Drop Down MenusCSS Drop Down MenuPure CSS Dropdown Menu




29 Ekim 2015 Perşembe

Bu Aralar: Biraz Dağıldım

Sanırım biraz dağıldım.
10 milyon tane işe yetişmeye çalışırken kimseden yardım istemeden kendi halimde dolanıp durmak biraz yordu beni.
3. haftanın da bittiği sümüklü halimiz, burun tıkanıklığının tetiklediği baş ağrılarım, iş yerinde yetiştirmem gerekenler, evle ilgili yapmam gereken işler derken biraz fazlaca dağılmışım.
Bu tatil için kafamda çok güzel planlar vardı oysa.
Bugün doktora gittik ve Elif'in bulaşıcı bir hastalığın başlangıç evresinde olduğunu duyduk.
Aman ne güzel:)
Evet her şeyin başı sağlık.
Ama önce "anne" kişisi iyi olacak,lafını yeniden andım durdum.
Biliyorum bu da geçecek ama ben bu sefer kendimi ihmal etmeden çözüm bulmaya çalışıyorum.
İnterneti tamamen farklı bir sebep için 5 dakikalığına açmışken kendimi bu satırları yazarken buldum.
Sanırım yetişemediğimi kendime itiraf etmekte zorlandım.
Ama bunu kabullenince de rahatladım.
Sağlığımı çok ihmal ettiğim için -eğer bir mani çıkmazsa- haftaya gitmem gereken tüm doktor kontrollerine gitmeyi planlıyorum.(Başta da hematoloji ve diş doktoru var) Buraya yazayım da kaytarmayayım artık.
Okumak istediğim kitaplar konusuna bir "yavaşlama" getireceğim. "Koşarak" okurken yoruluyorum. Biraz daha "yürüyerek" okumaya ihtiyacım var. Bu arada niye oturarak okumuyorsam? Bilmiyorum...
tabii ki vaktim az, bu yazı da bu kadarlık olsun.
Yeniden görüşmek üzere sevgili blog, iyi ki varsın.

Görsel eskilerden. Maksat, umudumuz hep olsun diye. Yoksa evde ceketli halimle bile tir tir titrediğimden falan değil :)
Devamını oku »

27 Ekim 2015 Salı

Günün Mutluluk Sebebi: 13 / Arkadaşlık

Aklımdaki "mutluluk sebepleri"mi yazıp kendimi daha da mutlu hissetmeye şu an çok ihtiyacım var. Bir acayip sümüklüyüm ve kafam kazan gibi..Hani nasıl desem kafamın içinde filler halay çekiyor :)
Geçen hafta çok acayip bir şey oldu ve her gün bir arkadaşımla buluştum. Hatta birkaç gün hem öğlen hem de iş çıkışında görüştüm. Fark ettim ki arkadaşlık sahiden de güzel bir şükür sebebi. Önceki yıllarda biraz daha yalnız ya da erkeklerle takılıyordum. Yalnız takılmak işin aslı hala en sevdiğim şey :) Çünkü yalnız hissetmiyorum, kitaplardaki karakterler sağ olsun hep yanı başımda. (Bu ara çok abartmışım, aynı anda okuduğum kitap sayısı 5i geçti ve karakterler kafamda birbirine değmeden yürüyemiyorlar :) İş yerindeki yeni birimimde yine erkek sayısı daha fazla, mesela bizim kattaki tek kadın benim :) Ama başka bir kattan arkadaşım oldu, bazı günler onunla yemeğe gidiyoruz, keyifli oluyor. Geçen hafta ise 5 günde 8 kişi ile buluşmuşum, yaşasın :) Bir tanesi Rus idi hatta. İş yerinden bir arkadaşımın eşi, birkaç hafta sonra doğum yapacak. Ona sürpriz bir buluşma ayarladık başka bir arkadaş ile. Kendisinin sade ve mütevazi tavırlarına gerçekten hayranım. Giydiği tüm kıyafetleri kendisi dikiyor(gelinlik dahil), tüketen değil de üreten biri. Ona sorduk "Doğum hakkında ne düşünüyorsun? Normal doğum mu istiyorsun sezaryen mi?" diye. Bizce mantıklı bir soruydu ama bize şaşkınlıkla baktı, "Bir şey istemem mi gerekiyor, doğum anı gelir, hastaneye giderim ve doğururum" dedi. Sanırım benim onca zaman "normal doğum" takıntım, kitaplarla odaklanmam, yaptığım yürüyüşler falan bu cümleyle beraber bir balona binip uçup gitti. Kız çok haklıydı..Bizim sorumuz ne kadar saçmaydı, daha iyi anladım (k).
İki kuzenimle de buluştum. İkisi de kıvırcık ve ikisinin de sohbetini seviyorum. Biriyle piknik yaptık, ötekiyle de hayaller kurduk :)
Yağmurlu bir günde de ismi "Yağmur" olan bir arkadaşımla buluştum. Sanırım zaman olsa akşama kadar konuşabilirdim. Ortaya söylediğimiz keki yememiş olması ve kekin hepsinin bana kalmış olması da acayip bir mutluluk sebebiydi :)
Akşam buluşmalarında ise bir adet 3 çocuklu Selcen ile yanına çırak olarak başlayacağım Elif vardı. Selcen'in 3 çocuklu dünyası beni bayağı rahatlattı. Sıkıntı tek çocuklu hayattaymış onu gördüm. Tek çocuğa odaklanıyorsun çünkü. İki tane ablası ortada bale, egzersiz yaparken en küçük 14 aylık Mehmet Efe "hayatta kalma" dersini alıyordu. Birkaç defa ortadan kaybolduğunda ya da minderden balıklama yere atladığında da kimse panik olmadı. İki çocuklu hayat hakkında bir fikrim yok ama 3 çocuklu hayatın neşesi çoktu, yani o ortamda sıkılmak mümkün değildi :)
Bundan sonra daha çok "pratik tarif" yazabilirim buraya, hepsi de Elifin sayesinde, ondan not ettiğim tarifleri deneyip bloga yazmayı düşünüyorum. Maksat unutmayalım :) Bir de şöyle bir şey oldu, bebeleri babalarına satıp (ki döndüğümüzde ev benim beklediğimden iyiydi) eve 300 metre mesafedeki bir kafeye gittik. Oradayken bir hesap yaptım ve en son bir arkadaşımla ne zaman akşam dışarı çıktım ben diye. Matematiğime güvenmiyorum ama sanırım bu olay en son 4 sene önce kardeşim Eda ile yaşanmış. Vay be :) Bir 4 sene daha beklemem umarım...

Yaptığımız, yediğimiz, konuştuğumuz her şey bir tarafa insanın kendi hayallerini paylaşabileceği ya da sansürsüz bir şekilde kendinden bahsedebileceği arkadaşlarının/kuzenlerinin olması çok güzel-miş.
Bu satırlara geldiğimde kafamdaki filler de Trabzon yöresinden çıkıp Malatya havasına geçtiler, belki yazı biterken düğünün sonuna bile gelirler :)
Yüz yüze görüşemediğimize hala inanamadığım ama bazı cümlelerinden beni benden daha iyi tanıdığına şahit olduğum birkaç arkadaşıma ise sevgilerimi göndereyim. Demek ki önemli olan fiziksel sınırlar değilmiş.
Geçen hafta tüm bu güzellikler için çokça şükrettim.
Bu hafta ise "arkadaşım" diyemeyeceğim ama benim için çok özel biriyle buluşacağım(inşallah) Onu da bir sonraki sefere yazarım. Yanında "this is zemin"den öte konuşmayı becerebilirsem diyaloglarımızı da yazarım ama yanında "gaklayıp miyavlayabileceğim" biri olduğunun ipucunu verebilirim :)
Arkadaşlık konusunda daha önce de yazmıştım, öyle görünüyor ki yazmaya devam edeceğim.
Bir de bu ara yeni yıl coşkusu kapladı içimi, geçen seneler gibi yeni yıl kartlarımı kendim hazırlayacağım. Evdeki malzemelere baktım, emin olamadım. Evin yanındaki kırtasiyeye uğradık dün, çok güzel şeyler aldım. Kırtasiyeci amcaya bir sonraki sefere ortak olalım mı demeyi düşünüyorum. Para almayayım ben gelip çalışayım burada, ne dersin diyeceğim. Bir de aynı yerden Elif'e minik bir vileda aldık. Çok acayip seviyor bu temizlik işlerini. Janjanlı mağazalarda neredeyse 5 katı fiyatına satılan viledayı oldukça uygun fiyatlı görünce de ben çok sevindim.
*Bu arada filler de molaya geçti :)
Bu yazıyı hangi arkadaşlarım okur, bilemiyorum tabii ama umarım yine sıklıkla görüşüp muhabbet ederiz. Bana gerçekten iyi geliyor bu buluşmalar, ufkumu açıyor, hayallerime bir adım daha yaklaştırıyor sanki...
Devamını oku »

26 Ekim 2015 Pazartesi

Az Malzemeli Çok Pratik Aşure :)

