Drop Down MenusCSS Drop Down MenuPure CSS Dropdown Menu




2016 çocuk kitapları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
2016 çocuk kitapları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Mayıs 2016 Pazartesi

Babam Çalılığa Dönüşünce / Joke van Leeuwen

Bu kitap uzun zamandır karşıma çıkıyordu ancak okumaya fırsatım olmamıştı. Kitap kısacık da olsa bazen denk gelip tek seferde okuyamıyorum ve kitaptan soğuyorum. Bu kitabı tesadüfen "Geçtigitti geçtigitti geçtigitti" kitabı ile aynı gün ve tek seferde okuma şansım oldu. Yaşasın, kızı uyurken onun yanında kitap okumak zorunda bırakılan (!) anneler!

Babam Çalılığa Dönüşünce kitabı Hayykitap'tan çıktığı için beklentim yüksekti. Yayınevinin bu türdeki çeviri kitaplarında şimdiye kadar hayal kırıklığı yaşamadım. Tek endişem içinde 'savaş' olmasıydı. İlk sayfalarda yüreğime oturan ağırlık tatlı Toda ve bakış açısı sayesinde öyle hafifledi ki.
Toda'nın babası 'çalılığa dönüşmeden' önce her gün sabahın dördünde kalkıp 20 çeşit kremalı pastayla üç çeşit turta yapan bir tatlıcı. Ancak bir gün 'birileri' ile 'ötekiler' arasında çatışmalar boy gösteriyor ve babası nefis kokan mesleğini bırakıp savaşa katılıyor.



Toda'ya bir süreliğine büyükannesi göz kulak olmaya geliyor ancak patlamalar o kadar şiddetleniyor ki oturdukları ev de güvenli olmaktan çıkınca Toda mecburen en son 1 yaşındayken gördüğü annesinin yanına başka bir ülkeye doğru yola çıkıyor. Normal bir zamanda olsa bu yolculuk muhtemelen daha farklı bir seyirde gelişecekken savaş şartlarından dolayı Toda'nın annesine kavuşma hikayesi biraz(!) maceralı oluyor.
Ah keşke büyükanneyi biraz daha tanıma şansımız olsaydı. Torunu onu unutmasın diye kendi resmini Toda'nın defterine çiziyor ancak beğenmeyip bu çizimlerin üstünü karalıyor:

Toda yola çıkmadan önce 'aklında tutacağı her şeyin' listesini yapıyorlar. Bu sayfayı dönüp dönüp okuyunca listedekileri ezberledim zaten ama kitap yanımda yokken okumak isterim belki diye buraya da ekleyeyim:

Benzer bir listeyi kendim için de yaptım:


Toda yol boyunca bir grup başka çocuk, kucak sevdalısı yaşlı teyzeler, tuhaf bir general ve karısı, cesaret, yönetim becerisi ve sadakat gösteremeyen kaçak komutan ve Çocuk Konukevi gibi çeşitli insanlarla karşılaşıp oldukça ilginç mekanlarda bulunuyor.Sonunda da kendini durmadan yanlış adreslere teslim edilen bir posta pakedi gibi hissediyor.





"Hayatta karşımıza her zaman kötü insanlar çıkmaz, iyi insanlar da vardır." lafını doğrulayan komutanı ben çok sevdim. Emretmeyi beceremiyor diye Toda ona 'emretme' alıştırması yapıyor.






Sınırı geçtiğinde Toda'ya sorulan 'Bir işe yarar mısın? / Bu ülke için yapabileceğin yararlı şeyler var mı?'sorusuna Toda'nın verdiği yanıtlar çok güzeldi. Bir an kendimi düşündüm. Belki ben de "Kaybolmakta iyiyimdir, 2 yaşındaki çocukların inat krizlerine alışkınımdır, yemek pişiremem ama kızartma börek yapabilirim" derdim :)


"Babam Çalılığa Dönüşünce" naif bir yol hikayesi. Bu yolda sadece Toda yok aslında, savaşın ortasında/kıyısında/kenarında kalmış tüm çocuklardan birer parça var içinde.
Çocuklarla savaş hakkında konuşmak ve savaşın çocukları nasıl etkilediğini birinci ağızdan dinleyebilmek için harika bir kitap olduğunu düşünüyorum.
Yaşananlar ne kadar kötü de olsa kitapta pozitif, esprili bir dil ve yazarın bolca çizimi yer alıyor.
Toda'nın aklı karışmış halleriyle çocuk saflığının örnekleriyle bitireyim yazımı:

"Gelgelelim bilmediğim daha bir dünya şey vardı.Bir sınırın nasıl göründüğünü bilmiyordum örneğin. Bir hipopotamın kaç yaşına kadar yaşayabildiğini bilmiyordum. Tanıdığım hiç film yıldızı yoktu. Yarının nasıl bir gün olacağını bile bilmiyordum ki."

"Bir sınıra neden sınır dendiğini, sınır denen şeyi kimin icat ettiğini öğrenmeye can atıyordum; bir de sınır olarak belirlenmiş yerlerin hemen yakınında nasıl olup da insanların yaşadığını merak ediyordum. Ve buralarda yaşayan insanlar her iki tarafa da mı aitti, yoksa hiçbir tarafa ait değil miydi, işte bu sorunun yanıtını bilmek istiyorum."

"Ağlamaya başlamıştım. Bana mutluluk veren şeyleri düşünerek gözyaşlarımı engellemeye çalışıyordum. Babamın kremalı pastalarını. Babaannemin saçlarını. Kutupyıldızını. Ama hiçbiri işe yaramıyordu."

* Savaşı anlatırken anlatmayan BALIK kitabı benim için çok özeldir, onun hemen yanına bu kitabı da koyacağım :)

Babam Çalılığa Dönüşünce
 Özgün Adı: Toen mijn vader een struik werd
Yazan ve resimleyen: Joke van Leeuwen
Çeviren: Burak Sengir
Yaş grubu: 10+
Hayykitap, 2012, 104 sayfa, karton kapak

Devamını oku »

15 Mayıs 2016 Pazar

Her İhtimale Karşı / Meg Rosoff

                                      "Ya kader, seni kaçtığın için kovalıyorsa?"
Okumak istediğim kitaplar gruplanmış bir şekilde masamın üzerinde beklerken Züleyha'nın okuduğu son kitaba karşı kayıtsız kalamadım. Kitabın kapağı,konusu ve en çok da daha önce karşıma çıkmayışı cazip geldi bana. Neticede kimse kaderinden kaçamaz öyle değil mi? Yoksa onu biraz da olsun yavaşlatabilir mi? Belki de minik bir anlaşma ile kaderiyle oyun oynayabilir.

Kitap 15 yaşındaki David Case'in 1 yaşındaki kardeşi Charlie'yi pencereden düşmekten (aslında o sadece uçmak istiyordu) son anda kurtarması ile başlıyor. Muhtelemen David'in zihninde bazı şeylerin 'öncesi' de var ama biz onlara tanık olmuyoruz.

"İki saniye. Sıradan ya da her günkü hayatla büyük felaketin arasındaki süre bu kadar."

Bu minik olay neticesinde David hayatı, kaderi, yaşadıklarını ve yaşayacaklarını sorgulamaya başlıyor. Ara ara saçmaladığını görüp ona kızsak da aslında onun tek derdi kaderinden kaçmak. Zihninde kurguladığı felaket senaryolarının boyutu epey büyük. Bu senaryolarla sadece kendini değil aslında tüm dünyayı sarsabilir. Kaderin onu tanımaması için değişmeye karar veriyor David. İlk iş olarak da ismiyle başlıyor, bundan sonra onun adı: Justin (Tam burada aklıma 'Farklı' geliyor elbette)


"15 yaşındaydı, 1.60 boyundaydı, omuzları çökük, yürüyüşü iki büklümdü. Nazik olduğu söylenebilirdi, kahverengi saçları, çarpık dişleri ve İngilizlere özgü açık renk bir teni vardı. Bu özelliklerin hiçbiri, onu felaketten korumazdı. Tek şansı, hayatını adım adım yeniden kurgulamaktı. İşe adıyla başlayacaktı.Eğer yeterince değişmeyi başarırsa, belki kader David Case'i unutup sonraki zavallı kurbanına geçerdi."

Just (in) Case  kitap boyunca öyle çok değişim geçiriyor ki. İsmiyle başlayan değişim dalgasıyla beraber hayatına yepyeni insanlar da katılıyor. Bunlardan ilki Agnes Bee. (yazar soyadını 'arı'-'sokmak' anlamlarıyla özellikle kullanmış bence) Agnes, Justin'den 4-5 yaş büyük, fotoğraf çekmeyi ve modayı seven tatlı bir kız. Justin ile inişli çıkışlı bir arkadaşlıkları var ve ben Agnes'in Justin'in peşini bırakmama halinin biraz daha desteğe ihtiyaç duyduğunu düşünüyorum.
Sınıf arkadaşı Peter ve kardeşleri Dorothea ve Anna ise kitabın en yumuşak halleri. Bu üçlüden bambaşka bir hikaye bile yazılırmış :) Bu üçlüyü ve tavşanları Alice'i çok sevdim.


