deneyimim yok. Üçüncüsü ne evimiz kreşe yakın ne de iş yerimiz. Nasıl ama? O zaman dans o zaman renk! :)
Eskiden bu geç çıkışlar daha seyrek olurdu ve yaz ayı da olunca parkta şurda burda Elifi oyalayabiliyordum. Şimdi pek kolay değil ki son haftalarda çişini tuvalete yapma isteği tavan yapmışken (bezi var hala çok şükür-tipik Türk anası konuşması olmadı ama ben hazır değilsem değilim napalım, başka yazının konusu olur o da) Elifi çeşitli parkurlardan geçirip eve götürmek mi yoksa evi Elifin kreşine yakın bir arkadaştan rica etmek mi yoksa bir taksiye atlayıp eve gitmek mi? Ki bu seçenekte taksiciye vereceğim parayı helal etsem de gerçekten içimin epey cız edeceğini bildiğim bir parayı vermem gerekecek.
Bir gün öncesinde biraz da denk geldi ve iş yerinden çocuklarımız aynı kreşe giden arkadaşın arabasına bindim, kreşe gittim ve Elifle bizi küçük kendi halinde bir avm'ye bıraktılar, nasılsa karabalık çok da geç kalmayacaktı, beklerdik. Oradaki oyun alanına daha önce götürmüştük ama ben hiç içeri girmemiştim, yaşasın babasını isteyen bebe! Neyse bir gün öncesi görece kolay halloldu ve oyun alanındayken 19.30 civarı babası geldi, acıkmıştık dışarıda yedik ve sonra eve döndük. Ki oyun alanında Elifin bolca koşturduğunu gözlemlesem de onun mutlu olduğunu hissetmedim. Ben de mutlu olmadım. Zaten yemekten sonra uyku-yorgunluk da eklenince gelen ağlama krizleri ile çocuğun enerjisini zaten boşaltmamış olduğunu bir kez daha görmüş olduk.
Dolayısıyla dün tam çıkış saatinde karabalık arayıp "Ben çıkamıyorum ve ne zaman geleceğim belirsiz" deyince hızlıca çözüm ürettim. İş yerindeki arkadaşım çoktan çıkmıştır diye onu aramadım ki zaten üst üste yük olmak da istemedim. Kreşe varabilmek için metroya yürüdüm, metroya bindim ve ardından taksiye atladım. Ki öncesinde yanımda para var mı metro kartımda para var mı ve evin anahtarı yanımda mı diye kontrol ettim. Takside öncesinde sigara içilmiş olacak ki camı hemen açtım. Taksici "Abla rahatsız mı oldun?" dedi,
 "Evet" dedim,
"Sigara kokusu beni rahatsız eder."
"Abla napayım, şu parası olan yeniyetme bebeler var ya, üniversitede okuyan genç kızlar, hep onlar içiyor."
Adamla cinsiyetçilik konuşamayacak kadar midem bulandı ama başka taksi de bulamayacağım için "Beni bekleyin, kızımı alıp geleceğim." dedim. Elif zottiriği de öğretmeni gidip nöbetçi öğretmene kaldığı için beni görür görmez "Ben üzüldüm anne, geç kaldın" demesin mi?
"Ben de geç kaldığım için üzüldüm Elif, şimdi beraberiz bak." dedim. Neyse ulaşım araçlarını (yeter ki bizim araba olmasın) seven bir çocuk olduğundan kısacık taksi yolculuğunda keyfi yerine geldi. Özellikle son durağa gitmedim ki Elif metroya da binsin diye. Böylece 2. parkur olan metro yolculuğumuz başladı. Bir ara geri gidip tekrar mı binsem dedim ama yine de 1 durak ileri gidip son durakta indik. Elif o kadar şaşkın ki, etrafa bakışını hiç unutamayacağım. Daha önceki binmemizde küçüktü, hatırlamıyor.
Bir de taksicinin bizi indirdiği yerde de bir avm vardı ve Elif tanıdı tabii orayı, içeriye girmek için azıcık bir isteğim vardıysa da Elifin "Anne, oyun alanına mı geldik?" demesiyle bu isteğin üzerine soğuk su döktüm veya sıcak bilmiyorum. Hangisi daha güçlüyse ondan işte. Oyun alanlarını bebeğim yokken de sevmezdim şimdi de hiç sevmiyorum ve mantığını anlayamıyorum. Çocukları bir yere kapatma fikri ve onu plastik bir şeylerin içine bırakıp "hadi canım oyna" demek -arada can kurtarıcı olduğunu kabul etmekle beraber- içimi acıtıyor.
Neyse devam ediyoruz. En zorlu parkura şimdi geldik, evin yakınından geçen ringe binmek. Bunun için durağa yürüdüğümüzde sıranın sonunun neredeyse hiç görünmediğini fark ettim. O an aklımdan soğukta beklemesek mi? diye geçirmedim değil ama meğerse o sıra 2 otobüsün sırasıymış. Hemen arkamdaki kadın gerekli taktikleri de verince (metrodan çıkanlar araya kaynak yapabiliyor dikkat et diye) Elifin elini sıkıca tuttum ve:
 "Elif şimdi otobüsü biraz beklememiz gerekiyor." dedim.
"Anne üşüdüm." dedi.
İçim cız etse de "Ben de üşüyorum ama istersen burda biraz zıplayıp ısınabiliriz." dedim. Hoşuna gitti. Neyse bir süre sonra otobüsler geldi, Elif'in gözler kocaman açıldı tabii...
Biz bindiğimizde oturacak yer yoktu ama Elifi gören halime acıdığından olsa gerek yer veren çok oldu. Oturunca fark ettim ki tam 3 çantam ve 1 bebem var. Buna karşılık sadece 1 kucağım var. Matematik denkleminde bile dengesiz çıkacak bu sorun için yanımdaki amca ve teyze atıldı, "kızım çantalarını bize ver" diye. ikisini onlara bölüştürdüm, cüzdanımın olduğu çantayı vermedim tabii, insanlara güvenemiyorsun ki... 1 çanta ve 1 Elif ile insanlara nefes alacak alanın kalmadığı otobüste başladık yolculuğa. Bir müddet sonra hemen arkamızdaki arka kapı bozuldu ve şoför onu tamir etmeye bindi. O ara kendini kapanmış kapıda buldu. Yani kapı açılmazsa şoför inemeyecekti. Ahahaha, o an valla herkes gülmeye başladı :) Şoför öndekilere talimat vererek kapıyı kendini de ezmeden açtırmayı başardı. Biz yola devam. Dışarısı karanlık da olunca ineceğimiz durağın değişmemiş olmasına dua ederek dışarı bakarken yakın yerleri görünce epey sevindim. Yanımdaki teyze o kadar yardımsever çıktı ki, inerken hem Elifi tuttu hem de arkaya seslendi: "Bayana yardım edin inerken, çocuğu var"Hala o ses kulaklarımda :) İndim ve otobüse bağırdım ben de "Herkese çok teşekkürler!" Utanmasam "Allah razı olsun" da diyecektim.
İnince kalan son parkur olan 350 metrelik yürüyüşe geçmeden hemen önce Elif
"Anne yoruldum, üşüdüm ve acıktım." dedi
Haklıydı, ben de ona eğilip "Elif ben de yoruldum, üşüdüm ve acıktım. Evimize çok az kaldı, yanımda 3 tane varken seni kucağıma alamam. seninle aydedeyi arayarak ve şarkı söyleyerek eve gidebiliriz." dedim. Yol boyu bu lafı birkaç kez tekrar etmem gerekse de en etkili silahımı kullandım ve masal anlatmaya başladım. Bir annenin çocuğunun zayıf noktasını bilmesi önemli :) Aydedeli masallar Elifin dikkatini hep dağıtmıştır ve yolu ne kadar yürüdüğünü fark etmez bile.
Eve geldiğimizde saat 19.30'du, acıkmıştık ve evde yemek yoktu. Buzluktan bir şeyler çıkardım, üst değişimi, el-ayak yıkama derken karabalık çok şükür geldi ve niye taksiye binmediniz dedi ki sorunun altında yatan şey şuydu: hava soğuk, çocuğu neden üşüttün :)

