Drop Down MenusCSS Drop Down MenuPure CSS Dropdown Menu




30 Temmuz 2015 Perşembe

Elif'in Kreş Günlüğü-2


Elif kreşte 7. haftasını bitiriyor yanlış hesaplamadıysam tabii ben :)
İlk yazıdan sonra neler değişti?
Ben kendi içimde bir takım aydınlanmalar yaşadım. Aslında ilk yazıda da bunu belirtmiştim. Yani hayalimdeki şey şuydu: ben işe dönmüyorum, evimizi yine de taşıyoruz daha merkezde bir yere, Elif haftada birkaç gün 2-3 saatlik oyun grubuna katılıyor, ben işe dönmüyorum. "İş" kısmını iki kere yazmış olmam da tesadüf değil bence. Sizce?
İlk 4-5 hafta boyunca itiraf etmem gerekirse çok rahatlamış hissettim. Çünkü fazla fazla bir aradaydık, molamız yoktu ve ikimiz için de değişik bir ortam iyi olacaktı. Oldu. Ama bu süre bitti. Şimdi ben kızımı geri istiyorum.
Elifin kreşte keyifli vakit geçirdiğini henüz konuşamasa da hareketlerinden anlayabiliyoruz. Araba park ederken bile kreşi görüp kollarını kaldırıyor "yaşasıın" şeklinde :)
Kreşe gidene kadar da bir şey yedirmiyoruz ki orada kahvaltısını daha güzel yapsın diye. Arabada şarkı, türkü, oyalama, dikkat dağıtma gibi şeylere zaten alışkınım.
Yalnız akşamları ben biraz kötü oluyorum. Bu ara özellikle Elifi almamız 6'yı geçe oluyor. Öğretmeni de geliş saatinizi biliyor, mümkünse 17.30da gelin dedi ama biz buna uyamıyoruz :/ Hatta geçen gün 18.20 gibi aldık, Elif iyiydi de ben ağladım iyi mi :/ Sabahları bırakırken etkilenmesin diye hemen bırakıp çıkıyoruz, durumu anlayamıyoruz işe yetişme telaşından. Öğleden sonra bende karıncalanma başlıyor zaten. Hep bir gidip görsem halim var, uzaktan tabii. Öğretmeni Elifin maşallah sınıfta en küçük olmasına rağmen gayet sosyal, uyumlu olduğunu söyledi. Ondan büyüklerle arasında 6-8 ay var. Akşamları bize koşuşundan bizi özlemiş olduğunu hissediyorum. Ama öğretmeniyle de çok gülerek ayrılıyorlar. El sallama, öpücük seansları oluyor :)
Sonrasında "vicdan" konuşmaya başlıyor: "Elif çok küçük değil mi?", "Acaba biraz daha evde dursa olmaz mıydı?" diye.
Elifin evde durabilmesinin benim gözümde tek yolu benim de evde durmam. Yani amacım çocuğu -ne olursa olsun- evde tutmak değil, benimle evde durmasıydı. Bakıcı, aile büyükleri -yine büyük konuşmuş olmayayım- seçenek değil bizim için. "İznim varken ben biraz daha baksaydım çocuğuma" cümlesini susturamıyorum. Mücadele etmezsem belki susar, bilmiyorum.
Tabii ki bunda her gün en az 3-5 kere duyduğum "hiii, küçücük çocuk kreşte mi?", "e nasıl bırakıyorsun, ağlamıyor mu?" cümlelerinin de etkisi oluyor. Söylediğim cevap hep aynı: "Biz vicdansız anne babayız". Konu kapanıyor. Bir de insanlar ısrarla Elifin ağladığını duymak istiyor gibi. "Ağlamıyor" deyince tuhaf bakışlar oluyor ve şu cümle geliyor arkasından "evde seninle sıkılmış demek". "Evet, çok sıktım ben çocuğu, tüm gün değil dışarı çıkarmak yatağından bile almıyordum dışarı" diyorum. Susuyorlar.
Neden böylesi bir laf ebeliği mücadelesi var? Gülüp geçtiğim zamanlarda daha çok konuşma hakkı elde ettiklerini düşündüklerinden bu cümlelerin dozu da kaçıyor, daha çok canım sıkılıyor.
Ama illa sıkılıyor sanırım, yazınca daha çok anladım. Hatta yazınca biraz daha rahatladım ki benim için blogun amacı da buydu. Yani buraya yazdıklarımı günlüğüme de yazabilirim-ki bir kısmını yazıyorum zaten- ancak bir etkileşim kuramam. Aslında sen sevgili okur, yorum yazdığında/hayatından bir şeyler paylaştığında/"ben de yaşadım, üzülme geçiyor" dediğinde insanın içine cidden su serpiliyor. Yeri gelmişken teşekkür edeyim :)
Bugünlerde Elifi bir iki saatliğine uzaktan izlemek gibi bir niyetle okuluna gideceğim. Öğretmeni yanlış anlamasın diye önceden sordum, böyle bir niyetim var, ne zaman geleyim dedim. "Bizim için hiç fark etmez, siz ne zaman uygunsanız" dedi. Zaten geçen gün onun yanında ağladığım için durumumu gayet net biliyor.
İlk yazımda demiştim ya, ben bazı şeyleri geç anlarım diye. İşte bu da onlardan biri. "Normal" insanlar ilk aylarda ağlar, sonra durulur. Ben ilk başta "cool" takılırım-neden bilmiyorum- sonra da patlar.
Geçen hafta sevdiğim bir arkadaşıma şu mesajı attığımı hatırlıyorum: "bende bir sorun var sanırım, ben Elifi özlemiyorum". Bu ikisi ne yaman çelişkidir aslında değil mi? O günden bugüne neler mi değişti yani 1 haftada.
Elif son zamanlarda oldukça fazla inat, ağlama krizi, bağırma krizi, gece terörü gibi şeyler yapmaya başladı. O kadar sabrım tükendi ki aylar önce çok bunalıp ona bağırdığım zamanlara döndüm. Bu da çarpı iki vicdan demek ne yazık ki :/ Bu hafta ise gelişim süreçleriyle ilgili bir şeyler okudum ve onu anlamaya çalıştım. Yaşadığı değişiklikler, diş süreçleri, bir anda tüm gün ayrılmamız vs. Hepsi için ona daha fazla sabır göstermeliyim. Bağırarak halledebileceğim bir şey yok. Tek yapmam gereken aslında onu biraz daha anlamaya, dinlemeye çalışmak. Kriz anlarını önceden görüp dikkatini dağıtmak. Bunu yapabilmem için de işe başlamadan önce güzel bir tatile gidebilseydik tam süper olacaktı ama olmadı. Elimizdekilerle yetinmesini ve şükretmeyi de bilmek gerek sanırım. Ben de bolca bir şeyler yazıyorum, çiziyorum, okuyorum. Zihnimi boşaltacak güzel bir fiziksel aktivite arıyorum ki aslında bunun yürüyüş olduğunu da biliyorum ama yap(a)mıyorum.
Kısacası Elifi çok özlüyorum.
Eski hayatımıza dönebilme imkanımız olsa pazarlık yapar, evi değiştirmek şartıyla, bu imkana balıklama atlardım.
Elif 11.5 aylık, Avusturya gezisinden
Bir de ağlayabilmek için tuvalete yetişebilme zorunluluğu olmasa iyi olurdu :/
Devamını oku »

29 Temmuz 2015 Çarşamba

Anne(lik) Sohbetleri : Akça ve Masal









Çocuk kitapları söz konusu olunca akan suları durdururan biri ile tanıştığıma çok memnun olmuştum bundan aylar önce. Akça'nın "Kitapkurduanne" instagram hesabındaki kitap paylaşımları beni hep çok mutlu etti ancak yorumlarının kısa olmasına da içten içe biraz kızdım. Bu kızgınlığım sebebiyle de "Akçaaa, site ne zaman açılacak" sorularıyla Akça'yı bunalttım. Oh iyi ki de yaptım. Bu sayede harika bir kitap paylaşım alanı ortaya çıktı. Ama tabii ki bu paylaşımların asıl sebebi Masal'dı. Tüm bu hikayeyi 1 Balık Akça'ya sormazsam da olmazdı :)






Sevgili Akça,


Aklımda bir dolu soru varken öncelik-sonralık yapamadım, o yüzden Masal'dan başlamak istedim. İsmi çooook güzel bir kızın var maşallah. 5 yaşında olduğuna göre tüm malum krizleri atlatmışsınızdır diye ümit ediyorum. Sence en zor dönem hangisi?
a) doğum sonrası alışma-kaynaşma-süt-gaz çokgeni


b) biraz büyüdüğünde dişler patladı-aman yürüdü peşinden git kafasını kötü yere çarpmasın halleri


c) Aman Tanrım bu da ne böyle, 2 yaş sendromu


d) Yok canım büyük konuşmuşum, 3 yaş daha zormuş, "ben bunu giymem"tripleri


e) 4 ve 5 yaş konusunda bir fikrim olmadığından yorum yapamadım ama sanırım her şey süt liman olmuştur temennileri


Yani ilk sorun çoktan seçmeli :)






Esracım bu soru beni bayağı düşündürdü, çoktan seçmeyeyim de hepsini birlikte değerlendireyim dedim :) Masal, ( Allaha şükür) rahat bir bebekti kısa bir süre gaz derdimiz oldu, sonra o da geçti. Beni en çok korkutan Masal'un uykusuz bir bebek olma ihtimaliydi doğumdan önce zira ben uykuya çok düşkün ve "uykusuzken ben ben değilim" bir tipim. Şansım bu konuda yaver gitti ve kızım sabahın seherinde kalkan babasına değil de bana çekti. Sadece ilk başlarda sıkıntılı gecelerimiz oldu, hatta bir gece hiç unutmuyorum Serdar'la yorgunluktan bitmişiz Masal uyumuyor ve sürekli ağlıyor yatakta sırt sırta verip birbirimize destek olduğumuzu sırayla Masal'ı alıp bir yandan da bu böyle giderse yandık kıvamında bir konuşma yapışımızı.


Masal'ın dişleri erken çıktı 4. Ayda iki dişi çıkmıştı, tabii ki o dönemler daha huysuz oluyordu ama süreçler çok uzun sürmüyordu.


11 aylıkken yürümeye başladı Masal, hep peşinde olmak son derece yorucu bir süreçti, daha önceki zamanların ne kadar da rahat geçtiğinde işte ayaklandığında daha da iyi anladım. Eve basit bazı güvenlik önlemleri koyduk masa kenarları falan ama çok da abartmadık açıkçası sürekli peşinde biri olduğu için.


Masal'ın 2-4 yaş arası ciddi sıkıntılı süreçleri oldu tabii ama ben bunlar hangi yaşın sendromuydu anlayamadım pek. 3 yaşına kadar doğru düzgün konuşamadığı için biraz onun sıkıntısı da vardı sanırım. Konuştuktan sonra bu kriz dönemlerinin atlatılması daha karmaşık oldu çünkü acayip laf yetiştiriyordu... Hiç unutmuyorum 3,5 yaşında bana çok kızdığı bir anda bana gelip biz babamla dışarı çıkıyoruz dedi, nereye diye sorduğumda " bana ev bakmaya ben ayrı eve taşınıcam" dedi.. O an anladım ki hayat bundan sonra bize daha zor olacaktı :))


Nitekim şimdi de en büyük sıkıntımız çok inatçı, dediğim dedik ve asi bir ruh olması, ha bir de papuç kadar dil tabii :))


Ben Masal'la doğduğundan itibaren çok konuştum, konuşmadığı üç sene boyunca benim çenem durmadı, konuştum, sohbet ettim, anlattım, kitap okudum. Sanırım çok sıkı bir kelime haznesi olmasının temelinde bu yatıyor. Konuşmaya başladıktan sonra bu sefer hep o sordu, her sorusuna ciddiyetle ve açıklayarak cevap verdim ( Hatta annem kızım abartma çocuk 3-4 yaşında niye bu kadar detay anlatıyorsun diye sık sık uyarırdı beni ve halen uyarmaya devam ediyor ! )






Annelik maceran nasıl başladı? Çok yoğun bir iş temposundan bir anda evde-bebekli yaşama geçmişsin sanırım?






2007 Aralık ayında eşim Serdar'la evlendik ve ben ondört senedir çok yoğun bir tempoda, bol yurtdışı seyahatli, gece yarılarına kadar çalışmacalı işimde çalışıyordum. Bir tekstil firmasında Genel Müdür Yardımcısıydım ve tüm ihracatı yönetiyordum, çok seviyor fakat çok da yoruluyordum. Evlenince de bu tempo iki sene devam etti. Hep iki çocuğum olsun istemiştim ve biran önce çocuk sahibi olmak istiyordum. Tüp bebek yöntemi ile hamile kaldım ve denemeler sırasında iş tempomu azaltıp haftada iki gün ofis, kalanı evden şeklinde danışman modelinde bir tempoya geçtim. Tüp bebek sürecinde çok şanslıydık, ilk seferde başarılı oldu, transfer edilen iki embriyonun biri hayata tutundu ve biz 2010 yılının Haziran ayında Masal kızımıza kavuştuk. Ben hamileliğimin dördüncü ayında işi tamamen bıraktım çünkü iş stresinin bana ve bebeğime zarar vereceğini düşündüm. Hamileliğim çok fazla kilo almam ve korkunç bel ağrılarımı saymazsak çok zor geçmedi.