"Aslında Peter, Justin'in sahip olmak istediği bütün özelliklere sahipti.Justin ne kadar gerginse, Peter o kadar huzurluydu. Justin'in zihni ne kadar bulanıksa, Peter'inki o kadar açıktı. Justin kaderin radarından çıkmaya çalışıyor, Peter ise hayatını radarın altında geçiriyordu."

Justin, kaderinden kaçmaya çalışırken kader de ara ara lafa karışıyor ve bizi şaka yapmadığı konusunda uyarıyor ancak ne kadar ileri gidebileceğini biz bile kestiremiyoruz. Uçak kazası? Terör saldırısı? Salgın hastalık? Kötü şeyler için 'kader'i suçlarken, belki başımıza gelen 'iyi şeyler' için de onu anmalıyız. İlk aşk mesela :)
Justin'in ara ara yaşadığı aydınlanmalarında, kaçma-kovalama hallerinde, kıskançlıklarında, kendini uyku ile 'dondurmuş' dünyasında hep bir kötü/karamsar taraf yok aslında. 'Değişim sancılıdır' ve senin geri getirmek istediğin şeyi senin yerine Dorothea gibi gören arkadaşlar harikadır, diye düşündüm.
Ergenlik dönemi, kişinin yaşadığı en önemli değişim zamanlarıdır. Ve bunu fark etmek, içindeyken yaşadıklarını anlamlandırmaya çalışmak, kabullenmek hep zordur. Tüm dünyanın size karşı kurulmuş bir komplodan ibaret olduğunu düşünmeye başlar, belki 'çocukluk' hallerine döner, hayali arkadaşlarla kendinizi avutursunuz. Hele bir de ilk aşk mevzusu var ki! Aman aman :)

"Dişlerini fırçalarken aynada kendine baktı, aynadan ona bakan yüzün farklı göründüğüne dikkat etti. Ürkmüş ifade artık yoktu. Gergin bir çocuk gibi değil, bir yetişkin gibi görünüyordu."

Luton Kasabası ona 'dar' gelmeye başlayınca Justin, evden biraz uzaklaşmaya karar verir, havaalanına vardığında 'gitmek'ten ziyade 'durmak' daha cazip gelir ve Justin birkaç gün havaalanında yaşar. Onu ziyarete gelen Agnes de oradayken  havaalanında korkunç bir uçak kazası olur. Agnes, bu durumu atlatır ancak Justin, kaderin oyunlarına yeni başladığını düşünüp kendini iyice köşeye sıkışmış hisseder. Bu korkunç olayın sorumluluğunu da üzerine alır ve zihninde biriken biriktikçe de katlanan felaket senaryolarının altında ezilir. Oysa Justin sadece hayatında düzenli bir ruhun, huzur verici simetrisini istemektedir.
Justin'in hissettiği çıkmazların bir kısmını ergenlik zamanımda ve belki sonrasında ben de hissettim. Pamuklara sarmalanıp büyütülmenin verdiği bir tedirginlikle karşılaştığım olumsuzlukları bir başkasının benim yerime halletmesini istediğim de çok oldu.Bu yüzden de ergenlik zamanımda okusaymışım bu kitabı dedim :)
Justin'in anne ve babasının kitapta oldukça silik yer almasının,esasen Justindeki bu değişime nasıl ayak uyduracaklarını bilememelerinden kaynaklandığını net olarak görsek de 'neden gidip konuşmuyorsunuz bu çocukla' diye onlara sormak istemedim değil.

"Ama en önemli şeyi, nasıl kendin olacağını, nasıl yolunu bulacağını; yalnızlıkla, kayıp hissiyle, reddedilişlerle, hayal kırıklıklarıyla, utançla ve ölümle nasıl baş edeceğini öğretmiyorlardı."

Hikayede  Justin'in bir de hayali köpek arkadaşı Oğlum var. Oğlum, Justin'in iç dünyasının minik bir yansıması ya da köpekleri çok seven yazarın Oğlum'a farklı bir anlam katması.

Justin'i yaralayan Agnes'in aksine Peter ve kardeşleri tam olarak 'yara sarmalayıcı' görevini yerine getiriyorlar. Bunu yaparken de onu sıkmıyor, sadece onun biraz koşup terlemesini teşvik ediyorlar. Bu üçlü ve tavşanları Alice hikayenin en güzel bölümleriydi.
Kitabın geneli karamsar bir havada geçmediği gibi sonu da benim açımdan oldukça keyifliydi. Goodreads yorumlarına bakınca bu kitap için 'ortalama' bir yorum yazanın az olduğunu gördüm. Yani ya hiç sevmezsiniz ve 'bu kitabın amacı ne ki?' dersiniz ya da benim gibi 'eksikleri olsa da oldukça vurucu bir konu' dersiniz. Yazarın geçtiğimiz ay Astrid Lindgren ödülü aldığını kendi web sayfasından öğrendim. Türkçe'ye sadece 'Her İhtimale Karşı' kitabının çevrilmiş olmasına üzüldüm. Filmi de çekilen 'How I Live" ve diğer kitaplarının ON8 Kitap tarafından yayınlanmasını çok isterdim.







"Hayatı küçük parçalara, küçük arzulara, küçük ihtiyaçlara bölersen, yaşamak daha kolaydır."




Her İhtimale Karşı
Özgün adı: Just in Case
Yazan: Meg Rosoff
Çeviren: Zeynep Heyzen Ateş
Yaş Grubu: 13+
E Yayınları, 2012, 216 sayfa, karton kapak
Devamını oku »

12 Mayıs 2016 Perşembe

Curcuna Evi / Christine Nöstlinger

Uzun zamandır bu kadar curcunalı bir hikaye okumamıştım.
Curcunanın sebebi çok fazla karakter olması da değil aslında, Mahir Ünsal Eriş'in "Dünya Bu Kadar" kitabı gibi.
Asıl sebep arka arkaya gelişen olaylar.
Tam "yok artık" dediğiniz yerde bambaşka bir şeyin patlaması :)
Nöstlinger'in bu kitabını Sima tavsiye etmemiş olsaydı belki daha uzun zaman kitaplığımda okunmayı beklerdi. İnsan daha önce kitaplıkta göz göze gelip bir şekilde okumadığı ama okuyunca da 'Tüh, neler kaçırmışım" dediği kitaplara karşı kendini biraz 'suçlu' mu hissediyor ne? Ya da belki sadece ben duyguyu hissediyorum.
Nöstlinger beni okuduğum her kitabında şaşırtmayı başarıyor. Evet klasik bir tarzı var ama her kitabında konu, olay örgüsü, kişiler ve onların özellikleri değişiyor.
Değişmeyen tek şeyi Günışığı Kitaplığı yazarın özgeçmişinde belirtmiş:
'...orta halli aile çocuklarının gündelik yaşamlarını ele aldığı kitaplarında, geleneksel aile yapısını ve okul kurumunu esprili bir üslupla eleştiriyor.'
Bu kitapta da gelenek bozulmamış ancak bu kez terazi sanki aileye doğru kaymış.

Marie, annesi, babası, halası, büyük dayısı ile beraber Henriette Konağı'nda yani büyükannesinin evinde yaşıyor. Anne ve babasının 'Frieda ve Fred' isimli kuaför dükkanları var.  Olli Hala bir şirkette sekreterlik yapıyor. Büyükdayı Albert ise tüm gün bahçedeki çiçekleriyle ilgileniyor ve işitme kaybından dolayı pek kimseyi duyduğu da yok.
Marie'nin en yakın arkadaşı bitişik evdeki Reserl gibi dursa da kitap boyunca ikilinin bir dargın bir barışık hallerine tanık oluyoruz.
Okuldan arkadaşları Konrad ve Stefan ise hikayenin aşk üçgeni pardon dörtgeninin başrol oyuncuları.
Nöstlinger'in okuyucunun 'olaylar bence bu şekilde gelişecek' öngörüsünü kitaplarında çoğu kez yerle bir ettiğini gördüm, tamam arada ağzımıza bal da çalmıyor değil.
Benzer bir hikayeyi Türk bir yazardan okusak, bir yerden sonra Yeşilçam filmi kokusu alırdık bence. Stefan ve Konrad'ın aşk mektuplarına Marie'nin yazdığı mektupları okuyunca ne demek istediğimi anlarsınız bence.(birini ekliyorum)
"Çok sevgili Konrad,
Mektubun ve ekleri için teşekkür ederim. Ancak yazdıklarını doğru dürüst okuyamadım, çünkü kargacık burgacık bir şeyler karalamışsın. Başına gelen bu geçici durumu çok büyütme. Sevgiler, Marie"
Anlatmaya arkadaşlarından başladım ama asıl hikaye (hatta bomba) Marie'nin büyükannesinde. . Yaşı büyüse de kendi akıllanmayan iyi kalpli yaramaz bir çocuk gibi Henriette. Kitapta en çok Marie ve büyükannesini sevmem de bu yüzden galiba.
Büyükannenin aklına 'kısa yoldan zengin olabilecekleri' şahane fikirler geliyor ve bunları hayata geçirmek için türlü yollar deniyor. (buraya kadar bir sorun yok) Ancak bu yolların içerisinde konağı ve evdekileri de tehlikeye attığı son bir tanesi var ki! İşte bomba biraz burada patlıyor.
Kitabın orijinal ismi: Villa Henriette. Türkçeye "Curcuna Evi" olarak çevrilmesi gerçekten çok iyi olmuş, içeriği tam olarak karşılamış.
Ben bu kitabı "metin" olarak değil de "tiyatro oyunu" okur gibi okudum.
Acaba Almanya'da veya Avusturya'da Nöstlinger'in eserleri çocuk oyun olarak sergilenmiş midir, bunu da merak ettim.
Bu neşeli aileyi kestane ağacının tam altında ziyaret etmek,genelde boş olan buzdolaplarına birkaç kutu süt ve ekmek götürmek istedim.
Kim bilir belki kahvaltılarına beni de dahil ederler :)

