Drop Down MenusCSS Drop Down MenuPure CSS Dropdown Menu




26 Nisan 2016 Salı

"Challenge" -1/15

Mim işleri keyifli oluyor ama ben pek katılamıyordum, bugün biraz toplu yazayım istedim.
 Mimi başlatan blog burada.
Arkadaşlarımın cevaplarını okuyunca da pek eğlendim, daha önce katılacaktım ama denk gelmedi diyeyim :)
Canım Leylak Dalı, Mutlu Keçi ve İlham Kedisi'nin azimli challenge'larına buradan bakabilirsiniz :)


1. Müzik listenizdeki ilk 10 şarkıyı paylaşın. Dinlerken nasıl hissediyorsunuz?
Bu soruyla beraber bir müzik listem olmadığını fark ettim :) Belki bu soruya en sevdiğim şarkıları yazabilirim ama:
Don't Worry Be Happy
Buena Vista Social Club-Chan Chan
Buika (neredeyse tüm şarkıları)
Sing And Dance
İncesaz

2. Göbek adınız nedir? Sizin için önemini anlatabilir misiniz?
Resmi bir kayıt değil ama adım öncelikle ananemin adı olan Zehra olarak konulmuş, belki göbek adıma Zehra diyebiliriz :)

3. Cüzdanınızda neler olduğunu bizimle paylaşın.
Herkesin cüzdanında olan para, kart, kimlik vs dışında babamın el yazısı birkaç notu ve bolca vesikalık fotoğraf var cüzdanımda.
Çantam ise bir dünya, hayatta kalma rehberi :P O yüzden de küçük çanta taşıyamam çünkü sığamam.

4. Kim veya ne olmadan yaşayamazsınız? Neden?
"Kim" kısmını yanıtlamak biraz zor. "Olmadan yaşayamam" ifadesi de iddialı elbette ama Elif, karabalık olan küçük ailemle, kardeşim, yeğenim, annem, teyzem, kuzenlerim olan geniş ailemle ve sevdiğim can arkadaşlarımla birlikte yaşamaktan mutluyum diyeyim :)
"Ne" kısmına ise en başta kitaplığım ve sonra Beypazarı sade soda demek istiyorum. Bu ikisi olmadan yaşam zor bana :)

5. Koleksiyonunu yaptığınız herhangi bir şey var mı?
Küçükken peçete koleksiyonum vardı. Şimdi ise Postcrossing sayesinde biriktirdiğim güzel kartlar var.
Asıl koleksiyonu kitaplar konusunda yapıyorum. Sevdiğim kitapların farklı kapak tasarımlarını ve Kumkurdu'nun farklı dillerdeki baskısını (şimdilik sadece Türkçe-İsveççe ve Yasemen sağolsun Hollandaca'sı var) biriktiriyorum.
Kitap ayraçlarım var bolca. Yenilerini almayı seviyorum, 1 sepet doldu sanırım yeni sepete başlama vakti de geldi :)

6. Evcil hayvan olarak ne beslemek isterdiniz?
Aslında evcil hayvan beslemek istemiyorum. Küçükken damda tavuklarımız, civcivlerimiz vardı, çok severdim onları. Sonra da malum Lokum girdi hayatımıza ve ne yazık ki hayatımızdan çıktı. Anladım ki ben çok hayvan bakabilen, sorumluluğunu devam ettirebilen biri değilim. Bu yazıyı okursan enqual-Merve senin 12 yıllık kara kaplumbağa dostunu pek çok merak ettiğimi söyleyebilirim.

7. Yatarken ne giyersiniz?
Pijama takımı. Gecelik dediğimiz elbise neden var pek anlayamam bile çünkü insanın bacakları üşümez mi yahu! :) Enn rahat nasılsam öyle uyurum.

8. Sizi gülümseten bir şeyleri bizimle paylaşır mısınız?
Zorlandım bu soruda :) Beni bu ara en çok ve hiç güleceğim yokken Elif güldürüyor. Ayça "minnak", Elif ise "komacan" ona göre :)

9. Hangi alanda iyi olmak isterdiniz?
Sporda diyecektim ama aslında iyi bir çizer olmak isterdim. Yağlıboya tablo yapmak değil de çocuk kitapları resimlemek isterdim. Misal :


10. Bize biraz güçlü yönlerinizden bahseder misiniz?
Bu da bence zor sorulardan biri, mülakat gibi oldu. İnsanın kendini övmesi gibi hatta ama güzel de bir soru. "Güçlü" denebilecek ve sevdiğim tarafım sanırım önsezilerim.

11. Biraz da zayıf yönlerinizden?
Göz yaşlarımın çoğu zaman benden bağımsız ve bana hiç haber vermeden akıp gitmesini sevmiyorum. Zayıf yönlerim ile ilgili "ayna" ismini verdiğim çalışma bu ara bana kendimi daha iyi hissettirdiği için daha fazlasını yazasım bile gelmedi. (bu da bir gelişme)

12. İlk arabanız neydi? Peki ya şuan kullandığınız araç?
İlk arabam, Maviş'im 2000 model mavi renk bir Opel Corsa idi, borçlarını ödemek bile keyifliydi çünkü benim ilk arabamdı. Kliması da olsa tadından yenmeyecekti :)
Şimdiki arabamız kendi halinde su yeşili bir araba, pek duygusal bağım da yok.

13. Favori şiiriniz ya da sizin için anlamı olan bir şiir var mı?
Sanırım yok, ne kötü. Geçen gün okuduğum kitapta hatırladım yalnız, lisedeyken Behçet Necatigil'in "Sevgilerde" şiirini çok severdim.
Üniversitede Murathan Mungan okurdum, geçenlerde de canım Sima "Yeryüzü Ayetleri" /Furuğ hediye etmişti, gerçekten çok güzeldi.

14. Özel bir yeteneğiniz var mı?
Henüz keşfetmedim belki de :) "Özel" deyince de iddialı oluyor o yüzden pek bir şey yazamadım.

15. Favori mevsiminiz hangisi? Neden?
İlkbaharı da seviyorum ama favorim bence sonbahar. Hüzün gibi gelir insana ama ben yaprakları ve doğadaki gelişimleri severim. Adanalı olunca yaz mevsimi pek sevilmiyor zaten :P

Ben de bu Mim ile yapmak isterlerse Filiz'i, Ülkü'yü, Sevda'yı, Gülşah'ı ve Şirin'i mimliyorum :)
*İsterseniz tek tek de yanıtlayabilirsiniz tabii, benim gibi ilk 15'i birden yazmaya gerek yok.
Devamını oku »

22 Nisan 2016 Cuma

Karnabahar, % 98 ve Ayna

Ortaya karışık bir yazı ile blogum sana merhaba, önce gel bir sarılayım, seni çok özlemişim :)
Bloglardaki "challenge"ları okurken içim gitti, en yakın zamanda ben de katılacağım inşallah ama önce son 10 günün özetini bir yazayım.
Her şey sıradan bir günün sabahında Elifte kızarıklıklar görmemizle başladı, sonrası hastane-tedbir-ilaç vs. derken işe gidemedim, neyse ki anacağızım da yanımdaydı (ananesi evdeyken hasta olan çocuk, çok sevilesi :) karabalık kişisi yurtdışına çıkacaktı, evde bir kahramana ihtiyaç vardı.
Pek gönüllü olmasam da bu kişi ben oldum. "Atipik suçiçeği" teşhisinden -ki bunu söyleyen yedek aile hekimine hiç güvenmemiştim- Elif'in besin alerjisi olduğu ortaya çıktı, çocuk doktoru ve cildiye bunu onaylasa da henüz alerji testi yaptırmadık, belki sonra bu cümlelerimi güncellerim. Kısacası babasına aşırı düşkün bir inatçı 2 yaş bebesini oyalamak, uyutmak ve temel ihtiyaçlarını karşılayabilmek için gerekli tüm desteği çok şükür annemden aldıktan sonra yolumuza devam ettik.
Tokayla güzel olan ancak uyandığında saçlarından önünü göremeyen kızımı hayatında bir ilk olarak kuaföre götürdüm. (tam burada kendimle ne kadar gurur duyduğumu söylemeden geçmeyeyim, yakın mesafe de olsa araba kullandım, tamam otomatik vites ama olsun, Esen anladın sen beni :) İlk defa gittiğim bir yer ve hiç endişeli değilim hatta gayet keyifliyim. O anda aklıma geldi, "ben de uçlarından aldırayım, hafiflerim" dedim. Adam ilk benim saçımı kesti, abartmıyorum, toplamda 5 dakika sürmeyen bu eylem sırasında "durun", "yapmayın", "o kadar istemedim" nidalarım sonunda saçım "rahatlıkla toplanır" bir kıvamdan "önleri asla toplanmayan, çok sıcak yaptıysa arkaları birkaç farklı hamlede toplanabilir" hale geldi. Ben şok. Kuruyunca da dalgalar iyice kıvrıldı mı! "E ben karnabahara döndüm" dedim. "Yok çok yakıştı, 15 gün sonra bana teşekkür edeceksiniz" dedi. Ne 15 günü yahu! Saçım bana şimdi lazım dediysem de korkarak Elif'i de oturttum koltuğa. Elif'in saç kesimi en az 15 dakika sürdü (kıskançlık emojisi burada :) Eve dönerken "gıcık amca" dediğim için, Elif "saçını kim kesti" sorusuna "gıcık amca" diyor. Tamam 15 gün sonra güncellerim ben bunu :)


Bu arada daha geniş bir yazıyı hak etse de başlayalı henüz 10 gün olduğu için yorum yapmak için erken ama Elifle yepyeni bir hayata başladık: uyku eğitimi :) Stilimizin adı ne Kim West ne Ferber ne de Tracy... Bizdeki "kreş psikologu destekli Esoş stayla" uyu(t)ma metodu. haydi bakalım, "güç benimle olsun", yanına bir de "sabır"ı ekleyelim :)

Görsel ne alaka? Bu kitabı hayatım boyunca unutmam artık, "Güvercin ve dede uyudu mu" ve "Fil neerde?" sorularının ardında "anne kitap oku" cümlesindeki kitap bu. Çocuğa bir şeyler okuyayım, vakit nakittir kendi kitabımı bitiririm dedim ama içinde bu kadar çok bel altı ifade olduğunu bilmiyordum. Neyse bu kitap da "Elif'i kıkırdatıp uyutan kitap" olarak listeye yazıldı.

