Drop Down MenusCSS Drop Down MenuPure CSS Dropdown Menu




günışığı kitaplığı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
günışığı kitaplığı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Mayıs 2016 Perşembe

Curcuna Evi / Christine Nöstlinger

Uzun zamandır bu kadar curcunalı bir hikaye okumamıştım.
Curcunanın sebebi çok fazla karakter olması da değil aslında, Mahir Ünsal Eriş'in "Dünya Bu Kadar" kitabı gibi.
Asıl sebep arka arkaya gelişen olaylar.
Tam "yok artık" dediğiniz yerde bambaşka bir şeyin patlaması :)
Nöstlinger'in bu kitabını Sima tavsiye etmemiş olsaydı belki daha uzun zaman kitaplığımda okunmayı beklerdi. İnsan daha önce kitaplıkta göz göze gelip bir şekilde okumadığı ama okuyunca da 'Tüh, neler kaçırmışım" dediği kitaplara karşı kendini biraz 'suçlu' mu hissediyor ne? Ya da belki sadece ben duyguyu hissediyorum.
Nöstlinger beni okuduğum her kitabında şaşırtmayı başarıyor. Evet klasik bir tarzı var ama her kitabında konu, olay örgüsü, kişiler ve onların özellikleri değişiyor.
Değişmeyen tek şeyi Günışığı Kitaplığı yazarın özgeçmişinde belirtmiş:
'...orta halli aile çocuklarının gündelik yaşamlarını ele aldığı kitaplarında, geleneksel aile yapısını ve okul kurumunu esprili bir üslupla eleştiriyor.'
Bu kitapta da gelenek bozulmamış ancak bu kez terazi sanki aileye doğru kaymış.

Marie, annesi, babası, halası, büyük dayısı ile beraber Henriette Konağı'nda yani büyükannesinin evinde yaşıyor. Anne ve babasının 'Frieda ve Fred' isimli kuaför dükkanları var.  Olli Hala bir şirkette sekreterlik yapıyor. Büyükdayı Albert ise tüm gün bahçedeki çiçekleriyle ilgileniyor ve işitme kaybından dolayı pek kimseyi duyduğu da yok.
Marie'nin en yakın arkadaşı bitişik evdeki Reserl gibi dursa da kitap boyunca ikilinin bir dargın bir barışık hallerine tanık oluyoruz.
Okuldan arkadaşları Konrad ve Stefan ise hikayenin aşk üçgeni pardon dörtgeninin başrol oyuncuları.
Nöstlinger'in okuyucunun 'olaylar bence bu şekilde gelişecek' öngörüsünü kitaplarında çoğu kez yerle bir ettiğini gördüm, tamam arada ağzımıza bal da çalmıyor değil.
Benzer bir hikayeyi Türk bir yazardan okusak, bir yerden sonra Yeşilçam filmi kokusu alırdık bence. Stefan ve Konrad'ın aşk mektuplarına Marie'nin yazdığı mektupları okuyunca ne demek istediğimi anlarsınız bence.(birini ekliyorum)
"Çok sevgili Konrad,
Mektubun ve ekleri için teşekkür ederim. Ancak yazdıklarını doğru dürüst okuyamadım, çünkü kargacık burgacık bir şeyler karalamışsın. Başına gelen bu geçici durumu çok büyütme. Sevgiler, Marie"
Anlatmaya arkadaşlarından başladım ama asıl hikaye (hatta bomba) Marie'nin büyükannesinde. . Yaşı büyüse de kendi akıllanmayan iyi kalpli yaramaz bir çocuk gibi Henriette. Kitapta en çok Marie ve büyükannesini sevmem de bu yüzden galiba.
Büyükannenin aklına 'kısa yoldan zengin olabilecekleri' şahane fikirler geliyor ve bunları hayata geçirmek için türlü yollar deniyor. (buraya kadar bir sorun yok) Ancak bu yolların içerisinde konağı ve evdekileri de tehlikeye attığı son bir tanesi var ki! İşte bomba biraz burada patlıyor.
Kitabın orijinal ismi: Villa Henriette. Türkçeye "Curcuna Evi" olarak çevrilmesi gerçekten çok iyi olmuş, içeriği tam olarak karşılamış.
Ben bu kitabı "metin" olarak değil de "tiyatro oyunu" okur gibi okudum.
Acaba Almanya'da veya Avusturya'da Nöstlinger'in eserleri çocuk oyun olarak sergilenmiş midir, bunu da merak ettim.
Bu neşeli aileyi kestane ağacının tam altında ziyaret etmek,genelde boş olan buzdolaplarına birkaç kutu süt ve ekmek götürmek istedim.
Kim bilir belki kahvaltılarına beni de dahil ederler :)

Devamını oku »