Devamını oku »

11 Mayıs 2016 Çarşamba

Süper Kahramanlar Yüksekten Korkmaz / Colas Gutman

Colas Gutman'ın daha önce "Çocuk" ve "Rose" kitaplarını okumuş ve her ikisini de çok sevmiştim. Bu kitabının kapağını sevmediğim başka bir kitap kapağına benzettiğim için olsa gerek okumakta biraz tereddütteydim. Geçenlerde Feride'nin kızı Saliha'nın elinde bu kitabı görüp, kitabı okurken kıkır kıkır güldüğünü de öğrenince bu öğlen (2 ay önce 'bu öğlen') Gutman'ın dünyasına yeniden girmek için heyecanla bekledim.
"Süpermen, Batman, Örümcek Adam...hepsinin kahramanlıklarına başladıkları bir gün olmuştur. Ben, Maurice Ackerman, süper kahramanlığa bir pazartesi günü merdiven boşluğunda başladım."
Bu cümle ile başlayan bir kitaptan ben ne beklerim?
Maurice ile az buçuk da olsa tanışmayı, neden bir süper kahraman olmak istediğini öğrenebilmeyi ve acaba gerçekten süper kahraman olabilmiş mi diye heyecanla okumayı. Ve elbette yazar Colas Gutman olduğu için ince esprilerle kıkırdamayı!
Tüm beklentilerim karşılandığına göre size biraz Maurice'ten bahsedebilirim.
Tam 3 yaşındayken atladığı 3 merdiven basamağından 'mucize' eseri yara almadan kurtulur ve kahramanlık hikayesi tam olarak burada başlar Maurice yani Momo'nun: Süperackerman. Havada asılı kalıp sabun köpüğüne dönüştüğü o birkaç saniye hayatının geri kalanı için aslında bir dönüm noktasıdır.
Cadıcılık oynayan, güvercinleri hipnotize etmeye çalışan kardeşi Myriam ve onu "eh işte" dinleyen anne babası ile ev hayatı pekiç açıcı sayılmaz.
Maurice'e alışveriş torbalarını taşıtan Bayan Polenta ile kapı arkası sohbetleri ve Bayan Polenta'nın bulaşık deterjanı tadında kurabiyeleri ise apartmandaki neşesidir.
Ama asıl 'karın ağrısı' okuldaki Juliette'dir:
"Juliette tam olarak kumral değil, çünkü güneş geldi mi saçları sarı sarı parlıyor; tam olarak komik de sayılmaz, çünkü komik bir şeyler anlattığında yüzüm yamulacak diye korkudan gülemiyorum.Atletik değil, bilekleri çok ince ama narin de sayılmaz... Evet, Juliette Baccara'ya baktığım zaman tonton bir nineye dönüyorum ve sırt çantam da ağzına kadar dolu bir alışveriş sepetine dönüşüyor."
10 yaşındaki bir çocuğun okul hayatında karşılaştığımıza şaşırmayacağımız 'okul tipi zorbalar'ın isimleri beni çok güldürdü: Genç İrisi, Hoyrat, Kuş Beyinli ve Plastik Adam.
Okula yeni başlayan Jüpiter ise öğretmenin "Kendini tanıtır mısın?" sorusuna cevap olarak "Küçük kuşları çok severim."dediği için elbette komik isimli zorbaların hedefi haline gelecektir.
Ama panik yok! Ne de olsa 'Süperackerman' zor durumda olan herkesin yardımına koşmaya hazır.

Kısacık bir kitabın içerisinde altını çizdiğim şahane cümleler, arkadaşlık-dostluk-aşk ilişkileri, okul ve ebeveyn sorgulamaları var.
anne ve babalar için çocuklar benzer endişeler hissediyor sanırım:
"Babamın düşkırıklığıyla ufacık kırıntılara bölünecektim, annemin üzüntüsüyle galaksinin dört bir yanına savrulacaktım."
Öğrencilerin 'karıncalar' , öğretmenlerin 'kahve içiciler' (ülkemize uyarlarsak 'çay içiciler') olarak adlandırıldığı bir okuldan bahsediyor Maurice.
Yaşadığı ilk aşka, 'uzaydan gelme' bir arkadaşın hikayesine ve gözümden yaş gelecek ilk üzüntüsüne ortak olduğum için gurur duydum kendimle.
Her zaman denk gelmez bir süperkahramanın ilk'lerini bizzat kendinden dinlemek, öyle değil mi?

"Benim adım Maurice Ackerman. Yazları mavi bir tişört giyer, kışları gri bir atkı takarım ve ben bir süper kahramanım."

Süper Kahramanlar Yüksekten Korkmaz
Özgün Adı: Les super-heros n'ont pas le vertige
Yazan: Colas Gutman
Çeviren: Tuvana Gülcan
Yaş Grubu: +8
İletişim Yayınları, 2012, 79 sayfa, karton kapak


Devamını oku »

9 Mayıs 2016 Pazartesi

Konuk Değil Baş Belası / Christine Nöstlinger

Nisan okumalarında biraz bahsetmiştim, Mayıs ayı için niyetim biraz daha Alman Edebiyatına yönelmekti. Steinhöfel'i yeniden okumaya geçmeden önce Farklı ile tanıştım, ardından Nöstlinger'in Curcuna Evi'ne konuk oldum. İkisini de çok sevmiştim.
Uzun zaman önce sahaftan aldığım "Konuk Değil Baş Belası"na ise yine Nöstlinger'den devam etmek istediğim için başladım.
Araya birkaç kitap daha alınca kitabı bitirmem 1 haftayı buldu ama hikaye hep aklımda kaldı. Bu ara kitaplarımı yoğun olarak Elif'i uyutmaya çalıştığım sırada oldukça karanlık bir ortamda okuyorum. Bir insan aynı anda iki şeyi sahiden de yapabiliyormuş, bunu gördüm. Elif'e hem o an istediği ninnileri söylüyor hem de kitabımı karanlıkta okuyabiliyorum. Hayatımın hiçbir döneminde kendimi bu kadar azimli görmemiştim :)