Doğum hikayeni anlatabilir misin? İlk günlerde yanında birileri var mıydı? En çok hangi konularda zorlandın?






Çok sevdiğim doktorum Bora Cengiz ( ki geçen yıl kanserden kaybettik kendisini) tüp bebek tercihimizin başından itibaren bizimleydi. Hep beni rahatlattı, çok destek oldu. İlk baştan itibaren normal doğum istiyordum ve Bora bey beni hep destekledi. Ben her doktor kontrolüne bir sayfa soruyla gidiyordum, sorularım, endişelerim hiç bitmiyordu... Sonunda 41.haftada ben artık korkunç bir kiloya ulaşmışken gelin cumartesi suni sancıyla halledelim dedi. Gittik güle oynaya hastaneye ama suni sancı bende pek etkili olmadı, tam 24 saat gerekli açılma bekledik, sinirler bozuldu ama Bora bey gelip bana ctesi gecesi sen merak etme eve gitmeyeceğim hastanede kalıyorum dedi ve beni çok rahatlattı ( bunu yapacak çok az doktor var ne yazık ki, başkası olsa kesin ctesi akşamına sezeryana alıp evinin yolunu tutardı) Ertesi gün yani 20 Haziran ( ki babalar günüydü) saat 11 de Masal'ı hayal ettiğim gibi normal doğumla doğurdum. Üstelik ultrasonlarda çıkan gibi 3,5 kg değil tam 4,270 gr idi. Bora bey bile şaştı kaldı :) bu arada epiduralle normal doğum yaptım o yüzden çok da zor olmadı.


İlk günler heyecan içinde ve acemilik ile geçti, gündüzleri annem veya ablam dönüşümlü olarak yardıma geliyordu, ben fazlaca ürkek ve neyi nasıl yapacağım konusunda çok endişeliydim ama Allaha şükür kısa zamanda adapte oldum.Beni genel olarak en çok zorlayan kendi kendime fazla endişeli olmak oldu, yani kendi kendimi zorladım açıkçası, çok daha rahat bir anne olabilmeyi çok isterdim.






Veee gelelim çocuk kitaplarına. Masal ile ne zamandan beri kitap okuyorsunuz? Kitap okuma köşeniz, rutininiz var mı?


Masal’ı sanırım 3-4 aylıkken yumuşak kitaplarla tanıştırdım, o zaman hikaye okumuyordum ama bu kitaplar üzerinden sürekli konuşup anlatıyordum, 6 aydan sonra kitaplarımız çeşitlendi, bir çok ilk kelime kitabı edinmiştim, hepsini birlikte hatmediyorduk. Ben de kitapçıların bebek ve çocuk kitapları bölümlerine abone olmaya başlamıştım. İlk kez hikaye dinlemeye başlaması 11-12 ay civarında oldu, Bebek Koala serisi favorisi idi, kitapları teker teker çıkartıyordum ve defalarca aynı kitabı okuyup sıkılmadan diğerine geçmiyorduk. Sadece hikayeyi okumak değil de resimlerine bakıyor, üzerinde konuşuyorduk ( yani ben konuşuyordum da o gösteriyordu) İki yaşından sonra kitap sevgimiz, ilgimiz iyice coştu, gün içinde çeşitli seferler kitap okumaya başladık, bir de gece uyumadan evvel mutlaka birkaç kitap okuyorduk. Bizim kitap okumak için özel bir köşemiz olmadı, rahat ettiğimiz yerde, salonda, Masal’ın odasında hatta mutfakta hep içiçeydik kitaplarla. Masal konuşmaya başladıktan sonra kitap okumak çok daha zevkli hale gelmeye başladı çünkü hikayelerin, çizimlerin üzerine yorumlar yapıyor ve keyfini çıkarıyorduk. Bu da beni hep yeni hikayeler, iyi çocuk kitapları bulmaya teşvik ediyordu. O sıralarda piyasada çok fazla çocuk kitabı olduğunu farkettim ve başta okumadan aldığım bazı kitaplarda hüsrana uğrayınca önceden okumadan asla kitap almamam gerektiğini anladım. İçinde korkunç resimleri olan, cümlenin düşüklüğünden benim bile ne dediğini anlayamadığım, son derece bozuk bir Türkçe ile yazılmış pek çok kitaba rastladım bu dönemde.


Ben Masal’ı gün içinde hiç kitap okumaya zorlamadım, teklif ettim, isterse okuduk istemezse okumadık. Özellikle bazı dönemlerde kitap okumak yerine oyunu tercih ettiği zamanlar oldu, hala da oluyor. Hiç bir zaman ısrar etmiyorum, isterse okuyoruz yoksa bazen birkaç gün hiç okumadığımız oluyor. Ama akşamları 3 kitap rutinimiz fazla aksamadan devam ediyor, uzun pazarlıklar sonucu ulaştığımız bir sayı bu, büyüdükçe okuduğumuz hikayeler uzuyor bazen 2ye düştüğümüz, okul yoksa ertesi gün tatilse 4e çıktığımız da olmuyor değil. Kitap seçimini önce ona soruyorum, özel bir tercihi yoksa benim getirdiğim alternatiflerden seçiyor.







"Kitapkurduanne" nasıl doğdu, gelişti? Sitenin tasarımını ve kullanım kolaylığını çok seviyorum. Blog yazıların da hep güncel. Siteyle ilgili aklında başka hangi fikirler var,(tamam tamam aramızda :P )


2014 yazı bu fikir doğdu aslında, evde o kadar çok kitap oldu ve ben o kadar çok bu işin içine girdim ki, bari beğendiğimiz kitapları paylaşayım da başkaları da faydalansın diye düşündüm. Bu ciddi bir vakit işi çünkü, kitapları araştırmak, okumak, doğru Türkçe ile yazılmış düzgün kitap seçmek gerçekten zahmetli. Bir de çocuğu çok iyi tanımak gerekiyor, her çocuğun beğenisi, algısı ve beklentisi farklı sonuçta. 2014 yılı Eylül ayında Masal da tam gün anaokuluna başlayınca benim de bir hayli zamanım olunca, instagramdan bir gün açıverdim "kitapkurduanne" hesabını. Şimdi dönüp baktığımda ne kadar amatörce fotoğraflarla başlamışım diyorum, zamanla gördüm ki bu konu bir çok anne için ilgi çekici ve gelen yorumlar beni daha da motive etti. Kitapkurduanne büyüdü, ben kendimi geliştirdim ve artık daha üst yaş grupları kitaplarına da el attım. Okudukça keyiflendim, beğendikçe paylaştım... Fakat paylaştığım kitap sayısı arttıkça instagram benim bile takip etmekte zorlandığım bir hale geldi, site fikri de buradan doğdu. Eşimin bir yazılım firması olması bu noktada tabii ki çok işime yaradı ve hayal ettiğim gibi bir siteye ulaştık. Ben gene de çok mutlu değilim :) ( rahatsızım ya !) Blog’a yeterince zaman ayıramıyorum, yazmayı istediğim yazıları toparlayamıyorum, hep birşeyler çıkıyor. Hergün şunu da yapsam bunu da eklesem diye kafamda bir dolu düşünce ile yakında kendimi toparlamayı umuyorum...


Sana en çok sorulan sorulardan biridir sanırım, "bebeğim x aylık, kitap okumaya başlamak için erken değil mi?" "çocuğum x yaşında, hangi kitapları okumalıyım?" Sence cidden var mı böyle bir alt sınır ya da kategori? 5 yaş için önerilen bir kitap, 2 yaşındaki bir çocuğa keyif ver(e)mez mi mesela?


Ben bu konuda bir çok kişiden farklı düşünüyorum, bazı kitapların çok erken yaşta çocuklara okunmasının çok keyif alıyor gözükseler de bilinçaltında ilerde farklı şekillerde ortaya çıkacak kaygılara, korkulara ve gereksiz düşüncelere yol açacağı fikrindeyim. Bir yandan da her çocuk farklı, algısıyla, talebiyle, okuduklarını özümsemesi ve bunlardan etkilenmesiyle.. Masal’da ben bunu 3-4 yaş arasında çok yaşadım, kitabın çizimleri olabilir, kullanılan tek bir kelime olabilir veya bir konu olabilir, ne kadar etkilendiğini, korktuğunu, kafaya taktığını gördüm... Ve anladım ki bu konu önemli ! İşin bir diğer yanı da bazı kitapları erken okumak hikayeyi çok da iyi anlamamalarına, bir nevi kitabın heba olmasına yol açıyor. Ben bu yüzden bir fikir vermesi açısından minimum bir yaş fikri vermeye çalışıyorum, karar tabii ki annelerin ve babaların ve tabii ki çocukların :)






Yoğun bir iş temposundan yoğun bir bebek-çocuk bakımına geçtiğinde işe geri dönmeyeceğini tahmin ediyor muydun?


Eski işime geri dönmeyeceğimi biliyordum, çünkü çok yorulmuş ve yıpranmıştım ve bence tüketmiştim kendimi. Farklı bir şeyler yaparım diye hep düşündüm, aslında hedefim Masal 3 yaşına geldiğinde çalışmaya başlamaktı ama beceremedim, hep kendim birşeyler kurayım istedim, erteledim, üşendim...İyi ki de üşenmişim "KitapkurduAnne" ciddi vaktimi alıyor şu an, ve ilerde çocuk kitapları ile ilgili birşeyler yapabilirim diye düşünüyorum, neden olmasın?


Sence "anne" kime denir?


Bence anne bir sabırtaşı ile delilik arasında, aşkların en büyüğü ile cinnet arasında gidip gelen insanüstü varlıktır ! Nokta.







Bu da çok merak ettiğim bir sorudur, annende görüp "asla yapmam" dediğin ama yaptığın ve gülümsediğin bir şeyler oldu mu?


Annemde görüp değil de etrafta görüp yapmam dediğim pekçok şeyi yaptım hala da yapıyorum.. Çocuğum yokken ayıpladığım, aa anneye bak çocuk kendini yerlere atıyor bir şey yapmıyor dediğim, elinde tablet gördüğüm çocukların anne babalarına kızdığım çok oldu. Yapmam dediğim pek çok şeyi şu veya bu şekilde yaptım, pişman değilim gene olsa gene yaparım :)


Masal'ın ve senin favori kitaplarınızı soracağım ama çok mu uzun olur bu liste, ek olarak da koyabilirsin :)


Masal’ın çok sevdiği bir çok kitap var tabii ki, dönem dönem favorileri değişiyor bir de hiç bir kitaba “beğenmedim” diyemiyor, kıyamıyor onun yerine “bunu daha az beğendim” diyor mesela çok hoşuma gidiyor. Son dönemde bana yazarları ve çizerleri de sorar oldu, bir yazar ismini duyunca daha evvel bu yazarın başka kitabını okuduk mu diye soruyor mesela. Bir de güzel çizimli kitaplarda hayran kalıyor çizimlere ve “anne yaa bir insan nasıl bu kadar güzel çizebilir” gibi yorumlar yapıyor.Liste çok uzun olacak ama ben gene de Masal’ın en favorilerinden yazayım.


Rengarenk Kasabası, Kitapkurdu Lily, Rüzgarın Üzerindeki Şehir, Ben Ne Zaman Doğdum, İki Utangaç Panda, Memo ve Ay, Leyla Fonten serisi, Büyükanne ve Miyop Ejderha, Pezettino, Masal Battaniyesi, Sakar Cadı Vini serisi, Meraklı Tavuklar serisi, Kedi Adası, Üç Kedi Bir Dilek, Annemin Çantası, Farklı ama Aynı, 5 Çocuk 5 İstanbul ( bu aralar en favorisi) , Murat Bey ve Işıltı Hanım, Zuzu serisi, Kütüphanedeki Aslan, Büyük Sözcük Fabrikası,Oliver, Dodo’nun Komik Karışımları, Değirmenler Vadisi, Mış Gibi, Nokta, Çilli Begonya.







Bana göre oldukça tecrübelisin, sence,bebeği henüz 15.5 aylık bir anne, yavrusunun hangi dönemlerinden korkmalı, hangi an'ları kaçırmamak için gözünü dört açmalı ve özünde nelere dikkat etmeli?


Valla bu iş bence çocuğa göre çok değişen bir konu ve inan günü gününe uymuyor, tam neyse oldu bir düzen oturttuk diyorsun yeni bir şey çıkıyor karşına. Akışına bırakmak, yaşayıp da görmek en iyisi sanırım. Ben biraz mükemmeliyetçi ve pimpirikli bir tipim, o yüzden şimdi geriye dönüp baktığımda kendime kızdığım çok nokta var. Örneğin bu yemek işini beceremedim, blw falan haberim yoktu ve hep ben yedirdim, hala bunun cefasını çekiyorum o yüzden..Eskiden Masal’la ilgili notlar alırdım, ilerde unutmayayım bakarım diye, uzun zamandır yapmıyorum bu da kendime kızdığım ayrı bir konu. Bir de çok yufka yürekliyim, ağlamasına dayanamıyorum ve böyle durumlarda kendimi çok zorluyorum, doğru olduğunu bildiğim şeyleri yapamayabiliyorum.Özellikle inat ve öfke krizleri için hazırlıklı olmak, sağlam bir sabır, konu büyümeden ilgiyi başka yöne çekmek önemli sanırım. Bir de her dönemin geçici olduğunu kendine hatırlatırsan ( yani başarabilirsen) geçiyor çünkü eninde sonunda...Erken yaştan kendi yemeğini yiyen, özellikle üç yaşından sonra kendi kendine kimseye ihtiyaç duymadan belli süreler kendini oyalayabilen bir çocuk yetiştirmek önemli sanırım. En önemlisi de çocuğu adam yerine koymak, konuşmak, anlatmak ve söylediği şeyi dinlemek


Masal ile ilgili olarak “iyi ki yapmışım” dediğin neler var?