Geçen seneki "aşure çorbası" macerasından sonra bu sene açıkçası yapmaya hiç niyetim yoktu. Ben yine Esen'in ve annemin gazına geldim. Annem kolay kolay "sen yaparsın" demez :)
Instagramda paylaştığım fotoğrafın altına "sen aştın kendini" yazan arkadaşlara da buradan selam vermiş olayım. Benim yaptığım aşure sahiden oldukça pratik. Pilav yapmayı başaralı son birkaç ay olduğu göz önüne bulundurulursa bence ben de aştım kendimi.
İşin aslı bu seneki aşure ile olan en güzel şey, kendime olan güvenimin artmış olması oldu. Bir de aşureyi yaptıktan sonra hissettiklerim. Onları en sona yazayım, önce "az malzemeli çok pratik" aşureyi yazayım.
Malzemeler:
1 su bardağı aşurelik buğday
yarım su bardağı kuru fasülye
yarım su bardağı nohut
1 adet limonun kabuğu
2 paket vanilya
1 yemek kaşığı bal
2 su bardağı şeker (ben 1.70 gibi koydum)
üzeri için: tarçın ve fındık (isteğe bağlı)
Yapılışı:
1 gece önceden buğday, fasülye ve nohutu sıcak suya koydum, ertesi gün onları biraz kabarmış buldum :)
Evdeki en büyük tencereye buğdayı koydum ve üzerine sıcak suyu ekleyerek altını açtım. (saat: 09.45)
Buğday kendi halinde pişerken kuru fasülye ve nohutu ayrı ayrı düdüklüde (sırasıyla 20 dak. ve 30 dak.) pişirdim.
*Püf noktası, buğday devamlı su çektiği için su ısıtıcısında devamlı sıcak su bulundurdum.
Yaklaşık değil, tam 3 saat sonra buğday iyice kendini açmıştı, ben de yalnız kalmasın diye yanına kurufasülye ve nohutu koydum.
Bir yarım saat de öyle kaynattım, böylece iyice kaynaştılar. (kaç taşım kaynattım bilmiyorum tabii :)
Bu karışıma limon kabuğunun rendesini, balı ve 2 paket vanilyayı ekledim. Tadına baktım, bence güzeldi ama yine de 1.70lik şekeri de ekledim.
Yarım saat de böylece geçti.
4 saatin sonunda küçük bir kaseye aşureden koydum ve acaba donacak mı diye "fındık testi" uyguladım.
*Fındık testi: Aşurenin üzeri donarsa fındıklar dibe düşmüyor, donmamışsa (demek ki kıvam olmamış) fındıklar dibe düşüyor. (bu yöntem benim uydurduğum bir şey)
Fındık testinden başarıyla geçen aşureleri kaselere boşalttım.
Üzeri donduğunda biraz tarçın ve fındıkla süsledim.
Afiyetle yedim(k)

Mutfak Sırları adresinde de oldukça pratik görünen bir tarif var, biz yumuşak malzemeleri aşurede sevmediğimizden bizimki az malzemeli oldu :)
Normalde hangi tatlı olursa olsun çok ön yargılı yaklaşırım: "ben yapamam" ve "vaktim yok" diye. Aşure neden bilmiyorum, bana mutluluk veriyor.
Gözümde büyüttüğüm kadar bir zorluk derecesi de yok.
Sabah oldukça hasta uyandım ve canım hiç yapmak istemedi işin aslı, lakin yaparken daha iyiydim. Bitirdikten sonra da sanki evimizde güneş açtı, kendimi süper hissettim. Komşulara da dağıttım(hepsine değil maalesef). Az malzemeli olunca biraz çekindim vermek için ama önemli olan niyet değil mi ki :)
Unutmasaydım nar da güzel olurdu aslında, ne diyeyim o da başka sefere...


Devamını oku »

21 Ekim 2015 Çarşamba

Küçük Hanım

Birinin tavsiyesi ile bir kitabı alıp okumuş ve beğenmişsem mutlu oluyorum. Bazı güzel kitapları kendim keşfettiğim zaman ise çok acayip mutlu oluyorum. Arada biraz fark var yani benim açımdan. Çünkü hızlı bir devirde yaşıyoruz ve ne yaparsak yapalım kitapçıda görmesek bile sosyal medyada ya da bir tanıtım broşüründe kitapların kapağına illa ki rastlıyoruz. Bende bu şekilde olup yüzü eskiyen ama aslında hiç okumadığım kitaplar var. "Okumuş kadar oldum" bu demek herhalde :)
Son dönemlerde ise ne yazık ki kitapçılardan alış veriş yapamıyorum. Bu durum için üzülüyor olsam da maddiyat olarak bunu karşılayamıyorum çünkü internetten aldığımda en az 1 kitabı ücretsiz almış gibi hissediyorum. Ama bazen de kitapçıda gezerken "hiç kaçırmamam gereken", "o an okumam gereken" bir kitap varsa onu mutlaka alıyorum. Hatta yanımda o kitabı çalmaya gelen biri varmışçasına kitaba sarılarak kasaya gidiyorum sanırım, sonradan fark ettim :)
İki hafta sonu önceydi galiba, eve yakın minnak bir kitapçı var (eve yakın dediysem 7 km falan :) orayı gezmeyi seviyorum çünkü fazla satışı olmadığından kıyıda köşede kalmış kitaplar oluyor, ben de onları karıştırıyorum. İşte o karıştırma sırasında bir kitaba rastladım. İletişim Yayınlarının olunca hemen durdum çünkü benim için bu kırmızı alarm demek oluyor. İletişimden okuyup da sevmediğim kitap hatırlamıyorum :) İsmi güzel, kapak güzel, ilk paragraf şahane derken kitaba şöyle bir baktım. Ve ne göreyim? Kitap resimli. Amanın tadından yenmez ki şimdi bu! "Okul Çağı" dönemi kitaplar içinde bulunabilecek en güzel şey resimli olması bence. Koştum yine kasaya ve hemen aldım kitabı. O gün okumaya başladım ve ertesi gün de bitirmiştim zaten. Bazen büyük çelişkiler yaşıyorum kitap okurken "okumalıyım çok merak ediyorum" ile "okumamalıyım, bitti bitecek" arasında kalıyorum. (Manolito'yu ısrarla bitirmedim bu yüzden ehehe) Şu ara okuduğum Gizli Bahçe kitabı da öyle. Neyse konuyu değiştirmeyeyim. Bu kadar girişten sonra kitaptan bahsedebilirim sanırım :)


Kitapta pek tatlı bir kız var, ismi Lilly. Dediğim gibi çizimleri de olduğundan zihnimde canlandırmak çok daha keyifli oldu bu hikayeyi. Lilly'nin ailesi kapısında altın bir çörek olan yeni bir apartmana taşınırlar. Ve orada Lilly Küçük Hanım ile tanışır.
"Arka avluda oturuyor. Boyu yetişkin bir penguen kadar, hava nasıl olursa olsun safari kıyafetini giyer ve şemsiyesi sayesinde istediği zaman bukalemun gibi renk değiştirebilir. Bukalemun gibi renk değiştirmek mi?"
Bundan sonraki kısmı yazmayayım ama Lilly ve Küçük Hanım'ın başından geçen tatlı bir hikaye olduğunu söyleyebilirim. Bir ara ben de bukalemun gibi renk değiştirebilir miyim diye çok düşündüm ama yapamadım sanırım, Elif "anne" diye ebeledi beni :)
Bahçenin en güzel yerine "çocukların girmesi yasaktır" yazan Leberwurst (ciğer sucuğu) isimli apartman görevlisini gerçek hayatta tanımadığıma çok sevindim. Yoksa kesin kavga ederdik. (ya da ben en fazla: pardon bakar mısınız, lütfen o yazıyı kaldırır mısınız, derdim. O da "yooo" derdi. ben de ona bir şey diyemeden çok kızardım içimden, gözlerimden kocaman alevler çıkardı falan :) Zihnimde bile canlandırdığıma göre bu ciğer sucuğu amca beni bayağı etkilemiş olmalı.
"Adam uzun boylu ve zayıftı, ama en kötü yanı, içinden süpürgesininkiler gibi siyah kılların çıktığı devasa burun delikleriydi."
Çizim yine sevimli hani :)
Kitapta Lilly'nin annesini de çok sevdim.
"Koşarak mutfağa girdi, annesi masanın başında durmuş, hamur yoğuruyordu. Mikserle değil, elleriyle. Hamur parmaklarının arasından fışkırıyordu. Ellerine, saçlarına ve burnuna yapışıyordu. Çünkü annesi hamur yoğurduğunda, bunu bütün kalbiyle yapardı."

paragrafın yanındaki "mmmm" ağzımın sulandığının ifadesi :)
Ben de istiyorum Küçük Hanım ve Lilly ile cengelde salafariye çıkmak ve tofoğraf çekmek. Ben de ben de :) Sanırım bu hikayede en çok kıskandığım yer de 8 yaşındaki Lilly'nin böyle tatlı bir arkadaşı olması ve onunla yaşadığı macera. Bu ara hep bahçeli kitaplara denk geldim, çok mutluyum. Laf yine "Gizli Bahçe"ye gitti bu arada :)
Lüçük Hanım'ı okurken şemsiyesinden mi yoksa içinde tatlı sihirli şeyler geçtiğinden mi bilmiyorum aklıma Mary Poppins geldi. 
Kısacık, keyifli, hani pasta olacak olsa tek lokmalık çifte kavrulmuş kıvamında, bukalemunlu, çörekli neşeli bir hikaye oldu benim için Küçük Hanım.
Çizimleri ise inanılmaz güzeldi, dönüp dönüp baktım diyebilirim.

