Drop Down MenusCSS Drop Down MenuPure CSS Dropdown Menu




29 Kasım 2016 Salı

Eva Luna'dan

Kitabı az önce bitirdim.
Hakkında uzun uzun yazmak istiyorum ama ne yazsam sanki eksik kalacak.
Hikayeyi sevmek bir yana hikayenin anlatılış tarzına hayran kaldım.
Allende'yi alıp böğrüme bastım.
Sırada ya Eva Luna Anlatıyor ya da Ruhlar Evi olacak, henüz karar vermedim.
Bu kitabı bana hediye eden canım Leylak Dalı Nurşen Abla'ma buradan kocaman sarılır ve yeniden çok teşekkür ederim.

Kitaptan:

" Nasıl yapıyorsun? Yani insan nasıl yazı yazar?"

"Becerebildiğim kadarını yapmaya çalışıyorum. Gerçek, her zaman ölçemediğimiz, çözemediğimiz bir karmaşa, çünkü her şey aynı zamanda oluyor. Seninle ben burada konuşurken, arkanda Kristof Kolomb, Amerik'yı keşfediyor ve vitraylı pencerede onu karşılayan aynı yerliler bu odadan birkaç saat uzaklıktaki bir ormanda hala çıplak geziyorlar, bundan yüzyıl sonra da orada olacaklar. İşte ben bu labirentte bir yol açmaya, o kargaşaya biraz düzen getirmeye, yaşamı daha dayanılır kılmaya çabalıyorum. Yazarken, yaşamı olmasını istediğim gibi anlatıyorum."

En sevdiğim karakter: Mimi ve Riad Halabi oldu.

En çok neyi sevdin diye soracak olursanız,
Ateşin başında Rolf Carle'nın Eva'ya "Bana daha önce hiç anlatmadığın bir masalı anlat" demesinin üzerine Eva'nın "Rolf Carle" masalı ve Rolf'un ateşin başında öyle kalakalması.
Bu bana ne hissettirdi,
Etrafımızda olup bitenlerle fazla ilgiliyiz, asıl önemli olan KENDİ HİKAYEMİZ! 

Ben böyle yorumladım...
Teşekkürler Eva :)

Devamını oku »

28 Kasım 2016 Pazartesi

Bazen Olur Öyle / Kırmızı Lahana

"Bazen Olur Öyle" başlığını belki seri yaparım belki de yapmam ama başlığı sevdim.
Karabalıkla dışarıda verilen havuç salatalarını çok seviyoruz.
Hatta bazen aramızda paylaşamadığımız bile oluyor.
Ancak şöyle bir sorunumuz vardı.
Dışarıda havuç salatalarının yanına konan o "lahanamsı, mor renkli şey" neydi, onu bir türlü bulamıyorduk.
Her yerde lezzeti aşağı yukarı aynı olsa da hani bir havuç gibi "tartışmasız aynı" da değil-di.
İkimizin ailesi de yapmıyormuş demek ki, fikrimiz yoktu.
Resmen dedektifliğe soyunduk ancak sormaya cesaretimiz de yok.
Cesaretlenip sorduklarımızın yanıtlarını da anlayamıyoruz.
Ben pazar pazar geziyorum, sebze meyvenin en bol olduğu marketlere giriyorum ancak yediğimiz haliyle o morlu sebzeden bulamıyorum!
Zor bulunan veya pahalı bir şey olsa en uyduruk lahmacuncuda nasıl olsun, bu kesin "çok ortada ama bizim göremediğimiz" bir şey diyordum ben.
Karabalık hala inatlı, "yok yok bence öyle bir şey yok" diyor, sanki biz hayal yiyoruz, ay yazınca güldüm :)
Derken arka arkaya şunlar oldu:
-Bir balıkçıdaki laz amcaya usulca "bu nedir?" dedik, "ne demek pu nedur?" dedi ve konuşmanın sonunda her yerde satılan bir şey olduğunu anladık ama ne olduğunu anlayamadık. Amca onunla dalga geçtiğimizi sandı iyi mi :)
- Ben gözümü karartıp işyerine yakın bir manava "bana havuç salatasına konan kırmızılı/morlu şeylerin hepsinden verin" dedim. Adam özellikle dedi ki "havuca en çok KIRMIZI LAHANA yaraşır. Ben de tipine bakınca "daha önce aldık denedik ama benim aradığım bu değil." dedim.
Adam da "Bunu böyle tüketmiyoruz ama, eşim .......'li suda bekletiyor dolapta sonra yiyoruz." dedi.
Bende o an bir çakmak çakıldı.
Demek ki bizim yediğimiz ŞEY, normal bir şeyin EVRİLMİŞ hali!
Tam bunu düşünürken adamın NE'li suda beklettiğini unuttum.
Akşam eve gidince karabalığa söyledim, ahahaha diye güldü, hiç olur mu öyle şey diye :)
Moralim biraz bozulsa da karşıma çıkan ilk "sirke" yazısıyla beraber koydum lahanayı doğradıktan sonra bol sirkeye ve dolapta beklettim. O ara başka tarifler de gördüm ama denemedim.
Sirkeyi tabii çok koyduğum için yemeden önce yıkadım ve sofraya koydum.
Karabalık epey şaşırsa da severek yedik,
Ama bu sefer de havuç rendelenemeyi unutmuşum :)