Yemekten sonra kaynar içtim enerji versin diye :)

Bunu ben de parkur aralarında düşündüm. Çeşitli cevaplarım var.
Birincisi bunu bir "zorluk" olarak algılamadım, krizi fırsata ve oyuna çevirdim.
Elife hayatın her zaman kolay olmayabileceğini yaşayarak gösterdim. Otobüsteyken her zaman girdiğimiz yol üstündeki markete girmek istedi, "Otobüs bizim istediğimiz yerlerde durmayabilir." dedim ki hayatta her istediğinin her an olmayabileceğini deneyimledi.
Yorgunluk, üşüme, acıkma kavramlarını daha da yakından görme şansı oldu.
Ben de bu arada kolaya kaçmadığımı, bir şeyleri başarabileceğimi (çocuk+3 çanta ile soğukta 3 vasıta ile yolculuk gibi) yeniden gördüm(buna benzer şeyleri arada özellikle yapıyorum zaten) ve en önemlisi Elifle aramızda güzel bir bağ ve unutamayacağımız bir anı oldu.
Şu da olabilirdi, benzer zorlukları her gün yaşayan bir anne de olabilirdim veya o an yanımda taksiye yetecek para da olmayabilirdi. Öyle an'larda daha da bocalamamak için dünkü yaşadığımız minik macera bence güzel oldu.
Elifle bu gece de karabalık olmadan uçağa binme (yakın zamanlarda da bindi neyse ki) ve sonrasında umuyorum ki kısa sürecek bir hastane sürecimiz olacak.
Taslaklarım ve aklım dolu dolu, buraya yazmak için an kovalıyorum desem yeridir :)
Yakın zamanda uğrayamayacak olursam herkese şimdiden mutlu günler bol güneşler diyeyim.

* Blogspotta ben yazı yazabiliyorum ama okuyamıyorum, cepten okusam da yorum yazamıyorum, kusura bakmayın :)
Devamını oku »

30 Ocak 2017 Pazartesi

Bale / Amadeus

İzlediğimiz baleden bahsetmeden önce elbette ki yine anlatacaklarım var.
Şaşıran olmamıştır sanırım buna :)
İlkokulun 3 senesi okuduğum özel okulda yabancı (Rus galiba) bir bale hocası vardı ve ben ondan 3 yıl boyunca ders aldım, nasıl narinim yürürken ayaklarım yere basmıyor sanki kuğu gibi süzülüyorum.
Sonra ne oldu derseniz, annem okuldan ayrıldı ve ben kendimi 65 kişilik sınıf mevcudu olan bir devlet okulunda buldum. Ondan beri de hiç kuğu gibi yürüdüğüm görülmedi.
Ama baleye bir zaafım var hala, izlemekten çok keyif alırım.