9 Mayıs 2016 Pazartesi

Konuk Değil Baş Belası / Christine Nöstlinger

Nisan okumalarında biraz bahsetmiştim, Mayıs ayı için niyetim biraz daha Alman Edebiyatına yönelmekti. Steinhöfel'i yeniden okumaya geçmeden önce Farklı ile tanıştım, ardından Nöstlinger'in Curcuna Evi'ne konuk oldum. İkisini de çok sevmiştim.
Uzun zaman önce sahaftan aldığım "Konuk Değil Baş Belası"na ise yine Nöstlinger'den devam etmek istediğim için başladım.
Araya birkaç kitap daha alınca kitabı bitirmem 1 haftayı buldu ama hikaye hep aklımda kaldı. Bu ara kitaplarımı yoğun olarak Elif'i uyutmaya çalıştığım sırada oldukça karanlık bir ortamda okuyorum. Bir insan aynı anda iki şeyi sahiden de yapabiliyormuş, bunu gördüm. Elif'e hem o an istediği ninnileri söylüyor hem de kitabımı karanlıkta okuyabiliyorum. Hayatımın hiçbir döneminde kendimi bu kadar azimli görmemiştim :)


"Konuk Değil Baş Belası" kitabını kapağı ve konusundan dolayı çok cezbedici bulmamıştım ve ben de kitaptaki karakterler gibi ön yargılı bir şekilde bu "baş belası"nın hikayesine çok da sevimli yaklaşmadım. Ancak hikaye ilerledikçe "Baş Belası" Jasper'a benim de herkes gibi kanım kaynadı.
13 yaşındaki Ewald'ın yaz tatili için güzel hayalleri varken ailesi onun İngilizcesini geliştirmesi için İngiltereye kampa gitmesine karar verir. (ne de olsa onun hayalleri, ailesinin kararlarından büyük değildir! ) Ablası Billie sayesinde Ewald bu yolculuktan kurtulur ancak öğrenci değişim programıyla evlerine gelecek İngiliz Tom'dan kurtulamaz. Aksilik bu ya, "düzgün çocuk" Tom ayağını kırınca onun yerine "baş belası" Jasper uçaktan iner.
Ewald'ın annesinin Avusturyalı değil de Türk olduğundan şüphelenmedim değil! Ya da annelerin  titizlik, temizlik hastalığı evrensel bir olgu :)
Hikayeyi Ewald'dan dinlemek keyifli olsa da en dikkat çekici karakter Jasper ve Billie'ydi bence.
Billie'nin anne ve babasına haksızlık yaptığını zaman zaman ben de düşündüm ama çocuklarının yerine kararlar alan, ceza olarak onları eve kilitleyen katı anne baba figürlerini ben de sevimli bulmuyorum. Bu hikayeyi Nöstlinger yazmasaydı belki ak/kara daha kesin çizgilerle ayrılır, kötüler de cezalandırılırdı. Ancak neyse ki Nöstlinger böyle biri değil. Kimseye parmak sallamak gibi bir niyeti yok. Olayları sadece biraz(!) absürd bir şekilde anlatıyor ancak herkese 'eşit' davrandığını da söyleyebilirim.
Çocuklarını "çocuk" yerine koyup aslında onları hiç dinlemeyen anne babaların dile getirildiği güzel bir dönüşüm hikayesi.
Billie ve Ewald'ı kötü bulan ebeveynler Jasper ile tanışınca çocuklarının kıymetini anlar ancak hikaye burada bitmez.
"Jasper herkesin dediği gibi kötü bir çocuk mudur?"
Bu soruya ben de ilk başta "Evet evet" dedim ama ardından ne geleceğini çok da merak ettim.
"Jasper neden böyle davranıyor" kısmında anne babaların üzerine düşen, çocukları etkileyen sorumluluklar üzerinden güzel mesajlar var kitapta.
Sonu benim için biraz hayal kırıklığı oldu, belki zihnimdeki ile pek de uyuşmadığından.
"Kim Takar Salatalık Kralı"na da biraz benzettim aslında hikayedeki Jasper'ı.
Nöstlinger'in okuduğum kitapları arasında 'ortalama' olarak değerlendirsem de çocuk edebiyatına genel olarak baktığımda aslında, Nöstlinger'in ortalama bir kitabının bile (ki bu sadece benim düşüncem) çoğu Türk Çocuk Edebiyatından daha iyi olduğunu düşünüyorum.
Karşılaştırma yapmak elbette ne kadar doğrudur/yanlıştır bilmiyorum ama ben bu 'cesur' hikayeleri ve sözünü sakınmadan yazan yazarları seviyorum!
Jasper'ın taşları ile Riko'ya miras kalan taşlar arasında tatlı bir benzerlik yok mu sizce de?

* Suzan Gerdönmez çevirisi olmayan Almanca kitapları bundan sonra okuyamam herhalde :)

Konuk Değil Baş Belası
Özgün Adı: Das Austauschkind
Yazan: Christine Nöstlinger
Çeviren: Suzan Geridönmez
Yaş Grubu: +9
Günışı Kitaplığı, 2003, 166 sayfa, karton kapak
Devamını oku »

7 Nisan 2016 Perşembe

Ben ve Sen / Giusi Quarenghi

"Yaşam, yazarlarını bekleyen bir hikayedir. Kim anlatmak ister?"