Ve bu öğlen karşıma çıkan salata ki bunun tesadüf olduğunu düşünmüyorum.
Hatta tesadüflere de uzun zamandır inanmıyorum.

***
Gelelim 2. konumuza, geçen hafta 4 arkadaş buluştuk yemek yedik ve üzerine 2'şer tane çay içtik. Hesabı öderken de ben yediklerimi ve içtiklerimi sayınca garson "1 çay" diye beni düzeltti.
Ben de "yoo hayır 2 tane içtim." dedim.
"Hanfendi, 1 tane parası ödemeniz yeterli." dedi
Ben "yok 2 tane içtim." dedim.
O ara kızlar bana durumu açıklamaya çalışırken şaşırıp
"Aa yoksa siz mi ödediniz?" dedim .
Garson da bana "Ben ödemedim tabii, şirketin ikramı" dedi ve konu kapandı ama ben bir süre neden 2 çay parası vermediğimi anlamaya çalıştım.
İnsanın jeton bazen sahiden köşeli oluyor :)

***
Ve az önce de şöyle bir şey oldu:
Uzun zamandır elbise giymediğim için bugün elbise giydim, hoşuma da gitti.
Fermuarını çektim, kalanı da karabalığa çektiririm dedim.
Tabii sadece "demekle"kaldığımı cekedimi çıkardığımda koşarak fermuarımı çeken biri olduğunda fark ettim.
Kimdi, neydi detaya girmeyeyim ama ortam açısından epey kızardığımı belirtmeliyim.

Ama bu başlık ne diyordu:
"Bazen Olur Öyle"
Güldüm ve geçtim.
Lahanadan önemli bir ders çıkardım, bir şeyi istiyorsan ONUN PEŞİNE DÜŞ. Saklanma. Seni bulsun diye bekleme.
Öyle işte :)

Devamını oku »

24 Kasım 2016 Perşembe

Geçen Hafta / Adana

Döner dönmez yazamadım ama Pazar gecesi saat 23'ten sonra yaptığım ütüde karşıma şu şarkı çıktı, şimdi de onu açtım, yazıya geçmeden belirteyim dedim, coşmuş bu ayol derseniz nereden geldiği belli olsun, çingene bir ruhum var onu anladım :)

Adana kısacık minicik ama gayet güzel geçen bir tatil oldu.
Elifle daha önceki uçak deneyimlerimizde bilinci çok yoktu ve bir şey anlamamıştı şimdi ise 2.5 yaş civarı (tam ayını hesaplayamıyorum, nisanda 3 bitecek, arada bir yerlerde yani)
"bu ses ne anne?"
"pilot bizimle konuşuyor."
"nerde konuşuyor?"
"ön tarafta"
önümüzdeki adamı parmağıyla gösterip yüksek sesle "Bu mu pilot?"
Ahahaha, çocukta suç yok, tek kelime cevaplarıma başka ne desin çocuk. Bazen böyle oyun oynamayı seviyorum onunla çünkü Elif de benzerini bize yapıyor, "neden?"leri ile :)

Bu iki nokta atış kitap seçimim için kendimi tebrik ettim, ayna bulsam belki de öperdim :)
Uçak kısımları hariç Adana +25 dereceydi desem sanırım gezimizi yeterince anlatmış olurum. Ankara'nın kimine göre ısıran ama bana göre direk mideye yutan (gerçi düşünce beni direk midesine atsa üşümem ki mide sıcak olur, ısırması daha mantıklı) soğuğundan sonra Adana nasıl desem, tropik ada gibi geldi.
Denizi görebildim mi? Nein!
Elifle minik bir hastane ziyareti yapmamız gerekti, 2 günün yarım günü orada geçince fırsat olmadı ama Seyhan Baraj Gölü'ne gittik. Saçlarımın yeni hali güneşle beraber selfie çekimimde gözüme pek hoş geldi ama onu buraya eklemeyeyim. Aman diyeyim!