Geçen seneki Yevgeni'den sonra Eda ben birkaç günlüğüne geleceğim deyince onun geldiği günlerdeki etkinliklere baktım. "Baleye gidelim mi?" dedim, "Ballı lokma tatlısı" dedi. (demedi tabii, bu tarz bir konuşmayı ancak ben yaparım, Eda sadece "Aa çok sevinirim" dedi :) Tüm bunlardan habersiz olan karabalığa da elbette bilet almadım, o bu duruma çok bozuldu tabii derken ona daha güzel bir yerden bilet bulmayalım mı? Neyse bale günü geldi çattı. Fuayede "boomerang" ile çeşitli denemeler yapıp bizi izleyenleri canlarından bezdirip "opera mı bale mi" "hangi gösterileri sevmiştik" konu başlığında şeyler konuşmaya başladık. İç sesimle düşündüm ama dış sesime çıkmadı sanırım, 4YKK opera sevmez kesinlikle ama bale sever, aa bak ona da söylese miydik ki? diye aklımdan geçti. Ve Eda ile oturduk yerimize. Derken tam önümün önüne gerçekten kıvırcık bir kadın geldi. "Yok artık" derken bir de baktım, bizim Tangül bu!

Tam bu gırgır şamatada ben hikayenin özetini yarım yamalak okudum ve bale başladı. Sahne, dekor, kostümler gayet güzeldi lakin ben konunun işlenişini pek anlayamadım. Ara verildiğinde "Bence çok işleyememişler." diye söze girdim ama kalan herkes "Yoo çok güzeldi" deyince "Demek ki ben anlamadım" dedim ama bu arada sıklıkla kafamın uykudan öne düştüğünü belirtmem gerek. Yani oyunun tamamına hakim değilim :)
Baleden çıkınca özeti okudum ve gerçekten "heee" dedim, "Mozart" sandığım kişi babasıymış yahu!
Ben yine de 2. yarıda Mozart olduğunu anladığım kişinin mimik ve jest performansından memnun kalmadım. Bana "Salieri" (Eren Keleş) çok daha fazla duygu verdi. Ama genele baktığımda sevdim Amadeus'u.
Bir de Elektra'nın Aryası (Feryal Türkoğlu)'nu epey ayakta alkışladık, mavi elbisesi ile gözden kaçırmak mümkün değildi zaten :)
Klasik müzikten pek de anlamayan (ama dinlemeyi çok seven) birine göre oldukça üst seviyede Mozart sevgim var. Bu sevgiyi hamile iken daha da yukarılara taşımış ve mesaimin neredeyse tamamında Mozart dinlemiştim. Sonradan Elif kolik doğduğunda "lan yoksa bu çocuk Mozart etkisiyle mi asabi oldu?" diye Mozart abiyi bir sorgulamadan geçirmiştim ki o dönem bana herkes ve her şey "kolik sebebi" olarak görünüyordu :) Elif arabada giderken dinlediği müziğin Mozart olduğunu anlayabiliyor sanırım çünkü sadece Mozart çaldığında melodiye eşlik edip "Baba sesini açar mısın müziğin" diyor. Aferin kızım, Mozart can'dır!
Benim Mozart sevgim nereden geliyor, hiçbir fikrim yok. Hayatını okumayı da çok istiyorum aslında. Göknil Genç'in kitabı evde var, onunla başlayayım.
Mozart bana nedense ÖZGÜRLÜK  gibi geliyor. Onun bu halini çok seviyorum.
Bu yazıyı bale hakkında fikir almak için okuyanlara kısaca öncelikle özeti bir okuyun ve uykunuzu alarak gidin demek isterim.

* İnternet sıkıntılı olduğundan müzik ekleyemedim ama imkanınız varsa benim için bir Mozart açıverin :)


Devamını oku »

25 Ocak 2017 Çarşamba

Opera / La Boheme

Geçen gün gittiğimiz Lo Boheme'i anlatmaya hemen başlayacağımı düşünmediniz sanırım.
Çoook çoooook öncesine muhakkak ki giderim :)
Ankarada okurken tiyatroya giderdim arada ama opera, bale vb şeyler geç saatte olduğundan sanırım (yurt girişi en geç 22 olunca) onlara hiç gitmedim. Karabalıkla tanıştığımda zaten tüm sezonu izlemişti ve sanatın da (salsa ile) içindeydi ve biz AIDA'ya gitmiştik. Yanlış hatırlamıyorsam 4 perde idi ve ben çok etkilenmiştim, Aida'nın mavi renk elbisesi hala aklımda ve mezarlar. (Yaklaşık 6 sene öncesi) Sonra birkaç baleye gittik ve keyifliydi ve ben bu tadı alınca her hafta bir gösteriyi izlemek istiyordum. Sonra baktık ki "La Boheme" var. İsmi çok tanıdık. Karabalık önceden izlemiş ve çok etkilenmiş, toplam 4 bilet 2 çift olarak izlemeye gittik. Ve konusunu sorsan pek yanıt veremem ama operada hissettiğim duygular sanki az önce hissetmişim gibi taze ve sıcak.
Kostümler ve dekor harikaydı. Merdiven kullanmışlardı, kar yağdırmışlardı ki resmen sahnedekiler kar küresinin içinde gibiydi, asıl oğlan (adını unuttum) şapkalıydı ve asıl kız (Mimi) ile öyle bir uyumluydular ki sanki sahnede değillerdi, yani orada yaşanan her şey GERÇEKti.
Oyunun sonunda kız öldüğünde (spoiler oldu ama napayım) ben öncesinde sicim olarak inen göz yaşlarını bıraktım sel olup aktılar. Vücudumdaki tüm tüyler havalandı ve ben etkisinden uzun bir süre çıkamadım. Bak hala çıkamamışım yani :)
Neyse geçtiğimiz haftalarda belki bir ihtimal okullar tatil olunca annem gelir mi diye düşününce opera biletlerine baktım. (Tek gitmem için bize oldukça uzak ve ters kalıyor :/ Ama gözüme kestirdiklerim var nihahaha :) Baktım ki "La Boheme".


