Drop Down MenusCSS Drop Down MenuPure CSS Dropdown Menu




20 Şubat 2018 Salı

Doğum Doktorunun Hem Rahat Hem Zeki Olanını Severim!

Valla bak!
Daha önce doğum doktorları ile ilgili yazılarım olmuştu. Ve hatta en son ben yine 30. haftalardayım ve doğum doktorum yok diye geziniyordum :)
Tam 30. haftada rotayı pek de aklımda olmayan Ankara Tıp'a çevirdik.
Cebecideki bu üniversite hastanesine daha önce gitmişliğimiz yoktu ama çocuk bölümünü epey övüyorlardı.Ama biz ona da gitmemiştik, paramız özele yetiyordu daha doğrusu para saçmayı seviyorduk dermişim :P Yok ya gerçekte bu hastanenin diğer devlet hastanelerinin yapısından daha farklı olduğunu bilmiyorduk. neyse beni 31. haftada zor da olsa kabul eden canım doktorum ilk haftalarda henüz doçentliği sisteme geçmediğinden biz fark da ödemedik, kendimi kötü hissettim. Daha ilk görüşte sevdim kendisini çünkü oldukça rahat bir görüntüsü vardı. ve bu "rahat görünmek istiyorum ama önce bir aynaya bakayım acaba becerebiliyor muyum?" rahatlığı değildi. Bu tam da dünya batacak olsa size "bi kahve?" diyecek kişiydi :) SSVD düşündüğümü duyunca şaşırdı ve sadece risklerden bahsetti. Riskleri ben kabul edersem "neden olmasın"dı... Doğum yaklaştıkça ben daha sık görüşmemiz gerektiğini düşünürken bana "bir sorun olursa zaten gelirsin, boşa randevu alıp gelme" demişti. Eliften çok farklı bir hamilelik geçirdim (bunu ayrıca yazacağım) ve son haftalarım hep kasılmalarla geçti. Elifte bir tık sesi bile yoktu.Neyse 35. hafta civarı bir gece acile gittik, oradaki nöbetçi kadın doktorlarla gereksiz bir atışmamız oldu. Sonra bunu doktoruma anlattım, "çok iyi yapmışsın" diyerek güldü. Benden bir 10 puan daha topladı mı? Hem de yıldızlı :)
37. hafta kontrolünde "2 hafta sonra doğumda görüşürüz." diyerek ayrıldık. Bu arada ben SSVD'den kendi rızam ve durumum sebebiyle vazgeçmiştim, sezaryenden de inanılmaz korkuyordum. Elifteki anestezim epiduraldi ve o kadar çok şey hissetmiştim ki, çıktığımda ilk lafım "bir daha asla" olmuştu :) İnsanın acıyı unutmak konusundaki balık hafızası iyi mi kötü mü bilmiyorum.
Tam doğuma girmeden hemşirenin (meğer rutin soruymuş) "Doktorunuzun doğuma girmesini istiyor musunuz?" demesi bende hatları koparmıştı. Ameliyat kıyafetliyim ama umurumda değil, panik oldum "Dedim neeey,doktorum yoksa bugün doğurmuyorum, yarın gelirim." Kadın bir güldü... Şimdi yazınca ben de güldüm ama o an çok ciddiydim. Anestezi doktorlarının katı tutumuna o kadar sinir oldum ki anlatamam.
Yüzbin defa "Korkuyorum" dedim ve bana 99 binin sonunda yarım ağız "Korkacak ne var yeaa" dediler o kadar. "Elimi tutar mısınız veya elime bir şey verir misiniz, bir şeye tutunmak istiyorum." dedim ama sadece ameliyat biterken bir şey hissettim. Bu kadar katı olmak zorundalar mıydı bilmiyorum.
gelelim benim doktoruma,
içeri girdiği gibi "Korkuyoruuum" diye bağırdım.
Ama gerçekten çok korku hissediyordum ve mantıklı düşünememeye başlamıştım.
Neyden korktuğumu bile bilmiyordum aslında.
Az sonra kesilecek olmak?
Eh fena bir tahmin değil.
Neyse yanıma gelip göz kırparak "merak etme ben de korkuyorum" dedi ve beni aldı mı bir gülme, ahahahaha...Sinirlerim boşaldı :)
Sonra da beni konuşturarak ve bana sorular sorarak öyle iyi hissettirdi ki...
Kerem kucağımda diye daha uzun örnekler yazamıyorum ama her görüşmemiz benim için rahatlatıcı ve keyifliydi. Şu örneği özellikle yazmak istiyorum. Hamileyken bazı şeyler çok zor gelir, örneğin oturmak kalkmak gibi.Hele ki son aylardaysanız ultrasonda yattığınız yerden kalkmak biri elinizden tutmuyorsa epey zor oluyor, bilen bilir. Neyse çok alakasız bir detay ama hiçbir doktorun elini uzatıp kalmama yardım ettiğini bilmem. Bence hoş bir detay. Yanındaki asistanlara davranışlarına da bakınca doktor egosu olmayan birine denk geldiğim için öyle sevinmiştim ki.
Kısacası herkesin tecrübesi farklıdır, tavsiye etmek belki saçma veya gereksiz olacak ama kim bilir belki de bu satırları okuyan birinde aydınlanma yaşatacak.
O yüzden adını da yazıyorum doktorumun. (Doç Dr. Mehmet Murat Seval)
Yolu açık olsun diyeyim, her zaman böyle rahat,zeki, mütevazi birine denk gelmiyorsunuz.
Bir sebepten dolayı randevuları tam 2 saat gecikmeli gidiyordu ve biznormalde 5de görüşecekken 7de görüşmüştük, 5 dakika içerisinde bizi gönderir diye beklerken içeride epey kalmıştık. Dedim ya dışarıda ne olduğuna veya saatine bakan biri değil. O an ne yapması veya söylemesi gerekiyorsa onu yapıyor. Bir yerlere yetişme telaşında da değil, an'da seninle oluyor. ne iyi değil mi?
Ben kendisini Neil Gaiman'ın Babam Süt Peşinde kitabındaki xxl babaya benzetiyorum, görsel olarak da onu koydum o yüzden :P
Bu satırlara denk gelirse de selam vermiş olayım :)