Yurtdışından dönen karabalık kişisi Elifi ve beni biraz kırpılmış bulup şaşırdı ama yenilik iyidir. (15. gün adamın kapısındayım :P)

Geçtiğimiz gün de değişik bir şey yaşadım,anlatmazsam bloguma ayıp etmiş olurum. Eşim beni birkaç işimi halledebilmem için bir avm'ye bıraktı ve gitti. İnerken de (genelde bir yerlerde unuttuğum için) telefonuma baktım, emin oldum ve gönül rahatlığıyla Elif'e ayakkabı almaya gittim. Kasada saate bakayım derken telefonumun olmadığını görüp şaşırdım. Sonra hatırladım, "hee ben güvenli geçişte yan tarafa koymuştum" diye. Koşarak güvenliğe gittim, görevli kişi değişmişti, anons yapıldı, telefon yok! Ben eminim ama o yüzden güvenlik kayıtlarını izlemek istiyorum, o hırsızın peşine düşeceğim, kesin! Kimmiş o kızım fotoğraf ve videolarını henüz aktaramadan telefonumu benden alan küstah! Güvenlik amiri geldi, nereden geldim nereye gidiyorum sorgusu suali sırasında dedi ki "bence arabanızda kaldı". "Siz beni şaşkın biri mi sandınız" dedim. "Kontrol edip çıktım ve yüzde 98 eminim ki tel çantamdaydı..." (yüzde 80 diyecektim ama oran az geldi, bana inanmaz diye 98 deyiverdim, bari 97 deseydim :P ) benim teli aradı, çalınca dedi ki "hırsız olsa kapatırdı telinizi". Eşimi aradık, arabaya bak diye. (içimden de diyorum bak adamı işinden ediyorum) O arada girdiğim iki mağazaya girip telefon bulan var mı diye sorduk.Karabalık aradı, "telefonun arabada" diye!!! O anki yüz ifademi keşke bir kamera çekebilseymiş. Önce beyazladım sonra sarardım, adama "kusura bakmayın" derken kendimi parmak kız kadar minicik hissediyordum."sizi de meşgul ettim" dedim, adam neyse kibarmış, "sık karşılaşıyoruz, hiç önemli değil" dedi. O ara "yer yarılsa ve beni içine alsa" diye dilekte bulunacaktım ama gerçekleşiverir diye sustum. "Size bir kahve ısmarlasam olur mu?" diyecektim, sonra kendime geldim, daha Elif'e şapka alacaktım, yoluma yürüdüm.
(gerçekte olan da şuymuş, inerken çantam her zamanki gibi açık olduğundan birçok şeyimi düşürmüşüm, güvenlikte yandan geçirdiğim de suymuş, neyse çok emindim ama ben :P )

Bu ara kendim için yeni bir çalışmaya başladım. Adını ben koydum: Ayna :) Kişisel gelişimim için oldukça faydalı oldu, başlayalı birkaç gün ancak oldu ama Ayna'ya bakmak iyi geldi. Biraz daha ilerleyince belki yine yazarım bloga.

Özlemişim seni blog,burada "özgür"ce yazmak ne güzel bir duygu.
Annemin giderken bize karnabahar yemeği yapıp bırakması pek manidar ama olsun az turuncu olsam neredeyse Clementine olacaktım :) (belki de "gıcık amca" bunu hissetti kim bilir, "turuncu saç size yakışır" demesinden şüphelenmiştim zaten)

Saçlarımın yeni hali, gören şok olmasın :)



Devamını oku »

13 Nisan 2016 Çarşamba

Bir Fil Nasıl Uyur? / Salim Keskingöz / Özlem Korçak

Dünkü yazıdan sonra hemen  "Okul Öncesi" kategorisinden bir kitap yazmak istedim buraya. İlk kitabın uyku ile ilgili olması da tamamen tesadüf (!).
"Bir Fil Nasıl Uyur?" bilmiyorum ama son 2 yıldır "1 Esoş Nasıl Uyur?"onu  biliyorum.
En iyi bildiğim konu başlığı ise "1 Elif Nasıl Uyumaz?" :)
Neyse konuyu dağıtmış olmayayım.
Salim ve Özlem'in "Kıl kuyruk Popi" çalışmasından sonra (burada da yazmışım şimdi gördüm) yeniden bir arada olmalarına çok sevindim. Bence uyum içerisinde olabilen yazar-çizer ikilisi kitabın ruhuna yansıyor. Mesele sadece güzel bir hikaye ve teknik olarak düzgün çizimler değil çünkü. Ben okul öncesi kitaplarda artık çok daha farklı şeyler arıyorum.
5 sene önce olsaydı, okuduğum birçok metni beğenir, çizimler konusunda pek fazla yorum yapamazdım. Şimdi ise en azından genel bir çerçeve çizebiliyorum, o da bana yetiyor :)

Bir Fil Nasıl Uyur, (Salim kusura bakmasın ama) açıkçası benim çizimleriyle okuduğum bir kitap. O kadar eğlenceli ki tüm sayfalar, Özlem'in mizah anlayışını gerçekten çok seviyorum. Birkaç örnek de vereyim:


Bu kitabı Elifle çok fazla okuyamadık çünkü Elif içinde "uyku" geçen kitaplara şu ara mesafeli, "bittiii" diye kitabı kapatıyor içinde uyku varsa. (Acaba neden?) Ama açıkçası ben birkaç kitap haricinde şimdiye kadar okul öncesi kategorisinde aldığım kitapları hiç Elif'i düşünerek almadım, onu da itiraf edeyim. Ne bencilmişim yahu, yazınca ortaya çıktı :) Ama bence insanın kendini mutlu etme sebeplerinden biri sevdiği bir kitabı almasıysa, bu kategoriyi çocuğu olmayanlara da özellikle tavsiye ederim. Lütfen bu eğlenceden mahrum kalmayınız...
Bir çocuğun gözünden bu kitabı okuyacak olursak bence çocuk farkında olmadan hayvanların dünyasına giriş yapacaktır. İsmini duyduğu hayvanlar hakkında spesifik bir bilgiye -nasıl uyuduklarına- odaklanacak ve belki kitapta adı geçmeyen diğer hayvanların nasıl uyuduğuna da ilgi duyacaktır.
"Peki bukalemunlar nasıl uyur anne?"
 Esoş -desteksiz-cevap: "Önce tek gözlerini kapatırlar, o sırada diğeri etrafı izler. Sonra diğerinin uykusu bitince, yer değişirler. İki gözleri aynı anda kapalı olursa canları sıkılır" gibi :)

Pembe bir fil eşliğinde hayvanların nasıl uyuduğunu tek ve sade cümleler halinde okumak oldukça keyifli. Çizimler metnin önüne tam olarak geçmemiş belki ama açıkçası -çizimlerin başarısı olsa gerek- bu kitabı ben çizimleriyle okumayı daha çok seviyorum. Sonra da düşünüyorum, "Bir inek nasıl uyur?, Peki kurbağalar uyurken de zıplar mı? Aklıma Koyun Russell geliyor, yani kısaca tüm canlılar bir şekilde uyur... DA,  Elif?" O ara farklı hislere bürünsem de Allah kimseyi uykusuz bırakmasın der, deliksiz uykular dilerim :)


* Özlem ile Londra Turu yapayım derseniz şuraya, Akça'nın Özlemle neler konuştuğunu okuyayım derseniz de buraya lütfen :)


Bir Fil Nasıl Uyur?
Yazan: Salim Keskingöz
Resimleyen: Özlem Korçak
Yaş grubu: 2+
Mikado Yayıncılık, 2015, 20 sayfa, karton kapak
Devamını oku »

12 Nisan 2016 Salı

"İyi Kitap"larım-1 :)

Geçen gün okuduğum kitaplara şöyle bir göz attım.
Bazı ortak özellikler bulmuş olsam da hemen her kitaptan aradığım, bulduğum farklı şeyler olmuş.
M. Eroğlu ile bir seminerde tanışmıştım ve onun söyledikleri beynime nasıl kazınmışsa pek unutamadım. Söylediklerinden biri de şuydu: "Hayat, tüm güzel kitapları okuyabileceğimiz kadar uzun değil ne yazık ki. O yüzden mutlaka seçerek okuyun. Klasikleri okuyun. Yazar okuması yapın. İçi boş kitaplarla vakit harcamayın." Üslup benim için sert olsa da özünde demek istediğini anlamış ve aklımın "asla unutmaman gerekenler" köşesine not etmiştim. Söylediklerini ara ara gün ışığına çıkarıp tozlarını alıyorum.
Geçtiğimiz 4-5 yıl boyunca çoğunlukla çocuk kitabı okudum, yetişkin edebiyata pek yüz vermedim. Nurşen Abla ile bu durum değişti ve yetişkin edebiyatını da merakla takip eder oldum.
Bu başlıkta biraz sevdiğim kitaplardan, bazı kitapları neden sevdiğimden/sevmediğimden, okurkenki hislerimden bahsedeceğim. Bir amaç için değil, yazmak zihnimi hafifletiyor :)


-Eskiden çok bilinçsiz bir okuyucuydum, elime ne geçerse rastgele okurdum. Bazısını severdim bazısını da sevmezdim ama neden sevdiğimi veya neden sevmediğimi anlayamaz/açıklayamazdım. "Hoşuma gitti" veya "iyi hissettirdi" diyebilirdim belki yalnızca :) Zaman içerisinde biraz daha fazla okuyup, yazılan kitaplar hakkındaki eleştiri yazılarına da kulak kabartınca hem kendi zevkimi hem de kitapta "iyi" veya "kötü" dediğim şeyin ne olduğunu tanımlayabilmeye başladım. Bu, kendimi geliştirdiğim bir yön oldu ve bana çok şey kattı.