Resim yazısı ekle

Bu hikayeyi okuduktan sonra şunları düşündüm/sordum kendime:
- Yazar acaba bir zamanlar Küçük Hanımla tanışmış mıydı?
- Bukalemun Chaka oldukça tatlı değil miydi?
- Lilly'nin yerinde ben olsam ne yapardım, bu sırrımı aileme söyler miydim?
-Kitabı daha da çekici kılan şey yoksa çizimlerinin başarısı mı?
- Küçük Hanım karakteri yazarın aklına nereden geldi?
- Ben de böyle renk değiştirmek ister miydim istediğim zaman? (Kesinlikle evet!)
- Yakın zamanda yine böyle tatlı bir kitap keşfedebilecek miyim? (işte bu çok önemli...)
* İletişim yayınlarına ayrıca sadece 1 sayfada imla hatası yaptıkları için teşekkür ediyorum, son zamanlarda okuduğum kitaplar bu açıdan beni zorluyor...
** Kitabı kendim keşfettim gibi yazmışım ama internette şöyle bir bakınca aslında BDK'da Yıldıray'ın Küçük Hanımdan bahsettiğini okudum, belki de bilinç altı böyle bir şeydir :)

Küçük Hanım
Özgün Adı: Die Kleine Dame
Yazan: Stefanie Taschinski
Resimleyen: Nina Duleck
Çeviren: Ayça Sabuncuoğlu
Yaş grubu: 8+
İletişim Yayınları, 2013, 116 sayfa, karton kapak

Devamını oku »

20 Ekim 2015 Salı

Günün Mutluluk Sebebi-12

Önceki yazılara bakmama rağmen, bu sayma işini hala yanlış yapıyorum ama olsun :) Önemli olan niyet sanırım.
Bu yazıyı dün yazmaya niyetlenmiştim ama iyi ki yazmamışım, meğer ekleyeceklerim varmış bugün, haberim yokmuş.
Bu kısmı sona saklayacak olursam,
Geçen hafta iş yerine yakın bir parkta kendi çapımda yaptığım birkaç piknik etkinliği bana nasıl iyi geldi anlatamam.
Elimde Manolito'nun devamı olmadığı için son 1-2 sayfayı okumayı erteliyorum. O kadar çok güldüm ki Can Çocuk'tan İpek'e şöyle bir mesaj yazasım geldi: "Sevgili İpek, lütfen Manolito gibi kitapların kapaklarına şu ibareyi yapıştırın: aşırı dozda kahkaha içerir, parkta yalnızken okursanız sizi deli sanabilirler/çocuğunuz uyurken okumayın, gülme sesinizden uyanabilir" Bence bazı kitaplara buna benzer bir işaret yapıştırılmalı. Buraya bir ara çok aşırı güldüğüm kitapları da yazayım. Aklıma ilk gelen "Osuruk Tozu" oldu. Tamam ismi de komik ama ilk 2 kitap sahiden çok bombaydı. Karabalık o ara beni ne zaman gülerken görse "Sen yine osuruk tozu mu okuyorsun?" diyordu :)

İkinci sefer çok daha güzel geçti, bu kez şalımı serip yere oturdum. Simidimi paylaştığım kuşlarla neredeyse sohbet ettik, kaçmadılar. Lakin heyecanla giden kitabımı okuyamamaya başladım çünkü baskı hatası vardı :( Ve normalde en az bir yedek kitap yanımda taşımama rağmen o gün yanımda yedek kitabım yoktu. Peki dedim, defterim illa yanımdadır, bir şeyler yazayım, not alayım, resim çizeyim(kendimce). Defter vardı ama kalem yoktu yanımda iyi mi. Ben de oturdum ve "hiçbir şey yapmamanın" tadını çıkarttım. Bunu yapamam sanıyordum, bana kaşıntı basar çünkü, illa bir şeyler yapmam gerektiğini düşünürüm. İlginçtir o gün kafamı kaldırıp ağacın dallarını seyretmek bana çok iyi geldi ve aklıma başka da bir şey gelmedi.
Kaybolduğundan emin olmaya başladığım postalarımın bir gün aniden posta kutumu tepeleme olarak doldurduğunu görünce gözlerime inanamadım. Mektup arkadaşlarım var benim, onların ne yazdığını heyecanla bekliyorum. Postcrossing devam ediyor. Bana gelen kartları bir ara buraya da koyayım. Soldaki de can kuşum balığım Ayçam (Eda'yı sayma zaten :P) Sağ taraftaki pandaları hatırlayanınız oldu mu bilmiyorum ama hikayeleri şöyleydi. Sağ üstteki kablo da karabalığın masasından benim tarafa taşanlar. Benden ona sadece kalemler taşıyor oysa ki :)

Bu da bu sabahtan. Elif'in kreşinin tam çaprazındaki parkta kendi haline bırakılmış Japon Elması ağacından. İki tane koparmıştım, birini düşürdüm. Ötekini de keyifle yedim, tadı müthişti. Şalımda kalan saç telini görmezsek elmanın şalım ile uyum içinde olduğunu söyleyebiliriz. Çok mutlu oldum kendisi ile tanıştığıma :)

Veee en sona sakladığım bir haber. Haber yazınca heyecan uyandırdı belki ama "haber değeri" olan bir şey değil. Sadece bir keşif. Yazılarını keyifle takip ettiğim bu blogdaki şu yazı. Bu defteri "mutluluk sebeplerim" ile ben de mi yapsam acaba? Çok heveslendim... Bu yazıda yer alan bir cümle beni bu ara biraz fazla iyi anlatınca kendime bir "dur" demek istedim. İşte şurası:
"Her şeyin bir dönem üst üste kötü gittiği zamanlar olur ya, o zamanlarda hayatımızla ilgili genellemeleri daha çok yaparız. "Çok yorgunum, hep yorgunum. Enerjim yok. Kendime vakit ayıramıyorum. Zaten ben hiç... Zaten sen hiç..." gibi şeyler söylemeye yatkın oluruz ve kalan güzelliği de biz kaçırırız. O zamanlarda açtım defterimi ve baktım. Hayır hiç de öyle olmadığını gördüm. Sonra insan şükür okuya okuya şükreder hale yeniden geliyor. O işe de yaradı."

Evren bana mesaj mı veriyor acaba, defterime hemen başlamam için? Bu yazıyı "yayınla" demeden az önce (30 saniye kadar) postacı amca bu pakedi getirdi. Ben şok oldum açıkçası. Hiç beklemiyordum böyle bir kutu. İçindekileri çeksem sanırım neden inanamadığımı anlardınız :) Canım kitapkurduanne arkadaşım Akça göndermiş bana, nasıl mutlu oldum anlatamam. Kattaki herkese kutuyu gösterdim sanırım :) Kutunun yanındaki defterim "her şey" defterim oldu ama aslında blog defterim. Kutunun üst tarafındaki çantayı ise bana canım Özlem çizmişti, onu kullanmaya kıyamıyorum ama kullanmayınca da üzülüyorum. Kısacası bugünün şükür sebepleri bir dolu :) Öğlen de kkk(küçük kıvırcık kuzen) ile piknik yaptık, heyooo :)

                                                                                ***
Blogda birkaç değişiklik yaptım ve "evim" dediğim yeri biraz daha düzenlemiş oldum. Bunları tek başıma yapmayı beceremediğim için Sevgi Hanımdan yardım aldım. Aklımdaki birkaç ufak değişiklik dışında blogun son hali böyle, kategorili :)
                                                                                ***
O değil de üzerinde ismim yazılı kutum var artık benim ya, ben uçmayayım da kimler uçsun... Bir de içini görseniz :)
Devamını oku »

19 Ekim 2015 Pazartesi

Elif'in Kreş Günlüğü- 5

Bir önceki yazımı okudum şimdi, yine gülümsedim. İleride inşallah fikrim değişmezse çok şükür kreş hayatımız iyi gidiyor. Kreşi biz de seviyoruz. Hatta daha bu sabah "keşke ben de en azından bir yıl kreşe/anaokuluna gitseymişim" dedim. Beni de alsalar içeri, gireceğim sanırım :) Anaokuluna gittiğim ilk gün şişmanca bir kız beni köşeye sıkıştırmıştı, ondan korktum ve "oraya bir daha gitmem" dedim. Ve gitmedim. Anneme bu konuda hala kızıyorum. Sanki her dediğimi yaparmış gibi :) Gel bir konuş benimle, sebepleri, çözümleri, zorlukların üzerine gidilmesi vs hakkında. Şimdi bile zorluk görünce kaçışımda belki o ilk günün etkisi var :) (Abarttım evet)
Bence en güzel okul, çocuğun kendini mutlu hissettiği ve senin de anne baba olarak çocuğunu güvenle bırakabildiğin okul.
Kreşte bu ara en çok şarkı öğreniyorlar. Elif'in hareketlerinden "değiştir"şeklinde şarkıları biz de öğrenip söylüyoruz. Favoriler "anneni seviyorsan alkışla", "bak postacı geliyor", "ali babanın çiftliği", "otobüs gider döne döne" , mini mini bir kuş"ve "baby finger" Her birinin anlatımı farklı Elif açısından. alkış yapıyor, el sallıyor, minik kuşu camdan getiriyor, "baba-pişi" diyor, baş parmağını oynatıyor vs.
Geçen hafta uzaktan gördüğümüz bir öğretmen gelip bizimle konuştu. "Hi, I'm İrem Teacher." ile başlayan diyaloglar öğretmen açısından İngilizce, bizim tarafımızdan da Türkçe devam etti çünkü biz ne olduğunu anlamadık. Ben bu okulda İngilizce öğretildiğini bilmiyordum çünkü sormamıştım, böyle bir şeye gerek yoktu. Meğerse haftalardır ana öğretmenlerin dışında bir adet İngilizce öğretmeni varmış ve gün boyu onlarla berabermiş. "Baby finger"ı da o öğretmiş sanırım. İsminin "İrem" olduğunu duymasam tarzı ve aksanıyla yabancı biri zannederdim. Biz ısrarla Türkçe konuşunca -ne olduğunu anlayamadığımızdan- "Çocukların yanında Türkçe konuşamam" dedi. Biz de "hııııı" dedik :)
İngilizce konusunda -ileride fikrim değişir mi bilmiyorum- ben biraz daha farklı düşünüyorum. Özellikle küçük yaş gruplarında okulun yani kreşin amacının "mutluluk" ve "oyun" olması sanki yeterli. Çocuğa devamlı bir şeyler öğretmeye çalışmak (şarkılar hariç) gereksiz geliyor bana. Ama bir taraftan kızı 2 yaşında olan bir baba görüyoruz. Parkta da devamlı karşılaştığımız için diyalogları çok net duyuyoruz. "Salıncak ne renk?" diyor. "Mavi" değil de "Blue" yanıtını istiyor mesela. Eleştirmek midir bunun adı bilmiyorum ama sanki çocuk orada sadece salıncağa binse, yeterli değil mi? (ya da belki de ben sadece o an gördüklerimden dolayı adamcağızı yargılıyorum :)
Uşak-köy
Geçen ay yazmayı unutmuşum, hemşire emekliye ayrıldı. O kadar üzüldük ki. Nasıl desem, ben bu kadar güler yüzlü ve işini aşkla yapan başka bir hemşireye daha önce hiç denk gelmemiştim. Çocuklara resmen annelik yapıyordu. Onun yerine gelen hemşireye alışmaya çalışıyoruz hala.
Bu ara en yeni gelişme Elif'in saltanatının bitmiş olması :) 14,5 aylıkken başlamıştı ve en küçük oydu kreşte. Şimdi ise iki minik daha geldi. 13 aylık olan kız 2 ay erken doğduğu için, 12 aylık olan çocuğun da annesi vefat ettiği için özel durumları var. Elif de onları kıskanıp kendini yere atıyormuş. "Bırakın atsın, öğrenir zamanla" dedik ama zaten kime diyorum... Öğretmeni maşallah o kadar iyi biri ki. Aralarındaki dengeyi çok güzel kuruyor ve eminim Elif konuşmaya başladığında arkadaşlarını eve de getirmek isteyecek. Öğretmeninde en çok sevdiğim şey de pozitif ve çözüm odaklı olması. Uyku konusunda yaşadıklarımızda "İnanın bu da geçiyor, bir de şunu deneyebilirsiniz eğer isterseniz" gibi öneriler getiriyor. Birçok konuda böyle olunca, ben de ona danışıyorum ve hepsinde de haklı çıkıyor. Kendisi benim de öğretmenim gibi :) Sağduyulu ve asla kesin kurallarla bizi boğmuyor. Bir şeyin çocuğa göre olması ve ailenin otoritesi hususlarında çok güzel denge sağlıyor. İki tane kızı var, üniversitede okuyan. Kaç yaşında olduğunu bilmiyorum ama onun enerjisi bende yok, onu biliyorum. Onu görmek beni mutlu ediyor. Sanırım Elif'i de öyle :) (Çok şükür ve maşallah diyeyim)
Bir de unutmadan ve utanarak şunu yazayım: yemekler o kadar güzel görünüyor ki(isimlerinden) karabalıkla hep şunu konuşuyoruz; gitsek bizi de yedirirler mi :) Elif evde yaptığı birçok yemek yememe hareketini (eskiden yapmıyordu pek) kreşte nadiren yaptığından, gönlümüz rahat. "Tavuk suyuna çorba" yapacağım diye çok kasmıyorum kendimi işin açığı, evde ne varsa onu yiyor Elif de.
İnşallah günlerimiz hep böyle güzel geçer, Elif'i okula erken vermenin vicdan azabını hafifletmiş oluruz...