Devamını oku »

19 Şubat 2018 Pazartesi

Mutluluğun Fotoğrafı :)

Canım blog,
Bugün aslında resmi olarak yeni hayatımızın ilk günündeyiz.
Kerem tam 2 aylık ve sonraki zamanlarda arada anane-babaannenin yardıma gelme durumları haricinde bundan sonra yalnızız, hatta Elife söylediğim gibi baş başayız.
O gayet memnundu evde devamlı birilerinin olmasından aslında ama bence yavaştan kendi düzenimizi kursak daha güzel olur ve bu bizi güçlendirir öyle hissediyorum.
Arada "bunaldım yapamıyorum" diye ağlamaya gelirsem de sarılırsın bana blog, "geçecek" dersin, "merak etme, ben yanındayım..."
Bunları başka yazıda yazacaktım bak nerelere geldi konu :)
Sana şimdi az önce mutluluğun fotoğrafını çektim.
Fotoğrafta görünmeyen ama aslında içinde olduğunu hissettiğin şey elbette ki kitaplar.
Ama ona gelmeden önce beni sadece son zamanlarda değil epey epeydir çok mutlu eden iki şeyi paylaşmak istedim.
1- Yazmak
2- Kahve
O kadar.
Yani öyle basit.
Bunlar benim ikigailerim :) O ne be,derseniz, inşallah yakında onu da yazacağım. Çok satan İkigai kitabıyla ilgisi var elbette ama spoiler da vermeyeyim.
Son zamanlarda okuduğum kadar yazmaya da başladım. Bloga az yazsam da bir dolu defterim var artık. Neler mi yazıyorum? Aslında aklına gelen her şeyi :) Okuduğum kitaplar, hayallerim, alışveriş listem,aklımdakiler vb.
Yazmak nasıl desem, bende bir çeşit sağaltıcı işlevi görüyor, yazdıkça yazasım geliyor hatta :)
Kahve de ilk başta Keremden dolayı ara verdiğim bir şeydi, son zamanlarda koyverdim gitti yahu! Bu kadar takılmayayım dedim, neticede bir keyfim o var :P
Türk kahvesini çok seviyorum. Sanırım bu alışkanlığımı anneme ve Edaya borçluyum. Annem günde 1 kahve içmezse olmaz. Eda zaten son gördüğümde günde 3-4 fincan içiyordu. Benim limitim maksimum 2 aslında ama genelde 1de bırakıyorum.Taze çekilmiş almaya çalışıyorum,yazması zor bir dükkan var ya, Şibo diye okunuyor (belki de Çibo :) işte oradan çektiriyorum 100 veya 150 gram. Bu fincan da Çanakkaledeki Ece Güneş Seramikten ama ben Dada Tasarımdan almıştım geçen yıllarda, öyle çok seviyorum ki. Bana denizi anımsatıyor. Hatta okyanus diyeceğim ama "abartma Esra" diyeceksiniz. Ama cidden öyle. İçinde de dalgalar :)