A-ha!
Aldım bilet ki biletler ne kadar da artmış öyle...
Ve Murphy Kanunu işledi, Elif o gün bizi çok zor ve ağlayarak bıraktı. Neyse içimde bir yerde "Ama bu La-Boheme" gibi bir şey olunca vicdanımın sesini kıstım.
Karabalıkla beraber en son 3 sene önce gitmiştik opera izlemeye, ben geçen sene Selcenle Yevgeni'ye gitmiştim gerçi kaçamak tadında :) O da harika bir baleydi.
Neyse gittik gişeden biletimizi aldık, akşam yemeği olarak sandviçlerimizi yedik ve yerimize oturduk. Sahnede oldukça dandik (kusura bakmayın ama gerçekten öyleydi) bir "duvar" vardı, ilk onu görünce bir "hmm" çıktı içimden ama önemsemedim. Bilgilere bakınca benim hatırladığım oyuncuların olmadığını gördüm ve cast tamamen farklıydı. (olabilir)
Öylesine çekmiştim ama duvar bu :)
Birinci perde kapandığında karabalıkla şunu konuşuyorduk, "gitsek mi kalsak mı?"
O kadar!
Dekor olarak kullanılan bir iki parça "duvar"ın haricinde hiçbir şey yoktu ve nerede kaldı o soğuk günleri anlatan kar yağdırma sahnesi... Oyuncular mimikleri ile üşüdüklerini belirtince biz de mevsimlerden kış olduğunu anlamış olduk :)
Bu konunun uzmanı/bilirkişisi değilim ama aynı oyunu çok daha iyi bir şekilde (neredeyse kıyas bile yapamayacağım) izleyince yaşadığımız hayal kırıklığını tarif edemem.
Bir de üzerine geceden uykusuz olduğumuz için yaşlı teyzeler gibi (annem öyledir) başımızın düşüp selam vermemize ne demeli? Hem de senkron bir şekilde!
Karabalığın benden önce izlediği beraber izlediğimizden de çok daha iyiymiş, demek ki çizgi aşağıya doğru gidiyor dedik ve La Boheme sayfasını kapattık.
Sırada yarın akşamki Amadeus balesi var ki baleden daha ümitliyim. Üç Silahşörler çok güzeldi mesela.
Ankara izleyicisine sormak istedim, La Boheme için siz de benzer hislerde misiniz ve çocuğu bırakıp çıkmaya değecek oyunları vaktiniz olunca yazar mısınız :)

* Çok bomba birkaç yazı ile geliyorum, wait for me! :)
Devamını oku »

Çelınc (1-9)

Buraya başka şeyler çok möhim konular yazasım var ve hatta iş yerinde benden beklenen birkaç iş de var ama şu an burada bu çelınca katılmak istedim, ucundan kenarından yakalarım belki :)




1. Beş sözcükle kendini anlat:
- Duygusal
- Empatikli 😜
- Yazmayı ve okumayı sever
- Hayallerde gezer
- Bir gün bulutlara "pof pof" yapmayı düşünür, yastık gibi

2. Kalbini kazanmanın beş yolu:
- Dilek listemdeki kitaplardan birini almak
- Beni deniz kenarına götürmek
- Sinema, tiyatro veya opera bileti
- Mektup yazmak (mektuplara karşı zaafım var :)
- Sevdiğim bir yemeği yapmak: domatesli makarna gibi :)

3. Hayatın bir kitap / film olsa türü ve adı ne olurdu?
Romantik komedi olurdu. Adı da "1 Balık Esoş" :)

4. Etrafındakiler hangi sorunun çözümü için sana gelirler?
Bunu onlara sormak gerek :) Annem çevresinin "Güzin Ablası" olduğundan ailede ondan bana sıra gelmiyor olabilir tabii... Arkadaş çevresinden daha çok çocuk kitapları ile ilgili bir şeyler soranlar oluyor ki bunları severek yanıtladığım için "çözüm" üretmiş gibi algılamıyorum işin aslı. İş yerinde oldukça sınırlı ilişkilerim var, bunu da elbette kendimi korumak için yapıyorum.
Dolayısıyla ben pek cevap bulamadım bu soruya :)
Ama şu da var ki çevremden "tepkisiz" dinlediğimi söyleyenler olmuştu. Yani karşımdaki ağlıyorsa ben de ağlarım ama bazen de hele ki içinde bir çatışma olan bir durumsa gözümü bile kırpmadan dinleyip orta yol bulmaya çalışırım. Başarır mıyım her zaman bilemem ama denerim en azından :)

5. Her zaman ve bazen özlediğin 2 şey:
Her zaman özlediğim şey kesinlikle DENİZ, DENİZ KOKUSU, DENİZ HAVASI, DALGALAR, MAVİLİK...
Bir diğeri de BABAM.
Bazen özlediğim şeylerden bir tanesi çocukluğum.
Elbette şükrederek yazıyorum ama çocukluğumu pek "aydınlık" hatırlamam ve anmam, ona rağmen çocukken kafamdan geçenleri hatırlayabilmeyi ve o saf duyguyu özlediğimi söyleyebilirim.
2. şey de ÖZGÜR OLMA hali. Yani her zaman değil ama insan bazen gerçekten hiç düşünmeden iş çıkışı veya hafta sonu spontan plan yapmak isteyebiliyor :)


6. Hatırladığın en eski anını anlatır mısın?
Birkaç tane var ve hangisi en eskisi bilmiyorum ama bir tanesini anlatayım. Pazar günü babam Eda ve beni lunaparka götürecek ama öncesinde nedense lahmacunları yemişiz evde. Dolayısıyla dolu mideyle gittik lunaparka. Hayatımın ilk ve son balerin deneyimi de orada oldu. Balerinde o kadar çok midem bulandı ki etrafta kim varsa üstüne kustum. Ahahaha hatırlayınca gülüyorum ama o an hiç komik değildi :)