En başta iyi ki ama iyi ki doğurmuşum diyorum tabii ki :) Masal’la hep çok konuştum, anlattım açıkladım, küçüktür anlamaz demedim, iyi ki de yapmışım çünkü kelime haznesi çok gelişti ve pek çok konuda şimdiden fikir sahibi oldu. Kitap okumak, kitaplar içinde büyümesini sağlamak ve kitapların tadını almasını görmek benim için çok önemliydi. Şimdilik başardım ama tabii kendi okumaya başladığında nasıl olacak bilemiyorum :) İyi ki işi bırakıp Masal’a kendim bakmışım ve birebir vakit geçirmişim diyorum bir de...






Anne adaylarına ve benim gibi acemi annelere neler tavsiye edersin?


Her çocuk farklı, çocuğu iyi tanımak, nerede ne tepki verdiğine dikkat etmek, hoşlanacağı, hoşlanmayacağı şeyleri bilmek ve buna göre olası krizleri bir nebze de olsa azaltmak. Sürekli olarak ben birşeyleri yalnış mı yapıyorum hissinden kurtulmak, çocuğunu hiç bir çocuk ile kıyaslamamak, her dönemin keyfini çıkartmaya çalışmak, doya doya yaşamak, bol sarılmak, öpmek koklamak ve herkesi de çok dinlememek :) veee akışına bırakmak...


Katıldığın için çook teşekkür ederim.


Esra’cım esas ben sana çok teşekkür ederim güzel blog’unda bana da yer verdiğin için... iyi ki seni tanımışım....






Sohbetler bitince biraz hüzünleniyorum ben. Keşke daha çok hatta daha da çok soru (kumkurduna sevgilerle) sormuş olsaydım diyorum. Ya da daha iyisi bu sohbette neden karşılıklı kahve içemedik ki diye hayıflanıyorum. Ama asıl üzüntüm bu sohbetlerin kaynağı olan bal yanakları sevemedim diye oluyor, itiraf edeyim. Masal'ın ismi o kadar güzel ki yanımda olsa Masal'a hep ismiyle hitap ederdim sanırım :)


Çocukları biraz daha büyümüş annelerle konuşmak, yazışmak, haberleşmek bana çok iyi geliyor.


Akça'nın "Sürekli olarak ben birşeyleri yalnış mı yapıyorum hissinden kurtulmak, çocuğunu hiç bir çocuk ile kıyaslamamak, her dönemin keyfini çıkartmaya çalışmak, doya doya yaşamak, bol sarılmak, öpmek koklamak ve herkesi de çok dinlememek ve akışına bırakmak.." satırlarının altını çizdim bu sohbette.


Yazmayı unutmuşum Akça, sen de iyi ki varsın, tatlı balık arkadaşım benim :)





*Bir dolu "annelik sohbeti"ni güzel bir kahve eşliğinde okumak isteyebilirsiniz :)
Devamını oku »

28 Temmuz 2015 Salı

Günün Mutluluk Sebebi- 6

Üniversitede "Halkla İlişkiler" okudum ama zorunlu dersler dışında tüm dersleri Sinema bölümünden seçtim. Ki bu arada ben uzun yıllar "Gazetecilik" okumak için çalışmıştım. Masamda -kendisi evet benim meşhur çalışma masam olur- hep Ankara/Gaztecilik yazardı. Hedefim oydu. Tek tercih yapacaktım. Niyetim de oydu. Meğerse kader ağlarını örmüş, haberim yokmuş. Tercih günü bir şeyler değişti ve ben "halkla ilişkiler" yazdım. Hala gülerim bu tercihime çünkü bence oldukça asosyal biriyim :)
Bu yazının konusu tabii ki benim üniversite tercihlerim değil ama üniversitede çok sevdiğim bir bölüm olan; sinema.
"Dünya Sinema Tarihi" diye bir kitap vardı, Dost kitabevinden taksitle aldığım ilk kitaptı. Nasıl mutlu olmuştum, yurda kadar sarılarak gitmiştim.
Nejat Hoca iyiydi hoştu ama Hint sinemasını çok severdi. Ben daha çok senaryo derslerini severdim, Ali Hoca ile. Demek o zamandan belliymiş benim yazmaya olan hevesim.
Bir de okurken Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivalinde çalışmıştım. (Çok alakasız ama kabak mücverden orada nefret etmiştim, hala barışamadım kendisiyle) Elif Şafak'ın söyleşisine katılmış, azıcık kem küm ile yanına gidip "merhaba" diyebilmiştim.
Sinema deyince hep aklıma üniversite yıllarım gelir."Film, sinemada ve yalnız olarak izlenir." Bilin bakalım bu şahane cümle kime ait :) O zamanlar hep "sanat" filmleri izlerdim ve yanımda birilerinin olmasına, mısır bile yenmesine dayanamazdım. Bir de nedendir bilinmez korku filmlerini de izlemekten hoşlanırdım. Şimdi fragmanına bile bakamıyorum. Haftada 1 kez sinemeya gitsem kendimi eksik hissederdim. Bak yazınca bile çok değişik geldi. "Bu ben miyim?" dedim. Metropol sinemasının karşısında da içinde tavşanları olan bir çocuk kitapçısı vardı. Sinema öncesi rutinlerimden biriydi. AVM olmadığından sinemaya hep Kızılayda giderdim. Hele ki Kızılırmak sineması. Eskidir ama bence gerçek sinema orasıdır.
Hatta o dönem Sinema dergilerim vardı, satır satır okurdum, notlar alırdım. İleride sinemayla ilgili bir şeyler yapacağımdan da çok emindim. Bak şimdi :)

Zamanla sinemadan biraz uzaklaştım. Bana göre "nitelikli" yapımlar azaldı, bilet fiyatları çok arttı, Kızılaydaki sinemalar kapandı... Uzaktan bir izleyici haline geldim.
Vizyonda ne olduğunu, oyuncuları, bağımsız yapımları hep takip etsem de son yıllarda bu durumda da azalma olmuştu.
2013 yılının Aralık ayı(galiba 26sı falan) Hobbit'i izlemeye gittik, Elif karnımdayken.
Bir daha da sinema yüzü göremedik :/
Ta ki...
Dün akşama kadar.
Çeşitli faktörlerin de etkisiyle şimdiye kadar Elifi bırakıp bir yerlere gidemiyorduk (merkeze uzak oturmamız, Elifin biberon almaması, uyku problemleri vs)
Annemler buradayken 19 ay sonra filme gidelim dedik. Tam da o gün yani dün öğretmeni çıkışta "bugün sizi aradı" deyip içimi cızlatana kadar :/ Vicdanımla başbaşa kalacak vaktim pek olmadı, kendimizi sinemada bulduk.
Aklım hep Elifte kaldı, zaten tüm gün görüşemedik diye.
Film tercihimiz Marvel'den oldu: "Antman"
Bir x-man değil tabii ki ama yine de 19 ay sonra sinemada olmak ve film izlemek çok güzeldi.
Eski düşüncem çoktan değişti: "Film, mısır yenerek izlenir"e evrildi. Bana sinemadaki mısırlar çok yağlı ve tuzlu gelir, o yüzden evde yağsız tuzsuz patlatırdım, onu götürürdüm sinemaya ama dünkü mısır çok hoşuma gitti :) Çıkışta bir de baktım çenemde şahane bir mısır yağı sivilcesi çıkmış bile :)
Kısacası dünkü mutluluk sebebim 19 ay sonra sinemaya gitmek oldu :)
Darısı inşallah bir 19 ay daha beklemeden gideceğimiz diğer filmlere.
Yok hani bir kıvırcık bize doğum günü hediyesi olarak "Ben Elife bakarım, siz sinemaya gidersiniz" diye söz vermişti.
Evinde hem kedisi hem köpeği de olduğuna göre Elife bakmasına bile gerek yok, üçünü salona salsa Elif oyalanır zaten :)
Bir de dün etrafta çok havalı bir şekilde dolandım, bana özel çizim bir çantam vardı çünkü, yaşasın Özlem :)

Devamını oku »

27 Temmuz 2015 Pazartesi

İzleyin Mutlaka: Suits :)

Yabancı diziler arasından aklıma yatan bir dizi bulmak benim için epey güç oluyor.
Favorim hala Friends olsa da yeni dizi önerilerine açığım.
Bir dönem Gilmore Girls izlemiştim, çok sevmiştim. Daha az "kızsal" bir şeyler izleyeyim, içinde bir heyecan olsun ama "vurdu, kırdı" olmasın, başrolde de Harvey abimiz olsun derseniz SUİTS dizisini cidden tavsiye ederim.
Çok oldu ben izleyeli, yeni bölümlerin geldiğini fark edemeyecek kadar uzun zamandır da dizi dünyasında değildim :) Ta ki geçen gün "canım kitap okumak istemiyor, eskiden dizi izlerdik" deyip dizilerin olduğunu sayfayı açana kadar. Suits'in yeni bölüm haberini görünce heyecanlandım tabii.
Çok bölüntülü olsa da yeni bölümleri su gibi içtim.
Hukuk bürosunda geçen bu dizide beni en çok güldüren karakter Louis Litt. Şahane bir oyuncu(luk) bence.
Hani insan bazen kafamı boşaltayım ama boşaltırken de çok saçma bir şey izlemeyeyim ister, bence SUİTS tam bu kategoride yer alıyor.
Bazıları bu diziyi Harvey Specter için izlediğimi söylese de, yoo yok öyle bir şey :)

Görsel Kaynak: buradan
Devamını oku »

26 Temmuz 2015 Pazar

Günün Mutluluk Sebebi-5

Hafta sonu biraz yine evi yerleştirmeli geçince taşındığımızdan beri kullanamadığım çalışma masama da kavuşmuş oldum. Son günlerin en büyük mutluluk sebebi bu olmalı.
Bir çalışma masası demek sadece basit bir masa değil benim gözümde. Bir arkadaşımız evde bir "çalışma odası" olduğunu duyunca anlayamadı,"ne çalışacaksınız ki" dedi :)
İlkokul zamanlarımdan beri hep bir masam oldu ve ben orada çalıştım. Kardeşim gibi kitabı yatağın içinde okuyup orada mayışarak çalışamadım hiç.Ben masada olmalıyım. Önümde takvimim, kağıdım kalemim olmalı. Lisede ve üniversitede de bu geleneği devam ettirmiştim. Sadece bir ara devlet yurdundayken değil çalışma masası, yemek masası bile görememiştik :) Öğrenci evimizde bile masam vardı. Hatta evlenmeden önceki 2+1 evimin bir odası tamamen kıvır zıvır ve çalışma alanıydı, aman ne güzeldi. Elif doğana kadar da bu geleneği bozmadık. Elif doğduktan sonra ise çalışma odamız Elifin odası oldu ve karabalıkla ben ortada kaldık :) Benim tüm eşyalarım salona taşınıp duruyordu ki bir müddet sonra oraya yerleştiler. Masa o kadar dolmuştu ki eve gelen misafirleri yemeğe almak istemiyordum masamı boşaltmayayım diye. Tabakları önlerine sehpada versem ayıp olmayacak kişilerle görüşmeye başlamam  tesadüf değil yani.
İşte tam da bu sebeplerden, bir çalışma odamızın olması ve kendimize yepyeni çalışma masaları almak en başından beri aklımızdaydı. Masaların yapımına sıra geldi ancak oturmaya fırsat olmamıştı. Ta ki bu hafta sonu ben bu zinciri kırana kadar.
Çalışma masası demek, zihnimi dökebileceğim bir alan demek. Hiç öyle pinterestte yer alan acayip uçuk fikirliler gibi değil.Bildiğimiz bir masa ve kıvır zıvırdan oluşan kendi halinde bir masa şu haliyle ama ilerisi için şahane fikirlerim var yapabilirsem. Duvara karşı olsam bu fikirlerim daha kolay yapılabilirdi ama olmadı, karşımda karabalık var :)
Odamızın en sevdiğim iki tarafı:
1. Gün batımı şahane güzel bir ışık yapıyor, saat 19.30-20.00 arası, yakalayabilirsem.
2. Akşamları pek tatlı bir rüzgar esiyor ve masamdaki rüzgar gülü fır dönüyor, çok neşeleniyorum.
Benim masam hep doludur,karışıktır ve bana ilham verir. Nedense takvimim yok yalnız. Alsam mı dedim ama zaten Ağustos ayına geldik, sanki yıl sonu gibi...Karar veremedim. Çok kötü çekilmiş bir fotoğraf ile masamı az buçuk anlatmış olayım. Sonra daha güzel fotolarını eklerim. Sol baş köşede kitap ayraçlarım var. Hemen yanındaki tavşan, nasıl desem, benim neşe kaynağım. Ne zaman baksam püskürtmeli gülesim geliyor :) Notlarımı alacağım 3-5 defter illaki, bir tane olursa eksik hissederim. Şimdilik ana merkezde bilgisayar var ama normalde bilgisayar pek olmaz. O gün gönlüm ne isterse onun işi olur önümde. Çekmecem bile var bu masada, durup durup açıyorum, ayy ne büyük mutluluk. Arkamda ise kıvır zıvırlarımın olduğu bizim eski kitaplık var. Çaprazımda müzik setimizden Joy Fm çalıyor.
Bu alanı özlemişim. O yüzden de bu kadar büyük mutluluk duydum sanırım.Bir müddet burada takılacağım ben, hani ararsanız :)