Beni hiç görmediniz, tamam mı :)
Soran olursa pırtlatarak ortamdan uzaklaştı, biz de kokuyu takip etmek istemedik dersiniz. Suzan Geridönmez'in son kitabı, LÇK'ye yazacağım yakın zamanda inşallah.
Bir de teyzesinin gülü, meğerse kedileri Suşi'yi yiyebiliyormuş, kedinin kaç canı kaldı bilmiyorum. Umarım 9 değil 999 canı vardır :)



İkinci fotoğrafta kedinin "bakıyorsun görüyorsun ve hala beni kurtarmaya çalışmıyorsun, yuh sana" bakışını yakaladınız mı?

Annem abartmayı hiç sevmez, hele ki söz konusu olan torunlarıysa! Ne alakası var?
Şaka şaka bu fotodaki oyuncakların sadece 3'ü benim (valla saydım Eda, itiraz etme) gerisi Eda'nın.
Ayça pek sevmiyor gerçi bu tarz ama anası seviyor napacak çocuk :P

Kuzenlerle kahve içme kısmı, gezimizin en keyifli an'larındandı, Elif ve Ayça ananedeydi tabii ehehehe :)
Kahve Dünyası'nı neredeyse hiç sevmem ve tercih de etmem, gittiğimizde niye öyle yaptığımı hatırladım. Damak tatlarımız tutmuyor :)

Adana'ya kışlık botuyla gidecekken "Teyzen seni parka götürür, spor ayakkabınla daha rahat koşarsın" deyince ikna olan bir bebe, annesinin de haklı gururu :)
Ve parka bile elbiseyle giden teyzesinin tatlı balığı.
Acıkınca aynı ben yahu! Ortalığı yıkıyor :)

Şimdilik kaçtım :)
*Kapari güzel bir şeymiş, deneyin :)
Devamını oku »

17 Kasım 2016 Perşembe

Dün / No Panik Yes Huni :)