Sizin mutluluk fotoğrafınızın içinde neler var?
Yine görüşürüz blog, iyi ki varsın :)

Devamını oku »

31 Ocak 2018 Çarşamba

Rahatladım (Bugün)

Blogumdaki taslak yazılar bir kenarda dursun.
Ben unutmamak için çarçabuk yazıyı yazayım.Evet yine Kerem tavşan uykusunda ve Elifi almama çok az var.Böyle zamanlarda yaratıcılığım da artıyor :)
Bugün rahatladım blog.
Sorma neden.
Ya da sor ama ben sana cevap vermeyeyim.
Cevap vereyim ama ne olduğunu anlatmayayım.
Ne olduğundan bahsedeyim ama GERÇEKTE ne olmuş olabileceğini senin yorumuna bırakayım.
uzun zamandır kendimi böyle rahatlamış hissedemiyordum, aklımda hep bir "ama, belki, sonra" vardı. Bunları da ben yaratıyordum tabii ama var'lardı işte, varlıklarını yadsıyamazdım.
Son günlerde Salinger okuyor ve sadece okumakla kalmayıp hayat hikayesini araştırıyorum ama şimdi detaya girmeyeceğim çünkü onu ayrıca yazma niyetim var. (inşallah diyeyim)
Beklediğimi kendimin bile fark etmediği bir şey oldu.
Bir kırılma noktası sanırım ve o kırılmayla beraber bana, ruhuma, bedenime gerçek bir rahatlama yayıldı. Öyle ki Latin müziklerini çok severim ama kendimi rahat bırakamadığım için olsa gerek dans etmeyi pek beceremem; bugün müziği duymadan dans etmeye başladım. Ve iyi ya da güzel ya da doğru hareketleri yapıyor muyum diye bakmadan. Hoş sanki biliyorum hangisi doğru hangisi yanlış ehehehe :P
Bu rahatlama da biliyorum ki geçecek yani kalıcı değil hiçbir şey (bak bunun üzerine sağlam bir blog yazısı geliyor haberin olsun canım okuyucu, her şey keremin uyumasına bağlı :)
Ama işte şu an elimde olan bu his ve onu öyle çok sevdim ki; sarıp sarmalayıp yastığımın altına saklayasım var. Yok değil, bunu da istemiyorum çünkü o zaman yeniden gelme şansı kalmaz ve her an elinin altında olan şeyin kıymeti düşer. O yüzden işte şimdi ona kavuşmışken sımsıkı sarılıp onunla dans ediyorum.
Bu rahatlamayla beraber, yine yeni yollar ve rotalar çizdim kendime.(Rota derken Latin Amerika olsun ben de isterdim ama değil, tamamı mecazi :) Lohusalık bana yaramıyor diye düşünürken aslında tam da bu sebeple bu dipten çıkışın beni başka alanlarda beslediğini gördüm. geçen seferkinden güzel bir şey çıkmıştı ortaya, canım CKK :) Şimdi ise bambaşka ama içinde yine sevdiğim şeyler olan bir şeyler çıkacak bunu hissediyorum.
Bazen etrafını saran o kabuktan dışarıyı görmekte zorlanırsın ve kabuğu kırman gerektiğini düşünürsün; işin aslı olay öyle değildir, kabuk sadece senin yanılsamandır. (ghost in the shell mi dedi biri :P )
"I can do it" ikonu vardır ya hani; gelen hislerden biri de oydu. Yapabilirim, başarabilirim kadar insanı güçlendiren başka ne vardır bilmiyorum.
Dar alanda kısa paslaşmalar yaşıyorum çünkü vaktim hep az az ama bir şekilde onu yaratmaya çalışıyorum. Gece kalkıp uyanamadığım an'larda bile kendimi beslemenin yolunu keşfettim.
Keşfedemediğim daha bir sürü yol var elbette ama onlar değil şu an önümdeki tepside duranlar. her şey biraz daha sırayla.
Şimdi sırada bu his var, elimde avucumda yenidoğmuş bebek gibi narin seviyorum onu ve korumaya çalışacağım. Elbette ki yine takılıp kalmadan, çünkü ne demiştik (henüz yayınlamadığım yazı) yaşam kendi içinde bir döngüdür...
Bu kahveyi beraber içelim mi?