Devamını oku »

25 Temmuz 2015 Cumartesi

Çalışmak Değil Üretmek İstiyorum

Bugün bunu fark ettim. "Günün mutluluk sebebi" etiketime yenisini ekleyecek olsam onun da adı "günün farkındalığı" olurdu sanırım.
İşyerine döneli sanırım 1 ay olmadı ama birkaç haftayı geride bıraktım.
Neler yaşadım, neler hissettim onları da yazmak istiyorum biraz zaman geçicince ama işe başlayınca ilk hissettiğim şey bu olmuş lakin ben bunu yenice adlandırabiliyorum. Bugün yine öğle arasında şapkamla çıkıp kendimi en sevdiğim parkın favori bankına atınca fark ettim. O kadar güzel bir yer ki benim için. Kuruma yakın olmasına rağmen kimse o parka gelmiyor, ağaçlar koyu gölge yapıyor ve ben kuş sesleri eşliğinde bazen kitap okuyorum bazen de sadece oturuyorum, öylece hiçbir şey yapmadan. Bu eylemi sevdiğimi biliyordum ancak önemini anlayamamıştım evdeyken. Şimdi daha iyi anladım.
"hiçbir şey yapmadan öylece oturup etrafı izleyebilme"lüksü diye bir şey girdi hayatıma :)
ama şimdi konumuz bu değil.
Sadece bazen bir ortamda insanın aklına bir şey geliverir ve bu durum onu heyecanlandırır, işte benim yaşadığım böyle bir şey-di. Bu da onun yazısı.
Biraz "işimi neden sevmiyorum acaba" diye kendimi kurcaladım. Çünkü -en azından bildiğim kadarıyla- tembel biri değilim yani çalışmayı seviyorum.
Geçen günkü yazıda bahsettiğim 1. pozisyondaki işimde bu "sevmeme" halini neredeyse hiç yaşamamıştım. Oradaki fark sadece insanlar mıydı? İkinci görev yerimi apayrı bir kategoride tutuyorum zaten. Keşke hakkında daha çok şey yazabilsem :)
Ve şimdi...
Parktaki aydınlanmayı yaşamamın sebebi işe ilk başladığım günden beri hissettiğim "ben burada geçiciyim nasılsa" hissi olmuştu (bence) Bunu da 17 aydır çalışmıyor olmama bağlamıştım. Bir de hala vaktimin çoğunu 17 aydır görüşemediğim arkadaşlarımla çay, çorba içerek geçirmemin de etkisi olmuştur. Kimseye "hayır, gelemem" diyemediğim için katlar arasında dolanıyorum. Çayocağındaki çocuk "yine mi siz" bakışı atıyor ve ıhlamuru hemen benim önüme koyuyor :) Benim için çok şükür ki bu açıdan yavaş bir geçiş oldu.
Ama bu his...
Hani nasıl desem, "benim burada ne işim var" hissi geldi çöreklendi üstüme. Hep oradaydı da 17 aydır raftaydı gibi. Neden bilmiyorum doğum iznine giderken "nihahaha" nidalarıyla kurumdan ayrılmış, yakın zamanda da dönmeyeceğime kendimi ikna etmiştim. Kısmet olmadı :)
Parkta yaşadığım aydınlanmaya göre(ki bir zahmet, artık o konudan bahsetmeye başlasam iyi olacak, neredeyse yazı bitti) ben "çalışmak değil üretmek" istiyorum.
Birinci yaptığım işte -saflığım da etkisiyle- işim yoğun da olsa kendime yeni iş yaratırdım. Tek başıma çalışıyordum ve direk olarak büyük patrona bağlıydım, dolayısıyla rahattım. Tek derdim yeni bir şeyler ortaya çıkarmaktı hatta iş dışı bovling turnuvası bile düzenlemiştim :)
Oradan sonrası benim için hep "çalışma hayatı" oldu çünkü ortam ve insanlar motivasyonumu nasıl düşürdüyse üretmek içimden hiç gelmedi. Sadece bana verilen iş bile günlük mesaimi fazlasıyla geçiyordu ki çoğunda evde, tatilde, haftasonu da çalışıyordum :/
"Üretmek" ile neyi anladığımı sorguladım bu kez de. Yani dikiş makinesi alıp çanta, yastık mı üretmeliydim ya da 3 metre uzunluğunda çok şeker mini cupcake'ler mi yapmalıydım?
Tabii ki hiçbiri :)
Üretmekten benim anladığım, zihnimin gıdıklanmaya devam etmesi.
Yeni bir şeyler peşinde olma heyecanı ve isteği sanırım zihnimi oldukça dinç tutar.
Bu da belki biraz "proje bazlı" çalışmakla olur. Gerçi bu tamlama bile çalışma hayatından bir cümle gibi.
Sanırım en çok özlediğim şey, özgür düşünebilme yetisi.
Sınırları, insanları, çevreyi bir müddet yok sayarak hayal bile kuramadığımı fark ettim.Hep bir kısıtlanmışlık hali ne yazık ki.
En son üniversitedeyken ve mezun olduktan sonraki 1 yıl işsiz gezerken bu kadar rahattım. Sanki dünya benimdi, istediğim her şeyi yapabilirdim.
Ancak hep bir güçsüz hissediyordum. Olay dönüp dolaşıp maddiyata geldiğinde sıkışıp kalıyordum. "İşimi sevmesem de olur, kazandığım parayla kitap alırım,mutlu olurum ben" demiştim bir müddet sonra. İnsanın ne istediğine de dikkat etmesi gerekiyormuş, onu anladım.
Küçük Joe'nun şu yazısını dönüp dönüp yeniden okuyorum. "Ne istediğini bilmek" fiili/eylemi/durumu benim için oldukça uzak bir zaman diliminde kalmış, onu fark ettim. Kendimi sadece "yaşıyoruz işte" modunda rüzgara kaptırmış gidiyormuşum.
Gerçekten istediğim şeyin "çocuk kütüphanesi" olduğunu düşünüyorum aslında ama bu fikrin de kendi içinde evrilmesi lazım. Sadece çocuk kitapları okuyarak kendi kütüphanemi açmaya çalışsam ... Yapmak istediğim şeye ulaşmak için emek vermeliyim ve bunun için de bolca beyin gıdıklanması yaşamalıyım. Bence tam olarak ihtiyacım olan şey bu.

Bu da üretme sürecinde beynimi çalıştıracak olan fındık :)

* Bu yazıya işyerinde başlamıştım. Oda arkadaşım "bu kadar heyecanlı ne yazıyorsunuz" dedi, güldüm, ara verdim, eve geldim, komşum kahveye davet etmişti ona gittim, orada başka bir komşu tarafından oldukça canım sıkıldı, migren tuttu, ilaç aldım, Elif ısrarla çok uyandı, ben de uyumaktan vazgeçip blogumu açtım ve yazıyı tamamladım.

Devamını oku »

24 Temmuz 2015 Cuma

Günün Mutluluk Sebebi-3

Günün mutluluk sebeplerini aynı gün yazamasam da mutlaka yazmaya çalışıyorum çünkü bu bakış açısını seviyorum.
Daha önce minicik bahsetmiştim, tatlı bir grubumuz olduğundan. Dünün mutluluk sebebi de işte o gruptan arkadaşım olan Balyanak Ailesinin "anne" kişisi :)
Yeni taşındığımız yer ile onların yeni taşındığı yer arası mesafe çok yakın, bu demektir ki sıklıkla görüşebileceğiz.
Balyanak Anne'nin sıcakkanlılığı, hoş sohbeti, pozitif enerjisi ve yanakları sıkılası 3 çocuğunun varlığı dünkü(ben yazıyı yayınlayana kadar gün geçti tabii)  mutluluk sebebim oldu.

Sağdaki meraklı kişi de Elif

Bir diğeri de annemin yaptığı pirinçli börekti.
Göçmenlerde her bayram sabahı yapılan pirinçli börekten biz bu bayram mahrum kalınca bu hafta bizde olan annem ve teyzem bize bayram sabahı neşesi yarattılar :)

 Haberler, gelişmelerden dolayı canım çok sıkkın aslında bugün. Sadece "BALIK" kitabındaki gibi umudumumu kaybetmemek istiyorum. Hayat, biz çok üzülsek de çok sevinsek de geçiyor, zaman akıyor ve geçen zamanın geri dönüşü olmuyor.  Birileri üzülürken zil takıp oynamak istemiyorum elbette, sadece umudumu kaybetmemek ve kalbim sıkışmadan nefes alıp vermek istiyorum. Hayatımda olan/olmayan her şey için de şükrediyorum.
Günün mutluluk sebepleri bu açıdan benim çok işime yaradı/yarıyor, tavsiye ederim herkese.







Devamını oku »