Blogdaki bu seriyi çok sevdim.
Yazdıkça yazasım anlattıkça anlatasım var.
İyi ki yazıyorum çünkü bu ara ajandamı da boş geçtiğimi fark ettim.
Dönüp blogu okumak pek keyifli oluyor.
Her şey dünden bir gece önce yatmadan instagramda bir hesaba denk gelmemle başladı.
Gördüğüm anda tutuldum, içinde kitap da yoktu ama çok daha mavi bir şey vardı: DENİZ.
Muhtemelen Türkiyedeydi ama o kadar denize susamış biriyim ki bana Karayiplerdeki mavi sular gibi geldi. Denizin enerjisine resmen aşık oldum. Uyudum. Ertesi gün oldu (yani dün). Bende hala bir deniz etkisi var. (çalıştığım yerde de denizle ilgili bir şeylere /ülkelere bakmak beni ayrıca mest etti/hani neredeyse yaptığım işten keyif aldım diyecektim -8 sene sonra)
Öğlen yemekhanede patates yedim. Bu ara iki alternatif çıkıyor, biri balıktı ama balıklar o kadar üzgün görünüyordu ki bir de ben onlara kıyıp yiyemedim ki normalde balık severim. Köfteli patates vardı, köfteyi de evde kendim yapmışsam (nasıl hamaratım off!) yerim yoksa tadı ağır oluyor o yüzden sesli bir şekilde "keşke aşçıya deseydim köfte vereyim patates alayım" dedim. Tanımadığım biri "benimkileri verebilirim" dedi. Adamın tüm patateslerini aldım, köftelerimi de verdim. Makul bir anlaşmaydı bence. Kazan-kazan :)
Öğle arası Eva'cım ile kahvemizi içtik, kitabı ben  bitmesin diye yavaş mı okuyorum yoksa ilerleyemiyor muyum anlayamadım ama tatil öncesi kitabı bitirme planım şimdilik yatmış görünüyor. Sindirerek okumak böyle bir şey.
(Yazarken şu müziği açtım, dinlemek isteyen olursa)
Öğleden sonra aklıma yine dünkü hesap geldi, açıp açıp bakıyorum, sonunda dayanamadım, ben size mektup yazmak istiyorum dedim. "Ne saçma bir şey" derse yazdığım mektubu bir gün görüştüğümüzde denize emanet edecektim, neyse öyle bir tepki gelmedi.
O ara canım Züli ben ve denizle ilgili bir şeyleri bir şeyleri fark etmemi sağladı.
Sonuç şu: "Deniz beni çağırıyor." Bu heyecan ve mutlulukla aşağı indim ki (aklımda gerçekten 567 tane iş vardı) canım karabalık komik bir şey söyledi: "Ben mesaiye kalıyorum, sen git."
Ahahahahahah yürü be Allasen dedim, şakanın sırası değil, çamaşır yıkayıp çanta hazırlayacağım.
Sağolsun beyim sakin mizaçlı olduğundan hiç sükunetini bozmayıp "Ben kalıyorum" deyince benim olayı anlamam bir 15 dakika sürdü çünkü normal bir mesaiye kalma değildi bu, neyse dedim vardır bir hayır... Metroya bin, in, taksiye yürü ( o ara aklımda geç kalmayayım Elif'e diye geçiyor) derken bir de baktım Avm'den geçiyorum ve soğuktan çişim gelmiş. Ama tuvalete girmeyi gözüm yemedi, Elife geç kalmak istemiyorum. Gözüme yeni yıl süsleri ve kahveciler takıldı, sanki bir an Elifi almaya gitmiyormuşum da oturup kahve içecekmişim gibi hissettim :)
Koşarak bindim taksiye ve kreşe gittim.
Elifin babasını görmeyişindeki hayal kırıklığı ile nasıl baş edebilirim diye aklımdan ona söyleyeceğim cümleleri tekrarladım.
Bir arkadaşımız bizi alıp eve bırakacaktı, onu müdürün odasında bekledik Elifle.
Tahmin ettiğim gibi Elif beni görünce yüzünde bir tebessüm oluştu evet sonra da etrafa bakarak "Babam nerde anne?" dedi.
"Baba bugün biraz daha çalışacak, bizi değişik amca (arkadaşın adı böyle kaldı) alacak, sonra seninle evde yemek yiyip oynayacağız."
"Ama ben babamla uyicam!"
"Bakalım, baban o zamana gelmiş olursa uyursunuz."
Biraz bekledik, değişik amcası geldi, eve gideceğiz diye düşünürken "Çorba var, haydi önce bize gidelim." dedi.
Benim aklım yıkayacağım çamaşırlarda, "yok ya sağol" dedim ama Elif o "çorba" lafını duydu bir kere! Evde de onunla çorba yapmakla uğraşmak çok gözümde büyüdü, hadi dedim geliyoruz.
Arkadaşın eşi tecrübeli anne edasıyla elife 1 büyük kase mercik çorbasını içirdi, ben de öyle baktım, ben gerçekten "kaşıklı anne" değilim. Hani neden değilim demiyorum, herkesin tarzı farklı. Ben Elif ne kadar yiyecekse kendi karar versin istiyorum. O yüzden de (burada yüzünü kapatan bir ifade) 6 aylıktan beri neredeyse hiç kendim yedirmiyorum. Evde son zamanlarda pek bir şey yemiyordu, belki de yedirmemizi bekliyordu ama kendi yiyebilen bir çocuğa ben niye yedireyim ki diye düşündüğümden "ne yerse o" mantığını bırakmadım. Bu da fark ediyorum ki bilinçli bir tercih değil. Sadece bu da benim annelik tarzım diyelim :)
Neyse sonra ben içtim çorbamı ve o ara dırın dırın değişik amca'nın annesi geldi mutfağa. 45 yıllık öğretmen olduğunu biliyordum ama tanışmamıştık.
Annesi öğretmen olanlar beni anlar, odaya bir öğretmen girdi mi saygıda kusur edilmez.
Biz teyzeyle "öğretmen okulu" muhabbeti yaptık ki babası da köy enstitüsü mezunuymuş, anlattı ben dinledim. Bak dedim, şimdi eve gitsen bu muhabbeti kaçıracaktın.
Teyze de anneme çok benziyor mu, ay ben bir sarıl teyzeye.
Bu arada çişim beni mercimekli çorbanın yaptığı baskı ile biraz daha sıkıştırıyor, ben de Elifi bırakıp tuvalete gidemiyordum. Bu ara kendime bir Potetto almayı mı düşünsem acaba?
Neyse Elif sıkıldı ve bana yapışıp gözler buğulu : "Babam gelsin, eve gidelim anne" diye başlayınca sağolsunlar bizi eve bıraktılar.
İşte hatlar bende o ara koptu, kopmuş.
Saat 20.30.
Ertesi gün akşam (kısmetse bugün) yola çıkacağımız için çanta hazırlamam gerek, onun için de çamaşır yıkamam! Ve onu yapmam bunu yerleştirmem şunu çıkarmam vs.
Çocuklar anında bu endişe enerjisini daha havada titreşirken aldıklarından itirazlar ve mızıldanmalar başlayınca ben kendime gelip "haydi tuvalete koşuuuun" diye ortamı renklendirdim.
Elif bez kullanıyor ancak canı istediğinde tuvalette de oturuyor, seslerini duyuyoruz sindirim sisteminden geçenlerin.
Ve bir cengaverlik yapıp "duşa gir biraz" deyip suyu açtım.
Niyetim Elif suda oynarken onun hemen yanında bilgisayarı açıp hızlıca check-in yapmaktı ama Elif suya girer girmez "popom yanıyoooo" diye çığlıkla ağlamaya başlayınca ben, o anki sinirim, açılmayan bilgisayar vs birleşip "aaay" diye bir bağırmama sebep olmadı değil :)
İşin iyi yanı, Elifi poposu yanmasa oyundu şuydu buydu çıkaramazdım banyodan ki tek istediği su ile oynamak, saçının yıkanmasını asla sevmiyor. 3 dakika içerisinde onu yıkadım, odaya götürdüm ve kremledim. İşlem tamam. Aklım hala çamaşırlarda çünkü son günlerde "nasılsa yıkarım" diye oldukça bonkör davranmıştım kıyafet seçimlerinde. Sonra kendimi henüz kirli sepetiyle buluşmamış kirliler ile bakışırken ve onları koklarken buldum.
Aklıma Selcen'in geçenlerde kızı Çağla'nın okul kıyafetini yıkamayı unuttuğu için Pazartesi sabahı ıslak mendille eteğini silme anısı geldi. "Neden olmasın ki?" dedim, yaratıcı annelik böyle zamanlarda işe yaramayacaktı da çocuğa Montesori aktivitesi yaptırırken mi devreye girecekti? Biz biraz daha vakit geçirip uyku öncesi kitap okumaya geçerken kapının kilit sesini duydum. Gözlerimden kalpçikler çıktı o an. Karabalık ve Elif kavuştu, ben de o saatten sonra önceden hesapladığım 567 işin gerekliliğini sorgulayıp sadece çantamı toplamakta karar kıldım. Gerisi "to do list" olarak mutfak tezgahında karabalığa bırakıldı. Neyse notun sonuna "eğlenmeyi unutma, sinemaya da git" yazdım. Bilmiyorum ne yapacak :)
görsel alakasız ama seviyorum bu fotoyu :)
Ara ara kendime gelip durumu kotarmaya çalışsam da aslında plan değişimlerine anında uyum sağlayabilen biri olmadığımı gördüm. Bunun için biraz zaman gerekiyor. Bazen de taksi için para veya çişe gitmek için tuvalet!