Devamını oku »

16 Ekim 2015 Cuma

Elif ve Uyku :)

Elif ve uyku konusu ne zamandır aklımda olan bir konuydu, yazarsam belki biraz daha rahatlarım bu konuda.
Elif doğmadan önce okuduğum "bebek büyütme kitapları"nda "uyku" bölümünü sahiden anlamıyordum. Okuduğunu anlayamama... O kadar çok cümle vardı ki, hepsinde de bir "yöntem"den bahsediliyordu. Aman sallamayın çocuğu, sakın emzik vermeyin, ya da bir dakika verseniz mi acaba, yok siz en iyisi ucundan koklatın gibi. Tüm bunlara ne gerek vardı bilmiyorum çünkü Elif gayet de yatağına koyunca uyuyacaktı. Tüm bebekler öyle değil miydi yoksa? (yazar burada saflığına gönderme yapmaktadır)
Doğum ile 10. gün arasında yaşadığımız sarılık sebebiyle Elif devamlı uyuyordu ve biz onu uyandırmak için burnunu sıkıyorduk. O zaman şu cümleyi hatırlayacağımı bilmiyordum tabii: "İleride acaba Elif'i uyandırmak için değil de uyutmak için çaba harcar mıyız?" Deme işte. Merak da etme değil mi.
10. gün başlayan ve yaklaşık 4.5 ay süren kolik sebebiyle Elif akşamları 17-23 arası ağladı ya da bağırdı. 23'ten sonra biraz bayılıyordu ancak sonra yine acıkma/gaz/uyku sürecine giriyorduk. Bu arada 2.5 ay boyunca anane-babaanne dönüşümlü olarak yanımızda olduğu için ben "görece" biraz daha uyuyabiliyordum.
Gündüz uykularında ise hiçbir zaman 30-45. dakika döngüsünü kıramamıştık.
İki aydan sonra Elifi bolca slinge koydum ki evde kimse yokken resmen kurtarıcım o oldu, üretenlerden Allah razı olsun :)
Elif 5 aylık olunca okuduğum tüm "uyku" kitaplarından da aldığım gazla uyku eğitimine karar verdim. Ancak birkaç hafta sonrasında tatil planımız olunca bu eğitimi tatil dönüşüne erteledim. (yazarken aklıma geldi de 1-2 hafta kadar "Tracy" denedim, başarılı olamadım)
Elif 6 aylık olduğunda Kim West ile uyku eğitimi denemelerine başladık. O günleri biraz daha iyi hatırlıyorum aslında, iyi niyetli bir çabamız vardı. Elif şimdikine kıyasla daha az direniyordu ve ağlıyordu. Sadece yanında durarak (1 saati bulsa da) onu uyuttuğumuz zamanlar oldu. (belki 1 ay falan)
7. ay civarı bir şeylerin tam olarak yolunda gitmediğini fark edip uyku danışmanlığı aldık ama sadece 1 saatlik olan seanstan. Çünkü bence biz bayağı yol kat etmiştik kendi çapımızda, sadece cilamız eksikti :) O görüşme bizim açımızdan çok başarılı geçti. Nelere dikkat edeceğimizi çok daha iyi kavradık. O saatten sonra bizi kimse tutamazdı.
Ya da tutar mıydı?
Çünkü unuttuğumuz bir şey vardı: DİŞLER !
Dırın dırın.
Biz ki Elif'in uyku saati aman kaçmasın diye sıfır sosyal hayat yaşayalım, sen gel bize "dişim çıkıyor" de. Oldu canım :)
Elif maşallah ve sağolsun dişlerini tek tek çıkarmadı. Mısır patlağı gibi iki seferde çıkardı. İlki 8. ay civarı, ikinci patlama da Avusturya tatilinde ağrıları başlayan ve 13. ay gibi kendini gösteren, kreşe başladığında da devam eden köpekler ve azılardı. O dönemlerde ağlamasını ve huysuzlanmasını normal karşıladık çünkü ortada bir "sebep" vardı. Buna şükürdü.
Lakin dişlerden sonra düzelmesini beklediğimiz, gündüz iyice yoruluyor kreşte gece de iyi uyur dediğimiz hatta üzerine kreş çıkışlarında parka götürdüğümüz, her gece yatmadan banyo yaptırdığımız, sakinleşsin diye kitap okuduğumuz bebemiz, Elif'imiz bizi yanılttı.
Kreşte oldukça sorunsuz ve çoğunlukla aralıksız uyuyan kendi değilmiş gibi davranıyor. İşte ben ona sinir oluyorum. Geçen gün öğretmeni "Elifi ben bir gece eve götüreyim, siz de lütfen uyuyun" dedi. İşte ona o an sarılmak ve şunu sormak istedim: "Şaka yapmıyorsunuz değil mi?" :) Tabii ki şakaydı.
Elif gündüzleri daha güzel uyusun diye 5. ay civarı odasını ayırdığımızda ona kalın perdeler almıştık. Ben ona klasik müzik, Barış Manço'nun ninnileri gibi cdler alıp dinletiyordum. Şarkı ile uykuyu bağdaştırsın diye. Pek olmadı.
Uyku ile en çok bağdaştırdığı şey uyku oyuncağı "nana" oldu. Rossman'dan tamamen öylesine bir pembe bir mavisini aldığım tavşancıklar Elif'in vazgeçilmezi. Mavisi kreşte hatta. Pembe tavşanın yanına bir de minik Minnie başlıklı uyku oyuncağını ekledi. Onların adı "nana" Neden böyle diyor, bilmiyorum.
16 aydan beri emzirme ile ilişkimiz de kalmadığı için (ikimizin de) memeye uyanıyor da diyemiyorum.
7-8 aylık mıydı tam hatırlamıyorum, geniz eti büyümesi olabilir demişti doktor, kbb'ye gittik. O da değilmiş.
Bir şeye alerjisi mi var acaba dedik ama gece ağıtının dışında çok şükür belirtisi yok. Reflüsü olsa gündüz kreşte uyuyabilir mi? Bilmiyorum.
Hafta sonu evde gündüz uykusu da hala 30. dakikada uyanma şeklinde.
Yatağında ve odasında mı bir şey var acaba dedik, yatağını kaldırdık, yer yatağı koyduk hatta daha önce üzerini hiç örtmediğimiz halde ayaklı uyku tulumu aldık, yumuş yumuş uyusun diye. O da olmadı.
Acaba bizi mi arıyor diye yanına uzandık, onu bizim yanımıza aldık... Onlar da fayda göstermedi. Uyandığında bizi görmesine rağmen şiddetli bir şekilde ağlıyor.
"Uykuya nasıl geçerse uyandığında da onu arar" tezini görmek için sabırla ve inatla kendi kendine uyuması için bekledik. Bekledik. Ve bekledik. O da olmadı.
Şu an biraz kucak, biraz ayakta sallama yöntemiyle, saç kurutma makinesi açık olarak, karanlıkta, uyku oyuncağıyla, yer yatağında uyutuyoruz.
Eve girişimiz 6.30, yemek yenmesi ve kalkış 7.30, banyosu vs. derken saat 8.30 oluyor. O ara biraz kitap okuyorum. Ve odanın ışığını kapatıp dışarıya bakıyoruz. "Kediler de uyumuş, köpekler de uyumuş, uyku vakti geldi Elif, bak herkes uyumuş" şeklinde onu uykuya hazırlamaya çalışıyorum. İşte tam o ara ağlamaya başlıyor.
"İyiydik böyle, ne uykusu" şeklinde. Bahaneleri bertaraf edebiliyorum ancak yarım saatin sonunda sabır seviyem inmeye başlıyor ve ben kendimi çok kötü hissetsem de ona bağırıyorum :( Bazen susuyor bazense daha da çok ağlıyor. Babası uyutuyorsa beni, ben uyutuyorsam da babasını arıyor. İkimiz de odada olalım diye denedik, onda da dedesini çağırıyor :) O yüzden tek başımıza uyutuyoruz.
Yazmayı unutuyordum, 17. ay civarı ben çok kararlı bir şekilde Ferber denemeye başladım. "Zaten ağlıyor"du vicdanımı rahatlatmaya çalıştığım şey ancak kreşteki psikolog yakın bir zamanda emzirme ilişkimiz de kesildiği için bu yöntemi tavsiye etmedi. Ve zaten kreşte de olduğu için -gündüz pek göremediğimizden- karabalık bu yönteme hiç sıcak bakmadı.
İnsanların laflarından kurtulmak amacıyla ve denemiş olmak için Elif'i geç saatlere kadar ayakta tutup iyice yorgun düşmesi yöntemini de denedik. O da olmadı ki zaten bu bana hiç mantıklı gelmiyor-du.
13 aylık olana kadar gündüz leri çift uyku ve bazen şekerleme ile geçirdi. Sonrasında kreşe başlamadan -ve farkında bile olmadan- gündüz uykusunu öğlen 12ye çektim ben. Gündüz daha az uyuduğundan gece uyur mu diye düşündük. O da olmadı.
"Geç uyursa geç uyanır" tezi de bizde geçerli olmadı. 1 yaşına kadar 6'da uyanıyordu Elif, şimdilerde de 7 civarı ağlayarak uyanıyor.(çünkü tabii ki uykusunu tam alamıyor ancak geri uyutmaya çalıştığımızda da uyumuyor)
Bir bebeğin yemek yememesi de oldukça kötü (Elif akşam yemeklerinin ya suyunu sıkıyor elinde, köfte bile olsa ya tükürüyor ya da yere atıyor, ona rağmen bence "fena değil" yemesi) ancak bebeğin uyumaması sadece bebeği etkilemediği için anne babayı oldukça zorlayan bir şey.
Kolik zamanından beri kurduğum bir cümledir: "Allah'ım buna çok şükür... " Ne kadar isyan edersek edelim, dünya üzerinde çok daha kötü şeyler yaşayan anne babalarla karşılaştıramayız bile kendimizi. İşin bu kısmına odaklanıp "bu günler de geçecek" diyorum. Bazen bu söylediğime gerçekten inanıyorum bazen de "ama ben sadece uyumak istiyorum" diyorum. İnsanım neticede :)
Tüm uykusuz annelere gelsin bu minik fincan kahve :)
Dün gece ağlamaktan kustu Elif, canım sıkıldı biraz. Yeniden bir doktora gidip "biz aslında iyiyiz ama Elif neden bu kadar çok ağlıyor?" demeyi planlıyoruz. Bitki çayı mı verir tahlil mi yapar yoksa "sebebi çok basit, formülü de bu" deyip bizi mutluluklara mı nakşeder, onu da yazarım. Onun haricinde önerisi olan varsa lütfen yazsın. (Uyku danışmanlığı fikri hariç maalesef)
* Uykusuzluğumu gören oda arkadaşlarımdan birinin yorumu: "Bu da geçiyor be Esra, büyüyorlar". Bugün bu cümleye, sağlığımıza ve şükretmeye odaklanayım ben biraz :)