22 Temmuz 2015 Çarşamba

Elif'in Ek Gıda Süreci / Devam

"Biraz zaman geçsin istedim açıkçası bu yazıyı yazmak için. Çünkü bebekler büyüdükçe huylarıyla beraber yedikleri içtikleri de değişiyor. Tam "işte bunu çok seviyor" diyorsunuz ama ertesi gün bir de bakıyorsunuz ki o çok sevdiği şeyin yüzüne bakmamış. Anne kişisi şokta hatta panik halde. "Neeaaay, napacağım ben şimdi????" Hehehe yok yok, çok şükür henüz o kişi ben değilim. İlk satırlarda yazdıklarım Elif ama bak, onu kaçırmayalım.
Neyse ki şimdiye kadar "yemezsen yeme cicim" hallerimi bozmadım. İnsan bebeğini büyütürken hem kendi de büyürmüş hem de içindeki daha önce hiç görmediği yerleri keşfedermiş ya; işte o hesap bizimkisi. Elif büyüyor, ben büyüyorum. (ki tam buraya uygun bir parantezim var; yakında tammmm 30 yaşında olacağım yehuuu, yani Elif'in ilk yaşından daha önemli değil de ne :) Ve tabii ki keşfediyorum, nasıl bir anneyim acaba diye. Bu da düşünerek olmuyor. Olaylar karşısında verdiğin tepkilerle, kendini gözlemleyerek ve biraz da çevrenin "e sen şöyle şöyle bir annesin" demesinin harmanıyla bir şeyler şekilleniyor. Misal, Elif'in küçük düşme ve çarpmalarına "hadi canım, yoluna devam" dedim hep. Dün ise Elif ilk defa yataktan düştü :/ Yanında değildim ve o sesle beraber sanırım aklım, kalbim başka bir yerlere uçtuuuu sonra geri geldi ki bu 1 saati falan buldu. Hani nerde o "hadi canım, yoluna devam" annesi? Çok çükür bir şey olmadı ama resmen Allah korudu kızımızı. Eliften çok ağladığımı ve sonra Elif'in bana sarılıp sırtıma pışpış yaparak beni sakinleştirdiğini söylememe gerek var mı bilmiyorum...
Yemek işi de bundan farklı değil."
                                                                             ***
Yukarıdaki satırlar şubat ayında yani yaklaşık 5 ay önce yazılmış, yanlış hesap yapmadıysam. Oysa şimdi durum çok farklı, 30 yaşına girdim, Elif 1. yaş gününü geçti ve hatta 15.5 aylık oldu, kreşe başladı... Gelişmeler çok yani.
Ek gıda hakkında genel bir yazı yazmak hep aklımda olan bir şey, neler yaptım nelerden kaçındım arşivimde olsun istiyorum. Ek gıda sürecinin ilk yazısı burada
Ek gıdaya başlamadan önce okuduğum kaynaklar aklımı daha da karıştırmıştı, kimisi muhallebi diyor kimisi "o tabak bitmeyecek" diyor bazıları da rondoyu asla kullanmayın diye parmak sallıyordu. Bizim ek gıda maceramız nasıl olacaktı, meraktaydım çünkü tariflerde yazılan şeyleri anlayamıyordum. Basit bir sebze püresi bile gözümde büyüyordu.
Şimdi dönüp bakınca kendimi tebrik ettiğim konulardan biri de elifin ek gıda sürecinde kendi annelik hislerime güvenerek tamamen içimden geldiği gibi davranmış olmak diyebiliyorum. "de" eki fazla olmuş çünkü kendimi tebrik ettiğim başka bir konu yok. Uyku mu dediniz? Onu da yazacağım, orada ben başkalarını tebrik edeceğim zaten :)
6-8 ay: Ek Gıda Ne Demek, Tanışma & Kaynaşma
Elif 5.5 aylıkken yaşadığı çok yoğun ishalde -ki bence gerek yoktu ama- yoğurda başladık. Elifin yediği şeyleri her zaman önüne bırakmaya çalıştım. Yemeği bir oyun olarak görmesini, yemek sürecinden sıkılmamasını istedim. Başladığımızda hava şartlarından dolayı üstünde bir dolu şey de oluyordu ama ben sonrasında temizlik yapmayı daha pratik buldum hep.
Bu aylarda önerilen aslında 3 gün kuralı ile başlayıp patates, havuç, elma vs. yi rendelemek/haşlamak/püre yapmak gibi şeyler. İlk günlerde ne yapacağımı hiç bilmediğim için bir cam rende ile elmanın püresini verdim. patatesi haşladım, ezdim çatalla. havuç, brokoliyi buharda pişirip önüne koydum. Yemeklerden yarım saat öncesinde emzirmiş olduğum için neyi ne kadar yediğine hiç bakmadım. Sanırım baksaydım da anlamazdım. Bu iki ay biraz tanışma&kaynaşma evresi oldu. Kabakları parmak yiyecek kıvamında hazırlayıp önüne koydum, en çok onu sevdiğini hatırlıyorum.
Kahvaltı olarak yumurtanın sarısı, tuzsuz lor peyniri, biraz ekmek veriyordum.
İlk zamanlarda evde yoğurdu kendimiz yapmaya çalıştık. Pelin Hanım, Pelin Hanııım, uğraştık heralde :) Baktık olmadı, makinesini aldık. Makinedeki yoğurt da ayran kıvamında olunca 8. ayda bu işi bıraktık. Tuzsuz peynir yapmak çok daha kolaydı. Kaynayan süte biraz yoğurt atınca süt kesiliyor ve peynir kıvamına geliyor. Bu peynir işini biraz daha devam ettirdim.
"O tabak Bitecek mi?" kitabını ben biraz abartılı buldum. Çok keskin çizgilerle ayrılıyordu yiyecekler. Çocuğa kaşıkla bir şey vermek mi? Amanın ne kadar saçma, gibi. Ben biraz orta yolda aklıma yatanı yaptım. Yoğurda hep bulandı Elif. Hatta anneme göre çok da iyi beslenemedi :) Ama bence yeterince eğlendi :)
8-10. ay: Özgürlüklerin tadını yavaştan çıkarmaya başladığımız zamanlar. Bu dönemde önüne kuru fasülye, nohut, bezelye gibi taneli yiyecekler koymaya başladım. 8 aylıkken de diş çıkardı Elif.
Elifin öğürme ve böğürme reflekslerini öğrenirken panik olmamaya çalıştım. Neticede o da bu şekilde yutkunmayı öğrenecekti.
6-8 ay arası birkaç defa rondoyu kullandım, rondodaki kıvamı sevmedim. "öz"ü bulamadım açıkçası, bir de ben çok "çorbacı" biri değilim. O yüzden de yiyecekleri Elifin yiyebileceği kıvamda, bazen çatalla az ezerek bazen de ezmeden direk önüne koyarak verdim.
Rahat olmamın sırrı Elifin aç kalmayacağına olan inancımdı. Annesine çektiyse onda da hiç aç kalacak gözün olmayacağını biliyordum. Elif de benim gibi az yer sık yer. Az yediği için ananesi arada panik olur :) Bu aylarda Elife özel olarak yaptıklarımın oranı azaldı ve ortak yiyeceklerimiz arttı.
10-12. ay: Elif için ekstra bir şey hazırlamayı bıraktığım zaman dilimi. Elif az uyuyan bir bebek olduğundan işleri hep pratik olarak halletmeye çalışmamın da etkisi oldu.
Bu aylarda Elif önündeki yiyecekleri çoğunlukla yere atma, fırlatma halindeydi ki hala öyle. Eskiden masanın hemen altından toplayabiliyorduk yiyecekleri, şimdi uzun atma yarışında gibi mutfağın enn dip köşelerini hedef seçiyor kendine.
Bu aylarda kaşar peynirli, omletli kahvaltı, öğlen daha hafifçe bir şeyler, öğleden sonra atıştırmalık meyve ve akşam yemeği gibi bir menüsü vardı.
Atıştırmalık şeyler benim kafamda hala net değil, biraz ne bulursam ondan bundan gidiyor. "Asla yapmam" dediğim pek bir şey olmadı. Tuz ile de bu aylardan itibaren yavaş yavaş tanıştı. Şeker konusunda eskiden daha katıydım, şimdi daha esneğim. Karabalığa kalsa tabii çocuk nutellaya bulanarak büyüyecek :) Paketli, dondurulmuş, hazır gıdaların sağlığımıza ne kadar zararlı olduğunun farkında olarak orta yol bulmaya çalışıyorum.
1 yaş ve sonrası : Tralalala dönemi
Yasaklar tamamen ortadan kalkınca ben de rahatladım. Yumurtanın beyazı, bal, süt gibi yiyecekleri rahatça tüketmeye başladık. Elif hala kaynamış yumurta ise önündeki beyazını tercih eder. Sarısı bazen mideye gider bazen elinde hamur olup şekillenir olmadı yeri boylar. Süt konusu biraz değişik bizde. Ben geç verdim sanırım, aklıma yatmamıştı emzirirken inek sütü vermek. Elif de çok sevmedi zaten. Kreşten gelen notlarda hep "sütü az içti" yazar. Bir de sebze yemeklerinde seçicidir, onun notları da şöyle "tadına baktı/ az yedi/ hiç yemek istemedi" gibi. Normalde canım mı sıkılmalıydı bilmiyorum, her şeyden yememesine ben takılmıyorum. Benim mottom şu: "ekmek seven çocuk can'dır" :) "Sebze yemiyorsa ekmek-yoğurt yer" :)
İlk zamanlarda evde mutlaka yedekte bir şeyler tutuyordum, son aylarda bundan da vazgeçtim. Aç kalacak hali yok, elbet birinden yiyecek. Her öğünde çok dengeli beslenmesi iyi olurdu ama benim o "denge"yi hazırlayacak vaktim olmuyordu ki, zottirik hanım uyumadıklarından :) Kendime ayılmak için yaptığım kahvenin telvesinden veriyordum bir ara, bak ne kadar "denge"liymişim :)
Elif için yaptığım en iyi şey Makarna Lütfen'den aldığım sebzeli makarnalar, erişteler oldu sanırım. Son aylarda tabii ki beyaz un da yiyor, normal makarna da. Bana asıl denge buymuş gibi geliyor.
Kreşteki yemek listesine bakınca bizim karabalıkla klasik diyalogumuz şu : "gitsek bize de yemek verirler mi?" İlerleme kaydediyorum kendi mutfak deneyimlerimde ama her gün için 4 çeşitli muhteşem sofralar hazırlayamıyorum. Hatta yaz geldiği için bizim menü karpuz,peynir,ekmek üçlüsüne döndü. Elifin karpuzu önce eliyle sıkıp gücünü gösterdiği an'ın videosunu da bir yakalasam fena olmaz. Elif son birkaç aydır yemeklere böyle yaklaşıyor: güç gösterisi :) suyunu sıkmak, en uzağa fırlatmak, yüzümüze tükürmek falan. Arada da yiyor. Ki anneme kalsa çok az yiyor, biz yedirelim. Pilavını da Hintliler gibi yiyor Elif. Çatal, kaşık ve tabak onunkilerse yeri boyluyor, bizimkilerse çok kıymetli oluyor.
Uyku konusunda yapamadığım tüm o "cool" anne havalarımı yeme-içme işinde atabiliyorum. Havayı da başkasına değil kendime atıyorum bu arada :) İnsan bir yerde şunu hissetmek istiyor sanırım: oh rahatım, rahatladım.
"Elif yemek yiyor mu?" Aslında ne yediğine ve ne kadar yediğine takılmazsan bence yiyor. Normalde kesinlikle domates yemezdi, kreşten sonra masadaki domatesi gösterince biz ilk başta anlayamadık neyi istediğini :) Son zamanlarda Elif'in düzeni de şöyle: çabuk yiyor ve hemen masadan kalkmak istiyor. Yani biz daha ara sıcaklardayken Elif çoooktaaaan yemeğini yemiş, suyunu içmiş, kalkmaya hazırlanıyor.
Çok şükür şimdilerde "ek gıda" diye bir şeyimiz kalmadı, hepimiz evde ne pişiyorsa hatta pişmiyorsa paylaşıyoruz.
Israrcı olduğum bir konu Elifin mama sandalyesinde bir şeyler yemesi olmuştu, hala da öyle. Mutfaktan aşırıp kaçtığı bir şeyler yoksa elinde genel olarak İKEA mama sandalyesinin çok faydasını gördük diyebilirim. Çok pratik olduğundan anane-babaanneye giderken yanımıza alabiliyoruz.
Uzun bir süre yere poşet sermiştik. Boya yaparken serilenlerden. Her yemek sonrası onu kaldırıp atıyorduk. Şimdilerde Elif o poşedin sınırlarını çok aştığı için yerde halı dahil her şey kalktı, yemek sonrası ekmek,yoğurt vs ne varsa süpürülüp(basit bir çekçek) atılıyor.
Çorbadan bahsetmeyi unutmuşum. Bir ara ben içiriyordum ancak Elif kendisi yemeye o kadar alıştı ki elinde kaşık görünce parmağıyla önünü işaret ediyor,oraya koy diye. Şehriye çorbasının şehriyeleri, çorbaya konan ekmekler, minnak köfteler de böylece yenilebiliyor.
Görsel Elifin omleti olsun dedim ama omletin bu minnoş halini bir daha gören duyan olmadı, o yüzden özenip yaptığım arşivlik bir omlet kendisi :)

Devamını oku »

21 Temmuz 2015 Salı

Günün Mutluluk Sebebi-2

Etrafımda olana bitene odaklanacaktım ya hani, daha iyi bir şey oldu bugün.
Kendimde bir gelişim tanesi gördüm.
Parıldadı ve sönmedi, hala orada duruyor. o oradayken de yazmak istedim.
İşyerimden bahsederken 3 çeşit yerden bahsediyor olacağım.
1. ekipte çok kişi, çok iş, iyi patron, iyi arkadaşlıklar, bir dolu sosyallik
2. ekipte az kişi, bol entrika, çok aşırı iş, kötü patron, yüzüne gülüp arkandan iş çeviren arkadaşlıklar, sıfır sosyallik
3. ekipte az kişi var ama diğer detayları yaşayıp göreceğim. insanlar çoğunlukla 1. ekipten ama birlikte çalışmak genellikle apayrı bir deneyim oluyor, yaşayıp göreceğiz, sadece iyi düşünmek istiyorum.
dolayısıyla bu tabloda aslında neden 2. ekiple çalışmaya dönmediğim de ortada oluyor sanırım :) Fazla söze gerek yok. 2. ekibin "hava"sı daha çoktu bir de(1'den daha az olsa da) insanlar o sebeple o işi kendi rızamla bıraktığıma bir türlü inanamadı.
Bunları neden yazdım?
Daha önceki yazlarımda ara ara yer verdiğim bir konu var kendimle ilgili, hani şu hazır cevap olamama hali. İşte onu yavaştan kırıyorum ve inanın bu süreçte bana en çok "büyüklerle dalga geçme dersleri" kitabı faydalı oldu diyebilirim :)
Saçlarımdaki beyazlar kimselere zarar vermeden -benim bildiğim kadarıyla en azından- kendi hallerinde takılırken insanları endişelendirmeye başladı."Hiii bu yaşta bu kadar beyaz?" "E ama saçında çok fazla beyaz var!" "Bu çocuk senin saçlarını beyazlattı" gibi gibi.
Normalde gülümseyerek sessizliğimi korurdum ve bu huyuma da kızardım.
Bugün ne oldu?
Sessiz kalmadım.
"Ben beyaz rengi çok sevdiğim için kendim özellikle gittim boyattım beyaza" dedim. Bak yazarken bile gülüyorum çünkü söylediğim kişinin 10 saniyelik yüz ifadesini en iyi aktör gelse yapamazdı :)))
Karabalığın bana hep söylediği bir şeydi bu aslında, sadece ben yapamıyordum. Ki kendisi harika cümlelerle karşılık veriyor, ben hayranlıkla izlyorum onu. Okuyan çoğu kişiye çok basit bir cümle gibi gelecek ama benim kişisel gelişimim açısından önemli bir adım bu cümle.
"aman kimseyi kırmayayım" zincirinde bir halkayı kendi gücümle kırabilmiş olmanın verdiği süper-güç hissi. Bir de "amman ayıp olmasın" diye selam verip zoraki gülümseyip konuştuklarım var-DI.
İşte bugün o halkadaki zincirden de bir adet kopardım. Kimseye kabalık yapmadım, sadece önemsemediğim insanları önemsiyormuş gibi yapmak zorunda hissetmedim. İşte sana özgürlük. Oh be, rahatladım.
Bu iki his bile "günün mutluluk sebebi" olmaya yetecekken aslında iki şey daha oldu.
İki tane öğle arası yemeği.
Biri dün iki tane erkek arkadaşımla yediğim, biri de bugün küçük kıvırcık kuzenimle (kısaca "kkk") ile yediğim. Birincisinde erkeklerin düz mantığı sayesinde sadece an'da kalıp güldüm, eğlendim(ki garson gelip "sizde zengin kahkahası var" dedi, cidden dedi bunu!) ikincisinde de uzuun zamandır görüşemediğim kkk ile özlediğimiz öğle arası muhabbeti yapmış olduk.
Öğle araları benim için bolca rahatlama zamanı, biraz kitap okuma, biraz yemek yeme, sevdiğim insanlarla sohbet, hava çok sıcak değilse de yürüyüş yapma imkanı. Hepsini bir arada yapmaya çalışmıyorum. Bazı günler cidden yalnız olmak istiyorum, parka gidip kuş-böcek-kedi izliyorum; bazen de konuşarak rahatlıyorum.
Bu aralar hava çok sıcak olduğu için serinleten bir görsel ile bu yazıyı sonlandırayım.