Dünkü olay aslında bugün bakınca elbette "noktacık" geliyor, hatta son okuduğum kitaptaki anneyi düşününce (kitabı çok sevdim ama yazmaya neresinden başlasam bilemiyorum) çocuğunu yalnız başına büyüten anneleri hesaba katacak olursam bu yazdıklarımda "şımarıklık" bile var. Ama dün de öyleydi, benim de biraz yaşadıklarımı abartma günümmüş diyelim :)
Bu akşam inşallah Adana'ya doğru yola çıkıyoruz, 2 günlük ziyaretimiz için annem 2 hafta yetecek kadar yemek yapmış, eh birilerinin onları yemesi gerek!
Bir şey isteyen varsa Adana'dan yazsın, taşınabilir bir şeyse adres de yazın, gönderirim :)
Ben başlangıç ve ara sıcaklarda Ayça'yı alacağım yemelik, hava da 25 dereceymiş ki değmeyin keyfime.
Belki deniz de görürüm, dur ben bir Eda'yı kandırayım!
"Deniz beni çağırıyor!" diyeyim :)

Mutlu günler olsun 😊
Devamını oku »

13 Kasım 2016 Pazar

Bugün / Tiyatro

Merhaba canım blog,
Hazır tozunu almışken yerleştirme işlemine de yavaştan başlasam mı diyorum hatta demekle kalmıyor gecenin 23.17'sinde koşarak sana geliyor ve bugünü anlatmak için masama geçiyorum.
Soruyorsan ki bu rahatlık nereden geliyor? Ev işleri bitti, çocuk uyudu galiba?
Yok, ikisi de değil.
Ama neden değil, işte onu anlatmak için buradayım.
Her şey birkaç hafta önce benim (buraya sisli bulutlar çizelim) 'Ben neden tiyatroya gitmek için bir çaba sarf etmiyorum?' demem ve bunun üzerine bize en yakın olan Cüneyt Gökçer Sahnesi'nde neler varmış diye araştırmamla başladı. (kilometre olarak daha yakın sahneler vardır belki ama buranın yolu daha rahat, ki bu neden önemli, o da başka yazının konusu :)
Benim uygun olduğumu düşündüğüm 13 Kasım tarihi için 'Söylentiler' isimli bir tiyatro yazıyordu. Konu belirtilmemiş, sahne fotoğrafları yüklenmemişti. Yine de biletimi aldım. ne de olsa balkondan 6 liraya bilet alacaktım. Gidemezsem açığa alırım olmadı yansa da üzerine soğuk su içmem gerekmez diye düşündüm.
Akşam yolda giderken 'Ben birkaç hafta sonrasına tiyatro bileti aldım, ha!' dedim.
(bunun anlamı bana başka planla gelme :)
Canım karabalık çok sevimsiz bir soru sordu:
"Hangi oyun?"
"Heee, hatırlamıyorum ki adını."
"Konusu ne peki?"
"Yazmıyordu."
"Adını hatırlamadığın ve konusunu bilmediğin bir oyuna mı gideceksin?"
"Evet."
"Sebep?"
"Tiyatroya gidesim var çünkü."