Devamını oku »

15 Ekim 2015 Perşembe

Annenin Hasta Olma Hakkı

Böyle bir hakkımız var mı acaba?
Pek yok aslında.
Çoook acayip devrilmedikçe çoğu anne hastalığını ayakta geçiriyordur diye tahmin ediyorum.
Evde 3. bir kişi yoksa, baba kişisi ne yapsın, hangisine yetişsin değil mi :)
18 ayda ilk defa ben bu hakkı doya doya yaşadım. Çok şükür öncesinde daha hafif geçiriyordum hastalıkları (soğuk algınlığı vs.) Geçen hafta pazar günü Elifte başlayan burun akıntısı elbette ki bağışıklık sistemi diplerde gezen beni bulmakta zorlanmadı. Salı günü iş yerinde oldukça kötüydüm. Ertesi gün aile hekimine gidince 2 gün rapor verdi. Evdeki iş birikimini düşününce çok sevindim. "Heyoo işleri hallederim" diye. Kağıda yazmadım ama kafamda şahane bir liste yaptım. Öncelikle kahvaltıyla başladım.


Çarşamba günü için niyetim ütüyü bitirmekti ama baktım ki değil ütüyü kolumu bile kaldıramıyorum, içtiğim ilaçların da etkisiyle devrilip uyumuşum. O gün bir de şöyle bir şey oldu. Bana gönderilen mektuplar elime ulaşmayınca apartman görevlisiyle görüştüm, hafiye edasıyla "Ben bir bakınayım etrafa, bulursam getireyim" dedi. Meğer bizim posta görevlisi A bloktaki kutuya atıyormuş. Toplamış geldi, aman ne kadar sevindim. Ve aynı zamanlarda kendime de "anne çorbası" yapmıştım. İkisinin mutluluğu beni motive etti :)


Ama... İkinci gün tüm bunların acısını çıkardım. Önce ütüyle başladım. Evde artık "Elifi ben uyutmayayım ne olur, ütü yapayım" cümleleri duyuluyor :) Ütü madem hayatımızın bir parçası. Ben de kendisini keyfe dönüştürmeye karar verip yanına müzik açıyorum, bir de neşeli bir fincana kahve koyuyorum.
O gün işlerin çoğunu bitirdim ama akşam yeniden kötü oldum tabii. Cuma günü işe gittiğimde pestil gibiydim. Bugün Perşembe yani aradan 1 hafta geçti, ben hala hastayım :( Burnum akıyor ısrarla.
Geriye dönüp bakıyorum, aslında işler her zaman olur(du), ikinci gün dinlense miydim? Hem evet hem hayır. Mutfaktan çoraplar, bizim odadan patatesler çıkıyordu evdeki taşıyıcı Elif sayesinde. Bu açıdan içim açıldı, bir dolu şeyi de attım, kafam ferahladı. Lakin şööyle ayağımı uzatıp kitabıma da gömülsem fena olmazdı :)
Kısacası, bir annenin "hasta olma hakkı" teoride varmış gibi dursa da pratikte aslında böyle bir şey yok-muş.
*Özlem, Pelin ve Gonca'ya bana ısrarla "iş yapma, sakın kalkma, yat dinlen" dedikleri ve ben onları dinlemediğim için sevgilerimi göndereyim :)
Devamını oku »

Güvercin* Geç Yatmasın!

Ah ben o geç yatan güvercini bir yakalarsam...
Ah onu bir elime geçirirsem...
İşte o güvercinin benden çekeceği var!
Ama yakalayamıyorum haydudu :)


Bu kitabı Banu sayesinde tanımıştım ama nedense almamıştım. Ta ki geçenlerde Selcen ve Semra "Esra mutlaka oku" diyene kadar. Sepete ekledim ve ne kadar eğleneceğimi beklemeye başladım. Hatta dayanamayıp o ara girdiğim birkaç kitapçıda "Güvercin Geç Yatmasın" kitabı var mı dedim. "Yok" dediler.
Güvercin ile dün tanıştım. İş yerinde ayak üstü okudum ve güvercini çok sevdim. O ne tavırlar öyle. Sanki güvercini değil Elif'i çizmişler. (Eminim herkes kendi çocuğunu görüyordur o güvercinde)
İlk sayfada bize bir görev veriliyor. Dişini fırçalamaya giden bir abi (Elif ısrarla "dede" dedi) " Aman güvercin geç yatmasın" dedi ve kaçtı. Sonra da güvercinle tanıştık. İlk cümle şu: "Bir kere hiç uykum yok!" Ahahaha dalga mı geçiyorsun sen? Tabii ben yemedim bu numaraları ve ısrarla "bak güvercincim, kediler de uyudu köpekler de uyudu hatta aydede bile uyudu" numaralarıyla bizim güvercinin aklını çelmeye çalıştım. Yok olmadı. O kadar çok bahane sıraladı ki! O sayfanın fotoğrafını özellikle eklemedim, kitabı merak edip alın diye :) Ama benim favorim şu: "Hem şu anda Çin'de öğle vakti!" 
Kitapta oldukça basit çizimler ve onlara eşlik eden kısa cümleler var. Sanırım kitabın başarısının bir sırrı da bu: sadelik :) Yazar ile ilgili benim çok fazla bilgim yok ama Banu şuraya link vermiş. Güvercinin otobüslü kitabını da epey merak ettim doğrusu :)
                                                                             ***
"Elif sana yeni bir kitap aldım."
O sırada heyecanlanıp kucağıma yerleşti bile. "Ku ku nana" dedi. Çevirisi: Kuşun nanası var. (nana: uyku oyuncağı tavşan) 3-5 kere okuduk. Sayfaları çevirdi, "ku", "nana", "dede" diye diye bir hal oldu. "Elif kuş ne yapmış, uyumuş mu?" dedim. Kafasını yana eğip birkaç saniye gözlerini kapattı. Uykuya geçmesine ve gece bir dolu uyanmasına çözüm olmadı belki ama kitabı baş ucunda tuttu. Çünkü "Güvercin de uyumuş" Eheheheh.
                                                                             ***
Ne zaman bitirebilirim bilmiyorum ama Elif ve uyku konusunu yazmaya başladım. Yaklaşık 18.5 aydır uykusuz olduğumuza göre belki yazınca rahatlarım. Son günlerin bombası da şu oldu, karabalık Elif'i uyutamamaya başladı çünkü Elif onun zayıf noktalarını keşfetti. Benim uyku konusunda tavizim pek az.
"Anne mama"
"Az önce yedin."
"Anne su"
"Şimdi içtin"
Eskiden "ıngaa" idi şimdilerde "hiyaaa hoyyaaa" şeklinde ağıtlara cevabım da net
Yüksek sesle alkış.
"Anne" deyip kitabı veya başka şeyi gösterdiğinde
"Elif uyku vakti"
Hiç bu kadar acımasız bir anne olabileceğimi düşünmemiştim hamileyken.
Ama sanırım bu yönümü Elif oluşturdu.
Gece uyanıp saatlerce sebepsiz yere ağladığında da onu oyalamaya, dikkatini dağıtmaya çalışmıyorum. Baktım ki bunlar bile onu etkiliyor. Bırakıyorum ağlasın. Ama bu yöntem ne yazık ki sadece "bazen" işe yarıyor. Çoğunlukla "blöfünü gördüm anne, ben ağlamaya devam ediyorum, bak hatta çığırıyorum" diyor. Bu noktada bende ipler kopuyor. Ara ara bağırıyorum. Bazen direk susuyor. Bazen de etki-tepki oluyor ve daha daha fazla ağlamaya başlıyor. Ve biz başa sarıyoruz. Saat sabaha karşı 1.30 bazen 03.00 bazen 04.00...Yani saat hep değişiyor.
"Güvercin gece boyu deliksiz uyusun" ve "Güvercin gece uyandığında saatlerce ağlamasın" isimli kitapları da biz Filizle beraber yazmaya karar verdik. "Çok satanlar" listesinde olmasına gerek yok. Duru ve Elif okusalar yeter bizce. Ne dersin Filiz?
Veeeee son olarak:
"ESNEEEEE" :)