7. Eğer bir hayvan olsaydım hangisi olurdum?
Balık olurdum herhalde. Öyle boş gözlerle takılıp dururdum su altında, 3 saniye içinde de "unuttum konu neydi?" derdim :)

Ben yayınlayamadan 2 gün daha geçince 8 ve 9'u da ekledim, napayım:

8. Bir dahaki hayatında kim olmak isterdin?
Klasik cevap ama yine kendim olmak isterdim ve aman aynı hataları yapmayayım da demiyorum. O hatalar yapılmadan bugünkü halime (neresiyse orası :) ulaşamazdım ki :)

9. Göç etmek zorunda kalsam seçeceğim ülke:
Bu soruya yıllardır Avustralya dedim ama açıkçası zaten zorunluluktan göç edeceksem öncelikle güvenliğin, huzurun ve refahın olduğu bir yerde ailemle yaşamak isterdim. O yüzden nokta atış yapamadım.



Devamını oku »

6 Ocak 2017 Cuma

Yumurtalı Patates

Hani tok olsan da yemek isteyeceğin bazı yemekler vardır, benim için ilk sırayı "yumurtalı patates" alabilir. Çok severim ancak yapmaya yeni başladım :)
Neden mi?
Çünkü patates kızartmayı yeni öğrendim.
Bizim evin yumurtalı patates yapıcısı teyzemdir, o geldi mi muhakkak en az 1 defa yapılır bu yemek. Çünkü teyzem bu işe kendini verir, o patatesleri özenle soyar doğrar kızartır bir yerde toplar ve her seferinde bu yemeğin püf noktasını söyler: patatesler yumurtalarla buluşmadan önce muhakkak yeniden ısıtılmalıdır.
Benim yemek yapmaya yaklaşımım apayrı bir yazının konusu olur ama kısaca bizim evde yemekler hep çok uzun zamanlarda, yavaş yavaş ve detaylıca yapıldığından ben de yemek yapma işini hep zor, sıkıcı ve meşakkatli zannederdim.
Patates kızartmayı daha yeni ve kendi kendime öğrendim desem eminim "yok artık" diyen çok olacak. Ama öyle.
Öncelikle kafamı karıştıran şey şu oluyordu: derin bir tencerede mi yapmak gerek yoksa normal bir şey yeterli olur mu? teflon olması şart mı? Yağı ne kadar koymalıyım? Bunlar çok önemli detaylar ve bunları bilmediğim için de ben patates kızartmıyordum.
Zaten fırında küp patatesleri hafif zeytinyağı ve baharat ile karıştırarak pişirip yemeyi daha da çok seviyorum. Ama bu haliyle yumurta koymak pek güzel olmuyordu.
Ben de geçtiğimiz haftalarda (belki ay olmuştur) rastgele bir tencerede kızartma denedim, vallahi oldu. Sonrasında teyzem usulü patatesleri yeniden ısıtıp üzerine başka kapta karıştırdığım yumurtaları da ekledim. Tadından yiyemedik!
Yok yalan, hepsini süpürdük :)
Sonra "kızartma tenceresi" olarak satılan bir şeyin olduğunu gördüm. (Züccaciye bölümüyle ilgim alakam nasıl bu cümleden çıkarılabilir) Mavisini aldım ve dün akşam 3 seferde patateslerimi kızarttım. İçindeki telli aletin ne işe yaradığını da karabalıkla beraber çözdük, ne güzel bir düşünceymiş o öyle :)
Ve işte enfes yumurtalı patatesimiz hazır:


Kızartma pek tavsiye edilen bir şey değil ama evde üçümüzün aynı anda yumulduğu yemek bulmak da zor. Bir de bir gün öncesinden Yeliz gibi tencere yemeğin yoksa akşam 7den sonra yapılabilecek pratik bir çözüm.
Bilmeyen zaten yoktur diye tarif yazma gafletine girmiyorum, tereciye tere satmayalım :)
Ama kırmızı lahana gibi resmen gözümde büyüyen ve benim araştırmadığım ne varsa yapasım geldi, patlıcan hiç kızartmadım, onu mu denesem diyorum, üzeri bol yoğurtlu.
Of ne canım çekti şu an :)

* Ev yapımı yoğurt belki olabilir, denemek için. Zira makinesi ve çeşitli yöntemleri dahil ben de bıktım tutturamadığım kıvamdan. Sorun hep mayadan, ben napim :)

Devamını oku »

5 Ocak 2017 Perşembe

Bugün / Yağmur

Son haftalarda öğle arası dışarı pek çıkmıyorum. Havalar oldukça soğuk diye mi yoksa öğle arasına yapacak başka başka işlerim oluyor diye mi bilmiyorum.
Bugün bir şeyler değişti.
İş yerinde birtakım değişiklikler olmaya başladı ve ben bugün için öğle yemeğinden sonra şöyle bir yürümeye karar verdim. Yemeğimi sakince yedim, dışarı çıktığımda hava normal seviyedeydi veya ben çok üşüdüğüm için (Selcen, neden acaba?!?) bugün iki kat çorabım vardı. Yol bir de baktım beni Grano'ya götürüyor, o la la :)
İçeri girdim, aklımda Türk kahvesi vardı ama geçen sefer içtiğimde kestane suyu gibiydi ve bunu da sahiplerine söylemiştim. O yüzden de tercihim filtre kahvesi olacaktı.
Ama bir şeyi atladığım için filmi geri saralım, henüz Grano'ya girmedim. Tam önümde biri var ve yürüyüşünden mi kıyafetinden mi bilmiyorum bana çok "tanıdık" geliyor.
Grano zaten küçücük bir yer, cam kenarında taburede oturmak için paltomu çıkarıyorum, çantamı kenara koyuyorum ve yanımda cüzdanımla (hatta sadece kredi kartımla) kasaya doğru ilerliyorum. Kasada bir de ne göreyim: yeni kurabiyeler gelmiş.