"Konuk Değil Baş Belası" kitabını kapağı ve konusundan dolayı çok cezbedici bulmamıştım ve ben de kitaptaki karakterler gibi ön yargılı bir şekilde bu "baş belası"nın hikayesine çok da sevimli yaklaşmadım. Ancak hikaye ilerledikçe "Baş Belası" Jasper'a benim de herkes gibi kanım kaynadı.
13 yaşındaki Ewald'ın yaz tatili için güzel hayalleri varken ailesi onun İngilizcesini geliştirmesi için İngiltereye kampa gitmesine karar verir. (ne de olsa onun hayalleri, ailesinin kararlarından büyük değildir! ) Ablası Billie sayesinde Ewald bu yolculuktan kurtulur ancak öğrenci değişim programıyla evlerine gelecek İngiliz Tom'dan kurtulamaz. Aksilik bu ya, "düzgün çocuk" Tom ayağını kırınca onun yerine "baş belası" Jasper uçaktan iner.
Ewald'ın annesinin Avusturyalı değil de Türk olduğundan şüphelenmedim değil! Ya da annelerin  titizlik, temizlik hastalığı evrensel bir olgu :)
Hikayeyi Ewald'dan dinlemek keyifli olsa da en dikkat çekici karakter Jasper ve Billie'ydi bence.
Billie'nin anne ve babasına haksızlık yaptığını zaman zaman ben de düşündüm ama çocuklarının yerine kararlar alan, ceza olarak onları eve kilitleyen katı anne baba figürlerini ben de sevimli bulmuyorum. Bu hikayeyi Nöstlinger yazmasaydı belki ak/kara daha kesin çizgilerle ayrılır, kötüler de cezalandırılırdı. Ancak neyse ki Nöstlinger böyle biri değil. Kimseye parmak sallamak gibi bir niyeti yok. Olayları sadece biraz(!) absürd bir şekilde anlatıyor ancak herkese 'eşit' davrandığını da söyleyebilirim.
Çocuklarını "çocuk" yerine koyup aslında onları hiç dinlemeyen anne babaların dile getirildiği güzel bir dönüşüm hikayesi.
Billie ve Ewald'ı kötü bulan ebeveynler Jasper ile tanışınca çocuklarının kıymetini anlar ancak hikaye burada bitmez.
"Jasper herkesin dediği gibi kötü bir çocuk mudur?"
Bu soruya ben de ilk başta "Evet evet" dedim ama ardından ne geleceğini çok da merak ettim.
"Jasper neden böyle davranıyor" kısmında anne babaların üzerine düşen, çocukları etkileyen sorumluluklar üzerinden güzel mesajlar var kitapta.
Sonu benim için biraz hayal kırıklığı oldu, belki zihnimdeki ile pek de uyuşmadığından.
"Kim Takar Salatalık Kralı"na da biraz benzettim aslında hikayedeki Jasper'ı.
Nöstlinger'in okuduğum kitapları arasında 'ortalama' olarak değerlendirsem de çocuk edebiyatına genel olarak baktığımda aslında, Nöstlinger'in ortalama bir kitabının bile (ki bu sadece benim düşüncem) çoğu Türk Çocuk Edebiyatından daha iyi olduğunu düşünüyorum.
Karşılaştırma yapmak elbette ne kadar doğrudur/yanlıştır bilmiyorum ama ben bu 'cesur' hikayeleri ve sözünü sakınmadan yazan yazarları seviyorum!
Jasper'ın taşları ile Riko'ya miras kalan taşlar arasında tatlı bir benzerlik yok mu sizce de?

* Suzan Gerdönmez çevirisi olmayan Almanca kitapları bundan sonra okuyamam herhalde :)

Konuk Değil Baş Belası
Özgün Adı: Das Austauschkind
Yazan: Christine Nöstlinger
Çeviren: Suzan Geridönmez
Yaş Grubu: +9
Günışı Kitaplığı, 2003, 166 sayfa, karton kapak
Devamını oku »

2 Mayıs 2016 Pazartesi

Nisan Ayı Okumalarım :)

Nisan ayında pek fazla kitap okuyamadım diye düşünüyordum ama sıralayınca, güzel bir ay geçirdiğimi gördüm. (zayıf hafızasının faydası :)


Guido Sgardoli'ye Mart ayında kaldığım yerden devam ettim denebilir. İlk kitap yani "Böcekler İçin İlk Yardım Merkezi"ni ikinci kitaba göre çok daha az sevdim. Bunda acaba YKY'den çıkmış olmalarının payı var mı diye düşündüm ne yazık ki. Son dönemde YKY'den çıkan kitaplarda görsel nitelik ön planda ancak nicelik konusunda maalesef tereddütteyim. Editör okuması özellikle ilk kitapta farklı bir koku bırakacak kadar kendini hissettirdi. Sgardoli'yi okumuş olmayı sevdim ancak ilk kitap çok daha güzel işlenebilirdi. (detaylı da yazmıştım aslında)
 İkinci kez okudum, niyetim diğer 3 kitabı da tekrar okumaktı ama olmadı. "Çubuk Makarna Düğümü"nü ilk okuduğumda daha çok eğlenmiştim açıkçası (konuyu bilmediğimden belki de) ama ikinci okumayla da hatırlamış oldum. McCall Smith'in "Bir Numaralı Kadınlar Dedektiflik Bürosu" kitabını henüz okumadım ama çok acayip merak ediyorum.
"Abur Cubur Serisi" ise okumaya yeni başlamış 7-8 yaş grubuna ince sayfasıyla güzel bir alternatif.
 Tam bir hayal kırıklığı kitabı! Bu cümleyi kurmak istemezdim ama "parama yazık oldu" diyeceğim bir kitap. Resimli neşeli günlükleri -kaliteli ise- çok severim. "Sevgili Salak Günlük/ Altın Yayınları" gibi. (kitabı okurken bir şey içmeyin, burnunuzdan çıkabilir) Bu kitap da Tudem Yayınevinden çıktığı için ve birkaç olumlu eleştiri okuduğum için almıştım. Bu kadar "komik" bir kitaptan (!) nasıl bu kadar çok sıkılabildim ben de anlamadım. Çevirisini de pek özenli bulmadım. Neden bilemiyorum ama kitabı gördükçe içim sıkılıyor diye kitaplıkta uzak bir yere koydum :)
 Bir gün içerisinde (bölünmeden) okuyabildiğim için kendimi mutlu ve şanslı hissettiğim bir kitap. Latin Edebiyatının tarzına ben hala alışamadım. Ancak bu kitap güzel bir başlangıç/alışma evresi oldu benim için. Kısacık bir hikayeyi herkese tavsiye ederim. Merak duygusunu hiç kaybetmemesi (anne nerede-geri dönecek mi) kitabı oldukça diri tutmuş. Ve bu heyecanın yanına pek güzel flashbackler, içsel yolculuk yerleştirilmiş. Kapak tasarımı çok daha güzel olabilirmiş :)
"Ben ve Sen" tesadüfen yine İtalyan Edebiyatı'ndan bir örnek oldu. Burada daha detaylı yazmıştım diye lafı uzatmayayım, genel olarak kitabı sevdim.
"Bir Anne Dile" kitabını "Sabine Ludwig" ile tanışmak için ve İletişim Yayınlarına güvendiğim için aldım. Bu kitap konusunda biraz kararsızım. Konusu, çevirisi, editi oldukça güzel. Sadece hikaye özellikle bazı yerlerde bana fazla uzamış (hatta sünmüş) geldi. Kendi anneliğimi de sorguladım tabii bu arada :) "Höngürdek Susie" ile kendimi çok yakın buldum. 9-10 yaş üstü çocuklar bence çok sever, içinde macera var, ebeveynlik sorgulaması var (vampir, hayalet, dinozor yok ama :P ) ve cümleler tertemiz. (son dönemde insanın arayıp da bulamadığı)
 Burada detaylı yazmıştım. Bu kitabın çıkışı nasıl olmuşsa gözümden kaçmış, sağolsun Akça söyledi. Roald Dahl kalp ben :) Dönüp dönüp okurum ben bu kitabı. RD Sevenler zaten ASLA kaçırmamalı :)
Alice'i 2. kez hatırlamak için okudum. Farklı bir çeviri ile okuyup kıyas yapmak isterdim aslında. Güzel bir klasik Alice ama benim favori klasik çocuk kitabım değil :) Yine de unuttuğum yerleri hatırlamak güzel oldu.
Bu kitabı detaylıca bloga yazmam lazım ama bu cümleyi kurup da uzun yazamadığım onlarca kitabı düşününce şuraya kısacık da olsa yorumumu yazmak istedim. Kitap KKK hediyesi, sağolasın kıvır :) Yıllar önce Eda ile tiyatro oyununu izlemiştik ve kitabı olduğunu da bilmiyordum.
İletişim Yayınlarının bu tarz kitaplarını seviyorum, Hatice Meryem'in diğer kitaplarını da merak ettim açıkçası. Kitapta farklı senaryolarla (ortalama 2 sayfada) koca ve onun eşi olma durumları anlatılmış. Bazıları güldürdü bazıları düşündürdü bazıları da hüzünlendirdi. Biraz feminist bir yaklaşım da var içinde ama Türk toplumunda kadının yerini şöyle bir düşünce kitapta yazılanlara itiraz edemiyorsunuz. Keyifli bir okuma oldu benim için.
Bu kitabı sahaftan almıştım ve neden bilmiyorum düşük bir beklentiyle başladım kitaba. Güzel notlar alabileceğimi de düşünmemiştim. Okul hayatındaki "zorbalık" üzerine güzel bir hikaye. Özellikle 10-12 yaş grubu kızların ergenliğe geçiş, marka giyme telaşı, kendini arama halleri, arkadaşlık kurma çabalarını sade bir dil ve akıcı bir hikaye ile anlatmış Ayfer Gürdal Ünal.
Benim için hayalkırıklığı olan kitaplardan biri de "Kayıp Şeylerin Bakım Kılavuzu" oldu. Domingo yayınlarının da tarzını seviyorum aslında ama her kitapla zevkimiz tutmuyor demek ki. Bu kitabın oldukça yaralayıcı bir hikayesi var ancak kitap bana bu "acı" duygunun haricinde pek de bir şey hissettirmedi. Karakterlerden herhangi birine karşı sempatik bir tavır da takınmadım. Ayrıca bu kitap Elif'in uyku eğitimi sürecinde elimde fazladan duran bir kitap olarak da kaldı. Aydede ninnisi yerine bu kitabı okumamı istedi Elif. Bel altı cümleler çok olunca ben de okurken kararsız kaldım. Şu ara tam bir papağan modunda olunca kreşe gidip "değişik" cümleler kurmasından da çekinmiş olabilirim tabii :)
Kitapta çocuklarını trafik kazasında kaybeden bir babanın (ev hanımlığı yapıyor, eşi çalışıyor) hayatta tutunamama hallerini okuyoruz. En son yaptığı iş olan "hasta bakıcılığı"nda tanıştığı bir çocuk ile yolculuğa çıkarlar ve yol boyunca hayatlarına yeni birileri girer. neden bilmiyorum kitabı "amaçsız" buldum. Bu kitapla ilgili farklı yorumları olanlar da lütfen yazsın :)
Bu kitap hakkında burada ne yazsam eksik kalacağı için kitap yorumuma saklıyorum zihnimdekileri. Kısaca değinecek olursam, Steinhöfel'in bu kitap ile Riko ve Oskar serisine de çalım attığını söyleyebilirim. (ya da emin değilim bu konuyu hala düşünüyorum) Farklı konular ve kulvarlar ama bu yazar ile sohbet edebilmeyi ve beslendiği mecranın neresi olduğunu öğrenmeyi çok isterim. (tam 5 yıldızlık bir okumaydı benim için)
Nöstlinger'i zaten severim, "Curcuna Evi"ni de merak ediyordum ama bir günde su gibi akacağını tahmin etmemiştim. Marie ve büyükannesine bayıldım. Nöstlinger'i bence tüm çocuklar sevecektir. Arka arkaya Alman Edebiyatı okuyunca o kültüre dair bir şeyler oluştu kafamda, o açıdan da geçen ayki İtalya Edebiyatı gibi bu ay (Mayısta) Almanlarla devam edecek gibi duruyorum. Curcuna Evi'nin bu şamatasını sevmeyecek çocuk olduğunu da düşünmüyorum. Ama nedense benim favorim hala "Aklından Düşünceler Geçen Çocuk" ve " Alev Saçlı Kız". Nöstlinger sahiden de çok muzır ve muzip bir yazar. Steinhöfelde de Nöstlingerde de anne veya babalar (çoğunlukla anneler) hep ders peşindeki kuralcı tipler, çocuklar ise sadece çocukluklarını yaşamak veya eğlenmek peşinde :) Her iki yazar da çocuk karakterlere karşılaştıkları olaylarda pes etmeme ve mücadeleye devam etme konusunda müthiş destek oluyorlar. (Riko mesela harikaydı)