Çok güzel bir ifade değil mi?
İçinde farklılıkları ve benzerlikleri olan iki yaşam hikayesi var bu kitapta: Aziza ve Beata
Kütüphaneci Marina'nın büyük bir kentin yakınlarındaki küçük bir kasabanın kütüphanesinde çalıştığını okuyunca kitaba hemen kanım kaynadı tabii.
Ne yazık ki ülkemizde kütüphaneciler  biraz "hayatından bezmiş, kitaplarla pek de ilgisi olmayan" mizaçta olduklarından (istisnaları tenzih edeyim) Marina'nın işini severek yaptığını okumak beni çok mutlu etti.
"Kütüphanede, yıllar boyunca bilgileri katalogladıktan, dosyaladıktan, kitap arayıp bulup ödünç verdikten, danıştıktan ve ona danışılmasından sonra, Marina kendine özel bir uğraş edinmişti. Bir düşünce üzerinde yoğunlaşıyor, düşünceyi bir projeye döndürüyor, daha sonra bu düşünceyle projeyi kütüphaneye düzenli gelen çocuklarla paylaşıyordu. Böylece ortaya, bir yıl boyunca süren bir uğraş, bir eğlence, yeni insanlarla tanışma, yeni bir şeyler keşfetme, yeni bilgiler edinme, yeni yeni sürprizlerle karşılaşma fırsatı çıkıyordu."
İlk sayfalarda okuduğum bu paragraftan sonra daldım gittim hayallere.
Hayalimde kendi kütüphanemde neler yaptığımı/planladığımı kurdum. Nisan ayında minik de olsa bir yerden başlamayı kafama koymuştum ama işler pek de öyle gelişmedi ve ben şu an sadece hayal ile yetiniyorum. Bu kitapla beraber hayalimin pekişmesine de ayrıca çok sevindim, sanki bir anda Marina oldum :)
Proje olarak belki ben de kütüphaneye düzenli gelen çocuklarla aynı kitabı okuma ve üzerinde konuşma etkinliği yapardım. Veya sevdiğimiz bir yazarın tüm kitaplarını en baştan okurduk (Roald Dahl gibi-mümkünse Eylül ayında) Ya da okuduğumuz bir kitapla ilgili keyifli bir etkinlik yapardık, tıpkı Serra/Buse ve Tuna'nın yaptığı gibi :)
Oysa Marina'nın aklına o sene için çok daha yaratıcı bir fikir geliyor ve çocukları eşleştirerek arkadaşlarının yaşam hikayelerini yazmalarını istiyor, hem de 1 yıllık bir gözlemin sonucunda!
Eşleşmede olmasa da Aziza ve Beata bu işe sıcak bakıyorlar ve birbirlerinin yaşamlarına ortak oluyorlar.
İki tatlı kızın hikayesini kütüphane projesinden bağımsız bir arkadaşlık seyrinde okusaydık sanırım bu kadar keyifli olmazdı.
Görsel kitapkurduanne Akça'dan, kalp çok anlamlı geldi :)
Beata İtalyan ve ailesiyle beraber yaşıyor; Aziza ise Fas doğumlu, sadece 2 yıldır İtalya'da ve yurtta kalıyor. Yaşam öykülerini yazabilmek için Aziza Beata'nın ailesiyle görüşürken Beata da Aziza'nın İtalya'daki tek akrabası annesi ile görüşüyor ancak süre o kadar kısıtlı ki. Fatma Hanım -Aziza'nın annesi-oldukça ürkek bir şekilde çalıştığı eve götürüyor Beata'yı.
Kapak resmine bakınca ve kitabın konusunu okuyunca biraz daha naif bir metinle karşılacağımı düşünmüştüm, pek öyle olmadı açıkçası.
Kitabı dün bitirdim ve bu yazıyı yazmaya da dün başladım ama kafamda bir şeyler eksik olunca bu yazıyı zamana bıraktım. İyi ki öyle yapmışım, kitapta benim için neyin havada kaldığını anlamış uyandım sabah. (fazla rüya görmenin faydası demek ki :)
Aziza ve Beata'nın birbirlerinin yaşamlarına ortak olabilme hikayesini, kütüphaneci Marina'nın bu hikayedeki rolünü sevdim. Ancak Beata'nın ailesinin ön yargılı tepkilerinin işleniş şekli hoşuma gitmedi. Beata Aziza'ya karşı en baştan beri ön yargılı değil, çünkü çocuklar böyledir, saf :) Oysa babaanneden başlayan anne ve özellikle babasıyla devam eden ön yargılı ifadeler hikayenin seyrini gereksiz yere azaltmış geldi. Ön yargı olmalı ama işleyişi daha seviyeli olabilirdi. Böyle bir hikayeye ben "Zaten kız hep bizim evde, şimdi eve bir de annesi damlıyor" ifadesini yakıştıramadım. Neyse ki bu bölüm fazla uzun değil.
Diğer aklıma takılan yer ise 8+ etiketinde ve kapak resmine/konusuna bakınca hayli "neşeli, pozitif" duran bir kitapta bir anda bir ölüme rastlamamız. Çocuk kitaplarında "salak" denmesine de ölüme yer verilmesine de karşı olan biri değilim; sadece bunun doğru yerde işlenmesi gerektiğini düşünüyorum. Çocukları gerçek hayattan soyutlamamak ve farklı hayat hikayeleri ile tanıştırmak bence de önemli. Kitapta yer alan bu detaydan sonra bence çocukların kafasında soru işaretleri oluşacaktır, belki bu kitaptan sonra okudukları hakkında konuşmak güzel olabilir.
Aziza'nın babasının ortadan kaybolmasının sebebi ve annesinin para kazanmak için diğer çocuklarını Fasta bırakıp Aziza'yı alıp İtalya'ya gelmesi aslında oldukça trajik bir hikaye.
Beata ve biz okuyucular şunu anlıyoruz: Dünyada çok farklı yaşamlar var! 
Aziza, "sevilen" demek, Beata ise "insanları mutlu eden".
Ben bu hikayeyi aklıma takılan iki nokta olsa da sevdim.
Kitabın adı, siyah beyaz resimleri ve hikaye gerçekten güzel.
Ben şimdi Marina'nın yerinde olduğumu düşünüp kütüphane hayallerime döneyim ya da en güzeli tatlı bir arkadaşımla "yaşam öyküsü" projesine başlayayım :)