Şimdilik hoşça kal blog
yazmayı özlemişim.
Devamını oku »

24 Ocak 2018 Çarşamba

Neden (Bazen) Blog Yazıyorum?

Herkese yine yeniden kocaman bir MERHABA!
En son yazımdan sonra resmen 2 çocuklu hayata başladım ve oradan sesleniyorum. Kerem her an uyanabilir tedirginliği de var üzerimde ama olsun Elifi kreşten alma saatim gelene kadar az biraz yazayım çünkü özledim blogumu.
Hamileyken evde olduğum zamanda buraya daha çok yazı yazacağımı düşünmüştüm ve planlamıştım. Olmadı, yaz(a)madım. Bir taraftan canım hiç istemedi. Hatta öyle bir aşamaya geldim ki; "Neden blog yazıyorum ki?" sorgulamasında buldum kendimi. Sahi neden?
Belki kısır bir döngüye girmiştim belki sebep çok başkaydı bilmiyorum, üstelemedim ve blogum hiç yokmuş gibi davrandım bir süre. Ancak yılların alışkanlığıyla "bir şey" olduğunda kaşınmaya başladım, "işte bunu bloguma yazmalıyım" hissinden kurtulamadım. Kurtulmak mı istedim? Sanırım biraz evet. Beni soğutan neydi onu kurcaladım ve sebebin tam burnumun dibinde olduğunu gördüm. Bloga fazla sıkışmıştım ve bence fazla ifşa olmuştum. "Ünlü" olmak anlamında değil bu, takipçi sayım 200lerde zaten ahaha ne ünü :) İnstagram hesabımın gizli olmasının ve çoğu kişiye takip izni vermeyişimin de sebebi bu zaten, güvenememe hali. Reklam kokan hareketler ve işin bazı noktalarda ucunun kaçmış olduğunu görmem. Nasılsa defterime bir şeyler yazıyorum bir de neden bloguma bir şeyler yazma ihtiyacı duyuyorum ki diye düşündüm ama bulamadım.
Ta ki...
Emzirme sürecindeki uykusuz anlarımda bazen uyumamak bazen de kafamı dağıtmak için blog okumaya başlayana kadar. Okuduğum blogların hiçbiri "Esra bak bunu senin için yazdık" demiyordu elbette ama bazıları öyle "bana hitaben" yazmıştı ki, beni gecenin bir vakti derin uykumdan uyandırdı.
İşte ben de TAM bu sebeple yazıyordum; PAYLAŞMAK İÇİN.
Mesele sadece senin içindekileri döküp gitmek değildi (yıllarca böyle düşünmem ne tuhaf) aynı zamanda farkında olsan da olmasan da bir etkileşim vardı.
Ki ben sanırım en kötü blog okurlarından-sahiplerinden biri olabilirim. Ne instagram hesabımda ne de burada yazılan yorumlara cevap veriyorum. Bir şeymi tutuyor beni gerçekten bilmiyorum, Buna rağmen ısrarla yazılarıma yorum yazan dostlar, gerçekten İYİ Kİ VARSINIZ.
Vakit buldukça buradayım artık.
Bu bir söz veya challenge değil.
Hatta hiçdeğil, sadece bir istek ve hatta umut.
Ama blogumu revize etmeye karar verdim.
Aklımda öncelikle sadeleşme var, mesela çocuk kitapları yazılarımın burada durmasına gerek yok artık, onu epeydir LÇK'de yazıyorum zaten :)


Hem bir ses vereyim dedim hem de bir şey sorayım; sizin benim blogumda okumaktan en çok keyif aldığınız yazılar hangileri? Ve siz neden blog yazıyor /okuyorsunuz?
Ve Esoş kaçar, 2 bebekli hayattan ilk SES'im de bu olsun.