Mayıs Ayı okumalarında görüşmek üzere :)

Ocak-Şubat 2016 okumalarım şurada
Mart 2016 okumalarım şurada
(2015 okuduğum kitaplar da işte burada :)
Devamını oku »

12 Nisan 2016 Salı

Benek Tozu ve Diğer Müthiş Sırlar / Roald Dahl

Roald Dahl ile geç tanıştım, şöyle minnacıkken tanışmış olsaydım hayatım çok daha farklı olurdu :) Hani yani, o kadar!
Geçtiğimiz eylül ayında RD Amcanın tüm kitaplarını okumuş ve kendimce doğum gününü de kutlamıştım.
Can Çocuk yayınlarının derleme bir RD kitabı hazırlığında olduğunu biliyordum ama içerikten haberim yoktu.
Tamamen tesadüfen gördüm bu kitabın çıktığını ve okuyana kadar geçen 1 haftada da meraktan çatladım :)
Roald Dahl'ın yeni bir kitabı çıkmış demek, çölde susuz kaldım da gökten Dev Şeftali geçerken aşağıya su attı ve serinledim gibi bir şey, kısacası benim için çok önemli.
Kitabın kapağı zaten "Altın Bilet" kıvamında, tasarımını çok sevdim.

Bu kitabı Roald Dahl'ın diğer kitaplarını okuduktan sonra -özellikle de Charlie'nin Çikolata Fabrikası- okumanızı tavsiye ederim.
Hatta bence yazar okumasında RD'nin tüm kitaplarıyla haşır neşir olup, üstüne bu kitabı okumak tam bir fıstıklı lokum yanı sade Türk kahvesi kıvamında lezzet verecektir :)
Bu derlemeyi kim düşünmüş, aklına nereden bu fikir gelmiş bilmiyorum ama konuların akışı çok yerinde olmuş. Hele ki "Benek Tozu" bölümü!
Roald Dahl'ın notlarından 12 ay boyunca doğadaki gelişmeleri okuyabiliyoruz.
RD ile ilgili öyle müthiş sırlar var ki bu kitapta, sanki gizli bir şeye ortak oluyormuşçasına kıkırdadım. Conkers oyununu bu kadar ciddiye almalarına, maceradan maceraya atılmasına, yatılı okulda yaşananlara ve en önemlisi Çikolata Fabrikası'ndaki bu değişime hayran kaldım.
Özenli bir çalışma olduğu daha ilk satırlardan itibaren anlaşılıyor. Kitabın çevirisini RD Hayranı tatlı bir İpek'in yapması ise nokta atışı olmuş.
Roald Dahl'ı, kitaplarını, mizah anlayışını, absürtlüğünü seviyor, Koca Sevimli Dev'in sırlarını merak ediyorsanız bu kitabı MUTLAKA okuyun :)

Canım Matilda :)

*Roald Dahl'dan daha fazlası da burada.

Benek Tozu ve diğer Müthiş Sırlar
Özgün adı: Spotty Powder and Other Splendiferous Secrets
Yazan: Roald Dahl
Resimleyen: Quentin Blake
Çeviren: İpek Şoran
Yaş grubu: 8+
Can Çocuk, 2016, 119 sayfa, karton kapak


Devamını oku »

7 Nisan 2016 Perşembe

Ben ve Sen / Giusi Quarenghi

"Yaşam, yazarlarını bekleyen bir hikayedir. Kim anlatmak ister?"