Kısacası çok fazla bir beklentiyle gitmedim.
Ama bir dakika oyun hakkındaki fikirlerime geçmeden önce oyuna nasıl gidebildiğimi de yazayım.
Cumartesi akşam ve gece için biri planlı diğeri plansız iki misafirliğe gittik, eve geç döndük ve Elif geç uyudu. Sabah hepimizin kendine gelmesi ve benim ısrarla 'peynirli yumurtalı ekmek' tarifi denemek istemem sebebiyle azıcık daha da geciktik. Güzeldi bence tadı ama yine sadece ben yedim :(
Niyetim evden 1 civarı çıkmak, tiyatro saatine kadar bir yerde kahve içip kitap okumak olunca 'haydi ütü yetişmeyecek ama en azından yemek hazır olsun' dedim ve iki çeşit yemek hazırlamaya koyuldum.
Karnabaharı o kadar 'farklı' bir icatla pişirmeye çalıştım ki sonunda bu yöntemin işe yaramayacağını kabullenip taktik değiştirdim. Çamaşırı da koydum bulaşığı da çalıştırdım derken saat oldu 2.
Ütüyü yapamamış olmak içime dert oldu. Çünkü hafta içi çok zorlanıyorum ütüde. (kesin psikolojik) geçen haftadan kalan ütülerim de vardı. Sebep üşengeçlik asla değil ama. Çamaşır sepetiyle odaya girerken parmağım bir şeye çarptı ve biraz canım yandı. 'ne oldu ki?' diye parmağıma bakınca bir de ne göreyim, eklem yerimin oradaki deri ayağa kalkmış bana el sallıyor altındaki tabakadan da 'boş yer bulduk kaçııın' dercesine oluklu kan akıyor. (o ara aklıma ilk olarak temiz çamaşırlara kan bulaşmasın diye bir düşünce geldiyse bunun sebebi ben değilim blog, hepsi kültürümüzün kadınlara mirası) Lavaboya gidip 'canım bir bakar mısın? Elifsiz!' dedim ama ne mümkün, kuyruk da takılmış peşine. Ben bakmamaya çalışsam da hissediyorum ki içimden bir şeyler gidiyor, birkaç defa gidenlerin bay bay diye el sallamasını da görünce bana geldi mi baygınlık. O ara karabalıkçım hem Elifi idare ediyor hem de sakince bana pansuman yapıyor. İlk yardım eğitimi almış, sakin bir beyimin olduğuna o an ne kadar şükrettim biliyor musun?
İşte tam o sebeple ütüm kaldı, parmağımı hiç bükemiyordum. ütünün 3te 1ini karabalıkçım yapmış ama geri kalan 3te 2 ne yazık ki kendi kendine ütülenmeyi beceremedi, hay bin kunduz!
Bu hafta niyetim tiyatro öncesi ütüyü bitirmektiama yemek işlerinden yapamadım. Ve biz tam evden çıkarken elektrik kesildi.
Oh be!
Evde kalsam da yapamayacaktım diye sevindim ama muhtemelen 5 dakika sonra geldi!
 Sonra hep beraber evden çıktık, tiyatro sonrası markete gideceğimize göre Elif'in arabada uyuması daha mantıklıydı vs. Elife tiyatroya gideceğim demedim, gelmek ister diye. Hoş yine annemle gitcem ben diye tutturdu, ben de gel yavrum sana ben masal anlatayım dedim ve son günlerde uydurduğum en saçma masalı ballandırarak anlattım. Andersen beni duysa kulaklarını kapatabilirdi :) Neyse uyudu gibiydi ama elimi de tuttuğundan bırakmadı. Saat oldu 02.45. Ben yavaaaaştan bıraktım elini ve arabadan koşarak indim.Hani uyansa bile arkama bakmayacaktım. Girdiğimde fark ettim ki sabahki yumurtalı ekmek çoktan sindirim yolunu geçmiş, başka yerlerde öhöm detaya gerek yok şimdi. Kısaca midem gurrrluyor. Kendimi büfeye attım ve hemen bir sandviç birçay aldım. Çay konusunda kararsızdım.Neticede Serra geçen gün "sıcak bir şey içince hemen tuvalete gitmen gerekir" diye uyarmıştı. Gözümü karartıp içtim valla. Oh ne de iyi geldi.
İki saat boyunca başka hiçbir şey düşünmeden oyuna daldım ve gerçekten kahkahalarla güldüm! Ne iyi geldi bana bugünkü oyun anlatamam.