* Bu kitabı okumanız için bebenizin uyku sorunu olmasına gerek hatta bence bir bebeniz olmasına da gerek yok. "Bu aralar" döngüsünden çıkabilmek için GÜVERCİN ile tanışın mutlaka, bakalım sizi kandırabilecek mi?
Güvercin Geç Yatmasın! 
Özgün adı: Pigeon
Yazan ve resimleyen: Mo Willems
Çeviren: Fırat Yenici
Uçan Fil, 2+, sert kapak, 32 sayfa
Devamını oku »

12 Ekim 2015 Pazartesi

Bu Aralar

Tam olarak ne zaman başlamıştı bir şeyler değişmeye hatırlamıyorum.
Umudun hala olduğunu hissedebilmek için bir öğle arasında uzun ve heybetli bir ağaca sarılmıştım. Niye bu daha önce aklıma gelmemişti ki dedim hatta.
Bir süre sonra tam kalbimin üstüne bir taş oturmuştu, dolmuş görünce bile ağlayasım geliyordu. (o taş sanırım hala orada)
Ama yok "ümit var hala" diyebilmemin üzerinden pek az zaman geçti ve yine ekran karardı.
"Bu da mı son değil-di?" dedim. Ve yine bu cümleyi kuruyorum.
Cumartesi günü de tamamen öylesine instagrama baktığımda "ankara", "tren garı", "patlama" sözcüklerini görünce donakaldım. Eşim evde yoktu, biliyorum o civardaydı; küçük kıvırcık kuzenin de yolu oralardan geçiyordu. Onlardan ses alana kadar içim içimi yedi. Derken diğer arkadaşlarım... Haberlere bak(a)madım, beni arayanlardan olayın şiddetini öğrendim. En çok da annemin ses tonuna üzüldüm: "iyisiniz değil mi?" diyen ince bir ses. "Biz iyiyiz de anne, ülke iyi değil" dedim ama...
İyi olduğumuz için utanç duyduğumuz, boynumuzu büktüğümüz, tesadüfen yaşadığımız, nereye gideceğimizi, kime ve neye inanacağımızı şaşırdığımız günlerdeyiz.
Olan neden hep masum insanlara oluyor? Bu ne zaman bitecek,yüzümüzü gülümseten bir yaprak gördüğümüzde içimiz ne zaman burkulmayacak?
Bilmiyorum.
Sanırım inanmaya devam etmemiz gerekiyor.
O yüzden Elif'e bir ağacın yanına gittiğinde "sarıl Elif ağaca" diyorum.
Demek ki bilinçaltımda hala ağaçlara, insanlara, umuda inanıyorum.
İnanmak istiyorum.



Devamını oku »

9 Ekim 2015 Cuma

Demir Adam ve Demir Kadın

Uzun zamandır aklımda olan iki kitabı bugün(geçen hafta) okudum. Zihnimde canlanan olay örgüsü ile neredeyse hiç ilgisi yokmuş (arka kapağı özellikle okumadım,kendim fikir yürütmüştüm) öncelikle. "Demir Adam" deyince sizin zihninizde ne canlandı mesela? Ben kitapta bir adet demir adam olacağını ve onun başından geçen bir şey okuyacağımı düşünmüştüm. Kitapta bir adet demir adam var ancak hikayenin işlenişi oldukça değişik geldi bana. Sanırım bunda yazarın folklar ve antropolojiye olan ilgisinin ve kullandığı Yorkshire lehçesinin de etkisi var. Sade bir anlatım, içinde uzun tasvirler yok ancak kulağımızı uzun tarafından göstermek gibi bir tercihi var sanki yazarın. Hikayeden ziyade bu iki kitapta da aklımda en çok yazarın dili kalacak. Hatta keşke bununla ilgili bir dilbilimci yazı/yorum yazmış olsa ve ben onu okusam dedim.

Konusundan bahsedecek olursam, ki birinci bölümde Demir Adam'ın başına gelen şeyin (ne olduğunu yazmayayım) neden olduğu üzerine epey düşündüm. "Yazar neden böyle bir başlangıç yaptı, bunu neden tercih etti" kısmına kafa yordum ancak bulamadım. Bu kitabı okuyan varsa lütfen haberleşelim, kitap hakkında dolu dolu konuşasım var :) Alt metinleri anlamakta zorluk çektim, belki ben de biraz daha antropoloji veya mitoloji bilsem iyiydi.
Özetle, Demir Adam bir köye gelir,orada onu Hogarth isminde bir çocuk görür, Demir Adam köydeki herkesin arabasını, traktörünü, içinde metal geçen her şeyi yemeye başlayınca Demir Adam'dan kurtulmak isterler. Kısa bir süre sonra tüm dünya için farklı bir tehlike baş gösterir ve Demir Adam'dan bu tehlikeden insanoğlunu koruması istenir. Okumak isteyenler de olabileceği için tehlikenin ne olduğunu yazmayayım ama ben ikisinin "savaşma" şekline çok şaşırdım. Bu tehlike de Avustralyada ortaya çıkıyor bu arada. Bak şimdi. Daha da heyecanlandım. Hikayenin sonu kalbimi yumuşattı ve merakla "Demir Kadın"ı okumaya koyuldum.
Demir Kadın ve Demir Adam
"Demir Kadın" hikayesi "Demir Adam"ın devamı niteliğinde olmasa da içinde yine demir adam da geçtiğinden 2. kitap gözüyle bakabiliriz. "Susamuru Ziyafeti Köprüsü"nde değişik bir şeyler olduğunu fark eder Lucy çünkü bir yılanbalığı kıvrılıp bükülerek can çekişiyordur. Bu derede neden böyle şeyler yaşandığını anlamamız uzun sürmez çünkü kasabada atık dönüştürme fabrikası yer almaktadır. Çevreci kitaplara ben biraz mesafeli yaklaşırım açıkçası, çoğunda "çöpümüzü yere atmamalıyız" havası vardır ve bu beni sıkar. Bu kitap sıkmadığı gibi kitabı  heyecanla okudum. "Şimdi şöyle olacak" dediğim yerlerin çoğunda da yanıldım zaten :) Dedim ya yazar biraz ters köşe yaptırıyor gibi..
Hayvanların nasıl acı çektiğini insanlara gösterebilme şeklini çok sevdim kitapta. Çoğu zaman benim de kulaklarım çığlıklardan duymaz oldu. Zaten işin içinde balıklar olunca hikaye daha da ilgimi çekti. Sonundaki sürpriz şarkıya ise tabii ki eşlik ettim, ne de olsa ses çoook uzaklardan geliyordu.

Lucy, Demir Kadın'ı temizliyor.
Demir adam kitabında yer alan "kölelik" algısını anlayamadım. Neden böyle bir şeye gerek duydu? "Kölelik" yazmasa da hikaye yine istediğini verirdi çünkü, kölelik vurgusunu anlayamadım.
Demir kadında ise sadece fabrikada çalışanların cezalandırılması kısmı tuhaf geldi. Neticede kirliliği yaratan sadece onlar değil bence. (Bu kısım tartışılabilir)
Ted Hughes'in diğer kitaplarını da oldukça merak ettim.

Demir Adam
Özgün Adı: The Iron Man
Yazan: Ted Hughes
Resimleyen: Kutlay Sındırgı
Çeviren: Güven Turan
Yaş grubu: 8+
Can Çocuk, 2015, karton kapak, 57 sayfa

Demir Kadın
Özgün Adı: The Iron Woman
Yazan: Ted Hughes
Resimleyen: Kutlay Sındırgı
Çeviren: Güven Turan
Yaş grubu: 10+
Can Çocuk, 2015, karton kapak, 122 sayfa
Devamını oku »

8 Ekim 2015 Perşembe

Elif 1.5 yaşında :)

Elif ile ilgili en son "11 aylık" yazısı yazmışım, gerisi yok. Ne ayıp bana.
O zamandan beri kuzum büyüdü. Yaşını doldurmadan Avusturya gezisine gittik.
1. yaş kutlamaları ana-baba-bebe şeklinde geçecekti ama buna anane ve babaanne razı gelmeyince onlar da katıldı aramıza. Daha önce dediğim gibi beni "tema" deyince kaşıntı tutuyor. O yüzden bizimkisi "casual" diyebileceğimiz türden bir partiydi. Abim de gelmişti(kuzenim) ve biz oldukça minik bir toplulukla Elif'in mumunu üfledik :)  Bir sürü balonu vardı ve Elif onlarla coştu, mutlu oldu. Elif arıları çok sevdiği için pastasını son dakika kararı ile birine yaptırdık ve cidden hayatımda yediğim en güzel (ve en değişik) yaş pastayı yedim.