Çok güzel bir ifade değil mi?
İçinde farklılıkları ve benzerlikleri olan iki yaşam hikayesi var bu kitapta: Aziza ve Beata
Kütüphaneci Marina'nın büyük bir kentin yakınlarındaki küçük bir kasabanın kütüphanesinde çalıştığını okuyunca kitaba hemen kanım kaynadı tabii.
Ne yazık ki ülkemizde kütüphaneciler  biraz "hayatından bezmiş, kitaplarla pek de ilgisi olmayan" mizaçta olduklarından (istisnaları tenzih edeyim) Marina'nın işini severek yaptığını okumak beni çok mutlu etti.
"Kütüphanede, yıllar boyunca bilgileri katalogladıktan, dosyaladıktan, kitap arayıp bulup ödünç verdikten, danıştıktan ve ona danışılmasından sonra, Marina kendine özel bir uğraş edinmişti. Bir düşünce üzerinde yoğunlaşıyor, düşünceyi bir projeye döndürüyor, daha sonra bu düşünceyle projeyi kütüphaneye düzenli gelen çocuklarla paylaşıyordu. Böylece ortaya, bir yıl boyunca süren bir uğraş, bir eğlence, yeni insanlarla tanışma, yeni bir şeyler keşfetme, yeni bilgiler edinme, yeni yeni sürprizlerle karşılaşma fırsatı çıkıyordu."
İlk sayfalarda okuduğum bu paragraftan sonra daldım gittim hayallere.
Hayalimde kendi kütüphanemde neler yaptığımı/planladığımı kurdum. Nisan ayında minik de olsa bir yerden başlamayı kafama koymuştum ama işler pek de öyle gelişmedi ve ben şu an sadece hayal ile yetiniyorum. Bu kitapla beraber hayalimin pekişmesine de ayrıca çok sevindim, sanki bir anda Marina oldum :)
Proje olarak belki ben de kütüphaneye düzenli gelen çocuklarla aynı kitabı okuma ve üzerinde konuşma etkinliği yapardım. Veya sevdiğimiz bir yazarın tüm kitaplarını en baştan okurduk (Roald Dahl gibi-mümkünse Eylül ayında) Ya da okuduğumuz bir kitapla ilgili keyifli bir etkinlik yapardık, tıpkı Serra/Buse ve Tuna'nın yaptığı gibi :)
Oysa Marina'nın aklına o sene için çok daha yaratıcı bir fikir geliyor ve çocukları eşleştirerek arkadaşlarının yaşam hikayelerini yazmalarını istiyor, hem de 1 yıllık bir gözlemin sonucunda!
Eşleşmede olmasa da Aziza ve Beata bu işe sıcak bakıyorlar ve birbirlerinin yaşamlarına ortak oluyorlar.
İki tatlı kızın hikayesini kütüphane projesinden bağımsız bir arkadaşlık seyrinde okusaydık sanırım bu kadar keyifli olmazdı.
Görsel kitapkurduanne Akça'dan, kalp çok anlamlı geldi :)
Beata İtalyan ve ailesiyle beraber yaşıyor; Aziza ise Fas doğumlu, sadece 2 yıldır İtalya'da ve yurtta kalıyor. Yaşam öykülerini yazabilmek için Aziza Beata'nın ailesiyle görüşürken Beata da Aziza'nın İtalya'daki tek akrabası annesi ile görüşüyor ancak süre o kadar kısıtlı ki. Fatma Hanım -Aziza'nın annesi-oldukça ürkek bir şekilde çalıştığı eve götürüyor Beata'yı.
Kapak resmine bakınca ve kitabın konusunu okuyunca biraz daha naif bir metinle karşılacağımı düşünmüştüm, pek öyle olmadı açıkçası.
Kitabı dün bitirdim ve bu yazıyı yazmaya da dün başladım ama kafamda bir şeyler eksik olunca bu yazıyı zamana bıraktım. İyi ki öyle yapmışım, kitapta benim için neyin havada kaldığını anlamış uyandım sabah. (fazla rüya görmenin faydası demek ki :)
Aziza ve Beata'nın birbirlerinin yaşamlarına ortak olabilme hikayesini, kütüphaneci Marina'nın bu hikayedeki rolünü sevdim. Ancak Beata'nın ailesinin ön yargılı tepkilerinin işleniş şekli hoşuma gitmedi. Beata Aziza'ya karşı en baştan beri ön yargılı değil, çünkü çocuklar böyledir, saf :) Oysa babaanneden başlayan anne ve özellikle babasıyla devam eden ön yargılı ifadeler hikayenin seyrini gereksiz yere azaltmış geldi. Ön yargı olmalı ama işleyişi daha seviyeli olabilirdi. Böyle bir hikayeye ben "Zaten kız hep bizim evde, şimdi eve bir de annesi damlıyor" ifadesini yakıştıramadım. Neyse ki bu bölüm fazla uzun değil.
Diğer aklıma takılan yer ise 8+ etiketinde ve kapak resmine/konusuna bakınca hayli "neşeli, pozitif" duran bir kitapta bir anda bir ölüme rastlamamız. Çocuk kitaplarında "salak" denmesine de ölüme yer verilmesine de karşı olan biri değilim; sadece bunun doğru yerde işlenmesi gerektiğini düşünüyorum. Çocukları gerçek hayattan soyutlamamak ve farklı hayat hikayeleri ile tanıştırmak bence de önemli. Kitapta yer alan bu detaydan sonra bence çocukların kafasında soru işaretleri oluşacaktır, belki bu kitaptan sonra okudukları hakkında konuşmak güzel olabilir.
Aziza'nın babasının ortadan kaybolmasının sebebi ve annesinin para kazanmak için diğer çocuklarını Fasta bırakıp Aziza'yı alıp İtalya'ya gelmesi aslında oldukça trajik bir hikaye.
Beata ve biz okuyucular şunu anlıyoruz: Dünyada çok farklı yaşamlar var! 
Aziza, "sevilen" demek, Beata ise "insanları mutlu eden".
Ben bu hikayeyi aklıma takılan iki nokta olsa da sevdim.
Kitabın adı, siyah beyaz resimleri ve hikaye gerçekten güzel.
Ben şimdi Marina'nın yerinde olduğumu düşünüp kütüphane hayallerime döneyim ya da en güzeli tatlı bir arkadaşımla "yaşam öyküsü" projesine başlayayım :)


*Tam emin değilim ama domuz salamı yemeyen Aziza'nın müslüman olduğundan bahsediliyor ancak Aziza, rahibelerin olduğu yurtta kalıyor. Bu ifadeyi ben mi anlayamadım acaba yoksa Müslüman ülkelerde "rahibe" farklı mı anlam taşıyor?

Ben ve Sen
Özgün Adı: İo Sono tu Sei
Yazan: Giusi Quarenghi
Resimleyen: Giuditta Gaviraghi
Çeviren: Nilüfer Uğur Dalay
Yaş Grubu: +8
Günışı Kitaplığı, 2015, 80 sayfa, karton kapak
Devamını oku »

6 Nisan 2016 Çarşamba

Böcekler İçin İlkyardım Merkezi / Doğabilimci Profesörün Heyecanlı Yolculuğu / Guido Sgardoli

4 yıllık blog hayatımın en uzun başlığını sanırım az önce yazdım. İki kitaptan bir arada bahsetmesem olmayacaktı, ben de tek bir yazıda tatlı Camilla ve veteriner babası hakkında düşüncelerimi yazayım istedim.
İlk kitap benim için biraz hayal kırıklığı oldu açıkçası, hatta Goodreads puanım 5 üzerinden 3. İçimden de diyorum "Sgardoli Abi sen ne yaptın böyle?" Neyse ki ikinci kitapta beklediğim toparlamayı yaşadım.
Her iki kitabın YKY tarafından basıldığını baskı kalitesinin güzel olduğunu ancak ilk kitabın redaksiyon işleminin sanki biraz özensizce olduğunu hissettim.
Sgardoli ile şu kitap ile tanışmıştım, "Var Mısın Yok Musun" ile devam etmiştim, bu iki kitap da biraz çerez oldu :)
Goodreadste yazarın başka kitaplarını da gördüm, umarım yakında çevirileri olur. Pegasus Yayınlarından çıkan bir seri kitap daha var ama onlar hayvanat bahçesinde geçiyor sanırım. Ben de bu tarz hikayeleri okuyamıyorum. Belki bambaşka bir şey anlatıyordur bilmiyorum ama hayvanların bir yere kapatılması ile ilgili olan hikayeler en başta itiyor beni.
Gelelim böcekbilimci tatlı Camilla'ya :)
İlk kitapta hikayeyi çok zayıf buldum oysa ki arka kapağı okuyunca baya meraklanmıştım:
"Böcekler çok küçük ve çirkindir. Herkes acımadan onları ezmekte ya da üstlerine zehirli ilaçlar sıkmaktadır. Ama onların da yaşamaya hakkı vardır! Ve bir anneye..."
Veteriner Dario Pistolazzi bir gün hayvanların takıntılı sahipleri yüzünden işinden çok bunalır ve işine ara vermek ister. Annesini küçük yaşta kaybeden Camilla'nın ise en büyük merakı tatlı böceklerdir ve bu böceklerin yardıma ihtiyacı vardır.
Sevimli bir hikaye ancak zayıf bir kurgu olunca okurken çok keyif almadım.
İkinci kitapta ise arayı kapattım ve Doğabilimci Profesör ile maceradan maceraya atıldım. Bazı yerlerdeki abartılı durumları yadırgamadım hatta okurken çok eğlendim.
İlk kitapta özellikle böceklerin dünyasına yakından bakınca onlardan pek de hoşlanmadığım zamanları düşünüp kendimden utandım. Zarar vermeyi elbette istemem ama evde amansız karşılaştığım minik misafirleri daha mutlu olacakları doğaya bırakmaktan da geri duramam. Keşke Camilla gibi olabilseydim, o zaman dün yolda rastladığım solucandan biraz daha dans dersleri alabilirdim :)
Çocukların kıkırdayarak okuyacaklarını tahmin ediyorum özellikle de Yarabandı'nın azmine hayran kalacaklardır.
Ve bir gün Sgardoli Abi ile tanışıp onunla çocuk kitapları, böcekler, hayvanlar, İtalya hakkında sohbet sohbet edebilmeyi diliyorum :)




Böcekler İçin İlkyardım Merkezi
Özgün Adı:Pronto Soccorso Insetti
Yazan: Guido Sgardoli
Resimleyen: Andrea Rivola
Çeviren: Yelda Gürlek 
Yaş grubu: 9+
YKY, 2014, 149 sayfa, karton kapak

Doğabilimci Profesörün Heyecanlı Yolculuğu
Özgün Adı:Lucillo Visberghi di Colle Ombreggiato naturalista 
Yazan: Guido Sgardoli
Resimleyen: Andrea Rivola
Çeviren: Yelda Gürlek 
Yaş grubu: 9+
YKY, 2015, 131 sayfa, karton kapak


Devamını oku »