*Şu yazı gerçekten çok güzel, tavsiye ederim :)
Devamını oku »

20 Temmuz 2015 Pazartesi

Günün Mutluluk Sebebi -1

İlk önce galiba Yeliz'in blogunda görmüştüm buna benzer bir etkinlik, hoşuma gitmişti. Bugün de sevgili mutlu keçide görünce dayanamadım ve ben de katılmaya karar verdim. İngilizcem çok iyi değilken yabancı dilde bir başlık atmak istemedim açıkçası, ben de zaten instagram hesabımda kullandığım bir etiket olan "günün mutluluk sebebi" başlığı ile bir şeyler paylaşmak istedim.
Blog yazmak beni bu kadar çok mutlu ederken blog yazamamamın sebebini buldum sonunda. Vakitsizlik değil, hayır. Çünkü bence insan isterse her şeye vakit bulabilir, vakti kendisi yaratabilir.
Yazamamamın asıl sebebi aklımdakileri bir araya toparlarken zorlanmam yani bir anda her şeyden bahsetmek istiyorum, şu bir türlü yazamadığım Elifin 1 yaş, ek gıda, uyku vs yazıları hep bu sebepten beklemede. Kitap yazıları da aynı sebepten duruyor, taslaklara baktıkça üzülüyorum. Üzüldükçe de bloguma karşı vicdan azabı duyuyorum ki bu ara vicdan dediğimiz canlının sesini iş yerinde bolca dinlettikleri için "15 aylık bebeği tüm gün kreşe mi verdiniz, hiii" şeklinde, cidden doluyum.
Ben de bloguma bir hareket ve renk katar, ben de canlanırım ve yazmaktan uzaklaşmamış olurum diye kendime bir "challenge" yaptım (yazılışı doğru mu onu bile bilmiyorum)
Her güne birkaç mutluluk sebebi ile blogumu şenlendireceğim, böylece geri dönüp baktığımda -canım sıkkınsa bile- bir acayip mutluluk duyacağım, hedefim bu.
Bunun için Yeliz ve mutlu keçiye teşekkürlerimi sunayım, hiç aklıma gelmezdi böyle bir şey.
İlk mutluluk sebebi paylaşımım da yazılarını okumayı çok sevdiğim iki blogdan gelsin.
Bir tanesi sevgili Gece, diğeri de Küçük Joe. Yeni yazılarını heyecanla bekliyorum, ne yazık ki çabucak okuyup bitiriyorum ama neyse ki eski yazılarını dönüp dönüp okuyabiliyorum. (neyse ki, ne yazık ki :)
Gece'nin yazılarında en sevdiğim şey, pozitifliği. İki çocuklu hayatı öyle "basit" anlatıyor ki, tek çocuklu halde kafayı yediğim zamanlarda "amanııın nasıl yapabiliyor" dediğim çok oluyor :) Eminim ki zorlandığı zamanlar oluyordur ama işleri biraz da pratik tarafından halledebiliyor. Ve tabii ki sıklıkla yazıyor bloguna. Blog tanıtımı yapıyormuş gibi olmayayım çünkü "blogunuzu çok sevdim, bana da beklerim" diyen "misafirperver" bloggerları pek sevmiyorum ama özellikle annelik hakkında Gece'nin yazılarını okumanızı tavsiye ederim.
İkinci blog ise "İyi Geceler Küçük Joe". Nasıl anlatsam? Joe sanki karşımda oturuyor ve bana usulca birşeyler anlatıyor gibi yazıyor, herhangi birşey öğretme kaygısı da yok, sadece deneyimlerini kişisel blogunda paylaşıyor. Bazen satranç oluyor bu bazen bir konser. Son zamanlarda değişim & dönüşüm içinde ve bu yazılarını çok seviyorum.
Etrafta gerçekten o kadar olumsuz şey oluyor ki, daha geçen hafta Elif 39.5 idi, bayramda ben 39.5 ateşliydim, işyerindeki komediler, memlekette dönen dolaplar derken şu ara tatile de gidemediğimize göre bakış açımı değiştirmek ve kendime günün mutluluk sebepleri bulmak istedim.
Bir de baktım ne göreyim, onlar hep karşımda duruyormuş.
Bu görsel de iş çıkışı gölge-ışık oyununa hayran kaldığım yeşillikten.


*Saçma bir sevgi pıtırcığı hali değil bu, sadece "aslında var olan ama benim bir şekilde gözümden kaçan güzel şeyleri kendime gösterme çabam" diyelim bu başlığa.
Katılmak isteyen olur mu bilmiyorum, sanırım bloglarda ciddi bir durgunluk var ama ben yazmak istiyorum. Yazdıkça rahatlıyorum.
Hani olur da katılmak isterseniz diye, adlarınızı buraya yazayım: Filiz, Pelin, Kitana, Aslı, Yağmur, Özlem, Selcen, Ayşegül, Serra, Yasemen :)

Devamını oku »

12 Temmuz 2015 Pazar

Mahir Ünsal Eriş - Üçleme :)

Bak yine havalı bir başlık attım, yazar okusa bu başlığı güler herhalde(en iyi ihtimalle). Mahir Ünsal'ın 3 kitabı hakkında bir şeyler yazacağım ama tüm kitapların isimlerini başlık olarak yazsam sistemin hata vereceğinden korktum işin aslı o yüzden de üçleme dedim.
Çocuk edebiyatına o kadar dalmışım ki uzun süredir yetişkin edebiyatından doğru düzgün bir şey okumadım. Arada canım sıkıldıkça kitaplığı karıştırıp sayfa aralarına bakıyordum o kadar, neden bilmiyorum. Kilidi çözen Leylak Dalı Nurşen Ablanın bize hediye ettiği bir kitap oldu. Hatta o yüz ifadesi hala aklımda "çok karakter var ama bence seversin" demişti gülerek.
Yetişkin edebiyatını sadece kitapçıda gezindiğim kadar, kitap eklerinde okuduğum kadar, sosyal medyada paylaşılan kadar biliyorum detaya inemiyorum o yüzden. Mahir Ünsal Eriş'in kitapları da birkaç yıldır dikkatimi çekiyordu ancak okumak için herhangi bir istek uyandırmamıştı bende. Sadece Erdek-Bandırma'da geçen hikayelerin çok olduğunu duymuş, bu kısmı merak etmiştim. Bir de tabii Ankara.
İtiraf etmem gerekirse bu kadar kısa sürede bu üç kitabı okuyacağımı hiç beklemiyordum çünkü okunacaklar listemde isimleri bile yoktu :) Araya kitap almayı da sevmem genelde, kendime bir yığın yaparım ve elimdeki kitap bittiğinde o anki ruh halime göre bir kitap seçerim ve onu bitiririm, aynı gün de 2. kitaba -genelde- başlamamaya çalışırım ki ilk kitaba haksızlık yapmayayım, onu iyice sindireyim diye. Kitapların da ruhu var bence ne yapayım yani küstüreyim mi onları :)
İki hafta önce perşembe günü "Dünya Bu Kadar" kitabı bana hediye edildiğinde tüm bu sistemim gayet tıkırında işliyordu. Cumartesi günüydü galiba, kitaba şöyle bir bakayım derken kitabı elimden bırakamadım. İlk başta hikayenin amacını anlayamadım, ardı ardına güzel cümleler okuyup su içer gibi satırları lıkır lıkır içerken hikayeden uzaklaştığımı fark ettim. Her 10 sayfada bir yeni bir karakterle yoluma devam etmek ilk başta beni yordu. (Uzun zamandır sadece çocuk edebiyatı okumanın etkisi de olabilir) Derken bu durum çok hoşuma gitti. Pazar akşamına kalmadan kitabım bitmişti. Bir müddet böylece durduğumu hatırlıyorum. Aklıma önyargılarım geldi: "sosyal medyada çok paylaşılan bir kitap kesin çerez bir kitaptır" diye. Güldüm kendime. O hafta perşembe günü işe başladım, iş çıkışı fırsat yaratıp sahafa gittim. Başka kitaplar alıyordum ki gözüm yazarın diğer iki kitabına ilişti. Sahaf da hemen "çok iyi kitaplar" deyince, "Dünya bu kadar'ı yeni bitirdim, sevdim tarzını" dedim. Adam da " Henüz onu okuyamadım ama bu iki öykü kitabı çok çok iyiydi" diye yineledi. Öykü severim ama öykü kitabı sevmem ben :) Yani öyküleri tek tek ve ara vererek, sindirerek okurum, bir önceki hikayedeki karakterden çıkıp bir sonrakine hiç odaklanam. Kitaplığımda ayracı ortalarda duran kitaplar hep öykü kitaplarıdır. O yüzden yazarın ilk iki kitabını "hani bir ara okurum" diyerek aldım. Demek ki henüz kendimi tanıyamamışım, "olduğu kadar güzeldik" kitabına metroya biner binmez başladım. İndiğimde fark ettim ki birkaç öyküyü arka arkaya soluk almadan okuyabilmiş ve bu durumdan hiç rahatsızlık duymamıştım. İlginç... Kendime ve kitaba şaşırmaya devam ederek birkaç güne kitabı bitirdim. Soluk almak istiyordum çünkü nefesimi tutarak okumuştum. Durağan hikayeleri de pek sevmem ben. İlla "peki şimdi ne olacak?" sorusunun peşinden koşmama da gerek yok ama meraklanmalıyım bir yazıyı heyecanla okumak için. Mesela Tatar Çölü kitabında bunu fazlasıyla yaşamıştım. O kitabı da buraya yazmalıyım, çok severek okumuştum.
Yazarın zaten sadece 3 kitabı var, üçüncüsünü çok sonra okuyacağım derken ertesi gün öğle arasında parkta " Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde" kitabına başlamıştım bile. İlk hikayelerin konusu sahiden çok etkileyiciydi.
"Dünya Bu Kadar" kitabını bitirdikten sonra kendime çizelge bile yaptım bu arada, kim kimdi, nerede görmüştüm bu kişiyi, kiminle bağlantılıydı... Çizelgeme tepeden bakınca yazarın zekasına hayran olmuştum.
Hikayeleri okuyunca yazarı daha iyi tanıdım. Bir de hikaye okuyamayan bünyemi arka arkaya hikaye okumaya nasıl kandırdığını ( kendimizi ne kadar önemsiyoruz değil mi,yazar beni-hiç tanımadığı esra'yı- kandırmak için taktik kullanmış mesela :) çözdüm. Hikayeler birbirinden çok kopuk değildi en başta. Parçaları birleştirince Bandırma-Erdek-Ankara-biraz da İstanbul hattında birkaç mahallede aşağı yukarı aynı zaman diliminde yaşayan insanların birbirlerine değmediklerini düşündükleri hikayeler vardı kitapta. Dil, çok akıcıydı. Hani bilmesem elimde tuttuğum metnin bir kitap olduğunu edebiyatı güzel bir arkadaşım bana bir şeyler anlatıyor diyeceğim. Ve evet son olarak kilit nokta da bu, yazarla arkadaş oldum ben. Neredeyse hal hatır soracağım :) Ankarada okumuş olması bile yeter, muhtemelen şu an Ankarada yaşamıyor ama ben Kızılay civarına gittiğimde şöyle bir etrafı kesiyorum buralarda mıdır diye.
"Son" demiştim ama o "son"a ekleyeceğim şeyler de var.
Daha önce bu kadar detaylı karakter analizi okuduğumu hatırlamıyorum. Bu benim eksikliğimden de olabilir bu arada, neticede bir süredir zaten yetişkin edebiyatı okumuyorum. Ama karakterler öyle güzel tasvir edilmiş ki (bak şimdi burada mahir ünsal olsa "tasvir etmek" eylemiyle ilgili yorum bile yapardı :) çoğu yerde durup şunu düşündüm: "acaba ben de bu hikayedeki karakterlerden biri olsam, yazar beni nasıl anlatırdı?"
Aşk, arkadaşlık, kaybedilenler, anneler(lik), vefa, parasızlık... Hikayelerde benim çokça gördüğüm konular. Yazarın aşk hakkında söylediği sözlerin çoğunun altı çizili hatta bazı hikayelerde yanlarına kalp çizmişim. Demek kendimi ne kadar kaptırmışsam okurken, nereye ne yazmışım kitaplar bitince dönüp baktım da öyle gördüm.
Hikayelerin sırası çok hoşuma gitti. Biri önde biri arkada olsa olmazmış sanki. Bir de bir hikayede yardımcı oyuncu olanların diğer hikayede başrol oynayabilmesi ve bunu tatlı niyetine yememiz keyifliydi.
"Bangır Bangır Ferdi Çalıyor" kitabı elimde metro bekledim,metroya bindim (hala okuyorum) derken inmem gerekti ve tam olarak nerede kaldım biliyor musunuz?
"Ateş etmeyin! Kadın hamile!" cümlesinde. Of bak bu yapılmazdı bana. İner inmez okuyacaktım ki vazgeçtim. Kafamda bir müddet olayı yaşayayım istedim. Kendimi gıcıklandıracak kadar meraklandırdım ve bir yerde oturup açtım kitabı sonunda.
Bir nevi bağımlılık yaptı cümleler bende, bunu fark ettiğimde ürperdim ve bu yaz sıcağında yanımda beyaz hırkam olduğu için gülümsedim.