Süsleri Eda, aylaaar önceden göndermişti :)
Elif'in 1. yaşının ardından zaman o kadar hızlı aktı ki, 6 ay nasıl geçti sahiden pek bir şey anlamadım. Öncelikle ev değişikliği yaptık. Bebekle beraber taşınmanın ne kadar zor olduğunu görmüş olduk. Haziran sonu gibi yani Elif 14,5 aylıkken kreşe başladı. Onunla beraber hastalıklar, ilk ateşler, ne yapacağını şaşırmalar da geldi :)
Kuzeni Ayça ile tanıştıktan sonra tatilde onu biraz sıkıştırdı ama bence ileride çok iyi arkadaş olacaklar :)
Kreş sürecinde uzun bir süre "Elif bugün kaç kişiyi ısırdı" durumunu yaşadık. Hala "Peri" deyince çocuk kolunu ısırıyor, biz öpüyoruz.
13 Eylül gibi yani tam 17 aylıkken "Anne" demeye başladı. O gün bugündür devamlı "an-ne" diyor, pek şeker.
Elif'in doğduğu günden beri favorisi baba kişisi. Ortamda o varsa başka kimlerin olduğunun pek önemi yok. Babasıyla oynarken beni de sormaz zaten. Hani acıkırsa o vakit :)
Elif, son birkaç haftada dil atağı yaşıyor galiba. Konuştuğumuz her şeyi anladığını fark ediyorduk ama arka arkaya kelimeler kuracağını beklemiyorduk. İşin aslı ben Elif biraz daha geç konuşur diye düşünmüştüm, neden bilmiyorum. Gerçi bunlara konuşmak deniyor mu, o konuda bilgim yok ama Elif "anne al", "üt(süt) bitti", "pişi pişi(kedi) gitti" gibi cümleler kuruyor. Bir de arada bir şeyden korkunca  "kogktum" diyor, çok komik oluyor.
Yürümeye başladığı andan itibaren (13.5 aylık) kesinlikle arabasına oturmuyor. O arabayı neden aldığımızı hala düşünüyorum. Çocukları pusetlerinde gezerken görünce cidden çok imreniyorum. Bizimki her yere saldıran bir pozisyonda olunca birimiz sadece (baba) Elifle oluyor, kalan kişi de (ben) alacakları apar topar alıp çıkıyoruz bulunduğumuz yerden.
Ek gıda konusu çok şükür sandığımdan kolay oldu, bunda belki dişlerin tek tek gelmeyip mısır patlağı gibi patlamasının da etkisi oldu, bilmiyorum. (Devamını da burada yazmıştım)
Geçen gün iş yerinden biri durduk yere "Elif için üzülüyorum" dedi. "Hayırdır" dedim. "Evde televizyonunuz yok" dedi. Yorum bile yapamadım valla,güldüm. Yorum yapacak olsam "üzülmeyin, muhtemelen sizden iyi halde" derdim. Televizyon yok ama kurtarıcı müziği "mini mini" var, bence fazla izliyor ama napalım :/
Ek gıdaya güzel geçtik ama Elif'in yemek yeme alışkanlığı biraz tuhaflaştı.Kreşle beraber çatal ve kaşıksız yemek yemez oldu ki bu benim hiç işime gelmese de bir açıdan da rahat. Döküp saçması şimdiye kadar hiç sorun olmamıştı, şimdi de hiç sorun değil. Sadece sofradaki her şeyin tadına yer döşemesi bakmak istemiş miydi, soran yok :) Neyse ki halımız falan yok. "Normal" standartlarda Elif aslında oldukça az yiyor ama sıklıkla yediği için bunu tolere edebiliyor galiba. (Bu arada ben hala yoğurdu evde yapmıyorum,Pelin'ime sevgilerimi göndereyim :)
Banyosu konusunda da en büyük sıkıntı banyonun bitmiş olabileceğini anlayamıyor olması. "Bitmeyen banyo yapsınlar arkadaş!" mottosu bizim kapıda yazılı mesela :)
Lafı daha ne kadar döndürebilirim bilmiyorum, uykuya gelmemek için. Allah sağlık versin ama bence biz Elif'in doğduğu ilk aylarda -kolik hariç- daha iyi uyuyorduk. Kolik haricinde çünkü tek ağlama sebebi açlık oluyordu. "Şimdi neye ağlıyorsun gülüm balım?" diyorum ve çoğunda onunla beraber ağlıyorum da ama beni sallayıp cevap veren olmuyor. Farklı uyku metodları denedik, olmadı. Şimdi yer yatağında, saç kurutma makinesiyle,bazen ayağımızda bazen de kucağımızda uyuyor. Son haftalarda uykuya geçtiği saat 2.5,3,4,5 gibi şahane rakamlar ki kendileri "a.m."denilen sabahın bir körüne denk geliyor. "Diş, büyüme atağı, gaz, acıkma, kötü rüya,üşüme/terleme, geniz eti şüphesi, alerji" gibi şeylere baktık ama yok sanırım Elif gülmek kadar ağlamayı da seviyor. Sadece uyumuyor olsa sanırım kendimi daha az kötü hissederdim. Lakin bu kadar çığlıklarla ağlayan ve ne yapsak durmayan bir bebeğe dua edip sevgi göstermeye çalışmaktan başka bir şey gelmiyor elimizden. Kaçta yatarsa yatsın sabah uyandığı saat değişmiyor. Sabah da hiçbir şey olmamış gibi uyanıyor. "Gece boyu ağlayan zaten komşunun çocuğu" diyorum ben bazen.
1,5 yaş yazısında biraz serzeniş de oldu ama gerçekler bunlar. Hep diyorum Allah önce sağlık versin. Ama şu uyku(suzluk) işine de bir çözüm olsa... Aslında düşününce uyuması değil de beni doğduğundan beri fazla fazla ağlıyor oluşu üzüyor.
Şu yazıma denk geldim az önce, böyle bir şey yazdığımdan bile haberim yok.Hani google'da denk gelse "aa ne iyi bak biri iyi bir şey yazmış"diyeceğim.
Kim bilir belki de bu yazının ikincisini yazmamın vakti gelmiştir.
Bu arada "iki yaşına gelince geçiyor" denilen hiçbir şeye inanmıyorum. Tüm çocuklar ve gelişimleri öyle farklı ki...Elif şimdiye kadar o kalıpların hiçbirine girmedi.
Biraz zottirik bir kız sanırım bizimki :)
Elifle beraber yürümeyi, koşmayı, parkta dolanmayı, onu serbest bırakmayı, ona "hayır" dememeyi, onunla kitap okumayı, okuduğumuz kitapları canlandırmayı seviyorum.
Doğduğu an'ı hatırlıyorum da gözlerimin ta içine bakmıştı o ıslak haliyle,o an anlamalıydım onun uykuyu hiç sevmeyeceğini değil mi :)
Varlığı en büyük şükür sebebimiz,iyi ki doğmuş ve bizi gıdıklamış minik bal peteğim & sarı papatyam :)



* Ayın 9'unu bekleyemeden yayınlıyorum yazıyı da, unutmayayım diye :)
**Elif kreşte nasıl uyuyor peki sorusuna istinaden cevap veriyorum, hazır mısınız? Öğretmeni Elif'i yatağına koyuyor, kitap okuyor, saçını okşuyor ve Elif çoğunlukla aralıksız olarak uyuyor. Öğretmeni bunu ara ara söylüyor ve ben her seferinde ağlamak istiyorum... :)



Devamını oku »

6 Ekim 2015 Salı

Ekim Kitapları

Normalde canım hangi kitabı isterse onu okurum ancak kitap okumalarımı biraz daha düzenli yapabilmek için aylık kitap seçimi yaptım. Daha şimdiden bu listede olmayan bir kitabı aldım ve okumaya başladım bile ama olsun :)
Not alma alışkanlığım ne yazık ki çok düşük çünkü hep kaçarak göçerek okuyorum. Not olarak sadece ne zaman okudum, okuduktan sonra ne hissettim ilk sayfalara onu yazıyorum. Son sayfalara da kitaptaki imla hatalarını yazıyorum. Keşke biraz daha irdeleyebilsem...
Ekim ayı için seçtiğim kitaplar da şöyle:


Demir Adam ve Demir Kadın hafta sonu bitmişti.
Sevdalı Bulut'u arada okuyorum.
Bekçi Amos'u Elifle okuyoruz.
Çantamdaki sürprizli kitabı da yazmayayım. O sürpriz :)

* Burnum fena aktığı için kitabı havaya kaldırıp okuyorum, o da zormuş ya :)
Devamını oku »