- Bir kitabı elime aldığımda -doğal olarak- gördüğüm ilk şey kapak fotoğrafı. Görsellik bence önemli ama yeterli de değil ipuçlarını takip etmek için. Hemen ardından yayın evine bakıyorum. Ne yazık ki önyargılarımı bu konuda yenemedim. Bazıları üst üste hayal kırıklığı yaşattıysa hemen yüzüm gülmüyor. Ardından yazar ve çevirmen geliyor elbette. Çocuk edebiyatına biraz daha aşinayım ama yetişkin gruptaki yazarların bir çoğu sadece kulak dolgunluğu.
Bazılarını çok sevip çizmeye başlamıştım bir ara :)
Kitap Seçerken:
- Yazar demişken, yıllar önce 4ykk (4 yavrulu kıvırcık kuzen) sevdiği bazı yazarların tüm kitaplarını okumanın çok besleyici olduğunu söylemişti, onu hatırlıyorum. Bu açıdan kendimi yolun çok başında görmüş olsam da yazar okumalarını ben de seviyorum. (Roald Dahl, listede ilk sırada :)
Cadılar kitabı eksik bu fotoğrafta :)
- Eskiden editör ve çevirmen hiç dikkatimi çekmezdi ya da önemsemezdim. Şu an favori editörlerim ve çevirmenlerim var (onların haberi olmasa da :) Doğru bir çeviri ile kitap harika bir yere gidebilirken (aklıma gelen ilk örnek: Riko ve Oskar / "Derin yetenekli" ifadesi) kötü çeviriler neticesinde kitap 'ne yazıldığı anlaşılamayan' noktaya gelebiliyor. Editörün okuması, doğru müdahaleleri de oldukça önemli. Okurken bunların ne kadarını anlayabiliyorum tabii tartışılır ama kendime yettiği kadar yorum yapabiliyorum, o da bana yetiyor :)
Steinhöfelle ilgili duygularımı hala bloguma yazamadım ya :/
- Ülkelere göre edebiyat da son birkaç yıldır önemsediğim bir şey oldu. Hangi ülke edebiyatına kendimi daha yakın bulduğumu az çok söyleyebiliyorum. Mesela Latin Edebiyatını çok sevmeme karşın bana hala karışık geliyor. (Marquez'in Yüzyıllık Yalnızlık kitabına kim bilir kaç kere başladım da yarım bıraktım.) Çocuk edebiyatında Latin tarzını daha çok seviyorum, Hayalperest gibi. Son aylarda iyice aşina olduğum İtalya ise bende ortak bir yargı oluşturdu. Uzakdoğu ve Afrika için pek iyi örneklere denk gelemedim sanırım. Alman Edebiyatı ve Kuzey Ülkeleri (İsveç, Norveç)'nden güzel örneklere denk gelebildiğim için onları seviyorum. Bu alanda yolun çok başında olsam da içinde absürtlük barındıran kara komedileri veya kalbime dokunan dramların beni etkilediğini biliyorum.

- Kitap seçerken faydalandığım birkaç site var:
Çocuk kitapları için: birdolapkitap, kitapkurduanne, bir kitap lütfen

- Kitaplar hakkında eleştiri yazıları/haberler yayınlayan dergi, siteler:
İlk sırada "İyi Kitap" var. 7 yıldır takip etmiyorum ancak yaklaşık 4 yıldır eski yeni tüm yazılanları tekrar tekrar okumaya çalışıyorum. Çok yerinde eleştiri yazıları okudum bugüne kadar, istisna Nisan ayında yer alan bir hadsiz yazıydı, onu da bu başlığa yazmak istemedim. Çünkü genel olarak özgürlük ve özgünlük çizgisini seviyorum bu derginin. Ücretsiz olduğundan satışı yok ne yazık ki. Ankara'da nerelere dağıtılıyor onu da bulamadım, internet üzerinden okumaya çalışıyorum. Bir arkadaşım 5-6 sayı biriktirip bana İstanbul'dan gönderiyor :) (o yüzden keşke ücretli olsa ve kitapçılarda ulaşabilsek)
Geçtiğimiz sayıdan itibaren eklenen bir özelliği ile her kitap için farklı değerlendirme ölçütü ve yıldızlama sistemi getirmişler kitaplara. Bu özellik de bence güzel oldu.
Kitap dergilerini bir ara hiç kaçırmıyordum ancak şu ara pek alamıyorum. Sabit Fikir Dergisi'ni seviyorum. İçinde öykü, deneme yazıları haricinde kitap eleştirilerine yer veren dergi de pek az ya da ben bilmiyorum. Bir de birkaç site var, edebiyat haberleri yayınlayan, onlarda da reklam fazla oluyor, sitede nereye bakacağımı şaşırıyorum. Önerisi olan varsa yazsın lütfen :)
                                                     
Kitabı Nereden Alıyorum?
Eskiden ne güzel Dostta saatlerce gezebiliyordum. gezerken de hoşuma giden kitapları alırdım, Dostta taksitlerinin hiç bitmemesi ne demek bilen bilir :P Şimdi ise internet sitelerini geziyorum bolca. Hemen her gün idefix, kitapyurdu, babil ve Mutlu Keçi'den duyduğum Eganba sayesinde sanal kitapçı turu atabiliyorum. Sahaf kitaplar için şu an tek adres nadirkitap ancak ben çok sevemedim kendisini, bana hala çok fırsatçı geliyorlar. (buna 'ticaret' deniyor sanırım) Benim en sık kullandığım genelde idefix oluyor, web sitesini çok kullanışlı ve 'temiz' buluyorum. Eskiden her siparişte "Sabit Fikir" dergisi de yollarlardı, şu an göndermiyorlar. Kitapyurdu arka arkaya siparişlerde kişiye özel indirimler yapıyor ve puan biriktirilebiliyor ancak web sitesi bana çok kalabalık ve küçük puntolu geliyor. Babil bana nedense aralarında en pahalısı geliyor. Eganba'yı yeni keşfettim, müşteri hizmetlerinden memnun kaldım. Sanırım bazı aylar hepsini kullanıyorum bazı aylar da sadece birini. Söz konusu kitap olunca nefsime hakim olamıyorum :( (Ama bak hala RD'nin son kitabını okumadım, bu da bir gelişme. Güncelleme: Dün okudum, bugün yazdım) İstanbul'da pek güzel kitapçılar var ama ben açıkçası Ankara'da öyle bir yer göremiyorum. Dost'a gitmek için Kızılay'a gitmek gerek, o da ohooo... Arada Arkadaş Kitabevi'ne gidiyoruz, çocuk kitapları bölümü gayet iyi.
Bir de arkadaşlardan gelen şahane kitap hediyeleri var ki gözlerim mutluluktan kalp oluyor :) Hani bazen bir kitabı çok merak edersin ancak baskısı yoktur, ona ulaşamazsın ve ta taa onu sana bir arkadaşın bulup hediye eder ya, o anlarda kargo görevlisine bile sarılasım geliyor :)

Okuyacağım Kitabı Nasıl Seçiyorum?
Sadece bir sefer okumayı planladığım kitapları önceden seçtim ve ne kadar gereksiz bir şey yapmış olduğumu gördüm :) Yapabilenlere hayranım ama bu kadar planlı olmak beni sıktı. O yüzden de şu an sadece genel bir seçim yapıyorum. Mesela yetişkin edebiyatı için 20-30 kitap seçtim kitaplıktan "bu sene okuyabilirim" kategorisinde, birazını (çok azını) okudum,geri kalanlar hep son an siparişleri.
Çocuk edebiyatı için de öyle. Salondaki kitaplıktan seçmece yapıp çalışma masamdaki rafa koyuyorum 15 kitap kadar,sonra da ruh halime göre seçiyorum. Bu ara biraz denge de gözetiyorum gerçi. Yani üst üste komedi okuduysam araya dram veya klasik ekliyorum.
Şiir kitaplarıyla aram pek yok, onu gördüm. Sima'nın hediyesi Furuğ ile tanışınca bu eksikliğimi iyice fark ettim, "Yeryüzü Ayetleri" meğer ne güzel bir kitapmış.
Çok sevdiğim halde biyografi-anı-mektup türlerinden de az okuma yapıyorum. (yeri gelmişken bu türlerde önerileri olanlar yazsın lütfen)
İnstagramı kapatma sebeplerimden biri de işin aslı 'kitap tüketme' sorunuydu. yeni çıkan kitaplardan anında haberim oluyor ve birkaç kitapsever arkadaşım sayesinde kitapla ilgili anında yorumları okuyabiliyordum. Bu durum uzun bir süre çok hoşuma gitse de bir zaman sonra bunun beni kötü anlamda etkilediğini fark ettim. Ön yargılı yaklaşmama sebep olabiliyor veya daha okumadan kitap benim için 'tükenmiş' oluyordu (kapağı eskiyordu diyeyim).
Şu an sevdiğim yayınevlerinin "yeni çıkanlar" ve "yayına hazırlananlar" bölümünü takip ediyor, BDK, kitapkurduanne, İyiKitap gibi yerlerden notlar alıyor, kitapçıya gittikçe listelerimi güncelliyorum.
"Alınacaklar" listesinin hiç bitmemesi beni zaten mutlu ediyor.
Goodreads hesabımda "want to read" köşesi ise okuma listesi oluştururken fikir veriyor.
En temeli aslında o an canım neyi okumak istiyorsa onu okuyorum :) Nokta!