Devamını oku »

19 Aralık 2017 Salı

2017'nin Son Yazısı / Derleme Toplama

Sevgili ve canım blog,
Seni bu sene epey ihmal ettim biliyorum.
Öyle çok şey oldu ki 2017'de aslında.
Buraya hepsini dolu dolu yazmak istedim ama yazmadım, elim gitmedi bir türlü.
Küslük, kırgınlık, vakit bulamama hali değil bu; sadece yazmak istemedim.
Bir de bu sene temmuz ayı gibi "sevgili günlük" yazılarıma yeniden başladım. Çok tatlı bir defterim var ve ona yazmak beni öyle rahatlattı ki buraya sansür mü koyayım lafı mı dolandırayım bilemediğim için yazmadım. Bu bir itiraf mı olur bilmiyorum ama zaten kimse bloga en "saf"halini koymuyordur sanırım :)
Bu sene Çeşme macerası, iş yerindeki krizler ve gelgitler, yeni bir eve taşınmamız, elifin kreş değişikliği (ona uyum süreci) derken hayat öyle hızlı geçti ki.
Bir de üzerine dedemin vefatıyla epey sarsıldım.
İdrak ettim diyorum sonra bir bakıyorum o hayatta gibi şeyler düşünüyorum... Zaman işte buna deniyor sanırım.
Bu süreçte beni iyileştiren birkaç şey oldu:
1) Çocuk kitabı okumak ve onlarla ilgili yazmak
2) Kız arkadaşlarımla uzakta bile olsalar bolca yazışmak,sohbet etmek
3) Kahve içmek
4) Çalışma masam.

Bu sene hayatımdan çok değer verdiğim biri çıktı. hem de aniden...
Neden çıktığını sormayın, ben de bilmiyorum ama bu olayı atlatmam, algılamam epey zaman aldı.
Sonra bir gün geldi ve dedim ki "Ben artık buna üzülmek istemiyorum ve sebep ne olursa olsun sayfayı kapatıyorum." Bunu demekle sayfa kapanmadı elbette ki ama bendeki "durum"sakinleşti. "Ama neden, ben ne yaptım ki?" sorusunu bıraktım. Öyle üzülmüş ve ağlamıştım ki, onları da bıraktım. O açıdan da rahatladım.

Yarın kısmet olursa bebeğimiz doğacak.
Heyecanlıyım ve vaktim şu an çok az ama yine de iki satır da olsa yazmak istedim.

Herkese sağlık, huzur, mutluluk, neşe, sevgi, hoş görü dolu kocaman mutlu yıllar.
Seneye daha uzun yazılarda görüşmek ümidiyle :)


Devamını oku »