1 Nisan 2016 Cuma

Var Mısın Yok Musun / Guido Sgardoli

Üniversitedeyken bir yıl boyunca Veteriner Fakültesinin içindeki yurtta kaldığım için oda arkadaşlarım ve yurttaki arkadaşlarım veterinerdi. Bazılarının ilk senesiydi ve at, eşek, inek vb'nin  tüm kemiklerinin Latincesini ezberlemeye çalışıyorlardı. En zor dersleri anatomiydi, şanslılarsa (ben değil tabii ki, kokusu fenaydı) kemik bulup odaya getirir ve yerinde inceleme yaparlardı. Tıp Fakültesi zor bir bölüm ama bana veteriner olmak daha da zor gelir tüm bu sebeplerle. Hayvanları sevmeyeyine pek denk gelmedim ama tüm hayvanları (istisnasız) böğrüne basmak isteyeni ile oda arkadaşı olmak da oldukça eğlenceli oldu aslında. Şimdi neler yapıyordur bilmiyorum, en son haber aldığımda tropik hayvanlarla ilgili doktora tezi yazıyordu Almanya'da. Sgardoli'nin hayat hikayesini okuyunca ve aslında veteriner olduğunu duyunca aklıma o yıllar ve oda arkadaşım Burcu geliyor.
Sgardoli'nin şimdiye kadar sadece 2 kitabını okumuş olsam da kendisini çok sevdim ve hiçbir kitabında hayal kırıklığı yaşamayacağımı hissettim, ikincisi de hikayelerinde hayvanları ele alış şekli çok hoşuma gitti. ("Böcekler İçin İlk Yardım Merkezi" kitabına dün gece başladım, bu yorumlarımı 3 kitaba genelleyebiliriz :)
"Dünyanın En Acayip Hayvanı"aslında Sgardoli'ye başlamak için pek doğru bir kitap değil, nicelik olarak pek bir şey vaat etmiyor, sadece 48  sayfa. O yüzden de ikinci kitap olarak gençlik romanını seçtim. Napoli Romanlarından hemen sonra okumam ise güzel denk geldi.
Napoli Romanlarında Lenu ve Lila vardı, iki kız arkadaş ve hikaye çoğunlukla Napoli'de geçiyordu.
"Var Mısın Yok Musun" kitabında ise Franz ve Gabri isminde 16 yaşında iki genç var ve hikaye Bologna'da başlasa da İtalya haritasını açıp merakla "neredeler" dedirtecek kadar yolda geçiyor :)

Kitap benim için yine çok verimli bir okuma sağladı. İçinde güzel alıntılar, altı çizilesi cümleler ve yer yer öyle komik sahneler/ifadeler var ki gerçekten kahkaha attım. Elif olsa "ne oldu anne" derdi :) (Ağlayınca veya çok gülünce merak edip soruyor)
İlk alıntı ile başlayayım:
"Arkadaş, hakkında bildikleri hoşuna gitmese de, seninle ilgili her şeyi bilendir." / Elbert Green Hubbard
Kitap boyunca iki arkadaşın yolda başlarına gelenleri okusak da aslında bu bir 'arkadaşlığın yolculuğu' hikayesi. Yaşananların onları zaman zaman Thorn Endeksi ile sıkıştırması veya bocce oynar gibi yuvarlaması mümkün olabiliyor.
Nasıl'ını anlatmadan önce iki karakterden biraz bahsedeyim:
Franz, yüzmeyi (tam 70 tur) ve matematiği çok seven biraz da içine kapanık bir çocuk. Baba Aristide de yalnızca ak ve kara düşünebilen bir adam ve anne de 'on' / 'off' konumunda evden dışarı çıkmadan dondurulmuş gıdalarla hayatını yaşayan bir kadın olarak resmedilmiş. (günümüz ebeveynlerine güzel göndermeler var)
Gabri ise Franco'nun tam zıttı. Ya da onların deyimiyle: toplandıklarında doksan dereceye ulaşarak birbirini bütünleyen açılar gibiyiz; farklı ancak aynı yöne akan.
Spiga Ailesi bol hayvanlı bol çocuklu bir aile, onlardan biri de bizim Gabri.
Gabri, Napoli Romanlarındaki Lila'ya çok benziyor. Başına buyruk ve Franz'ı peşinden sürüklüyor.
Arkadaşlık ilişkilerinde bu kadar dengesiz bir ilişki normalde beni rahatsız eder ama Franz (ve tabii Lenu) zaten buna gönüllü görünüyor.
Bir gün Gabri'nin aklına şahane bir fikir gelir, Jack Kerouac'ın 'Yolda' kitabındaki iki arkadaş gibi Franzla yola çıkmalı ve yalnız başlarına seyahat etmelidirler.
Kitap tam da bu yolculuğu anlatıyor.
Okurken çoğu yerde ben de Franz gibi geri dönmeyi hatta Matilde'nin ananesinin evinde yaşlılarla beraber kalmayı düşündüm ancak Gabri'nin iteklemesiyle varılacak nokta olan Trasimero Gölü'ne bir şekilde varmayı başardım(k).
Yolda başlarına neler geldiğini yazmayayım ama o kadar çok"pişmiş tavuğun başına gelmeyecek" şeyler oluyor ki onlar adına üzülmüyor, çoğu yerde kahkahaları patlatıveriyorsunuz :)
"Üç kaz, bir kız, iki kader kurbanı ve bir köpek: roman konusu olabilecek iyi bir malzeme" 

Var Mısın Yok Musun, özellikle iki konuda oldukça etkileyiciydi:
1. Arkadaşlık.
2. "İçeride olmak":
"Her birimiz için, az ya da çok uzak, az ya da çok gizemli bir 'içerisi' olduğunu düşünüyorum."

Sgardoli'nin oldukça akıcı bir dili var ve bu kitapla beraber İtalya hakkında yepyeni şeyler öğrendim. Bunda kesinlikle çevirinin ve çevirmen Nilüfer Uğur Dalay'ın başarısı var. (Bloga henüz yazamadım ama Kuyruklu Yıldız Eken Adam'ı okurken de benzer şeyler hissetmiştim.)

Bataklığın kaygan kumlarında başlayan bu arkadaşlık, yolculukla beraber bir imtihandan geçer, acaba bu iki arkadaşı bir arada tutmayı İbej Bebekleri başarabilecek midir?

Son zamanlarda nasıl ve neden bu kadar çok kitaba gömüldüğümü düşündüğümde cevabı bulamamıştım. (hayattan koptum biraz) meğer cevap da bu kitaptaymış:
" Kimi zaman, bizi çevreleyen gerçeklik hoşumuza gitmiyorsa, kitap her derdimize deva olabilir." 

Bu hikayeyi Türk bir yazardan okusaydık bence Matilde yeniden sahneye çıkar, Gabri'nin çalışma hayatıyla ilgili söyledikleri biraz daha yumuşak anlatılır ve hikayenin sonu illa ki arkadaşlık vurgusuyla biterdi.
Öz eleştiri yapmak gerekirse yabancı yazarların konulara daha rahat yaklaşmalarını seviyorum. Andersen Ödüllü Sgardoli'nin peşini bırakmaya da niyetim yok :) Umarım ON8 Yayınevi Sgardoli ile bizi buluşturmaya devam eder.



Var Mısın Yok Musun
Özgün Adı: O sei dentro o sei fuori
Yazan: Guido Sgardoli
Çeviren: Nilüfer Uğur Dalay 
Yaş grubu: 12+
ON8 Kitap, 2011, 253 sayfa, karton kapak


Devamını oku »

Mart Ayı Okumalarım :)

Bu ay okuduklarımdan çok keyif aldım. Napoli Romanları Serisi ise sadece bu ay için değil uzun zaman etkisinde kalacağım kitaplar oldu. Sgardoli ile devam etme kararı aldım zaten, inşallah Nisanda da İtalya ile devam etmeyi düşünüyorum. 
Mart ayının ilk kitabı Joan Aiken'den:
Bu kitap hakkında bloga detaylı yorum yazamadığım için üzüldüm. Yazarın 1924 doğumlu olduğunu kitaptaki bazı cümlelerden anlamıştım. O kadar muzip ki, kitabı kıkırdayarak okudum. İçinde 8 tane öykü var, benim favorim: Üç Gezgin.  Yazarın diğer kitaplarını da okumayı çok isterim. Kitapçıda gezerken keşfettiğim bir kitap olduğu için de ayrıca mutluyum.

Bu kitap hakkında taslaklardaki yazımı er geç tamamlayıp yayınlarım :) Colas Gutman'ın Rose ve Çocuk kitaplarını da çok sevmiştim. Feride'nin kızı Saliha'nın eğlenerek okuduğunu duyunca hemen aldım, Salihayla zevklerimiz pek uyuşuyor :) Kısacık bir öğle arasını neşelendirecek keyifli bir kitap.
Burada yazmıştım, yazdıktan sonra da Sgardoli'nin tüm kitaplarını aldım. Ancak ne yazık ki henüz okumadım, sebebi de az sonra aşağıda :) Güncelleme: Mart ayına son dakikada bir Sgardoli daha ekledim :)
Çukurlar kitabını da er ya da geç bloga yazacağım için çok detaylandırmıyorum ama sonu haricinde beni genel olarak tatmin etti kitap. Sacher'ı Yamuk Okul hikayesi ile tanımıştım(sadece ilk kitap var elimde ne yazık ki, baskısı yok) Çukurları ise Goodreadste devamlı görüyordum. İletişim Yayınları beni yine şaşırtmadı. Hemen ardından filmini de izledim, Banu'nun dediği gibi film gerçekten güzel bir uyarlama olmuş.