Ne Tarz Kitapları Seviyorum/Sevmiyorum?
Genel olarak iyi kurgulanmış, sade bir dil ile yazılmış eğlenceli / dram tarzı kitapları okumak hoşuma gidiyor.
Sevdiğim kitaplardan bu yazı serisinin devamında bahsedeceğim için çok detaya girmiyorum.
Sevmediklerim ise başta korku, gerilim, ağır tarih (hafifi olabilir :), kafa dağıtma amaçlı yazıldığı çok belli olan içi bomboş kitaplar, Amerikan filmi edasındaki romantik komediler.
Bir ara kişisel gelişim kitaplarına çok takılmıştım, o ara bence faydasını da gördüm ama okuyan hemen herkesin ortak kanaatine ben de katılıyorum: hemen hepsi aynı şeyden bahsediyor: "An'ı yaşa/ pozitif düşün". Bu türün bazı kitaplarını yeniden okuma isteği bile var içimde. (kısmet tabii :P )
Okul Öncesi resimli çocuk kitaplarında da özgünlük arıyorum artık. Eskiden konusu, çizimi ilgimi çekerdi, şu an en çok aradığım şey yazarın kendini ifade etme şekli. Bu açıdan henüz dün keşfettiğim "Bala'nın Mektubu" kitabını da yeri gelmişken yazayım. Hatta yazarken fark ettim, ben neden bloga sevdiğim okul öncesi kitaplarını yazmıyorum diye... (kendime not)

Görsel Kaynak: burada

Kitabı Okurken/ Kitap Bittiğinde:
- Bir kitabın beni sarıp sarmadığı konusunda eskisine göre daha az ön yargılıyım. Hemen birkaç sayfadan sonra bırakmıyorum elimden kitabı. Ya 10-15 sayfa okumaya devam ediyorum ya da ruh halim değişince tekrar bakıyorum.Yine olmazsa kitaplıktaki kara köşeye gidiyorlar :)
- Yazarın zeki olması ve kurguyu iyi yapması arasında pek temel bir bağlantı var sanırım. Bazı ipuçlarından sonra "şimdi şöyle devam edecek" dediğin yerde olay bambaşka bir yöne kayıp oraya kök salıyorsa, bu okuma keyifli oluyor.
Veya son okuduğum kitaplardan birinden örnek vererek gideyim; "Ağaçların Özel Hayatı". Konusu hakkında pek bir fikrim yoktu ancak yorumuna güvendiğim arkadaşların da tavsiyesiyle kitap bir süredir kitaplığımdaydı. Tesadüf o gün evden çıkarken çantama atıverdim, belki başlarım diye. "O gün" dediğim de geçen hafta canımın sıkkın olduğu, solucanlı ve patlıcanlı gün. Kısacık bir Latin hikayesi. Hikayede beni cezbeden fazla bir şey olmasa da anlatım tarzı ve cümlelerin yapısı o kadar hoşuma gitti ki.

Benim için İYİ KİTAP, okurken parmağını gözüme sokmadan bana bir şeyler katan; okuduktan sonra da ara ara aklıma gelip referans aldığım kitap sanırım.


Bu serinin devamında sevdiğim çocuk kitaplarından, neden sevdiğimden bahsedeyim. Belki bir sonraki yazı da beni etkileyen yetişkin kitaplarına yer veririm. Vakit buldukça buradayım :)



Devamını oku »

Benek Tozu ve Diğer Müthiş Sırlar / Roald Dahl

Roald Dahl ile geç tanıştım, şöyle minnacıkken tanışmış olsaydım hayatım çok daha farklı olurdu :) Hani yani, o kadar!
Geçtiğimiz eylül ayında RD Amcanın tüm kitaplarını okumuş ve kendimce doğum gününü de kutlamıştım.
Can Çocuk yayınlarının derleme bir RD kitabı hazırlığında olduğunu biliyordum ama içerikten haberim yoktu.
Tamamen tesadüfen gördüm bu kitabın çıktığını ve okuyana kadar geçen 1 haftada da meraktan çatladım :)
Roald Dahl'ın yeni bir kitabı çıkmış demek, çölde susuz kaldım da gökten Dev Şeftali geçerken aşağıya su attı ve serinledim gibi bir şey, kısacası benim için çok önemli.
Kitabın kapağı zaten "Altın Bilet" kıvamında, tasarımını çok sevdim.

Bu kitabı Roald Dahl'ın diğer kitaplarını okuduktan sonra -özellikle de Charlie'nin Çikolata Fabrikası- okumanızı tavsiye ederim.
Hatta bence yazar okumasında RD'nin tüm kitaplarıyla haşır neşir olup, üstüne bu kitabı okumak tam bir fıstıklı lokum yanı sade Türk kahvesi kıvamında lezzet verecektir :)
Bu derlemeyi kim düşünmüş, aklına nereden bu fikir gelmiş bilmiyorum ama konuların akışı çok yerinde olmuş. Hele ki "Benek Tozu" bölümü!
Roald Dahl'ın notlarından 12 ay boyunca doğadaki gelişmeleri okuyabiliyoruz.
RD ile ilgili öyle müthiş sırlar var ki bu kitapta, sanki gizli bir şeye ortak oluyormuşçasına kıkırdadım. Conkers oyununu bu kadar ciddiye almalarına, maceradan maceraya atılmasına, yatılı okulda yaşananlara ve en önemlisi Çikolata Fabrikası'ndaki bu değişime hayran kaldım.
Özenli bir çalışma olduğu daha ilk satırlardan itibaren anlaşılıyor. Kitabın çevirisini RD Hayranı tatlı bir İpek'in yapması ise nokta atışı olmuş.
Roald Dahl'ı, kitaplarını, mizah anlayışını, absürtlüğünü seviyor, Koca Sevimli Dev'in sırlarını merak ediyorsanız bu kitabı MUTLAKA okuyun :)

Canım Matilda :)

*Roald Dahl'dan daha fazlası da burada.

Benek Tozu ve diğer Müthiş Sırlar
Özgün adı: Spotty Powder and Other Splendiferous Secrets
Yazan: Roald Dahl
Resimleyen: Quentin Blake
Çeviren: İpek Şoran
Yaş grubu: 8+
Can Çocuk, 2016, 119 sayfa, karton kapak


Devamını oku »

9 Nisan 2016 Cumartesi

Elif 2 Yaşında :)

Bu yazıyı kısmet olursa Elif'in doğum gününde yani 9 Nisan'da yayınlayacağım ama şimdiden notlarımı almaya başlayayım ve bunu da belirteyim istedim. (Doğum hikayemiz de şöyleydi)
24 Mart:
Geçen yazımı okudum şimdi, 4 koca ay mı geçmiş dedim, vay be!
Elif'in kreş günlüğünde ve gelişiminde bir hayli değişiklik oldu tabii ki.
Yine belirli başlıklar altında yazayım, biraz daha derli toplu olsun:
Yeme-İçme:
Bu konuda ne desem kararsızım. Evde yemediği birçok şeyi kreşte severek yediğini duyduğum için sanırım rahatım. Evde zaten kreşteki kadar düzenli bir yemek menümüz yok. Temel prensip şu: "Aç kalmasın yeter" Bir de şu var: "Yemek bulamıyorlarsa kahvaltı yesinler" :) Tamam her zaman bunu uygulamıyorum ama her gün de çorbası, salatası olan bir yemek sofrası kurmuyorum. Ana yemek ve yanında bir şey daha varsa oldukça yeterli bence.
En sevdiği yiyecekler: yoğurt (bebekliğinden beri değişmedi), pilav, mercimek/nohut/kurufasülye gibi kurular, çikolata (sınırları her zaman zorlasa da ne kadar ve ne yiyeceğine biz karar veriyoruz.), BAL (çok acayip seviyor), ekmek, pilav, makarna, et, domates, kaşar peyniri, AYRAN (onsuz napar bilmem :P), mantı, içli köfte (bir Adanalı gibi eliyle yer :), çorba (ekmeğini batırıp yer, öğretmeni göstermiş)
Bazen çok sevip bazen yüzüne bakmadıkları: yumurta :), salatalık, ıspanak (günündeyse yer yoksa yemez)
Hiç sevmedikleri (hala) : zeytin, biber, beyaz peynir, sebzelerin bir çoğu hele ki kabak


Uyku:
Kızımın hakkını yemeyelim şimdi. Allah'a çok şükür 2 ileri 1 geri olsak da gelişme var. Karabalık der ki: "+1 her zaman 0'dan büyüktür." Buna odaklanmaya çalışıyoruz. Çocuk doktorunun önerisiyle her zaman bir adet mide koruyucu veriyoruz. 3 ay bitmek üzere. Bariz bir şekilde iyileşme var diyemem ama +1'e de odaklanmak lazım. Sabretmek, şükretmek lazım.
Uykuya geçişlerde daha az ağlamaya başladı, şu cümleyi benim 2 kulak + karabalığın 2 kulağı = 4 kulak duyduk: "uyku var" Vay anasını dedik, şaka yapıyor sandık hatta. Bunu söyleyince gidip kendisi uyumadı ama olsun inkar da etmedi :)
Hala ayağımızda veya kucağımızda sallayarak uyuyor, gece uyanınca da -hele bazen çok ağlıyorsa- kucağımızda kalıyor. Bu dönem beni biraz rahatlatan şey, Elif'in baba düşkünlüğünün tavan yapmış olması oldu. (bundan yine bahsedeyim) Uyku tulumlarını giymeye/giydirmeye alıştı. Nanalar (uyku oyuncağı) hala bizimle. Ben de çok seviyorum onları zaten :)
Gündüz uykuları kreşte maşallah gayet düzenli iken hafta sonu evde hala 30 veya 45 olmadı 60. dakikada uyanıyor ve her seferinde geri uyutuyoruz.
Arabada veya şu hiç binmediği bebek arabasında zaten uyumadığı için hafta sonumuz hala Elif'in uyku saatlerine göre ayarlı. (Arabada uyumayan bebek nasıl olur biz de görmüş olduk)
31 Mart Güncelleme: Doğum gününden önceki 1 hafta 10 günlük süreç bize sahiden büyüme dönemi gibi geliyor, Elif gece ısrarla uyanıyor ve çokça ağlıyor, ayın 9'u geçince sonraki hafta biraz daha az ağlıyor. Sanırım böyle böyle büyüyecek. Uzun zamandır ertelediğimiz bir kararı uygulamaya alacağız sanırım sonunda: yeniden park yatağı kurma ve ayağımızda vs sallamadan yatağına alıştırmaya çalıştırma. (şimdi yazınca hayal gibi geldi ama önce biz inanır ve kararlı olursak sanki olur bu iş)

Kreş:
Bu dönemde milyon kere öğretmenine şükran borçlu olduğumuzu düşünüyorum. Kreş konusunda eskisi kadar "harika" diyemesem de öğretmen, psikolog, hemşire, yardımcı öğretmen, İngilizce öğretmeni ve kapıdaki abinin sıcakkanlı ve samimi davranışları olmasa hayatımız zorlaşırdı. Çocuğunu güvenerek bir yere bırakabilme lüksü diye bir şey de varmış. Öğretmenini çok seviyor ama yeni yeni keşfettiğimiz bir şey daha oldu: yardımcı öğretmen Elif'i çok aşırı seviyor. Sanırım aralarında kan bağı olsa, yeğeni olsa bu kadar severdi. Ona da çok şükür diyeyim.
Kreşteki psikologun yumuşak hali ve hep çözüm bulmaya yönelik sakin tavırları bizi olumlu etkiliyor. Ayaküstü konuşmalarda bile bize söylediği öneriler gerçekten işe yarıyor. Bunun en önemli sebebi çocuklarla devamlı iç içe olması.Odasına kapanıp "neydi sorun" demiyor. Yaptığı toplantılarda çocuklar hakkında konuşurken velilerden şunları hep duyuyoruz: "Benim çocuğumu benden daha iyi tanıyorsunuz" Mahçubiyetle gülümsüyor ve işini severek yaptığını söylüyor. Hemşire ile bazen aynı dili konuşamasak da çocuklar için ne kadar kaygılandığını ve onlar iyi olsun diye elinden gelenin fazlasını yaptığını görebiliyoruz. (bazen bence fazla kaygılanıyor ama olsun :) Elif'in öğretmenini ben zaten aileden biri gibi görüyorum. Her ne kadar kreş dışında görüşmemiz hiç olmamış olsa da Elif'in ananesi konumunda :)
Arkadaşlarını ısırmaya çok şükür devam etmiyor derken yeni numaralarını öğrendik kızımızın. Arkadaşlarına kafa atıyor :/ Evde de sinirlendiğinde yaptığı bir davranış zaten ama kendinden küçük bebelere bunu kıskançlıktan yapması üzücü bir durum.
Elif kreşte maşallah yaralama faaliyetlerinin dışında oldukça sosyal, uyumlu ve dışa dönük bir çocuk olarak tanımlanıyor.