13 Kasım 2017 Pazartesi

Dedemin Çiçekleri

Hafta sonu Eda gelip gitti ve içimizde bir burukluk kalmıştı ki, tesadüfen bir haber duydum. Dedem ölmüş... Bana bunu söyleyen kuzenimin kızının da şokta olduğunu düşünecek olursak, ben de epey şoktaydım sanırım hala öyleyim ama buraya yazmak istedim çünkü dedem öyle biriydi, yazdıkça anlayacaksınız.
Öz dedelerim 1905 doğumlularmış ve 70li yıllarda vefat etmişler, doğduğumda zaten teyzemlerle alt-üst oturuyormuşuz ve teyzemin kocasına (1931 doğumlu) Dede demişiz Edayla. Hani denir ya, doğuran kişiye mi anne denir yoksa bakan kişiye mi sana o sevgiyi hissettirene mi? Bizimkisi tam öyle bir durum. Dedem benim için hep dedem oldu, aksini hiç düşünmedim. Çünkü bize öyle güzel dedelik yaptı ki...
Biraz anlatayım,
- Bizimkilerin aksine dedemin ailesi Selanikten değil Arnavutluktan gelmiş ve inanılmaz Arnavut damarı vardı.
- Anne babasını küçük yaşta kaybetmiş ve kardeşleriyle beraber (hayatta kalan son kişi kendisiydi) hayata tutunmaya çalışmışlar.
- Liseyi bitirmiş (o zaman lise demek çok önemli bir şeymiş) ve Devlet Demiryollarında işe başlamış, muhasebeci olarak. Adanada garın çaprazında kocaman bir Atatürk resmi vardır, işte tam onun altındaymış ofisi. Bununla gurur duyardı çünkü Atatürk demek onun için kan, can, her şey demekti...
- Askerliğini nerede yapmış hatırlamıyorum ama Zeki Mürenle beraber yapmışlar ve Zeki Müren çok sevdiği için aşçı tulumba tatlısı yaptığında Zeki Müren dedeme de verirmiş, çünkü onun sohbetini çok severmiş.
- Buraya ağlayarak da olsa bir şeyler yazıyorsam işte tam da sebebi bu. Yas tutulmasını hiç sevmezdi ve sohbeti çok severdi. Ben üniversite için Ankaraya gelene kadar olan sürede balkon sohbetlerinde dedem anılarını anlatırdı ve ben her seferinde "dede bir kağıt kalem alayım da yazayım." derdim, "gazeteci mi olacan, otur şuraya da dinle, sonra yazarsın." diye kızardı. Ben hiç yazamadım ve o anıların da çoğunu unuttum.
- Çocukluk anılarımın iyi olarak hatırladıklarımın yüzde 90ında dedem var, onları da anlatmam lazım.
- Bizim hiç arabamız olmadı ama dedemlerin steyşın bir arabaları vardı beyaz, arkasında kocaman bordo renkli bir minder, ona doluşur ve pikniğe giderdik. Çok eğlenirdik.
- Dedemin akrabaları Sakaryadaydı ve onların yöresel düğünlerine gitmiştik, Arnavut düğünü çok ilginçti, hala Arnavutça hatırlayıp konuşmaları da.
- Şeker hastasıydı ama bir o kadar inatçıydı ve tatlıya dayanamazdı, beni de suçlarına ortak etmeye çalıştığını şimdi gülerek hatırlıyorum.
- Oğlu kuzenim (ona da abi diyorum) Ankarada Eryamanda otururken bir yaz tatilinde üşenmeyip bisikletlerimizi de otobüse koyup bize Eryamanda bisiklet binmeyi öğretmişti. Onun bu azmini ve çabasını hiç unutmicam. "Arkamda mısın dedeee?" dediğimde hep arkamda olurdu, bazen de beni korkuturdu yokuş aşağı bırakarak ama eğlenirdik.
- İnanılmaz iyi bir yüzücüycü, madalyaları vardı ve bana yüzme öğretmek için de epey uğraştı ama pek olmadı çünkü sert bir hocaydı :)
- Demiryollarının yılda 1 sefer yurtdışı seyahat hakkı varmış o dönem, Avrupada öyle çok gezmiş ki, anıları pek çoktu, en çok Hollandayı severdi.
- Eda'yı çıtkırıldım bulur, benim sporcu olacağımı düşünürdü. Çünkü daha "erkeksi"ydim ve dedemle damda öyle çok şey yapardık ki...Kocaman bir dam düşünün, yarısı asma yarısı değil. Orayı beraber yıkardık hortumla ve asmadan üzüm toplardık, onun asistanı gibiydim.
- Çocukken kümes yapmıştı biz taze yumurta yiyelim diye, ben her sabah o yumurtaları alırdım, ne büyük zevkti.
- Sonra bir gün ortaokuldayken beni de çağırdı ve bir tavuğu kestik. Yani dedem kesti ama iç organlarının tamamını bana çıkarttırdı, bu kalbi bu bağırsağı diye 7.sınıftaki halimi hiç unutmuyorum. Eve gittiğimde üstümdeki lekelere annem çok kızmıştı çünkü başka formam yoktu. O tavuktan yiyemediğim için de dedem kızmıştı. "Hayat böyle kızım!" derdi.
- Elif doğduğunda da çok sevinmişti ve neyse ki kayıtlarda var, Elif türküsünü söylüyordu onu her gördüğünde.
- Dedem yıllarca memuriyet yaptığı için onu emekli olduğunda da takım elbisesiz göremezdiniz, çiçeklerini sularken bile kravat takan bir insandı.

Perşembe günü sol tarafına felç gelmiş ama yine kendinde olduğundan hemşireye çatmış, insanlarla İngilizce konuşmuş ve cool bir şekilde "İnsan doğar, yaşar ve ölür." demiş. İşte bu tam dedem.
Tatlı, tontik, yumuşak bir dede değil; hayatı dolu dolu yaşamış, aksilikleri çok ama kalbi tertemiz bir insan. Sözlerinde (biraz fazla) dobra ama çok da merhametli biri.

Ardından hepimiz ağlıyoruz elbette ama ağlayıp üzülmeme çok kızacağını da biliyorum, ne var yani derdi; beni böyle mi anacaksın? Haydi yaz bir şeyler...
Onu hatırlamak için çiçeklerine bakmak yeterli.
Dedem demek çiçek demekti çünkü.
"Dede bunların adı ne?" diye sormuştum da, "Adını napacaksın, hepsi çiçek işte, sen seveceksin onları." demişti.

Dedemin çiçekleri,
Yaklaşık 90 yıllık dolu dolu geçmiş bir hayat.
Mekanı cennet olsun, bunları yazmama da sevinmiştir bu arada...
Tüm güzel çocukluk anılarım için ben de sana teşekkür ederim dede,
"See you soon..."


Devamını oku »