Daha önce diğerlerinden yedim ve sevmemiştim, o yüzden yılbaşı ağacı şekli olan kurabiyeyi alıyorum. Yerime döndüğümde görüyorum ki az önce kapıdan giren kadın hemen hemen benim yerimi kapmış. Gülümseyerek "çantam oradaydı" derken, o da mahçup bir ifadeyle "hii kusura bakmayın" diye bana yer açıyor ve hatta ekliyor:"yanınızda biri daha varsa başka yere geçebilirim." diye. "Yok" diyorum, neredeyse yan yana oturuyoruz. O sandviç de yiyor, muhtemelen öğrenci değil. Belki benim iş yerime yakın bir yerde çalışıyor ama o da sevdiği işi yapıyor gibi hissetmiyorum.
Neyse konumuz bu değil diyerek önüme dönüyorum. Kitabım fazla süründü, bitirsem iyi olacak diye başlıyorum kaldığım yerden okumaya ama kafamı kaldırdığımda hızlıca (sağanak değil) yağan yağmuru görüp hınzırca gülümsüyorum: İşte bu! Neden bu kadar sevindim, o an bilememiştim, çıkınca anladım. Normalde yanımda şemsiye de yok diye panik olurdum şimdi oh bir yayıldım ki oturduğum tabureye.
Kitabı okuyacağım ama aklıma çok acayip fikirler geldi, başladım yazmaya. "Bir varmış bir yokmuş..."la başladım, tam o sırada:
"Haaaap-şşçççuuuu"
Yanımdaki tanıdık abla "iyi yaşayın" dedi gülümseyerek. Ben de teşekkür ettim.
İkimizde de "acaba konuşsak mı" havası bile vardı, bence okuduğum kitaba da baktı. Ben de onun yediği sandviçe baktım ama aklım "az gittik uz gittik"de. İçinde kırmızı bir kedinin olduğu hikayede. Ama o da ne? Vakit doldu, az daha kalkmazsam işe geç kalacağım.
Ben daha toparlanmaya başlamadan baktım yanımdaki gözlüklü kadın toparlanmış bile ve beni rahatsız etmeden paltosunu giymeye çalışıyor.
"İyi günler" dedi bana çıkmadan, ben de "İyi günler" dedim.
Gülümsemesine bakınca o da benden bir hikaye yazacakmış/yazmış gibi hissettim.
Hatta sanki yine yeniden görüşecekmişiz gibi...
Camdan dışarı bakınca, paltosunun kumaş olduğunu gördüm (çok ıslanmasa bari), çantasında da güzel kitaplar varmış gibi geldi, çanta şeffaf oldu içini gördüm desem yeridir :)
Çekincelerden sonra emin adımlarla yağmura karşı yürümeye başladı.
Ben de toparlanıp üzerimi giyip tam çıkmak üzereyken gördüm onu:

Sarı Şemsiye!
Kimindi bilmiyorum ama HIMYM'daki sarı şemsiye olduğunu düşünüp gülümsedim. Grano'ya "Hoşçakal" deyip çıktım.
Şemsiyem yoktu.
Yağmur sağanak veya ahmak ıslatan değildi.
Ama rüzgar vardı. Kafamı öyle güzel kapattım ki bu sene 4. sezonunu tamamlayacak olan paltomu tanıyan olmasa içindekinin ben olduğumu anlaması mümkün değildi.
Rüzgarla beraber yüzüme çarpan yağmur beni hiç rahatsız etmedi.
Aksine kendimi mutlu ve daha da önemlisi ÖZGÜR hissettim.
Yağmur da yağsa dışarı çıkıp yalnız başıma dilediğimce ve hatta 32 dişimi göstererek yürüyebilirim.
İşte bu benim.

Görsel buradan


Devamını oku »

3 Ocak 2017 Salı

Bir Zamanlar Hayat Bizimdi

Bu kitap daha çıkar çıkmaz gözüme çarptı çünkü kapak görseline bayıldım ve nedense içindeki hikayeyi de çok seveceğime dair bir şeyler hissettim ama kitabı satın alıp okumam neredeyse 1 yılı buldu. İlk satırları önceden okuduğum için çok fazla hayal kırıklığı beklemiyordum ama ilk 50 sayfa o kadar "ortalama/hatta onun altında" geçti ki, şaşırmadım desem yalan olur. Okuyorum ama hani şöyle çorba karıştırırken veya tuvaletteyken elime almak isteyecek derecede sabırsızca değil. Öyle, satırlarda göz gezdiriyor gibi okuyorum. Sonra ne oldu bilmiyorum, beni aldı bir heyecan.
"Ee sonra ne olmuş?" diye diye ve aslında kitabın en başında sonunu bildiğimiz halde bir merakla okudum. Ve bu kitap 2016 ile 2017'nin arasında arafta kaldı. Ben ilk başta savsaklayarak okumasaydım 2016'nın kapanış kitabı olabilirdi ama o zaman karabalığın 31 aralık günü mesaiye gideceğini bilmiyordum. Hal böyle olunca Elif de gece 12'ye 10 kala uyuyunca kitabın son 100 sayfası 2017'ye kaldı :) Goodreads için bu "2017"demek olsa da kitap bence hala arafta.
Kitaplarla ilgili bir şeyler yazarken neden bu kadar detaya girdiğimi merak eden varsa, cevabı benim de bilmediğimi belirteyim.
Yani sadece hikayede şunlar oldu bitti demek yerine neredeyse Big Bang'ten başlamam bazen bana da tuhaf gelse de sanki bu haliyle tam ve bütünmüş gibi geliyor. Yani ortada bir öncesi ve emek var :)
Bak hala lafı uzatıyor!