Dil Gelişimi:
Bunun fazlasıyla çocuğa göre değişen bir gelişim özelliği olduğunu çocuklarla karşılaştıkça gözlemledik. Kıyas yapmak bence de yanlış çünkü ortada bir yarış yok. Erken konuşanların madalyayı kaptığı bir ortam da yok. Sadece bazıları kendini daha rahat ifade ederken bazıları biraz yavaş belki sadece kendince doğru zamanda konuşuyor.
Elif'i de dil gelişiminde tam ortalarda görüyoruz. Ne bülbül gibi şakıyor ne de sadece susuyor.
Yeni yeni açılıyor diyebiliriz.
En sevdiği ifade de: "Omaj" yani "Olmaz!"
Papağan gibi bizim söylediğimiz her şeyi tekrar etmeye çalışması eğlenceli oluyor aslında.
Arabadaki "Baba dikkat et" de buradan geliyor.
"Kutu kutu pense, elmamı yerse" şarkısını güzel söylüyor.
Bana anne/annem/ esla/esoooş diye sesleniyor.
Kelimeleri tek tek güzel söylüyor. Cümleler de şöyle: "Anne bak gri araba" veya "Benim dedim sana!", "O benim", "Hayır dedim!" "Sen git, baba gel", "Burun aktı", "Bunu aç/kapa", "Anne ağladı" (garibim yavrum, annen ağlak bir bünyeye sahip, napacan)
29 mart Güncelleme: Elif son günlerde artan bir hızla konuşmaya başladı. "Montu as" ile montunu veriyor, "Annee benii bulamaaaz" diye saklanmaç oynuyor, geçen gün de "hadi kahve yap" diye misafirliğe gittiğimiz arkadaşımıza çıkıştı :)
7 Nisan Güncelleme: Bizim kız konuşmaya başladı! İki haftada bir haller oldu bıdığa, kreşte kıskandığı minik yavruya "Senin annen gelmedi, benim annem geldi" dediğine göre dil çözülmüş demek sanki :)
9 Nisan: "İyi ki doğdu Eliif" şarkısını söylüyor :)

Aktiviteler:
Kreşte tam olarak neler yaptıklarını bilmiyoruz. Öğretmeniyle konuşuyoruz, günlük/haftalık bir not kağıdı alıyoruz ama ben TAM olarak tüm gün neler yaptıklarını bilmiyorum. Bu durum beni biraz rahatsız etse de "büyüdü, kreşe gidiyor, her an yanında olamam ve her şeyini bilemem" düşüncesine de alışmaya başladım. 14 ay boyunca her an dipdibeydik ama şu an değiliz. Kreşi görmeye giden iki arkadaşımızdan Elif'in maşallah gayet iyi olduğu, mutlu olduğunu duyduk. Zaten bir çocuk içeriden gayet keyifli çıkıyorsa ve bizi gördüğünde "beni burda niye bıraktınız" hüznüne sahip değilse bence iyi gidiyordur.(belki biraz daha öğretmeninden TAM olarak neler yaptıklarını öğrenebilirim. Müdaheleci olmak adına değil ama gerçekten neler yapıyor merak ediyorum.) (güncelleme: sordum, öğrendim, rahatladım)
Renkleri güzel öğrendi(miş). Bunun bir kısmı kreşe aitse kalan kısmı kesinlikle benim arabadayken Elif'i oyalama çabalarıma ait. "Bak kırmızı araba" deyip arkasından uydurma şarkı olan "Kırmızı araba, yeşil araba, seni çok seviyoruz ... Öğretmen" e geçiyorum. Beni arabada görenler, 1. sabrıma hayran oluyor, 2. bir çocuğu kısıtlı imkanlarla oyalabilecek kadar ana okulu öğretmeni yeterliliğimde olduğumu düşünüyor. teşekkür ederim ama beni Elif bu hale getirdi (olumlu anlamda) Yoksa ben sakince dışarıyı izleyen, arabaların plakalarını okuyan ve trafikte stres olan biriydim. Elifle sabah ve akşam yaptığımız 25'er dakikalık yolculukların sonunda (hele ki bebekliğinde arabada tutan kolik sancılarını da sayarsak) şunu anladım: Bir çocuğun dikkat süresi oldukça kısa ancak onu oyalabilecek bir milyon şey yaratılabilir ve kafamdan uydurduğum her şarkının izleyici onayından geçmesi gerekmiyor, Elif sevsin yeter. Bu yüzden de her durum için bir şarkı yazabiliyorum. "Benzinci amcaa, benzinci amcaa, benzinin var mı, gazın da var mı?" şeklinde giden arabesk şarkılarla çok eğleniyoruz. İçimde bir animatör ruhun yattığını ben de bilmiyordum. Sağol kızım :)
29 Mart Güncelleme: Renkler demişken, Elif'in en sevdiği renk mavi yazmayı unutmuşum. İlk öğrendiği renkler de mavi, mor, gri,pembe, kahverengi, turuncu idi. Sarı, yeşil ve kırmızı sonradan geldi. Siyah ve beyazda hala kararsız.

Genel Durum:
28 Mart:
Elif'in kreşteki hallerini bize anlattıklarında çoğunlukla şaşırıyoruz. Evde de kendini yere atıp ağlar, inatlaşır (2 yaş için çok normal değil mi zaten) ancak kreşteki kadar uyumlu değil. Muhtemelen arkadaş ortamının ve güven duygusunun da etkisi var bunda.
Geçen gün olsaydı daha farklı yazardım ama Elif geçtiğimiz hafta sonu bizi şaşırttı. Normalde gelen misafirlere karşı ya da misafirliğe gittiğimizde en az 20 dakika babasının kucağından inmezdi sonra da ortam çok kalabalık değilse ortama alışırdı ancak geçen hafta sonu Elif çok daha erken bir şekilde ortama uyum sağladı, "hadi kahve yap" diye ev sahibine attığı çalımı ise hala aklımda :)
Kalabalığı gerçekten sevmiyor. Bu açıdan bize çekmiş. Ben de hiç sevmem ve çok gerilirim.
Kedi, köpek, kuş genel anlamda çok seviyor ancak her köpek veya her kedi de onu cezbetmiyor. (kahveden çok korkuyor mesela)
En sevdiği hayvanlar: kedi, zürafa, kuş, fil
İnşallah niyetimiz Elif'i 3 yaşını doldurunca jimnastiğe vermek. Babasıyla pek güzel salsa hareketleri yapıyor, müzik başlayınca yerinde duramıyor.

31 Mart:
Elif'in en sevdiği iki arkadaşı: Ahmet Yasir ve Mehmet Efe. Kreşte ise sanırım Kerem Ateş. Bu ara bize "Ateş şurup" ve "Ateş araba", "Araba benimm, Elif ona hıııı"(kızmış) gibi hikayeler anlatıyor. Öğretmenine sordum, hayal dünyasında yazıyor sanki dedi :) Yakında kreş dedikodularını da Eliften duyarız sanırım.
Aile bireylerini çoğunlukla sadece fotoğraflarından tanıyor, albüm bakmaya bayılıyor.
Açık ara en sevdiği kişi anane ve Ayça. Bir de kendini Ayçayla kıyasladığı durumlar var, onlar da komik. İnşallah haftaya belki annem ve teyzem gelecek, şimdiden heyecanlıyım, onlarla kahve içebileceğim ve çalışma odama çekilip sakince mektuplarımı yazabileceğim anları hayal ediyorum :)

4 Nisan:
Yehuu, annem ve teyzem geldi dün akşam. Elif durup durup onlara sarılıyor, ah keşke aynı şehirde olabilseymişiz dediğimiz an'lar...
Hafta sonu karabalık poşedin düğümünü açamayınca, Elif "baba makas al" dedi, biz şok. Sanırım iyice dillendi bu bıdık :)

7 Nisan: Elif'in Ateş'e kızma halleri devam ediyor: "Ateş, olmaz dedim, araba benim, nana benim"
Bir diğer önemli gelişme de Elif'in son 2 haftadır odada biz olmadan takılmaya başlaması.İlk gün şok olduk. Evde sanki Elif uyuyormuşçasına bir sessizlik, şunu dediğimi hatırlıyorum: "tüm duvarları boyayabilir ve tüm kitaplarını da yırtabilir, şu an bu sessizliğin tadını çıkartacağım." (fonda kaynayan çubuk makarnanın sesi vardı yine de)O günden beri sıklıkla yaşamaya başladık bunu. Tehlike içermeyen yaramazlıklar yapması açıkçası rahatsız etmiyor, o yüzden hemen kitabımı açıyorum. Hatta geçen gün ev nasıl pis göründüyse gözüme (pamukçuklar uçarak evden kaçmaya teşebbüs ediyordu aslında, bıraksam ev kendi kendine bile temizlenirdi :P ) Elifle tüm evi temizleme cesareti gösterdim. Salonda o da yardım etti zaten ama sonrasında çaktırmadan tüydü yanımdan. Odasında resim yaptı arada yanıma gelip bir şeyler mırıldandı arada da kucak istedi. Azimle o temizliği bitirdim, süpürgenin uçan pamukçukları hüp diye içine çekişini izledim.
Bir süredir vardı ama biz çok farkında değildik sanırım, annem gelince iyice anlaşıldı ki Elif bizimle evcilik oynuyormuş :) Annemin ona aldığı fırın,ocak,musluk vs içeren mutfak seti ile off ne yemekler yapıyor. Bir de yemek sonu mutlaka Türk Kahvesi ile bitiyor, ona çok gülüyoruz :)