*Tam emin değilim ama domuz salamı yemeyen Aziza'nın müslüman olduğundan bahsediliyor ancak Aziza, rahibelerin olduğu yurtta kalıyor. Bu ifadeyi ben mi anlayamadım acaba yoksa Müslüman ülkelerde "rahibe" farklı mı anlam taşıyor?

Ben ve Sen
Özgün Adı: İo Sono tu Sei
Yazan: Giusi Quarenghi
Resimleyen: Giuditta Gaviraghi
Çeviren: Nilüfer Uğur Dalay
Yaş Grubu: +8
Günışı Kitaplığı, 2015, 80 sayfa, karton kapak
Devamını oku »

3 Eylül 2015 Perşembe

35 Kilo Tembel Teneke

29 Mayıs 2015, Elif neredeyse 14 aylık olmak üzereyken kendi başıma(yani yalnız :) dışarı çıktığım ikinci gün olarak kayıtlara geçti. Bu kaydın bu kadar net hatırlanmasının sebebi de tam da o gün sahaftan aldığım kitaplardan birini bir kahvecide kahvemi içerken bitirmiş olmamdı. Aman ne harika bir gündü, anneme ne kadar teşekkür etsem az gelir. Bu kitabı geçenlerde yine okudum, benzer duyguları hissetmedim ama yine sevdim.
Kitabın girişi şöyle:
"Okuldan tiksiniyorum. Dünyadaki her şeyden daha fazla tiksiniyorum ondan. Ve hatta daha da fazla. Okul, hayatımı mahvediyor."
Bir kitabı seveceğimin anahtarı benim için genelde ilk satır(lar) oluyor. Birinci tekil şahısla yazılan kitaplar biraz risk taşısa da iyi kurgulanmış olanları beni hemen sarıp sarmalıyor.
Okul hikayelerinin iyi işlenmiş olanlarını da seviyorum. Bazıları sadece belli kalıplara yer veriyor, onları gözlerim uzaklara dalarak okuyorum. Ama içinde "gerçek" duygular varsa "okulu sev(e)memek" gibi, işte bu hikayeleri okumak hoşuma gidiyor. Okulla -en azından öğretmenlerin bildiği kadarıyla- hiçbir zaman sorunum olmadı. Sorunumun olmaması okulu sevdiğim anlamına da gelmedi :) Okulu annem benden daha çok sevdi ama ona da kızamıyorum artık, ne de olsa öğretmen. Eskiden kızardım ama. Bana okulu sevdirme çabalarını da anlayamazdım. Şimdi anlıyorum. "çocuğun olunca anlarsın" hallerinden biri de bu: anneni daha iyi anlamak :)
35 Kilo tembel teneke kitabındaki çocuk ise okulu ve öğretmenleri hiç sevmiyor. Sadece anaokulu öğretmenini sevmiş, o da "başarılı bir gün, bir şey ürettiğimiz gün" dermiş.
Gregorie 13 yaşındayken hala 6.sınıf öğrencisi çünkü "ellerim ve onların üretebilecekleri dışında dünyada hiçbir şey beni ilgilendirmiyordu" diyor.
Koca Leon yani Gregorie'nin dedesinin torunu ile iletişimi ise kitap boyunca beni etkiledi. Çocuğun okuldan atılması, dedenin marangoz atölyesinde bir şeyler üretmeleri, dedenin onu zorlaması hatta bir ara dışlaması, önemli bir sınavında yanında olması gibi detaylar çok güzeldi. Böyle bir kitaba da tatlı sert bir dede karakteri oldukça güzel yakışmış.