Devamını oku »

10 Temmuz 2015 Cuma

Elif'in Kreş Günlüğü :)

Kreşte yaşananları sanki biliyormuşum gibi bir de buraya afilli bir başlık yazdım ya, tebrik ettim kendimi :)
Elifi kreşe vermeyi düşünürken birkaç anne ile görüşmek bana iyi gelmişti, ben de belki bu satırların birilerine faydası olur diye düşündüm. Hem de Elifin orada neler yaptığını, bizim neler yaptığımızı unutmayalım istedim.
Öncelikle benim işyerine dönmeme hakkım daha çok olduğu için bu kararı almak hiç kolay olmadı. Hatta bu teklif karabalıktan geldiğinde anneliğime hakaret saymıştım bu teklifi, itiraf edeyim :)
Tamam arada çok bunaldığım oluyordu ama ben kat'a ve asla işe dönmeyecek ve Elifi de kimselere bırakmayacaktım. Sonra olayın içinde bir "bırakma" eylemi olmadığı üzerinde konuştuk ki ben yine ikna olmadım. Elife çok bağlı/bağımlı değildim bana göre ama sanırım dışarıdan bakılınca biraz öyleydim. Bir yerde de mecburduk çünkü Ankarada Elifi emanet edip 1-2 saat bir yerlere gidebileceğimiz birileri yoktu. 2 kıvırcık kuzenim eminim seve seve Elif'e bakarlardı ama biz zaten uzaktayız, onlar zaten(bize göre) uzakta, hsonu herkesin işi var gücü var... Bir de Elif sadece oyun zamanlarında bir yerlere bırakılabilecek bir çocuk gibi geliyor bana. Uykusu zaten terelelli, yemeği desen sadece evde yapabilirmişiz gibi geliyor(du). Şöyle ki biz Elif'i mama sandalyesinde hep serbest bıraktık, gün geldi eliyle yedi gün geldi kafasını masaya dayayıp ağzıyla yalandı :) Kimseye zahmet vermek istemedik işin aslı. Bir yerden sonra bizim için ev değişikliği biraz şart oldu. Öyle olunca benim işe dönmem gerekli oldu. Hal böyleyken Elif'i tek başına evde bırakmaya da gönlümüz razı olmadı, bari kreşe gitsin dedik :) Bu tabii işin yumuşatılmış hali. Ama bu karara gelene ve bu kararı uygulayana kadar ohooo neler oldu neler. Aslında yalan atmış olmayayım, çok bir şey olmadı, sadece ben bolca ağladım :( Evi değiştirmek istiyor ancak Eliften ayrılmak istemiyordum. Hayatımda değişiklik olsun istiyor ancak bunun bu kadar büyük çaplı olmasını istemiyordum çünkü hazır değildim bence. Yani şöyle olabilseydi, evi değiştirsek Elifi de haftada birkaç gün birkaç saatliğine birine veya kreşe bıraksak ve benim işe dönmem gerekmese, ben iznimi yarıda kesmezdim. Bizim için mecburen "ya hep ya hiç" oldu her şey. Bu süre zarfında çokça da vazgeçtim ben, "yok, istemiyorum, burada devam edelim" dedim. Dedim ama karabalık bunu yemedi :)
Elif kreşe başlamak için çok küçük değil mi?
Bence çok küçük.
Demek ki hatırlamadığım bir zaman diliminde çocuğunu küçük yaşta kreşe veren birini farkında olmadan kınamışım ve kınadığım şeyi de kendim yapmışım, yaptım. (bu bile geldi yani aklıma)
Karar aşamasındayken 1-2 yer gezdik. 2. yeri sevdik ve olayı sürece bıraktık. Elifi kreşe verme işini de olabildiğince erteledik(birkaç hafta) ama zaman er geç karşımıza çıktı. İşe giderken Elifi bırakacağımız için yolumuzun üzerinde, trafikte bizi zorlamayacak bir yer olmasına dikkat ettik. 3. bir yere daha baktık bu şarta uyan. "Psikolog var mı" diyoruz, "var, iki haftada bir geliyor" dediler. Bir de bahçesi oldukça bakımsızdı ve kapısı da açıktı, arkamıza bakmadan uzaklaştık oradan. 1. baktığımız yeri de sevmiştik ancak uyku odaları bana havasız, kasvetli ve dar gelmişti. 2. baktığımız yer oldukça ferah, temiz, düzenli, hijyenik bir yer. Kreşte devamlı hemşire ve psikolog var(ki bu süreçte çok işimize yaradılar) Bahçesi çok güzel, kum havuzları var, kapıda güvenlik var, çocuklar da hep mutlu görünüyordu. En son gittiğimizde öğretmeniyle de tanıştık, Elif ay grubu içinde tek ve en küçük olacaktı(hala öyle) diğer çocuklarla aralarında 6 ay var, onlar da 6-7 kişi sanırım. Bizim öğretmenimiz S. ise Elif ile birebir ilgilenecekti. Anlaştık, karar verdik, sözleştik, pazartesi gittik.
Dırın dırın...
Evden çıkarken ben zaten gözlerim sulu çıktım.
Ki anneler hep şunu demişti: çocuğa asla yansıtma, onun yanında ağlama...
İlk hafta alışma süreci oldu.
1. gün 1,5 saat kaldı kreşte ve ben bekleme odasında mideme giren kramplar eşliğinde kendimi avutmaya çalıştım. Psikolog iki defa Elifi uzaktan gösterdi, gayet iyi görünüyordu :) O gün orada içtiğim nescafeyi ve okumaya çalıştığım kitabı hiçbir zama unutmayacağım sanırım.
2. gün yine 1,5 saat kaldı. O gün ben aşırı rahattım hatta "oturup kitap okumak ne iy geldi bana"" diye mesaj atmıştım.
Bu arada karabalık kreşteki herkese Elife değil sürece annesi alışacak, bem ondan korkuyorum, çok ağlayabilir demişti. Vay gıcık!
3. gün 2 saat kaldı, öğlen yemeğini de yedi. O gün ben kreşten gıcık kaptım ancak hiçbir düzgün sebep bulamadığım için "enerjimiz tutmadı, öğretmen de pek sevecen değil gibi" diye karabalığı da telaşlandırdım. Oh! :)
4. gün: Yasemenlerle buluştuk ama benim aklım Elifteydi, o gün ne olduğunu anlayamamıştım.
5. gün: kahvaltı-öğlen yemeği-uyku derken saat 3 civarı aldık. Kreşin yakınlarında bir yerde oturdum, bekledim, kurmayayım diye dolanmaya çalıştım, o ara canım Zeynep aradı beni(incirlikurabiye) ne iyi geldi onunla konuşmak :) Bir de üstüne annem arayınca, "hah iyi, rahatım artık" dedim. Çünkü annem başak burcu olup mantıklı insan olunması üzerine doktora tezi yazmış biridir, benim ağlaklığıma da hem kızar hem de beni normal hayata döndürür :)
arada hafta sonu oldu ve babaanneler gelmişti, onlar tabii ki kıyamadılar Elif'e. Pazar günü de elif hastalığını yumurtladı. Ondan da bana geçince;
2. haftanın başı birinci ve ikinci gün evde yattık. İkinci günün sonunda doktora gittik, çok makul biriydi(ilk defa gidiyoruz, bizim çocuk doktoru hikayemiz apayrı bir yazı olur ama düzenli gittiğimiz biri yok, devlet hastanesinde kime denk gelirsek ona derdimizi anlatıyoruz çünkü para verip özele gittiğimizde de aynı mameleyi görüyoruz :) hatta Elifle oynadı (bunu 15 ayda ilk defa bir çocuk doktorunda görüp ben şok oldum, genelde tiksinme ifadesi olanlara denk gelmiştik çünkü) ve dedi ki "dişler patlamış, kreşe başlamış, durumu gayet normal, bol sıvı verin, geçer, ateşi de takip edin" hemen yanı bizim kreş zaten. Gittik ki arkadaşları özlemiş bile zottiriği, "eliiif" diye atıldılar. Biz onlara bulaştırmayalım diye haftayı kapatsak mı diyorduk ki kreş benim durumumu bildiğinden "yarın gönderin siz, burada da bakarız Elif'e, acil bir durumda haberleşiriz" dediler. Aklıma yattı çünkü benim Elife bakacak halim hiç yoktu. Bence en temizi karabalığın izin alıp ikimize bakmasıydı :)
2. hafta 3. gün: Sabah 9 gibi baba-kız çıktılar evden, bende bir şaşkınlık hali, tek başına kahvaltı edebilme lüksü(bunu ayrıca yazacağım) derken bir telefon: kreş arıyor.
saat 11de hemşire aradı, "Elifin ateşi 38i geçti, bıraktığınız ilacı verelim mi, gelip almak ister misiniz, burada bakalım mı, ne dersiniz" diye. Bir beş saniye kadar donakaldıktan sonra ağzımdan çıkan şu sözlere ben bile inanamayacaktım: "Siz ilacı verin, izleyin, yarım saate düşer ateş, sonra da uyur; baktınız iyileşmedi yine haberleşelim ama şu an Elifi almayacağız, ben birkaç güne işe başlayacağım ve süreci bu halde bir görelim" Çok kibar ve tecrübeli bir hanım  zaten hemşire, "ilacı sizden habersiz veremem o yüzden aramıştım, nasıl derseniz" dedi. Tabii o an benim içimde bir şeyler koptu mu! "Vay sen ne vicdansız annesin" diye. Çok ağlamadım ama çok üzüldüm. Karabalığa söyledim, şok oldu "hemen gelip alıyoruz demedin yani" diye, "yok" dedim. "senden hiç beklemiyordum bu tepkiyi, iyi yapmışsın" dedi. Akşamüzeri Elifi almaya gitmeden önce tabii ki ben aradım kreşi, öğretmeni durumunu anlattı ve ben çok rahatladım.
4. gün: Ben işe başladım. Hastalığım tam iyileşmeden :/ Gerçi hala burnum aktığına göre beklememem iyi olmuş :)
5. gün: İlk 2 hafta Elifin yastğını götürmüştüm ve Öğretmeni Elifi düzeni bozulmasın diye ayağında sallıyordu ki... Bugün ilk defa yatağında uyuttuğunu söyledi. Ben şok!
3. hafta: Bu hafta da bitti. İletişim kartları sayesinde her gün ne yedi ne yaptı öğrenebiliyoruz. Dün piknik yaptılar mesela :) Ayy ben bir heyecan yap! Yanına hem meyve hem kurabiye verdim iki çeşit.
Psikologun bize demesiyle "siz çok sakin olduğunuz için Elif çabuk kaynaştı"
"Bahsettiğiniz kişi ben miyim?" deyince kız güldü ama ben espri yapmamıştım.
İlk günlerde Elif yolda da bir şeyler atıştırdığı için kreşteki kahvaltıya çok sıcak bakmamış, biz de taktik değiştirdik ve kreşe kadar (zaten 15 dakika) bir şey vermiyoruz. Tabii ki ısrarla "mama mama mama" diyor ve ben ısrarla "mama kreşte" diyorum. Son haftada ise şahane bir çözüm buldum: şarkı söylemek.
İnsanın evladının zayıf noktasını bilmesi kadar güzel bir şey olamaz :) Ali Babanın çiftliği geçerliliğini yitirince "pazara gidelim, 1 elma alalım, pazara gidip 1 elma alıp napalım, happur huppur yiyelim" şeklinde çeşitli meyve-sebze versiyonları olan şarkıyı durmadan söyleyince Elifin neşesi yerine geldi çünkü bazen pazardan nane alıyoruz, kısır yapmak için (şarkı gereği) Hatta bugün pancarı kaynattık, kayısıyı reçel yaptık, soğanı doğrayıp buzluğa attık sonra köftede kullanmak için :) Ona video açsam da susardı belki ama yanlışa yanlış bir uygulamayla son vermek istemedim. Video çocukların susturucu ise bunu cidden oldukça nadir zamanlarda kullanmaya çalışıyoruz. Hani hiç durmadığı zamanlarda mesela. Tv zaten olmadığından işimiz rahat.
Bugünlerde "nasılsın, çok ağlıyorsunuzdur ayrılırken" diye yazan çok kişi oldu. Ki hepsi de canım arkadaşlarım. Ya ben öncesinde çok ağladığım için kendimi iyice hazırladım ya Elifin kreşte bizden öğretmenine gülerek sevinerek gittiğini görüp içim rahatladı ya ben birkaç ay sonra patlayacağım daha olayı idrak edemedim ya da... Ben vicdansız biriyim. Bilmiyorum.
Elifin kreş süreci en çok işyerindeki abi-amcaları rahatsız etti. "15 aylık bebeği kreşe mi verdiniz" tepkisinin farklı tonlamalarda söylendiğini düşünün. İşte ben hepsine " evet verdik, ne kötüyüz değil mi? Bir deneyelim dedik belki Elif ilerde çok güçlü bir çocuk olur"diyorum. Sanırım bana daha da kızıyorlar.
Bir de arada psikolog bizi rahatlatmak için cümle içinde "küçük olduğu için" diyor ya... İşte ben o cümleyle rahatlayamıyor daha da endişeleniyorum :) Hele ilk gün... "Bu hafta alışamazsa üzülmeyin henüz çok küçük" dedi. Evet dedi bunu. O bir saniyede gittim geldim kıza sarılıp ağlamamak için. Tamam neyse ki ağlamadım.
Amma da yazdım ve lafı uzattım değil mi?
Şimdilerde bize verilen kreş çantasından çıkan günlük iletişim kağıdını okumak, çantaya temiz kıyafet koymak bizim evin heyecanı.
Öğretmeni birkaç gündür Elifi benim ona verdiğim hikaye kitaplarını okuyarak kendi yatağında uyutuyor, çok mutlu oluyoruz.
Bu yazıda belki kreş hayatını övmüş gibi oldum, bilmiyorum. Sadece bizim durumumuzda bize en uygun çözüm kreşti ve kreşin olumlu taraflarına odaklanıp kendimi ve Elifi stresten uzak tutmak istiyorum.
Bir de yazmazsam olmaz, Elifi kreşe vermeden bir gün önce babalar günüydü, kuzenimi aradım gününü kutlamak için. "yarın elif kreşe başlayacak böhüüü" de demiş olmalıyım ki bana şunu dedi "sen Amerikada olsaydın ve Elifi daha küçük yaşta kreşe verseydin  daha kötü bir anne olmazdın çünkü orada herkes öyle. Türkiyede anne-babaların çocuklarından kopamıyor olmaları, kreşe daha geç yaşta göndermeleri sen Elifi daha erken gönderdiğin için seni kötü gibi hissettiriyor. Farklı bir ülkede olsan bu vicdan azabını duymayacaktın" dedi. Bu cümle benim aklıma yattı mı, ki zaten aklıma yatacak cümlelere ihtiyacım vardı daha geceden ağlıyordum :/
İşyerimizin çok neşeli bir yer olduğunu söylemiş miydim? Bana şunu diyen oldu: "Hii, kreş mi? Arada baskın yapmalısın oraya, git ve kamera kayıtlarını izle, rehavete kapılmasınlar" Önce şaka yapıyor sandım ama baktım yok değil, gayet ciddi bir yüz ifadesi var. Şaşkınlıktan ben yine gülüvermişim... Cevap bile vermedim.
Kendi anneliğimi arada tartıp biçerken fark ediyorum ki oldukça ortalardayım yani ne çok pimpirikliyim ne de xxl olarak geziniyorum(ki anneme göre öyleyim :P ) Burnu aktığında ya da yemek yerken elimde peçeteyle çocuğu devamlı olarak silmeye/temizlemeye çalışmıyorum, son zamanlarda iştahı eskiye göre oldukça kapandı elimde kaşıkla gezmiyorum, düştüğünde paniklemiyorum(genelde, bazen de aklım çıkıyor) ve devamlı tertemiz giyinmesine dikkat etmiyorum hele ki uyum, kombin vs. bende hiç yok. Sanırım herkes içinden nasıl geliyorsa öyle davranıyor çocuğuna benim de kendi öz mayamda bunlar yokmuş demek ki. Ama aile mayamda var bak hatta annem bana deli oluyor kıhkıhkıh :)
Dün odaya biri -ki gerçekten muhabbetim yok- "esra hanım, başlamışsın hayırlı olsun, çocuğunuzu 15 aylıkken kreşe nasıl verebildiniz?" diyerek girdi gayet de yüksek bir ses tonuyla. "Ya tüh bak nasıl unuttuk sizden izin almayı" diyecektim ama demedim, onun yerine "Biz yeni nesil anne-babayız ve çok vicdansısız,o yüzden zor olmadı" dedim. Adam da bir şey diyemedi. Demek böyle olmak lazımmış, ben yeni yeni anlıyorum. Aklımdan geçen ilk cümleyi söyleyebilecek kıvama da gelirsem yani o kadar pişersem kendimi tebrik edeceğim :)
Sanırım şimdilik bu kadar yazacaklarım. "Aaa bak bunu yazmayı unutmuşum" dediklerimi de ikinci postaya yazarım artık.
3 haftamız aşağı yukarı böyle geçti.
Kreşte olması diğer seçeneklere göre aklıma daha çok yatıyor ancak ne olursa olsun bence imkan varsa sanki 2 yaşına kadar anne-bebiş bir arada olmalı diye düşünüyorum ben de.
Bir de sınıflarında Mira isminde bir kız var, ilk hafta ben de görmüştüm uzaktan, ailevi problemleri varmış ve çocuk hala alışamamış gibi duruyordu Elif başladığında, derken Elifin ona yakınlaşmalarının Miraya da iyi geldiğini duydum, gözlemledim, hani belki de dedim Elifin kreşe başlamasının da vardır bir sebebi...
*Görseli sonra ekleyeyim :)