8 Nisan: Bugün çok duygusalım, dokunsan ağlayacağım. Elif'in fotoğraflarına bolca bakınca "vay be" dedim, maşallah neler yaşamışız :) Onlardan da yukarıdaki fotoğrafları oluşturdum. Üsttekiler biraz daha eskice, en son fotoda son halleri var. Mum üflediği fotoğraf ise geçen günden. Mum üflemeyi her çocuk gibi Elif de çok seviyor, annem ve teyzem de ona pasta almışlar, bu pastadan kaç kez mum üfledi bir düşünün!
Büyüdüğünde blog duruyor olur mu bilmiyorum ama ben en sona şu satırlarımı yazayım:
"Sarı papatyam, sen olmasan biz iki balık sığ sularda kendi halimizde tıngır mıngır sallanır, biraz kitap biraz film biraz konser takılırdık; sen gelince kendimizi bir anda okyanusta bulduk :) Önce ne olduğumuzu biraz şaşırdık ama zamanla okyanusun tadına vardık. 'balıklar gözleri açık uyurmuş' derler, biz de ona adapte olduk. İyi ki geldin hayatımıza, tatlı zottiriğimiz bizim"

9 Nisan: İçim Kıpır Kıpır, İYİ Kİ DOĞDUN ELİİİİF :)

Devamını oku »

7 Nisan 2016 Perşembe

Ben ve Sen / Giusi Quarenghi

"Yaşam, yazarlarını bekleyen bir hikayedir. Kim anlatmak ister?"

Çok güzel bir ifade değil mi?
İçinde farklılıkları ve benzerlikleri olan iki yaşam hikayesi var bu kitapta: Aziza ve Beata
Kütüphaneci Marina'nın büyük bir kentin yakınlarındaki küçük bir kasabanın kütüphanesinde çalıştığını okuyunca kitaba hemen kanım kaynadı tabii.
Ne yazık ki ülkemizde kütüphaneciler  biraz "hayatından bezmiş, kitaplarla pek de ilgisi olmayan" mizaçta olduklarından (istisnaları tenzih edeyim) Marina'nın işini severek yaptığını okumak beni çok mutlu etti.
"Kütüphanede, yıllar boyunca bilgileri katalogladıktan, dosyaladıktan, kitap arayıp bulup ödünç verdikten, danıştıktan ve ona danışılmasından sonra, Marina kendine özel bir uğraş edinmişti. Bir düşünce üzerinde yoğunlaşıyor, düşünceyi bir projeye döndürüyor, daha sonra bu düşünceyle projeyi kütüphaneye düzenli gelen çocuklarla paylaşıyordu. Böylece ortaya, bir yıl boyunca süren bir uğraş, bir eğlence, yeni insanlarla tanışma, yeni bir şeyler keşfetme, yeni bilgiler edinme, yeni yeni sürprizlerle karşılaşma fırsatı çıkıyordu."
İlk sayfalarda okuduğum bu paragraftan sonra daldım gittim hayallere.
Hayalimde kendi kütüphanemde neler yaptığımı/planladığımı kurdum. Nisan ayında minik de olsa bir yerden başlamayı kafama koymuştum ama işler pek de öyle gelişmedi ve ben şu an sadece hayal ile yetiniyorum. Bu kitapla beraber hayalimin pekişmesine de ayrıca çok sevindim, sanki bir anda Marina oldum :)
Proje olarak belki ben de kütüphaneye düzenli gelen çocuklarla aynı kitabı okuma ve üzerinde konuşma etkinliği yapardım. Veya sevdiğimiz bir yazarın tüm kitaplarını en baştan okurduk (Roald Dahl gibi-mümkünse Eylül ayında) Ya da okuduğumuz bir kitapla ilgili keyifli bir etkinlik yapardık, tıpkı Serra/Buse ve Tuna'nın yaptığı gibi :)
Oysa Marina'nın aklına o sene için çok daha yaratıcı bir fikir geliyor ve çocukları eşleştirerek arkadaşlarının yaşam hikayelerini yazmalarını istiyor, hem de 1 yıllık bir gözlemin sonucunda!
Eşleşmede olmasa da Aziza ve Beata bu işe sıcak bakıyorlar ve birbirlerinin yaşamlarına ortak oluyorlar.
İki tatlı kızın hikayesini kütüphane projesinden bağımsız bir arkadaşlık seyrinde okusaydık sanırım bu kadar keyifli olmazdı.
Görsel kitapkurduanne Akça'dan, kalp çok anlamlı geldi :)
Beata İtalyan ve ailesiyle beraber yaşıyor; Aziza ise Fas doğumlu, sadece 2 yıldır İtalya'da ve yurtta kalıyor. Yaşam öykülerini yazabilmek için Aziza Beata'nın ailesiyle görüşürken Beata da Aziza'nın İtalya'daki tek akrabası annesi ile görüşüyor ancak süre o kadar kısıtlı ki. Fatma Hanım -Aziza'nın annesi-oldukça ürkek bir şekilde çalıştığı eve götürüyor Beata'yı.
Kapak resmine bakınca ve kitabın konusunu okuyunca biraz daha naif bir metinle karşılacağımı düşünmüştüm, pek öyle olmadı açıkçası.
Kitabı dün bitirdim ve bu yazıyı yazmaya da dün başladım ama kafamda bir şeyler eksik olunca bu yazıyı zamana bıraktım. İyi ki öyle yapmışım, kitapta benim için neyin havada kaldığını anlamış uyandım sabah. (fazla rüya görmenin faydası demek ki :)
Aziza ve Beata'nın birbirlerinin yaşamlarına ortak olabilme hikayesini, kütüphaneci Marina'nın bu hikayedeki rolünü sevdim. Ancak Beata'nın ailesinin ön yargılı tepkilerinin işleniş şekli hoşuma gitmedi. Beata Aziza'ya karşı en baştan beri ön yargılı değil, çünkü çocuklar böyledir, saf :) Oysa babaanneden başlayan anne ve özellikle babasıyla devam eden ön yargılı ifadeler hikayenin seyrini gereksiz yere azaltmış geldi. Ön yargı olmalı ama işleyişi daha seviyeli olabilirdi. Böyle bir hikayeye ben "Zaten kız hep bizim evde, şimdi eve bir de annesi damlıyor" ifadesini yakıştıramadım. Neyse ki bu bölüm fazla uzun değil.
Diğer aklıma takılan yer ise 8+ etiketinde ve kapak resmine/konusuna bakınca hayli "neşeli, pozitif" duran bir kitapta bir anda bir ölüme rastlamamız. Çocuk kitaplarında "salak" denmesine de ölüme yer verilmesine de karşı olan biri değilim; sadece bunun doğru yerde işlenmesi gerektiğini düşünüyorum. Çocukları gerçek hayattan soyutlamamak ve farklı hayat hikayeleri ile tanıştırmak bence de önemli. Kitapta yer alan bu detaydan sonra bence çocukların kafasında soru işaretleri oluşacaktır, belki bu kitaptan sonra okudukları hakkında konuşmak güzel olabilir.
Aziza'nın babasının ortadan kaybolmasının sebebi ve annesinin para kazanmak için diğer çocuklarını Fasta bırakıp Aziza'yı alıp İtalya'ya gelmesi aslında oldukça trajik bir hikaye.
Beata ve biz okuyucular şunu anlıyoruz: Dünyada çok farklı yaşamlar var! 
Aziza, "sevilen" demek, Beata ise "insanları mutlu eden".
Ben bu hikayeyi aklıma takılan iki nokta olsa da sevdim.
Kitabın adı, siyah beyaz resimleri ve hikaye gerçekten güzel.
Ben şimdi Marina'nın yerinde olduğumu düşünüp kütüphane hayallerime döneyim ya da en güzeli tatlı bir arkadaşımla "yaşam öyküsü" projesine başlayayım :)


*Tam emin değilim ama domuz salamı yemeyen Aziza'nın müslüman olduğundan bahsediliyor ancak Aziza, rahibelerin olduğu yurtta kalıyor. Bu ifadeyi ben mi anlayamadım acaba yoksa Müslüman ülkelerde "rahibe" farklı mı anlam taşıyor?

Ben ve Sen
Özgün Adı: İo Sono tu Sei
Yazan: Giusi Quarenghi
Resimleyen: Giuditta Gaviraghi
Çeviren: Nilüfer Uğur Dalay
Yaş Grubu: +8
Günışı Kitaplığı, 2015, 80 sayfa, karton kapak
Devamını oku »

6 Nisan 2016 Çarşamba

Böcekler İçin İlkyardım Merkezi / Doğabilimci Profesörün Heyecanlı Yolculuğu / Guido Sgardoli