Evde gerçekten Türk kahvesi bitmiş, tek içimlik kahvelere sarıldım :)
Lola ve Mathias İspanya'da küçük ve minik bir kitapçı dükkanı işletirlerken onları gizlice takip eden ve raflara kitap bırakıp sonra da bunları satın alan Alice'ten habersizdirler. Bir gün Alice ve Lola tanışıp sohbet etmeye ve beraber Patiska Saçlı Kız isimli anı kitabını okumaya başlarlar. Bu kitapta yer alan Rose Tomlin yoksa Alice midir? Bunu neredeyse en başından beri biliriz ancak Lola durumu anlayamaz. Farklı bir oyun içerisinde geçmiş yaşamlara ve Dünya Savaşlarına ve en nihayetinde İspanya İç Savaşı'na tanık oluruz. Hepsi birbirinin içerisine geçmiş bu hikaye beni zaman zaman hüzünlendirse de içerisinde kendime ait bu kadar çok anekdot bulacağımı düşünmüyordum. O yüzden de şaşırdım.
Rose'un etkileyici bir hikayesi var, muhtemelen bir Latin yazsa daha da etkileyici olurmuş, bu haliyle yüzeysel geçilmiş bile denebilir. Kitapta yer alan Henry yaptığı iş tamamen farklı olsa da (yazar-çevirmen) bana karabalığı anımsattı.

"Sakin, dürüst ve sabırlı." 

Kitapta beni en çok etkileyen, Rose Tomlin'in kendini ait hissedeceği bir aile, kişi veya bir şeyi arayışı oldu. Bunu da Henry'nin omzunda buldu, bu kısım evet çok romantikti.
Tam bu noktada "neden sadece kendi başına olmaya çalışmadı veya bu ona yetmedi?" denebilir ama bebekliğinden beri farklı ailelerde ve yetimhanelerde büyümüş biri için o gerçek sıcaklık, nasıl bir değerdedir, sanırım yaşamadan bilmek zor.
Rose'un gayrimeşru bir çocuk olması ve babasının kim olduğunu bir süre sonra öğrense de annesini oldukça sonra öğrenmiş olması ve anne-kız ilişkisinin gelgitleri bana Iza'nın Şarkısı'nı ve canım Etelka'yı anımsattı.

"Bir de keşfetmeye çalıştığımız şeyin hayatın kendisinden başka bir gizem olmadığını."

"İlk kez dudak dudağa değil, bakışlarla öpüşülür."

"Alışkanlık, yaratıcılığın en büyük düşmanıdır."

"Gerçeklik, hele ki size sırtını döndüğünde çok ama çok kırılgan bir şeydir."

"Sonra aileyi düşündüm, sevgi ve uzlaşmazlığın bir arada bulunduğu o dar çemberi."

"Yaşam değişken bir şeydir ve bizler de onunla beraber değişiriz."

"Barış değildi kutladığımız, savaşın yokluğuydu."

"...deniz uzanıyor, gözleri kadar mavi ve derin."

"Bence mutluluğun da uyuşturucu gibi bir etkisi var; seni uyuşturuyor ve uyandığın zaman artık pek de bir şey hatırlamıyorsun."

"Bir şeylerle meşgul olduğunda hayat daha basit oluyor."

"Kontrol kaybı nedir, biliyordum, kontrolü yeniden ele geçirmek nasıl bir şeydir, biliyordum. Yaşamayı öğrenmiştim." 

"Bir zamanlar hayat bizimdi." Lola'nın kurduğu bir cümle ve umarım biz de bu cümleyi kurmak zorunda kalmayız, okurken bile içim sızladı.

Bu kitapta ayrıca pek çok yazar ve kitap ismi de not ettim. Bilmediğim kelimeleri sözlükten bulup not aldım ve bunları yeni kitap defterime not etmeye başladım. Böyle bir defteri satın almayacağımı biliyordum çünkü yeni bir şey almak gereksiz olacaktı, lakin canım Yasemen'in gönderdiği Jip ve Janekeli defter o kadar cuk oturdu ki bu iş için. Defterle beraber uyuyabilirim :)
Hikayede Coco Chanel ve Pablo Picasso da vardı, geçen yüz yıla ait dönem kitaplarını ve anı yazılarını daha çok okumak istiyorum.
Son olarak kitabın çevrisinin, redaksiyonun ve kapak görselinin çok başarılı olduğunu söylemeden geçmek istemedim.

Müzik bilgim pek olmadığı için Debussy'i tanımıyordum, bu kitapla öğrendim, şuradan eserlerini dinleyebilir ve son cümlenin tadını çıkarabilirsiniz:

"...sadece hayatta olmanın verdiği mutlulukla" 💗

Devamını oku »

2 Ocak 2017 Pazartesi

Bazen Olur Öyle - 2

Yeni yılın ilk yazısı da mı aceleyle yazılacaktı?
Olsun, ben unutmadan aklımdakileri yazayım da varsın acele olsun.