5 Ekim 2015 Pazartesi

Hafta Sonu

Okurken en çok cuma günlerini severdim. Ne tatlı ne güzel geçerdi o günler, bir su gibi :) İşe başladığımda da en çok cuma günlerini sevdim. İlk çalıştığım yerde çoğunlukla hafta sonları (bir görev yoksa) sadece bana kalıyordu ve ben pazartesi günleri işe gelip "dinlenen" ablaları anlayamıyordum :) İkinci çalıştığım birimde hafta sonları da çalışıyor gibi bir şeydim çünkü işler hiç bitmiyordu :/ Şimdi ise çok şükür ki hafta sonuna sarkan bir işim yok ancak evde ciddi bir mesai var. Elifle beraber evde olduğumuz zamanlardan daha çok yoruluyor değilim aslında. Tabii bu "yorgunluk katsayısı" nasıl ölçülür bilmiyorum. O zaman daha çok yemeğe odaklanmıştım. Şimdi ise ütüye odaklandım. Bu ara çoğu cumartesi karabalık iş ile ilgili bir yerlere gittiği için de evle ilgili işler pazar gününe kalıyor, ben de winzip olarak hepsini yetiştirmeye çabalıyorum. kendime bu hafta sonu için yaptığım "to do list" fazla abartılıymış meğerse, aklımdakilerin 1/3'ü ancak bitti. Gece 10da ben hala ütü yapıyordum ki ben çarşaf, ev kıyafeti vs. gibi şeyleri hiç ütülemem. Ama dün yazlık/kışlık ayrımının, verileceklerin ayrılmasının, eksiklerin bulunmasının ilk adımı atıldı. Elimden gelse odamızdaki 5 kapılı dolabı 3 kapılıya çevirirdim. O kadar rahatladık :) Fark ettim ki yazı 2,5 pantolon (yarım çünkü paçası açıldı ve ben onu terziye götüremedim), 1 etek, 4-5 bluz, 2 ayakkabı ve 1 adet çantayla tamamlamışım. Oh be :) Kış ayı için de benzer bir şeyler ayarladım. Pantolonlarım olmaz zannediyordum ama oldu çoğu. Bluzları da yaz başlangıcında oldukça indirimli fiyattan almıştım birkaç hırka ile. Kalan eksikleri de tamamlarsam kışa gardırop olarak hazırım.
Hafta sonu dinlenemiyor olmamızdaki en temel sebep sanırım "uyku" ve "suzluk" eki :) "Neden"leri ve "nasıl"ları üzerine kafa yormak bile istemiyorum artık. Belki de alıştım(k) yarı uykulu yarı uyurgezer halimize. Pazar günü soğuk algınlığı başladı Elifte, umarım az hasarla geçer gider. Malum geçiş mevsimi, kreş süreci, hastalık çok normal.
Bu kadar koşuntunun arasında Demir Adam ve Demir Kadın kitaplarını bitirdim.Onlarla ilgili yazıya başlamışım ancak elbette ki taslaklarda kalmış. Yazarın dili oldukça farklıydı. Adını koyabilecek kadar edebiyat bilmiyor oluşuma üzüldüm ama nasıl desem... Yazar karşımda konuşuyor olsaydı kafam karışır ve "dur bir dakika, kaçırdım ne dediğini" diyebilirdim. (Ki karışık bir dil değil demek istediğim)
En başa yazmam gerekiyordu ama unutmuşum, cuma günü doğum günümü kutladık. Ay böyle yazınca gülesim geldi ama öyle. 17 Mart olan doğum günümü 2 Ekimde kutladık. Karabalığın 18 Mart doğum gününü de Aralıkta kutlamayı düşünüyoruz çünkü Star Wars o zaman vizyona giriyor. Üç yavrulu kıvırcık kuzenim Tangül'ün bize doğum günü hediyesi; Elifle zaman geçirmekti. Çok anlamlı ve unutulmaz bir hediye olduğunu düşünüyorum. Ben aslında minimoylara gitmek istiyordum ama seans bulamayınca Küçük Prens'e gittik. Belki de önyargılarımdan ötürüdür bilmiyorum ama filmin müzikleri ve filmdeki tatlı kızın haricinde neredeyse hiçbir şeyini sevmedim. Çok "eğreti" geldi bana. Kitabın işlenişini ikinci yarıya kadar sevdim ancak Küçük Prens'in ikinci yarıda (daha doğru bir tabir bulamadım) "eblek" konuşması kulaklarımı tırmaladı :/ Sosyal medyada insanların "çok acayip sevdiklerini" yazdıkları şey neydi acaba? Müziklerdir belki de. Onlar güzeldi :)
"Önceliklerim" arasında olan bir çok şeyi bitirebildiğim, Elif'in çantasının hazır olduğu, bizim haftalık kıyafetlerimizin ütülü olduğu, çamaşırların bittiği ve 2 kap yemek de yapabildiğim bir hafta sonu bence "başarılı" bir hafta sonudur.
Pazartesi geldiğine göre dinlenebilirim; sanırım bu durumu amirime de söylesem iyi olur :)
Kedi dediysem, bizim Lokum :)
Elif kedileri çok seviyor, parkta hep "pişi pişi" peşindeyiz. Hal böyle olunca evinde 2 kedi ve bir köpek bulunan Tangül, Elif'e bakmakta zorlanmadı (sanırım :)

*4 Ekim Hayvanları Koruma&Sevme&Onlarla Bakışma Günü de kutlu olsun.
** Sabah resmen "suzluk" (uyku) eki sayesinde güllere kafa attım yürürken. Saçlarımdan dikenler çıktı. E napalım, gülü seven dikenine katlanır değil mi :)



Devamını oku »

2 Ekim 2015 Cuma

Kaplumbağa

Momo'yu yeniden okuma vaktim gelmiş sanırım, bu ara aklım hep onda çünkü.
"Küçük Joe"nun şu yazısındaki kaplumbağa da eklenince, aydınlanmalarım biraz arttı.
Sorun belki de "her şeyi" ve "hemen" yapmaya çalışmakta.
O yüzden de "sırayla" ve "zamanla" yapma kısmına geçmek lazım.
Kitap okuma konusunda fazla heyecanlıyım. Bu tarafı törpülemek için bir şeyler yapmaya başladım.
Yavaş yavaş da olsa ilerlemenin hiç ilerlememekten çok daha fazla yol aldığını ben de yeni yeni anlıyorum :)

"Ne kadar yavaş, o kadar hızlı." :)
Devamını oku »

1 Ekim 2015 Perşembe

Ayın Dilekleri: Ekim

Eylül ayının yazısını okudum şimdi. Eh fena sayılmam. Ortada bir iyi niyet var en azından. Belki gidiş yoluma da puan verilir :) (Of matematik ya, burada da karşıma çıktı :P )
-Roald Dahl Okuma Şenliğini tamamlamış olmanın haklı grurunu yaşıyorum aslında. Mesele "tüm kitapları okumuş olmak" değil, RD'nin hayal dünyasına dalabilmiş olmaktı. Çok keyif aldım bu süreçten. Biyografilerini okumasam bir hayli eksik kalırmış RD hayatım. Kitaplarıyla ilgili detaylı bir yazı hazırladığımı da belirteyim :)
- Sağlıklı yaşam için kendimce limonu arttıracaktım, onu da başardım denilebilir. Önemli olan devamlılığı tabi.
- Yemek ve tatlı tariflerinin yakınından bile geçemedim, dolaba fasülye koydum ama sayılır mı :)
- Yürüyüşü tek bir gün bile yapamadım :( Bu konuda kendimi kötü hissediyorum. İş çıkışı ya da hafta sonu değil yürüyüş yapmaya bazen aynaya bakmaya vaktim kalmıyor. Öğle aralarının da çoğunda kitap okuyorum ya da blogda yazı yazıyorum. Bu konuda biraz tembellik yaptım, kabul :(
- Geçen ay aldığım Atlas dergisini hala okuyamadığım için bu ay Dünyalı hariç dergi almasam mı acaba diye düşündüm. Aklımda Milliyet Sanat var, konularını seversem onu alabilirim.
- "çocuk kitabı harici bir kitap" kategorisinde sanırım sadece "Canım Aliye Ruhum Filiz" kitabını okudum.
Veee gelelim Ekim ayına:
-Eylül, yazın bitmeye başladığını kulağımıza fısıldarken Ekim, bu fısıldamayı melodilere döker. En çok da yaprakların hışırtısı güzeldir. Ara ara yağan yağmurlar, fırsat varsa yapılabilen kahveler ve sanal da olsa görüşülen dostlar bu ay daha bir kıymetlidir sanki. Kasım bu açıdan çok arada kalıyor. ("kış geldi diyeceğim ama diyemiyorum" diyor gibi)


1) Kitaplar: Ekim ayı için aklımda sadece bolca kitap okumak olduğunu gördüm. 2015'te ve daha öncesinde okuduğum çocuk kitaplarını toparlamaya çalışıyorum, Roald Dahl kitapları hakkında detaylı bir yazı üzerinde çalışıyorum, 2016'da okumak istediklerime şöyle bir göz atıyorum, bir de RD ile başlayan "yazar okuması" işine el atıyorum. Keşke gün boyu kitap okusam ve kitaplarla ilgili bir şeyler yazsam, çizsem diyorum. Sahi çizim işine çok ara verdim. Bunda biraz koşturmacalı vakitlerin de payı var. Saat 22den sonra cidden uykum geliyor ve ben okumaya zor vakit ayırabiliyorum, çizim şimdilik hayal :(
2) Blog: Blogda yapmak isteyip yapamadığım şeyler için çaba sarf edip blogu "istediğim kıvama" getirmeyi planlıyorum. Böylece yazılarımı kaybetmeyeceğim :) Bu ara "ne yapıyorsun?" diye soranlara "kitap okuyup blog yazıyorum" diyorum, söylemesi bile keyifli değil mi?
3) Fotoğraf : Bu yazıdan ve gelen yorumlardan sonra aldım gazı ve ilk hedef olarak fotoğraf makinemi bulacağım. Ve sonra da "D90 köşesi" yapacağım blogda şayet makinemi bulabilirsem tabii, ilk şart o)
4) Kendin için bir şey yap: Elma yemek, kahve içmek, dergi karıştırmak adı ne olursa olsun gün içerisinde en azından bir şeyi "kendim için" yapmak istiyorum. Kahveyi kendim için içiyorum elbette ama o an'da olmadan içip geçiyorum. Karabalık bu işi çok güzel yapar, hayranım kendisine. İŞler yığılıdır ama kendisine bir kahve yapar, onu keyifle içer ve işlere devam eder. Ben ne yaparım? İş yaparken kahve içerim. Bak şimdi! E ne anlamı kaldı ki o kahvenin?
5) Uyku: Bu konuyu keşke Elif ile konuşabilseydik. Ona şöyle derdim sanırım: "Canım kızım, geceleri oyun oynamak varken neden seni uyumaya zorladığımızı merak ediyor olabilirsin. İnan ben de senin neden geceleri sıklıkla(bazen saat başı) uyandığını ve bazen sadece ağlayarak/tepinerek kendini ifade edip geri uyuyamadığını merak ediyorum." Bu kadar uzun bir cümleye gerek yok aslında. Şu da yeterli "bu uyku işini nasıl çözebiliriz yavrucağım, cancağızım?" Neden kısmını geçtim artık. Allah'a çok şükür sağlıklısın, bizim tatlı kızımızsın... Lakin bu uyku işini lütfen bir çözelim :) (Elif'in dün uyuduğu saat -gerçek anlamda- sabah 5 suları, uyandığı saat de 7.20. Bilin bakalım biz kaç saat uyumuşuz :)

Ekim ayından da umutluyum. Umutlu olmak istiyorum. Mezun olduğum okulun tam karşısında az önce bir trafik kazası olmuş, canım çok sıkıldı. Hala ve ısrarla umuda inanmak istiyorum. Yoksa bu ülke gündeminde nefes almak bile güç...



Devamını oku »