4 yıllık blog hayatımın en uzun başlığını sanırım az önce yazdım. İki kitaptan bir arada bahsetmesem olmayacaktı, ben de tek bir yazıda tatlı Camilla ve veteriner babası hakkında düşüncelerimi yazayım istedim.
İlk kitap benim için biraz hayal kırıklığı oldu açıkçası, hatta Goodreads puanım 5 üzerinden 3. İçimden de diyorum "Sgardoli Abi sen ne yaptın böyle?" Neyse ki ikinci kitapta beklediğim toparlamayı yaşadım.
Her iki kitabın YKY tarafından basıldığını baskı kalitesinin güzel olduğunu ancak ilk kitabın redaksiyon işleminin sanki biraz özensizce olduğunu hissettim.
Sgardoli ile şu kitap ile tanışmıştım, "Var Mısın Yok Musun" ile devam etmiştim, bu iki kitap da biraz çerez oldu :)
Goodreadste yazarın başka kitaplarını da gördüm, umarım yakında çevirileri olur. Pegasus Yayınlarından çıkan bir seri kitap daha var ama onlar hayvanat bahçesinde geçiyor sanırım. Ben de bu tarz hikayeleri okuyamıyorum. Belki bambaşka bir şey anlatıyordur bilmiyorum ama hayvanların bir yere kapatılması ile ilgili olan hikayeler en başta itiyor beni.
Gelelim böcekbilimci tatlı Camilla'ya :)
İlk kitapta hikayeyi çok zayıf buldum oysa ki arka kapağı okuyunca baya meraklanmıştım:
"Böcekler çok küçük ve çirkindir. Herkes acımadan onları ezmekte ya da üstlerine zehirli ilaçlar sıkmaktadır. Ama onların da yaşamaya hakkı vardır! Ve bir anneye..."
Veteriner Dario Pistolazzi bir gün hayvanların takıntılı sahipleri yüzünden işinden çok bunalır ve işine ara vermek ister. Annesini küçük yaşta kaybeden Camilla'nın ise en büyük merakı tatlı böceklerdir ve bu böceklerin yardıma ihtiyacı vardır.
Sevimli bir hikaye ancak zayıf bir kurgu olunca okurken çok keyif almadım.
İkinci kitapta ise arayı kapattım ve Doğabilimci Profesör ile maceradan maceraya atıldım. Bazı yerlerdeki abartılı durumları yadırgamadım hatta okurken çok eğlendim.
İlk kitapta özellikle böceklerin dünyasına yakından bakınca onlardan pek de hoşlanmadığım zamanları düşünüp kendimden utandım. Zarar vermeyi elbette istemem ama evde amansız karşılaştığım minik misafirleri daha mutlu olacakları doğaya bırakmaktan da geri duramam. Keşke Camilla gibi olabilseydim, o zaman dün yolda rastladığım solucandan biraz daha dans dersleri alabilirdim :)
Çocukların kıkırdayarak okuyacaklarını tahmin ediyorum özellikle de Yarabandı'nın azmine hayran kalacaklardır.
Ve bir gün Sgardoli Abi ile tanışıp onunla çocuk kitapları, böcekler, hayvanlar, İtalya hakkında sohbet sohbet edebilmeyi diliyorum :)




Böcekler İçin İlkyardım Merkezi
Özgün Adı:Pronto Soccorso Insetti
Yazan: Guido Sgardoli
Resimleyen: Andrea Rivola
Çeviren: Yelda Gürlek 
Yaş grubu: 9+
YKY, 2014, 149 sayfa, karton kapak

Doğabilimci Profesörün Heyecanlı Yolculuğu
Özgün Adı:Lucillo Visberghi di Colle Ombreggiato naturalista 
Yazan: Guido Sgardoli
Resimleyen: Andrea Rivola
Çeviren: Yelda Gürlek 
Yaş grubu: 9+
YKY, 2015, 131 sayfa, karton kapak


Devamını oku »

5 Nisan 2016 Salı

Solucan ve Patlıcan :)

Canım blog, bugün biraz iç dökmeye biraz da günlük tutmak için geldim buraya.
Bu ara zaman nasıl geçiyor anlayamıyorum. (ne zaman anlamış olduğumu da hatırlamıyorum gerçi)
Hayatımda çok şükür güzel şeyler olurken (annem ve teyzemin gelmesi gibi) ben HALA hiçbir şeye odaklanamıyorum.
Sorumluluklarımın tamamını ceketi üzerimden çıkarır gibi çıkartasım geliyor. Hava zaten sıcak, benim üzerimde kat kat ceketler var. Bir de atkı bere takayım tam olsun!
Fotoğraf makinesinde netlik yapmaya uğraşırsın ama bir türlü başaramazsın ve elinde hep flu bir görüntü oluşur; işte bu ara önümde böyle bir fluluk görüyorum.
Okuduğum kitaplardan hiç zevk almıyorum. Eskiden devam etmezdim şimdi sorunun kitapta değil de bende olduğunu anlayınca en azından iki satır okuyayım diye zorluyorum kendimi.
Sebep?
Kafamı boşaltmak için!
Kafam ne ile dolu, onu da bilmiyorum.
"Günün Mutluluk Sebepleri"ne odaklanmaya çalışıyorum. Bugün önüme iki adet çıktı.
Biri sabah yürürken dans figürleri yapan solucan (belki tırtıldır bilmiyorum cinsini) diğeri de öğle yemeğinde yediğim patlıcan :)
Sabah işe girmeden önce karşıma çıktığı için solucana vakit ayırdım ve dansını videoya da çektim. (kamera görünce susan çocuklar gibiydi gerçi, heyecan yaptı dansı bıraktı ama olsun) Onu görünce aklımdakilerin ne kadar bom-boş olduğunu fark ettim. Elime alabilseydim onu, daha güvenli bir yere bırakırdım ama umarım kimse ezmeden yoluna devam edebilmiştir. Hayatı o anlıktı ve o durmuş dans ediyordu. Güzel bir çıkarım oldu bana :)
Elif HALA arabada ağlayabiliyor. (istisna pek yok) Şarkı, türkü, eğlence derken yepyeni bir oyun buldum. Çok ağladığında "kim daha çok gülecek" oyununa davet ediyorum kendisini. Onun ağlama sesiyle benim zaten sinirlerim gevşemiş olduğundan gülmekte pek zorlanmıyorum.
Kaşlarımı çatıp somurtarak bir yere varamayacağım, en azından güleyim.
Geçen günkü yazıda bahsettiğim "mutsuz bir uysallık" halim devam ediyor, iş yerinde bazı insanlara Amelie filmindeki kızın manava dönüp "Sizin bir enginar kadar bile beyniniz/kalbiniz  yok Bay Gereksiz / Kibir" (öyle bir şeydi sanki) diyesim geliyor.
Bir gün ben de dilimin kemiksiz olduğunu algılayıp güzel cevaplar vermeyi başarabilirsem, üzerimdeki ceketlerden birini çıkarmış olabileceğim: haki yün ceket! (yüncü Fehmi'nin kızı olduğum da nereden belli :) Bu ceketin anlamı da şu: "başkasını üzmekten korkuyorum" sorumluluğu.
Neyse sonra yemekhanede bir de ne göreyim: patlıcan!
"Çok mu seversin?" diye soran olursa "Yooooo" derim ama patlıcanın anlamı şu: "karabalık sevmediği için evde pişmez, arada yemek de hoşuma gider, bulmuşken kaçırma, hele de yanına yoğurt da varsa" Ya da ben kendime sebep arıyorum, sadece acıkmışım, az sonra yemeğe yumulacağım :)

Bu ara elime aldığım kitapları beğenememe huyu edindim :( Belki de karabalığın dediği gibi hala Napoli'de kalmıştır aklım. Şöyle beni alıp götürecek (götürdüğü yerde de bırakmayacak, geri getirme garantili) nitelikli ve biraz da eğlenceli kitaplara ihtiyaç duyuyorum. Acil! Önerisi olan varsa yazsın lütfen.
İşte böyle blog, 1 solucan ve 1 patlıcan ile hayattan dersler çıkarmaya ve olduğum an'a şükredip, canım sıkkınsa kalkıp dans etmeye devam!
Odaklanamamayı da dert etmeye değmez, yeter ki patlıcanın yanında yoğurt olsun :)
Devamını oku »

1 Nisan 2016 Cuma

Var Mısın Yok Musun / Guido Sgardoli

Üniversitedeyken bir yıl boyunca Veteriner Fakültesinin içindeki yurtta kaldığım için oda arkadaşlarım ve yurttaki arkadaşlarım veterinerdi. Bazılarının ilk senesiydi ve at, eşek, inek vb'nin  tüm kemiklerinin Latincesini ezberlemeye çalışıyorlardı. En zor dersleri anatomiydi, şanslılarsa (ben değil tabii ki, kokusu fenaydı) kemik bulup odaya getirir ve yerinde inceleme yaparlardı. Tıp Fakültesi zor bir bölüm ama bana veteriner olmak daha da zor gelir tüm bu sebeplerle. Hayvanları sevmeyeyine pek denk gelmedim ama tüm hayvanları (istisnasız) böğrüne basmak isteyeni ile oda arkadaşı olmak da oldukça eğlenceli oldu aslında. Şimdi neler yapıyordur bilmiyorum, en son haber aldığımda tropik hayvanlarla ilgili doktora tezi yazıyordu Almanya'da. Sgardoli'nin hayat hikayesini okuyunca ve aslında veteriner olduğunu duyunca aklıma o yıllar ve oda arkadaşım Burcu geliyor.
Sgardoli'nin şimdiye kadar sadece 2 kitabını okumuş olsam da kendisini çok sevdim ve hiçbir kitabında hayal kırıklığı yaşamayacağımı hissettim, ikincisi de hikayelerinde hayvanları ele alış şekli çok hoşuma gitti. ("Böcekler İçin İlk Yardım Merkezi" kitabına dün gece başladım, bu yorumlarımı 3 kitaba genelleyebiliriz :)
"Dünyanın En Acayip Hayvanı"aslında Sgardoli'ye başlamak için pek doğru bir kitap değil, nicelik olarak pek bir şey vaat etmiyor, sadece 48  sayfa. O yüzden de ikinci kitap olarak gençlik romanını seçtim. Napoli Romanlarından hemen sonra okumam ise güzel denk geldi.
Napoli Romanlarında Lenu ve Lila vardı, iki kız arkadaş ve hikaye çoğunlukla Napoli'de geçiyordu.
"Var Mısın Yok Musun" kitabında ise Franz ve Gabri isminde 16 yaşında iki genç var ve hikaye Bologna'da başlasa da İtalya haritasını açıp merakla "neredeler" dedirtecek kadar yolda geçiyor :)