"Tembel teneke" denilen çocukların aslında bambaşka bir alanda ilgilerinin ve yeteneklerinin olduğunun keşfedilmesi bana Aamir Khan'ın "Yerdeki Yıldızlar" filmini hatırlattı. Buraya yazmamışım şaşırdım, cidden çok güzel bir film, izlediğimde çok etkilenmiştim.

" bir martıya dönüşmeyi hayal ediyordum. Uzaktaki kırmızı beyaz fenere kadar uçmanın düşünü kuruyordum. Bir kırlangıçla arkadaş olup, eylül ayında, mesela 4 eylülde-hani şans bu ya, tam da okulun ilk günü!- onunla sıcak ülkelere doğru yola çıkmayı hayal ediyordum. okyanusları geçtiğimi hayal ediyordum, onunla..."

Kitapta beni en çok etkileyen şey Gregorie'nin yaşadığı değişim ve dönüşüm oldu. Amaçsızlıktan, başı boşluktan, ne yapacağını bilememekten, kendine güvensizlikten kurtulup ne istediğini bilen ve onun için çaba sarf eden birine geçiş yaptı. Ki bu geçiş de bir anda olmadı. İşte bu kitap bu geçişte yaşananları anlatıyor.
Görsel: Kaynak burada

Künye:
Yazan: Anna Gavalda
Çeviren: Azade Aslan
Yayınevi: Günışığı kitaplığı,92 sayfa
Devamını oku »

28 Mart 2014 Cuma

Çıtır Çıtır Felsefe: İnanmak ve Bilmek

"Neye inanırız ve neyi biliriz?" diye sormuş bu kez Brigitte Abla.
Çıtır çıtır felsefe serisinin en son çıkan kitabı "İnanmak ve Bilmek"i okudum geçen gün.
Aklımda yoktu yani okumak istediklerim arasında üstlerde değildi bu sıralar ama şu meşhur göz kırpmalar yok mu... Onlara engel olamıyorum. İyi ki de hemencecik okumuşum.
Birincisi çıtır çıtır felsefe kitaplarının tarzını çok seviyorum, özlemişim.
İkincisi içindeki felsefe hangi kitabını okusam -tesadüf bu ya- tammm da aklımdaki bir şeylere denk geliveriyor.
Bu kitabın da öyle olabileceğini son cümlesine kadar aklıma getirmemiştim.
Ta ki Brigitte Abla sanki bana yazmış gibi: "kendine inanmak, kendine güvenmektir" diyene kadar.
Hani bu ara sağlıkla Elif'e kavuşma hayalleri kuruyoruz ve ben arada "hazır mıyım ki ya ben" halleri yaşıyorum ya; işte bu cümleyi o yüzden de çok sevdim.
"Kendine inan esoşçum" dedim :)

Üniversitedeyken bir gün yurtta odada yalnızken ve canım sıkılıyorken radyodan bir ses"Esra,esraaa, orada mısın" diye seslendi. Ben tabii şoktayım. Neler dönüyor diye etrafıma bakınıyorum. "Mutsuz musun yoksa?" diye devam etti ve ekledi "Bir topkek ye geçer" :) Hey Allahım dedim ya, reklammış... Bendeki yüz ifadesi sanırım görülmeye değerdi.
Bazen biriyle konuşurken de öyle olur ya karşıdaki kişi çok alakasız bir şey söyler ama siz onu "evrenin mesajı" gibi alırsınız/öyle almak istersiniz. Sanırım benimkisi de o hesap oldu.
Amacım kitabı kısaca tanıtmaktı ama bak nerelere gelmişim.
Kitapta  "neye inanırız ve neyi biliriz"e bir dolu örnek var. Soru ya da cevap var diyemem çünkü Brigitte Ablanın tarzı bu değil. Sizi düşünmeye teşvik ediyor. Sorusunu çaktırmadan sorup çekiliyor :)
Kitaptan:
*"Bir şeyin yanlış olduğunu kanıtlamak için, bir örnek - tek bir örnek- yeter. Bir şeyin doğru olduğunu kanıtlamak içinse, örnekler vermek, hatta milyarlarca örnek vermek bile,asla yetmez."
*"Hiçbir şeyden kuşku duymadığımızda, her şeyi bildiğimizden kesinlikle emin olduğumuzda, sorun şudur: Başkalarına hiçbir alan bırakmayız. Başkalarının fikirlerini artık dinlemeyiz; tıpkı birinin suratına kapıyı çarpmak gibi, zihnimizi tamamen kapatırız."
*"Biliyorum demek yanılma riskini kabul etmektir."
*"İnanmak aynı zamanda güvenmektir. Karşılığında kanıt istemeden güven duymaktır."