Devamını oku »

7 Temmuz 2015 Salı

Bu Aralar :)

Caaanıııım blog, seni ne kadar özledim bir bilsen...
Gel sana bir sarılayım önce :)
Geçtiğimiz 1 ayda o kadar çok şey oldu ki, hızımıza ben bile yetişemedim.
Ev değiştirdik yani taşındık,muhit değişikliği bize iyi geldi umarım da böyle devam eder. Eski komşularımı özlerim diyordum, yine özlüyorum ama neyse ki burada da kendime komşu buldum :) karşı komşumla tabak alış verişimiz var mesela, bir de kızları Elif'i çok seviyor.
İkincisi Elif kreşe başladı, 3. haftadayız, o da maşallah gayet iyi gidiyor. Hiç sektirmeden 2. haftanın başında hastalandı, klasik kreş virüsü mü diyorduk ki azı ve köpekler birlikte patladı, işin içine bir de diş olayı girdi.
Üçüncüsü ben işe başladım. Henüz yepyeni bir gelişme bu. Bu konuya az sonra gireyim.
Aslında sadece bu 3 değişiklik bile hayatımızdaki dengeleri oldukça değiştirdi.
İlk günlerde yani toplanma sırasında çok yorulduk, sonra dinleniriz dedik, olmadı. Yeni ev bize biraz fazla iş yükü çıkardı derken Elifi kreşe verdik. Sanırım bende hatlar biraz o ara koptu.
Kreş günlüğünü ayrıca yazmak istiyorum, buraya sıkıştırmadan. Öğretmenini biz sevdik, Elif de sevdi. Birbirlerine alışmış görünüyorlar. Bugün Öğretmeni "yatağına koydum, biraz kitap okudum ve uyudu" deyince sinirle karışık bir alt üst olma durumu yaşadım. şöyle diyecektim halbuki "neeaaayy, ben başaramadım, siz bu kadar kısa sürede nasıl başardınız bu işi hocam???!!"
Elifi 15 aylıkken kreşe verdiğimiz için oldukça uçlarda tepkiler aldık haliyle. "Aaa ne iyi yapmışsınız"lar bir tarafta "siz de anne-baba olacaksınız bir de, el kadar bebeği kreşe vermek de neymiş" ler diğer tarafta. Hatta bugün kreş çıkışı arabaya yürürken torununu almaya gelen bir teyze bizi küçümseyip "şuncacığı da mı kreşe veriyorlar" dedi. Zamanla daha çok alışacağım bu tepkilere ama içimden geçen ilk şey: "müsaitsen sen gel bak teyze" demek oldu, tabii ki gülümsedim geçtim. Böyle anlardaki gülümsemelerim çok yoğun sinir barındırsa da bunu sadece ben anlıyorum ne kötü değil mi? O halde gülümsemeyeyim, onu da beceremiyorum.
Veee gelelim iş yeri mevzusuna. 3 yıl önce çalıştığım yerden başka bir birime nakil olmuştum ve bu yeni yerde de çok zorlanmıştım, o sebepten oraya dönmek istemedim. Önceden bildiğim ama birlikte çalışma imkanımın olmadığı yepyeni bir yere geçtim şimdi. Eski birimim şokta, iş yoğunluğu çok çünkü(hsonları, tatiller ve izin zamanlarnda da çalışıp arada da nöbete geliyordum) gelmeyeceğimi duyunca üzüldüler ama bu üzüntünün kaynağı kara kaşlarım değil elbet :)
Kadınlar hep mi aynı olur yahu, her gören "kilo vermişsin/almışsın" diyor,ilk cümle bu. Demek ki birbirimizin gözünde kilo kadar değerimiz var, artıp azalıyor :) Erkekler daha çok "vaay Esra dönmüşsün" dedi :) Kadınların çoğunlukta olduğu başka bir birim ise kurumda çok gözde ve benim orayı neden tercih etmediğim çok soruluyor. Cevap basit: "Kadınların çok olduğu bir yerde çalışmak istemiyorum". Tercih ettiğim birimde birkaç kadın var sadece, bence çok daha güzel. Bir de eski birimimden neden ayrıldığımı manyak olup olmadığımı kariyerimi hiç mi düşünmediğimi soruyorlar. Valla gülüyorum.İş yerinde tuhaf kaçmasa şen kahkahalarımla güleceğim. "İş yoğunluğu değil sadece huzur istiyorum"diyorum. "Aman her şeyde önceliğin çocuk olmasın" diyor "kendince" tecrübeli anneler, "ben böyle iyiyim" diyorum. "Yeni iş pozisyonun seni tatmin edecek mi?" sorusu çok geldi hani zannedersin herkes nasada çalışıp uzay çalışması yapıyor :) işyerimuhabbetlerim benim hiç bitmez çünkü çok şenlikli bir yerde çalışıyorum. Yaptığım iş gereği de eskiden (halkla ilişkiler) herkesi tanıyorum, dolayısıyla bu günler biraz da herkesle çay çorba muhabbetle geçti. Rütbesi artanlardan değişik tavırda olanları görüp üzüldüm, onlar adına. Ne bileyim "öz" bu kadar "hafif" miymiş diye :)
Bu arada Şuşuöyküsü, bilgeveannesi, leylak dalı ve Yasemen ile tanıştım hatta leylak dalı Nurşen ablanın bize hediyesi bir kitap var ki!
Okuduktan sonra dayanamadım, kitabın üzerinden bir kez daha geçtim, çizelge çıkardım, kitabı irdeledim. Yazarın diline aşık oldum bir de. Hani böyle karşımda konuşsa da ben de iki satır kitap muhabbeti yapsam onunla dedim ki sonradan aklıma geldi, bu yazarla hayat üstüne de ne ala konuşulur :) (sanki babamın oğlu :) * yazarın kim olduğunu tahmin eden oldu mu? Genç bir yazar ve şimdilik ne yazık ki sadece 3 kitabı var. 2. kitabını da bitirmek üzereyim ve önünde kendimce saygıyla eğiliyorum. Keşke tanışma imkanımız olsa dediğim bir isim oldu. hadi bakalım evren, sen aldın mesajımı...
Dilim şiştiğine göre saatlerce yazabilirim ancak yazamam çünkü sıklıkla uyanan Eliftrişkomuz var bizim.
Bu süre zarfında 2 defa kendime yani sadece ben, kendim, bizzat kendim olarak vakit ayırabildiğim an'lar oldu, onları da yazacağım.umuyorum yani :)
Bir de ah yazmasam olmaz, canım pastanem Serender kapanmış :/ Öğle aralarımın kaçış mekanıydı halbuki. Kasadaki renkli gözlü amca Laz şivesiyle ne güzel "nasilsinuz" bile derdi... Çok üzüldüm bu işe, pastanenin gidişine
Bu ara harika ötesi kitaplar okudum ve hiçbirini yazamadım buraya,çok kötü hissediyorum.
Bir de -isim vermeyeyim- iyi kalpli bir anne oğlunun kitaplarından bir koli bizim kütüühanemiz için bağışladı. "Aaa bizim kütüphanemiz mi"dedim!? Evrenciğim,onu da arada hallediver olur mu? Neyse şimdilik yeni evdeki yeni kitaplığımızla yetineyim ben. O da doldu diyorum ama tam o ara karabalık "kuş mu geçiyor"demişim gibi havalara bakıyor :)))
Bak yazmadan geçecektim..neyse son anda hatırladım. Bu ara kitaplarımı internetten almadım, hepsini sahaftan aldım, çoğu da 2. el, onu da yazayım bir ara. benim için yeni kitap alma devri resmen bitti, off çokheyecanlıyım:) hatta geçen gün birkitabın içinde komik bir not vardı abisinden kardeşine "sevgili naz, nazlanmanı dert etmeyecek kişilerle karşılaşırsın hep umarım, iyi ki doğdun, 1998" diyordu :) işte bu muzır notları toplamayı seviyorum, bir de harika arşiv oluşturmaya başladım.Bazı kitapların tüm baskılarını ya da farklı kapak resimleri olanları toplamak gibi. Bayağı bildiğin koleksiyoner oldum kendi küçük dünyamda, aman ne neşe :)
* Tamam peki çatlatmayayım seni sevgili blog, bayıldığım yazar mahir ünsal eriş. DTCF'de okumuş, yıllar bile tutmuyor ama bence ben onu okulyıllarından tanıyorum ki ben DTCF'de bile okumadım :)
Bu arada çok özlemişim seni, canııım blog :)



Devamını oku »