Vay be! demek istiyorum. Elena Ferrante hayatımın 2016 Mart ayında rüzgar gibi geldi geçti. Ard arda okudum hepsini. İlk kitaptan sonra 2. kitabı (normalde yemem) tırnaklarımı yiyerek bekledim, o arada da Çukurlar'ı okudum. Detaylı yorumumu ayrıca yazacağım ama Nurşen Abla "çok satanları/ gündemdeki kitapları okumam ama Napoli Romanları'nı okuyun" demeseydi, ben bu seriyi uzun süre okumazdım. Kitap beni sahiden çok etkiledi, buraya da yazdım.
Sgardoli'nin okuduğum ikinci kitabı oldu. Tek günde bitirmiş olmamın da etkisiyle hikayenin bayağı içinde yaşadım. Pek güzel bir gençlik romanı olmuş. Devamını yorum olarak yazayım. Sgardoli kalp ben bundan sonra :)
Bu ay başlayıp da bitiremediğim (tüm suç Ferrante'de) kitaplar da şöyle:

Rodari'yi seviyorum ama bu kitap biraz yanlış zamanda elime geçti, 65 sayfa ancak okudum, umarım devamını da okurum :)
Baskısı olmayan bu kitabı canım Serra bana bulup göndermiş, büyük bir heyecanla başladım ancak aklım Napoli'de olunca onu araya sıkıştırmak istemedim. Okuduğum kadarıyla çok sevdim.
Devamını oku »

9 Mart 2016 Çarşamba

Ocak / Şubat 2016 Okuduklarım

Her bir kitabı buraya tek tek yazmaya niyetlendiysem de olmadı.
Yapamadım.
Ben de en azından ne okuduğumu yazayım, birkaç satır da olsa fikrimi belirteyim ki unutmayayım hislerimi.
Önce Ocak ile başlayayım.
Yılın ilk kitabı benim için öğretici olan / hayal kırıklığı da yaşatan "Denizin Dibindeki Ev" idi. Yorumum burada. 
İkinci kitap, Aralık ayında başladığım Riko ve Oskar'ın 3. kitabı Çalıntı Taş oldu. Steinhöfel ile ilgili detaylı yazım taslaklarda sürünüyor ve ben ona baktıkça üzülüyorum. Ah bir yazsam ne iyi olacak.
Ve bir diğer Steinhöfel kitabı ile devam ettim Ocak ayına:
Yazarın ilk kitabı olduğunu okuduktan sonra fark ettim. Bu kitabı sadece piknikli bölümde makarayı koyvermek ve "sanırım şimdi altıma kaçıracağım" demek için bile okuyabilirsiniz. Kitabın genelini ben çok sevdim ancak yazarın bu kitabı Riko'dan çok önce yazdığını okurken hissetmiştim.Kapağına bayıldım!
Sepulveda'nın bu kitabını 2. kez okudum. Yine çok sevdim. Zorba isimli erkek bir kedinin bu "anaç" halleri gerçekten okunmaya değer. (yorumum burada) Miks, Maks ve Meks'in Öyküsü'nü BDK'da yazmıştım.

Gazeteci Çocuk hakkında detaylı yazmıştım burada. Amerikanvari havası fazlaca hissedilse de konuşma bozukluğu üzerine yazılmış güzel bir hikaye olduğunu düşünüyorum.
Veee gelelim Kipri'ye. Tam bir öğle arası atıştırmalığı kendisi! Pek neşeli pek keyifli. Yorumumu da buraya yazmıştım.

ŞUBAT AYINDA OKUDUĞUM KİTAPLAR
Bu ay biraz daha İran Edebiyatı üzerine düşünme imkanım oldu :) Reçel Kavanozu Kermani'nin okuduğum ilk kitabıydı (sanırım sonuncu olacak) Yazarı tek kitap üzerinden değerlendirmeyi pek doğru bulmasam da Reçel Kavanozu ile bir hayli sıkıldığım için yazarın diğer kitaplarını okuma isteği bende hiç uyanmadı ne yazık ki.
Veee gelelim Şubat ayının en güzel okumasına: Özgürlük Hapishanesi. Detaylı bir yorum yazmıştım hakkında. Geçen gün aklıma bir şey geldi ve bunu nerede okuduğumu düşündüm. Sonra hatırladım: Mişraim'in Katakompları isimli bölümde geçiyordu diye. Ende'nin Momo'su şüphesiz harika bir kitap. Çok daha az bilinen "Özgürlük Hapishanesi" ise bence yazarın baş yapıtlarından sayılabilir. Sahafta peşine düşmeye değer!
Türk yazarlardan pek fazla kitap okumuyorum derken bir anda karşıma "Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku" çıktı, burada da yazmıştım okuma maceramı. Filmini internetten izleyemedim telif hakları sebebiyle. DVD'sini bulursam kaçırmam artık. Çok merak ediyorum bu kitabı nasıl senaryolaştırdıklarını. İletişim Yayınlarının son dönem çıkan kitapları özellikle heyecanla okunuyor :)
Benim için hayal kırıklığı olan bir kitaptı: "Başka Zaman Kütüphaneleri". Hakkında yazı yazacaktım ama fırsatım olmadı. Hazan çok sevince merak etmiştim. Belki yanlış bir dönemime denk geldi veya Özgürlük Hapishanesinden sonra cidden çok "hafif" geldi, bilmiyorum ama ben kitap hakkındaki çoğu olumlu görüşün aksine kitabı sevmedim. Hatta itiraf edeyim, "boşa geçirilmiş bir zaman dilimi" olarak yorumladım. Konu güzel ve değişik evet ama konunun işlenişi o kadar sığ ki. Yazarın sonraki hamlelerinin tamamını doğru tahmin ederek okumak bana keyif vermedi. Hikayelerin sonu şaşırtmadı ve hatta şişirilmiş bir kitap olduğunu düşündüm."Gece Kütüphanesi" bölümünde bir gece kütüphanesi olması fikri hoşuma gitti. KKK bana Adana'da Nöbetçi Kütüphane olduğundan bahsetmişti, onu hatırladım. İçinde "kütüphane" kelimesinin geçmesi kitapta tek hoşuma giden şey oldu desem abartmış olur muyum bilmiyorum :)
Bu kitaptan sonra zaten bir müddet canım kitap okumak istemedi. Daha doğrusu elime hangi kitabı aldıysam 10. sayfadan öte gidemedim. Ve bu döngüyü "Seçilmiş Kişi" ile kırdım, çok şükür. Hakkında uzunca yazmak istemiştim ama olmadı. Buraya bir şeyler yazayım. Bu kitabı bana iş yerinden bir arkadaşım hediye etti. Aradan geçen zamanda -kapağı sebebiyle- hiç ama hiç ilgimi çekmedi kitap. Okuyamama döngüsündeyken şöyle bir elime alınca da bırakamadım. Meğerse oldukça akıcı bir dili olan, güzel bir distopyaymış. (hiç söylemiyorsunuz :) Kitap, favorilerim arasına girmese de konu, kurgu, dil açısından beni tatmin etti. "Seçilmiş Kişi" çevirisinin doğruluğundan ("the giver") emin değilim. Kitaptan sonraki ütü seansıma filmini ekledim. Film, vasatın altındaydı. Goodreads yorumlarına bakınca kitabı çok sevenler ve hiç sevmeyenler olduğunu gördüm. Ortası yok gibiydi :) Goodreads'in faydası olarak da (anlayabildiğim İngilizcemle) kitabın alt metinlerine ilişkin değişik yorumları okudum. Kitabın bir klasik olduğundan, Platon'un Devlet kitabından ve hatta Matrix'ten bahsediyorlar. Kitaptan daha çok hakkında yazılanlar ilgimi çekti :)

Goodreads'i bana aylar önce Gözde söylemişti ama ben pek anlayamamıştım işleyişini ve cepten de girememiştim okuduğum kitapları. Şu an en sevdiğim sosyal medya mecrası oldu. Benim hesabım 2balik. Darısı Mart ayında okuduklarımı yazmaya :)

* Şubat ayında başlayıp bitiremediğim bir diğer kitap da Lizbon'a Gece Treni. Bu içsel yolculuğu son dönem havam kaldırmadı ama kitabın okuduğum ilk 60 sayfasını çok sevdim.Umarım bir gün tamamını okurum :)
Devamını oku »