HERKESE MUTLU GÜNLER :)


Devamını oku »

24 Şubat 2014 Pazartesi

Brigitte Abla Geliyoooor-muş :)

Çocuk kitaplarını sevmek apayrı güzel ama yazarlarla kendince "arkadaş" olmak da ayrı bir zevk.
Öyle çok "arkadaş" olmuşluğumuz yok henüz ya da benim sevdiğim yazarlar bunun farkında değil;çünkü bu tek taraflı da olsa harika bir ilişki :)
Arkadaşım olanları yazsam bitiremem ama İstanbul Kitap Fuarında bazılarından çekinerek de olsa imza aldığımı söylemiştim. Sohbet etmek mi??? Yoo dostum, henüz o kadar değil :)
Mesela çizer Ayşe İnan Alican'la keyifli bir röportajımız olmuştu,
Sevgili Behiç Ak'a soracağım bir dolu soru varken "Sevim Ak nerelerde?" demiştim, 
Hatta Bir Dolap Kitap ile "tanışamama" hikayemi bile anlatmıştım.
Kısacası ben tam 1 "uzaktan sevebilme" insanı iken çok büyük hayranı olduğum Brigitte Labbe'nin Türkiyeye gelişine neden bu sevindim bilmiyorum.
"Ankarada olsa kesiiiin giderdim" dedim :) Hatta şahane İngilizcemle ona müthiş sorular sorardım diye bile düşündüm. Hayal bu ya :)
Brigitte Abla :)
Ne yazık ki bu seferki etkinlik İstanbuldaymış.
Ve ben yine anlamadığım bir şekilde Brigitte Ablanın sadece 1 kitabını yazmışım.. Seriyi tamamlayıp burada detaylıca yer vermek istiyorum kendisine.
Ama önce Günışığı Kitaplığının " Brigitte Labbe Eğitimde Edebiyat semineri için Türkiye'ye geliyor" başlıklı basın bültenine yer vereyim:
"Günışığı Kitaplığı tarafından 1 Mart’ta yedincisi düzenlenen
Eğitimde Edebiyat Seminerleri’ne tüm dünyada fenomen olan
“Çıtır Çıtır Felsefe” dizisinin yazarı Brigitte Labbé katılıyor.
 Öğretmen, kütüphaneci, eğitim yöneticisi ve ilgili akademisyenlerin
katıldığı ve konularında uzman kişilerin konuşmacı olduğu seminerde,
Labbé, çocuk ve felsefe arasındaki hassas ilişkiyi anlatacak.


Çağdaş çocuk ve gençlik edebiyatının öncü yayınevi Günışığı Kitaplığı’nın düzenlediği Eğitimde Edebiyat Semineri’nin yedincisi 1 Mart’ta Özel Şişli Terakki Ortaokulu’nun katkılarıyla gerçekleşecek. Kapanış konuşmasını, çocuk kitaplarında fenomen olan “Çıtır Çıtır Felsefe” dizisinin yaratıcısı Brigitte Labbé’nin yapacağı ücretsiz seminere öğretmenler, kütüphaneciler, eğitim yöneticileri ve ilgili akademisyenler katılabilecek.
Edebiyatın ve akademinin önemli isimlerinin konuşmacı olacağı seminerde, çocuk ve gençlik edebiyatının ana başlıkları, eğitim ve edebiyatın buluşma noktaları, kütüphanelerin eğitimde yaratıcı kullanılması gibi önemli konular paylaşılacak. Prof. Dr. Bülent Yılmaz, Doç. Dr. Nermin Yazıcı, yazar Mine Soysal, eğitimci Mehmet Aksoy ve edebiyatın usta ismi Turgay Fişekçi birikimleriyle eğitimcilere yol gösterecek.
Doç. Dr. Nermin Yazıcı, edebiyatın eğitimde nasıl konumlanabileceğine ilişkin yeni yaklaşımları paylaşırken; şair, yazar, çevirmen ve yayıncı Turgay Fişekçi, eğitimcinin öğrencilerini edebiyatla dönüştürme gücü üzerine konuşacak. Yazar Mine Soysal ve eğitimci Mehmet Aksoy, eğitimin edebiyatla temas ettiği noktaların üzerinden geçerek “eğitimin edebiyat karnesi”ni değerlendirecekler; Prof. Dr. Bülent Yılmaz ise konuşmasında öğretmen ve kütüphanecinin işbirliğini ve yenilikçi uygulamaları ele alacak. Seminerde öğrencileriyle yaratıcı okuma uygulamaları gerçekleştiren öğretmenler de özel sunumlar yaparak, yöntem ve kazanımlarını meslektaşlarıyla paylaşacaklar.
Değişik illerden gelen 400’e yakın eğitimcinin ücretsiz katılacağı seminerin yapılacağı Özel Şişli Terakki Ortaokulu’na Bakırköy, Levent ve Beşiktaş’tan servisler kaldırılacak.