Kitap benim için yine çok verimli bir okuma sağladı. İçinde güzel alıntılar, altı çizilesi cümleler ve yer yer öyle komik sahneler/ifadeler var ki gerçekten kahkaha attım. Elif olsa "ne oldu anne" derdi :) (Ağlayınca veya çok gülünce merak edip soruyor)
İlk alıntı ile başlayayım:
"Arkadaş, hakkında bildikleri hoşuna gitmese de, seninle ilgili her şeyi bilendir." / Elbert Green Hubbard
Kitap boyunca iki arkadaşın yolda başlarına gelenleri okusak da aslında bu bir 'arkadaşlığın yolculuğu' hikayesi. Yaşananların onları zaman zaman Thorn Endeksi ile sıkıştırması veya bocce oynar gibi yuvarlaması mümkün olabiliyor.
Nasıl'ını anlatmadan önce iki karakterden biraz bahsedeyim:
Franz, yüzmeyi (tam 70 tur) ve matematiği çok seven biraz da içine kapanık bir çocuk. Baba Aristide de yalnızca ak ve kara düşünebilen bir adam ve anne de 'on' / 'off' konumunda evden dışarı çıkmadan dondurulmuş gıdalarla hayatını yaşayan bir kadın olarak resmedilmiş. (günümüz ebeveynlerine güzel göndermeler var)
Gabri ise Franco'nun tam zıttı. Ya da onların deyimiyle: toplandıklarında doksan dereceye ulaşarak birbirini bütünleyen açılar gibiyiz; farklı ancak aynı yöne akan.
Spiga Ailesi bol hayvanlı bol çocuklu bir aile, onlardan biri de bizim Gabri.
Gabri, Napoli Romanlarındaki Lila'ya çok benziyor. Başına buyruk ve Franz'ı peşinden sürüklüyor.
Arkadaşlık ilişkilerinde bu kadar dengesiz bir ilişki normalde beni rahatsız eder ama Franz (ve tabii Lenu) zaten buna gönüllü görünüyor.
Bir gün Gabri'nin aklına şahane bir fikir gelir, Jack Kerouac'ın 'Yolda' kitabındaki iki arkadaş gibi Franzla yola çıkmalı ve yalnız başlarına seyahat etmelidirler.
Kitap tam da bu yolculuğu anlatıyor.
Okurken çoğu yerde ben de Franz gibi geri dönmeyi hatta Matilde'nin ananesinin evinde yaşlılarla beraber kalmayı düşündüm ancak Gabri'nin iteklemesiyle varılacak nokta olan Trasimero Gölü'ne bir şekilde varmayı başardım(k).
Yolda başlarına neler geldiğini yazmayayım ama o kadar çok"pişmiş tavuğun başına gelmeyecek" şeyler oluyor ki onlar adına üzülmüyor, çoğu yerde kahkahaları patlatıveriyorsunuz :)
"Üç kaz, bir kız, iki kader kurbanı ve bir köpek: roman konusu olabilecek iyi bir malzeme" 

Var Mısın Yok Musun, özellikle iki konuda oldukça etkileyiciydi:
1. Arkadaşlık.
2. "İçeride olmak":
"Her birimiz için, az ya da çok uzak, az ya da çok gizemli bir 'içerisi' olduğunu düşünüyorum."

Sgardoli'nin oldukça akıcı bir dili var ve bu kitapla beraber İtalya hakkında yepyeni şeyler öğrendim. Bunda kesinlikle çevirinin ve çevirmen Nilüfer Uğur Dalay'ın başarısı var. (Bloga henüz yazamadım ama Kuyruklu Yıldız Eken Adam'ı okurken de benzer şeyler hissetmiştim.)

Bataklığın kaygan kumlarında başlayan bu arkadaşlık, yolculukla beraber bir imtihandan geçer, acaba bu iki arkadaşı bir arada tutmayı İbej Bebekleri başarabilecek midir?

Son zamanlarda nasıl ve neden bu kadar çok kitaba gömüldüğümü düşündüğümde cevabı bulamamıştım. (hayattan koptum biraz) meğer cevap da bu kitaptaymış:
" Kimi zaman, bizi çevreleyen gerçeklik hoşumuza gitmiyorsa, kitap her derdimize deva olabilir." 

Bu hikayeyi Türk bir yazardan okusaydık bence Matilde yeniden sahneye çıkar, Gabri'nin çalışma hayatıyla ilgili söyledikleri biraz daha yumuşak anlatılır ve hikayenin sonu illa ki arkadaşlık vurgusuyla biterdi.
Öz eleştiri yapmak gerekirse yabancı yazarların konulara daha rahat yaklaşmalarını seviyorum. Andersen Ödüllü Sgardoli'nin peşini bırakmaya da niyetim yok :) Umarım ON8 Yayınevi Sgardoli ile bizi buluşturmaya devam eder.



Var Mısın Yok Musun
Özgün Adı: O sei dentro o sei fuori
Yazan: Guido Sgardoli
Çeviren: Nilüfer Uğur Dalay 
Yaş grubu: 12+
ON8 Kitap, 2011, 253 sayfa, karton kapak


Devamını oku »

Bir Düşününce...

Kitap tanıtım yazısı yazıyordum ama aklıma geldi, bugün hissettiklerimi buraya da yazayım istedim.
Hani bazen aklınıza hiç gelmeyecek bir şey başınıza gelir ya, dün hemen hemen öyle bir şey oldu.
Karabalık da -benim tanımış olması güzel tabii- yemekten sonra verdi bu haberi. Bir insan yemekten sonraya kadar nasıl içinde tutabilir bomba haberleri ben bilmiyorum. bkz: karabalık.
Zaten giriş böyle olduğuna göre pek sevineceğim bir haber olmadığını da anladım. Şu mu bu mu derken aklıma hiç gelmemiş bir şeyin içinde olduğumuzu anladım.
Eskiden bu durumu üzerimden 1-2 gün atamazdım, ruh halim de öyle olurdu. Tamam haberi ilk duyunca gözlerim bir sulandı ama (o zaten benim normalim, dikkate almayalım) olasılıkları da gözden geçirince "ne yapabiliriz?" diye çözüm üretenin ben olduğumu gördüm!
Valla yaşandı bu!
Karabalıktan önce çözüm yolları üretebilen ve hatta bunun sonunda kendini güçlü de hisseden ben oldum. (tamam belki karabalığın dertlenmesinde olayın asıl etkilenecek kısmını benim oluşturmam da var ama olsun :)
İlk 20-30 dakika kadar olayın tam içinde yaşadıktan sonra gerçekten ilk aklıma gelen şu oldu: bunda da bir hayır var. Bunu kalben hissedince ve çözüm yolları da atla deve olmayınca rahatladım elbette.
Ama yemekten önce duysaydım kesin tadım kaçardı ve yemeğime pek dokunmazdım.(bkz: kötü dönemindeki 48 kiloluk esoş)

Görsel kaynak: postcrossing
Kısacası, alakasız bir haber/olay duyunca insan önce bir panikliyor veya hüzünleniyor ama aslında BİR DÜŞÜNÜNCE aklına farklı şeyler de geliyor, en basitinden her şeyin bir çözümü olabileceği gibi :) İnşallah bu hissiyatımı hayatıma biraz daha yedirebilirim.
Başımdan aşağı sıcak/soğuk su dökülmeden önce "Bir dakika lütfen" deyip şemsiyemi çıkarıp yağan yağmurun tadına varabilirim, ne dersiniz :)
Devamını oku »

Mart Ayı Okumalarım :)

Bu ay okuduklarımdan çok keyif aldım. Napoli Romanları Serisi ise sadece bu ay için değil uzun zaman etkisinde kalacağım kitaplar oldu. Sgardoli ile devam etme kararı aldım zaten, inşallah Nisanda da İtalya ile devam etmeyi düşünüyorum. 
Mart ayının ilk kitabı Joan Aiken'den:
Bu kitap hakkında bloga detaylı yorum yazamadığım için üzüldüm. Yazarın 1924 doğumlu olduğunu kitaptaki bazı cümlelerden anlamıştım. O kadar muzip ki, kitabı kıkırdayarak okudum. İçinde 8 tane öykü var, benim favorim: Üç Gezgin.  Yazarın diğer kitaplarını da okumayı çok isterim. Kitapçıda gezerken keşfettiğim bir kitap olduğu için de ayrıca mutluyum.

Bu kitap hakkında taslaklardaki yazımı er geç tamamlayıp yayınlarım :) Colas Gutman'ın Rose ve Çocuk kitaplarını da çok sevmiştim. Feride'nin kızı Saliha'nın eğlenerek okuduğunu duyunca hemen aldım, Salihayla zevklerimiz pek uyuşuyor :) Kısacık bir öğle arasını neşelendirecek keyifli bir kitap.
Burada yazmıştım, yazdıktan sonra da Sgardoli'nin tüm kitaplarını aldım. Ancak ne yazık ki henüz okumadım, sebebi de az sonra aşağıda :) Güncelleme: Mart ayına son dakikada bir Sgardoli daha ekledim :)
Çukurlar kitabını da er ya da geç bloga yazacağım için çok detaylandırmıyorum ama sonu haricinde beni genel olarak tatmin etti kitap. Sacher'ı Yamuk Okul hikayesi ile tanımıştım(sadece ilk kitap var elimde ne yazık ki, baskısı yok) Çukurları ise Goodreadste devamlı görüyordum. İletişim Yayınları beni yine şaşırtmadı. Hemen ardından filmini de izledim, Banu'nun dediği gibi film gerçekten güzel bir uyarlama olmuş.



Vay be! demek istiyorum. Elena Ferrante hayatımın 2016 Mart ayında rüzgar gibi geldi geçti. Ard arda okudum hepsini. İlk kitaptan sonra 2. kitabı (normalde yemem) tırnaklarımı yiyerek bekledim, o arada da Çukurlar'ı okudum. Detaylı yorumumu ayrıca yazacağım ama Nurşen Abla "çok satanları/ gündemdeki kitapları okumam ama Napoli Romanları'nı okuyun" demeseydi, ben bu seriyi uzun süre okumazdım. Kitap beni sahiden çok etkiledi, buraya da yazdım.
Sgardoli'nin okuduğum ikinci kitabı oldu. Tek günde bitirmiş olmamın da etkisiyle hikayenin bayağı içinde yaşadım. Pek güzel bir gençlik romanı olmuş. Devamını yorum olarak yazayım. Sgardoli kalp ben bundan sonra :)
Bu ay başlayıp da bitiremediğim (tüm suç Ferrante'de) kitaplar da şöyle:

Rodari'yi seviyorum ama bu kitap biraz yanlış zamanda elime geçti, 65 sayfa ancak okudum, umarım devamını da okurum :)
Baskısı olmayan bu kitabı canım Serra bana bulup göndermiş, büyük bir heyecanla başladım ancak aklım Napoli'de olunca onu araya sıkıştırmak istemedim. Okuduğum kadarıyla çok sevdim.
Devamını oku »