Öncelikle ülke ve dünya gündemi ile ilgili iki kelam edesim var. Haber izlemiyor halimle bile birçok şeyden haberim oluyor. Bu durum iyi mi kötü mü tartışılır tabii. Neyse konumuz o değil.
Ankaradaki ilk patlamadan sonra "korku" gelmiş ve yüreğimin ortasına yerleşmişti ama o zaman bu kadar sıklıkla tehdit altında yaşayacağımızı bilmiyorduk. Safmışız belki. Sonra çeşitli yerlerden haberler gelmeye devam edince işin rengi değişti ve yüreciğime yerleşen korkunun esiri olmaya başladım(k). Metroyu sık kullanmasam da arada biniyorum ve her seferinde gözlerim etrafı tarıyor, "şüpheli" var mı diye. Ne yapacağım acaba? Göz göze gelsem ne diyeceğim? Allah korusun tabii ama neticede birileri ölüyor ve bu birileri hep masum insanlar oluyor. Ülke, din,dil ayrımı zaten yapmıyorum. Dünyada yaşanan herhangi bir olay için de aynı hislerle üzülüyor ve bir süre kabuğuma çekiliyorum. Sonra geçen gün yaşanan bir olaydan sonra şunu düşündüm: Yaşanması gereken yaşanıyor sadece. Biz de tanık oluyoruz en basit ifadeyle. Evet bu bilgi yeni değil ama benim aydınlanmamı sağladı. Bu korku hissi ile yaşamak kolay değil elbette ama kendimizi eve kapatacak halimiz de olmadığına göre, tedbirimizi alıp gerisini bırakacağız sanırım. Her şeyin bizim elimizde olmadığını/olmayabileceğini görüyoruz ve bu belirsizlik hali bizi düşündürüp yıpratıyor. İşte o aydınlanmadan sonra şunu düşündüm. Ya bundan sonrası bembeyaz, temiz ve güzel bir sayfa ise? Belki bu inanca tutunmak istedim. Öteki türlü olduğunda insanın cinnet geçirmemesi veya depresyona girmemesi işten bile değil. Dünya genelinde bir değişim & dönüşüm var. Tam bu noktada akıl sağlığımızı ve ruh dengemizi koruyabilmek için bilinçli olarak bir şeyler yapmalıyız gibi hissettim. "meli/malı" da bu ifadenin tadını kaçırdı biraz ama olsun, demek istediğimi ancak böyle anlatabildim. Yani bir şeylerden vazgeçmek yerine yaşamaya devam etmek ve bizi an'a bağlayan ne varsa onları yapmak. Zarar gören kişiler için dua etmek, yardım toplamak veya bir şeyler yapmak... Zihnimde şekillenen pek fazla şey olmadı bu satırları yazarken ama "pasif bir kabullenicilik"ten çıkmak gerektiğini gördüm. Hiçbir şey yapamıyorsak başımızı göğe kaldırıp bulutlara gülümsemek ve şükretmek de insana kendini iyi hissettirebilir.*

Şimdi bambaşka bir konuya geçiyorum.
Bazen Olur Öyle bu gidişle seri olacak gibi duruyor. İlkini buradan okuyabilirsiniz.
Yeni yaşadıklarımı da madde madde yazayım:

- Adanadayız. Elif'i kuaföre götüreceğiz, bir planlama yaptık sabah kısaca. Karabalık bizi bırakacak, yeri tam bilmediğimiz için de kuaföre yakın bir yerde kuzen bizi karşılayacak. Annem o ara sordu, "Eda gelmiyor mu?" diye, ben de "Hiç haberleşmedik, bir fikrim yok, sanırım gelmeyecek." dedim. 5 dakika sonra kapı çaldı (ki evden çıkmış olsaydık Eda beni ne yapardı bilmiyorum) Eda gelmiş, bizi kuaföre götürecekmiş. Şaşırdık tabii. "Sana akşam mesaj attım ya." dedi, ben de "Görmedim o zaman" diyordum ki, "Cevap verdin sen de, tamam dedin hatta" deyince, tüm bakışlar bana çevrildi: Kafam dalgın olamaz mı ya Allah Allah :)

- Hala Adanadayız. Bir mekandan çıkarken annem evin anahtarını bana ver-miş. Yaklaşık 5 dakika sonra ben panikle: "Bu anahtar da ne, kimin bu, benim değil ki?" diye irkildim. Kuzenim sakince "Annen az önce sana verdi, sen de tamam dedin ya" dedi. Ama o bilgi bende yok!

- İş yerindeyiz. Işıkları kapatıp yerime geçmişim. Ve ardından kurduğum cümle: "Elektirikler gitti, inanmıyorum!" oldu. Oda arkadaşım şaşkınlıkla "Işıkları sen kapattın ya" dedi. O bilgi de bende yok!

- İş yerindeyiz. Koordinatörüm bir evrak istedi ve ne hikmettir ki ben de hatırlıyorum, yakın tarihli bir şey bu. O da öyle dedi zaten. Ama ben sistemde ısrarla bulamıyorum. Neredeyse 3 ay da geriye gittim ve tüm evraklara tek tek baktım. "Bulamadım" dedim. Çok şükür ki hala benden bezmemiş koordinatörüm sakince "Gel beraber bakalım" dedi, eskiye dönük gittiğimiz ilk evrak yani sadece geçen haftaki evrakta aradığımızı bulunca benim surat kıpkırmızı. Neyse ki kızmadı kendisi :)

- Bir de son dönemde mail, mesaj vb. şeylere cevap verdiğimi sanıyorum ama vermemiş oluyor-muşum. Kızmayın veya küsmeyin bana, bilerek yapmıyorum çünkü :)

Bunları not almışım, not almadan unuttuklarım da varsa bilmiyorum, unuttum çünkü :)
Baktırdım B12'im de iyi, bir ara iğne de vuruluyordum ama şimdi çok şükür ki iyi.
Aklım nerede? Veya o kayıp halkalar nerede bilmiyorum.
Önceden olsa kendime kızardım bu durumdan dolayı ama şimdi kızgınlık hissetmiyorum.
"Olur öyle şeyler" diyorum.
Bazen de fıstık yapıyorum kendime, geçiyor.
:)

Görsel şuradan
*Bu yazıyı yazma amacım biraz da korkunun daha çöreklendiği zamanlarda açıp okuyup umut etmeye devam edebilmek için. (Ki umuyorum buna gerek duymam.)
Devamını oku »