Bilgi için: İletişim Yöneticisi Meltem İge  meltemige@gunisigikitapligi.com

Günışığı Kitaplığı 7. Eğitimde Edebiyat Semineri
1 Mart 2014 Cumartesi

PROGRAM

08:30    Kayıt ve ikram

09:30    Açılış

09:45    Doç. Dr. Nermin Yazıcı
             Edebiyat Eğitimde Ne İşe Yarar?

10:30    Uygulama sunumu - Nergis Devrim, Derya İlhan, Özel Şişli Terakki Ortaokulu
             Hazırlıksız için bir hazırlık yolculuğu

11:15    Kahve molası

11:35    Uygulama sunumu - Feyzullah Coşkun, Melih İsfendiyar İlkokulu
             Öğrencilerimle İki Kentin Arasında:  Lataşiba

12:20    Mine Soysal, Mehmet Aksoy
             Eğitimin Edebiyat Karnesi

13:00    Öğle yemeği

14:00    Turgay Fişekçi
             Bir Ustanın Gözünden Edebiyatın Eğitimdeki Yansımaları 

14:45    Prof. Dr. Bülent Yılmaz
             Öğretmen ve Kütüphane: İşbirliği ve Yeni Yaklaşımlar  

15:30    Brigitte Labbé
             “Çıtır Çıtır Felsefe” Dizisinin Yazarı Eğitimcilerle Buluşuyor (Ardıl çeviri yapılacaktır.)                                                                            
16:30    Kapanış



Kayıt                        
E seminer@gunisigikitapligi.com •  T 0212 212 99 73  • F 0212 217 91 74  • İletişim Merve Özcan

Seminer Yeri
Özel Şişli Terakki Ortaokulu  •  K1 Konferans Salonu
Ebulula Mardin Cad. Öztürk Sok. 2 Levent 34335  İstanbul  •  www.terakki.org.tr/OrtaOkul/

Servisler
Okula ulaşım için aşağıda belirtilen noktalardan ücretsiz servis sağlanacaktır.
Bakırköy  İncirli metrobüs durağı      08:00
Beşiktaş  Üsküdar motor iskelesi       08:30
Levent  metro durağından ring seferler          08:00-09:30
  


Çıtır Çıtır Felsefe serisi günlük hayatta karşılaştığımız konulara, sorulara, sorunlara o kadar güzel bir bakış açısıyla yaklaşıyor ki... Cevaplar veriyor diyemem zaten böyle bir niyeti/iddiası olduğunu da sanmam.
Ama şaka bir yana Brigitte Ablayla sohbet edebilmeyi çok isterdim.
Belki bir gün o da olur...
Kim bilir :)

HERKESE ÇITIR ÇITIR FELSEFE KIVAMINDA, TADINA DOYULMAZ KİTAPLARLA DOLU HAFTALAR DİLERİM(Z)
Devamını oku »

20 Eylül 2013 Cuma

Halka Çörek Zinciri :)

Bazı kitapları, tamam belki birçok kitabı okuduktan sonra unutuyorum. Konusu hayal meyal aklımda kalıyor, karakterleri çıkarmaya çalışıyorum ama üzerinden uzun zaman geçmişse bir kitapla ilgili yazı yazamıyorum. Ancak bazı kitaplar da var ki hiçbir şeyini hatırlamasam da bende bıraktığı duyguyu unutmuyorum. Kitabın adı aklıma geldiğinde bile o duygu saklandığı yerden çıkıveriyor;işte ben buradayım diye. Neyse ki çok fazla kitapta bu duygu durumları oluşmuyor.Yoksa o kadar duyguyu nereye saklardım bilemiyorum :)
Birazdan bahsedeceğim kitap da sanırım hiç unutamayacağım türden, saklanan duygulara hitap eden bir kitap. Halka Çörek Zinciri, Günışığı Kitaplığı'ndan çıkan "Abur Cubur Peşinde" dizisinin çörekli olanı. Daha önce domatesli makarnanın tadına bakmıştık :) Çok sevince serinin diğer kitaplarını da okumak istedim ama çörekler öne geçti.
Aleks, Liza ve Mark okulun hademesi Bay Onur'un arabası çalındığı ve onun arabaya ihtiyacı olduğu için para bulmak, onu mutlu etmek isterler ama nasıl? Aleks'in aklına harika bir fikir gelir. Cumartesi günleri okulda halka çörek satacaklardır. Peki talep, çöreklerden fazla olursa ve bu duruma okul müdürü bir çözüm bulmalarını isterse? Yepyeni fikirler bulmaları gerekir ancak belki eski bir yöntem olan mektuplaşma da bu duruma yardım edebilir. Böylece "halka çörek zinciri" oluşur. Düşünemedikleri tek şey, mektup gönderdikleri kişilerin yardımsever olması ve Aleks'in evinin posta kutularıyla dolup taşmasıdır. Kim bilir belki zincire yeni biri katılır ve çörekler bozulmadan onları satmanın bir yolunu bulur...
Hikayesi oldukça sade olan bu kitabın bende bıraktığı "koşulsuz yardım" duygusunu unutamayacağım sanırım. Bay Onur'un arabaya olan ihtiyacı sadece hafta sonlarında kırlarda bayırlarda gezmesi iken çocukların bu durumu önemseyip ona yardım etmeye çalışmaları bence çok etkileyici. Bazen bizi harekete geçiren şey dışarıdan bakıldığında bir su damlası kadar küçük de görünse onun bizim okyanusumuzda bir damla olduğunu kavramak birçok şeyi değiştiriyor.
Şimdiki çocuklarda benim gözlemlediğim paylaşmaktan ya da yardımlaşmaktan çok farklı şeyler ama ben de dışarıdan biri olduğuma göre belki ben de onların su damlalarını henüz fark edememişimdir, olabilir :)
Serinin diğer kitaplarını okumak için daha ne bekliyorum bilmiyorum :)
Yayınevine bir soru: "Bay Onur" demeseydik de kendi adıyla kullansaydık daha mı hoş olurdu? (sadece aklıma geldi)
Makarnayı hemen gidip yapmıştım,gönül isterdi ki evde çörek yapıp onu da paylaşayım :) İşte bu yemekli kitapların da böyle bir kötü tarafı var ama olsun siz yine de "Abur Cubur Peşinde" serisini okumaktan vazgeçmeyin :)