Soldan 4. oyuncu (adını bilmiyorum) gerçekten şahaneydi. Oyunda ritmin düştüğü yerlerde acayip güzel çıkışları vardı.
Oyun bitti ve benim hala çişim yoktu, yuppi.
Buluşma ve marketin ardından evde kalan 1000 tane işe yeni işler uydurdum ve gerçekten alakasız birkaç şey yaptım.
Sonra Doğa Arkadaşımın Kutusunu hazırladım. Hazırlarken çok keyif aldım ama bence bir daha katılmam bu oyuna. İkinci defadır katılıyorum, evet keyifli ama biraz zaman-mekan ekseninde düşününce insanı strese sokan bir tarafı da var :)
Saat 23 gibi ütüye başladım ve 3-5 parçadan sonra kireç sinyal verdi ve soğuması için ütüyü kapattım.
Şu an saat 23.53.
Elifin sesi henüz kesildi sanırım kişneyen atıyla beraber uyumaya karar verdi ya da sadece sesi çıkmıyor babasını uyuttu :)
Sabah 6.30'da uyandığıma göre yatmam gerek ama ütü mü yoksa iki satır okuyup uyuma mı dersen ikinciyi seçerdim/seçiyorum.
Okuduğum kitabı duyunca bana hak vereceksin: Eva Luna!
Lokum Çocuk Kütüphanesi için acayip heyecanlı bir yazı hazırlıyorum ve niyetim bugün onu da bitirmekti.
Aklımdan planlar geçerken sanırım bir günün 24 saat olduğunu veya Elif'in 'mandalina soyalım mı anne?' (yiyelim mi değil :) tekliflerini unutuyorum.
Bugünün sonucu da aradan 4-5 yıl geçmiş olsa da tiyatronun peşine düşmek güzeldi, an'da kalmak ve 2 saat boyunca oyunda yaşananlara gülmek de öyle.
Ütü bu hafta da kalsın ne yapalım :)
Ama yok,'Esoşçum bu kadar yorulma, ütüne yardım edelim' diyen olursa kapım hep açık.
Bu ara evde kek-kurabiye de oluyor, malum Elif'in heyecanlı aşçı yamaklığından dolayı.

Herkese mutlu geceler olsun.
Devamını oku »

10 Kasım 2016 Perşembe

Bugün /Grano :)

Canım blog, merhaba ve nasılsın?
Taslaklarda yayınlamamı bekleyen bir dolu yazıdan sonra şunu anladım, aslında gün bugün.
Ben sana bugünü anlatayım.
Çok bir şey olduğundan değil, işin aslı hiçbir şey de olmadı :)
Sadece blogdaki tozu almaya çalışıyorum.
Bu öğlen farklı bir şeyler yapmak istedim, yemekhanedeki yemeği sevip/sevmemek değil de içimden 'farklı' bir şeyler deneyimlemek geldi.
Nicedir gözüme kestirdiğim zeytinyağlı yemekler yapan restorana gittim, siparişimi verdim ve ekmekle doydum :) Tabaklar neden bu kadar küçükmüş anlayamadım, ben de -ki normalde yemeklerde hiç ekmem yemem- kendimi ekmeği zeytinyağına bandırırken buldum. Muhtemelen bir daha tercih etmeyeceğim bir yer. Çorbası o kadar tuzluydu ki birkaç gün hiçbir yemeğe tuz atmamayı düşünüyorum.
Oradan çıktım ve Grano'ya gittim.
Böyle yazınca havalı oldu :)
Daha önce 1 kere gitmiş ve sevmiştim.
"Bana şu her zaman içtiğim kahveden" diyecektim ama onun yerine "Hani ben daha önce gelmiştim, hafif içim bir kahve istemiştim, siz de Etiyopya'dan bir kahve önermiştiniz." dedim. Adam suratıma bomboş bakıyor, öğle arası 15 metrekarelik (rakamlarla aram iyi değil ya aslında bu sayıyı da attım, küçük kare bir yer düşünün, benim normal adımımla kapıdan kasaya yürümek 5-6 adımdır en fazla, işte o kadar büyüklükte bir yer) bir alanda ortalama 50 kişi ağırlıyorlar. Dışarısı da var ve kasa kuyruğu hiç bitmiyor.
Netice = adamın beni hatırlaması mümkün değil.
Tabii göz alıcı mavilikte bir göz rengim olsaydı o başkaydı ama yok.
Ortalama bir Türk kadının kahverengi gözlerine sahip olduğumdan beni hatırlaması pek olası değil.
"3 çeşit Etiyopya kahvem var" dedi.
Bugün beni zorlayacak, anladım.
"O zaman öyle dememiştiniz ama" dedim.
Güldü.
"Bunun kokusu güzeldir" dedi, uzattı, kokladım, evet güzeldi ama kahveden anlamayan birinin "kötü" olanı bilebilme ihtimali de yok ki.
"Evet iyiymiş ama anlamıyorum zaten, siz şu ismi güzel olandan yapın yanına da bir 'cookie'" dedim.
Der demez de güldüm.
'Cookie' demek nereden aklıma geldiyse...
"Türk kahvesi yapmıyor musunuz?" dedim, kasanın üzerindeki menüde yazmıyordu ve ben bir sonraki gelişimde Türk kahvelerini denemek istiyordum.
"Yapıyoruz ama sadece sevdiğimiz müşterilerimize" dedi.
Gayet gevşek bir ifadeyle "Beni de seviiin" dedim.
Der demez de utandım.
Daha yoldayken kafamda kurduğum oturma planına göre masama yerleştim.
Orası dolu olsa muhtemelen "Burası benim yerimdi, siz başka yere geçin" diye cırlardım.
Ama bunda da utanma ihtimalim var, o yüzden kedinin ciğere baktığı gibi o masayı ve oturanı keser, içimden "o zeytinyağcıya uğramayacaktım, vakit kaybettim" der dururdum.
Neyse ki buna gerek kalmadı.
Gayet rahatsız yüksek tabureme oturdum, sosyal medya hesabımı kontrol ettim ve kitabı çıkardım ki kasadaki çocuk bariz bir seslenmeyle "Kahveniz HAZIIR" dedi.
Ortama bir gülümseme bırakarak ve kocaman teşekkürümle kahvemi alıp yerime geçtim.
Bir önceki gelişimde klasik Grano fincanları vardı, bu kez ise afilli kupalardan.
"O zaman beni sevmişler, bir sonraki gelişimde Türk kahvesi bile yaparlar belki" dedim.
Düşündüm bak bunu, demek ne kadar içime geçmiş o söz.
Cookie'cik oldukça tereyağlı ve şekerliydi, kahvemin 3te 2sini (bunun yarısından fazlası olduğunu çok şükür karabalıktan öğrendim) kafama dikiverdim. Kalanı da orada oturma garantisi olsun diye içmedim. (çakallık böyle bir şey :P )
Açtım kitabımı ki...
Yanımda oturan kadın başladı konuşmaya telefonda:
"Merhaba, evet dün başladık, 7.30'da olmadı ama 7.45te ancak yatırdık,evet evet aynen konuştuğumuz gibi oldu, sütünü içti, tabii ağladı, babasını sordu, gece uyandı, öyle olunca ne yapacağız..." diye diye uyku eğitimi danışmanlığını benim yanımda başlatmış oldu.
Kulaklarım bir anda dikildi, "ee sonra ne yapılıyormuş, hoparlöre mi alsan acaba ablacım? biz de dinlesek, malum, uyku işi hala çözülmedi."
Sonra bir kendime geldim.
"Sen buraya niye gelmiştin?"
Bir düşün bakalım...
Sonra da olay, yeni nesil anneleri kısıtlayan şeylere geldi:
"Uyku eğitimi", "çiş iletişimi, kaka diyalogu /asla eğitim demiyoruz", "organik gıda", "ev yapımı limonata"...
Neyse çıktım o yokuştan, "hoh" deyip ilerledim, yolun gerisi rahat.(burası mecaz tabii)

Eva Luna'ya devam ettim, o ara bana kitabı gönderen Nurşen Ablamı sevgiyle andım.

13.23 gibi de dönüş yolumu hesaplayarak yerimden kalktım.
Ardımda kalan şöyle bir şeydi
Bugün böyleydi.
Yürüdüm, yürüdükçe daha çok çişim geldi.
"Çıkmadan tuvalete mi gitseydim?" dedim ama sonra aklıma geldi, kitaba gömülünce kahvenin kalan 3te 1ini içmeyi unuttum.
İş çıkışı gidip bir uğrasam mı acaba?
Belki unuturlar fincanımı orada,
hem ben kahvemi soğuk severim ki!


Devamını oku »