Çörek yapamadım ama minik bir zincir oluşturdum kitabın çevresinde :)
“Abur Cubur Peşinde” dizisi
“Halka Çörek Zinciri”
Özgün Adı: The Doughnut Ring
Yazan: Alexander McCall Smith
Resimleyen: Ian Bilbey
Çeviren:Nazlı Tancı
Yaş grubu: 7+
Günışığı Kitaplığı, 2009, karton kapak,67 sayfa

HERKESE MAKARNA KIVAMINDA ÇÖREK TADINDA MUTLU HAFTA SONLARI :)


Devamını oku »

18 Temmuz 2013 Perşembe

Kitaplık Kurdu 3. Yazı: Zaman Çok ve Zaman Yok :)

Aklımdan bir dolu konu geçiyor, notlar alıyorum, planlar yapıyorum, bunları blogda yazayım diyorum ama "zamanım yok" :)
Hayallere dalıyorum, okunacak kitaplarımı diziyorum, kahve koyuyorum kendime; "zaman çok" :)
Zaman çok mudur yoksa yok mudur tartışmaları sürer gider..
Ben bu kitabı da "zamanım yok"ken okudum ve yazdım(bu nasıl bir ironidir yahu :)
Bloga bir şeyler yazmak bana çok keyif veriyor ama her zaman aklımdakileri de yazamıyorum :( Size de oluyor mu öyle?

Bu kitabı okuyun,sonra yine konuşalım, ne de olsa "zaman çok" :)


Devamını oku »

12 Temmuz 2013 Cuma

Bugün Adım Kaktüs Benim :)

Her zaman "papatya" değiliz sanırım; bazen "kahkahaçiçeği" bazen "küstümotu" bazen de "kaktüs" oluruz :)
Çiçek'in hikayesini okurken aklıma kendi çocukluğum geldi.
Nasıl gelmesin ki; ben de -hatırladığım kadarıyla- en az 1 gün "papatya" isem diğer gün "kaktüs" olabiliyordum :)
Büyüyünce unutuyoruz aslında küçükken neler yaşadığımızı ve hissettiklerimizi.
Bize ne kadar da önemli gelen bazı şeylerin büyükler tarafından pek de önemsenmediğini,
Sonra biz büyüyoruz ve biz önemsememeye başlıyoruz "küçük"leri...
Bu kitapta aslında önemsenmeyen bir çocuktan bahsedilmiyor yani sizi giriş kısmıyla biraz kandırdım :)
Aslında tam da kandırmış sayılmam çünkü bu kitabı okurken aklıma bunlar gelmişti.
Çiçek, yeni abla olmuş ve büyümesini yüzünde çıkacak sivilceye bağlayan, en yakın arkadaşı Defne ile tartışan tatlı mı tatlı bir kız.

Sevinince "Şıkıdım kere şıkıdım" deyişi var ki; ben gülmekten kırıldım.
Hikayesini de kendisi anlattığı için oldukça doğal bir anlatımı var.
1. tekil şahıstan yazılan çocuk hikayelerini/romanlarını daha çok sevsem de yazarın "usta"sı sanırım burada biraz daha fazla kendini belli ediyor.
Nitekim etrafta gördüğü her şeyi bir çocuğun gözünden bakarak yazmak sanırım kolay olmasa gerek.
Hikaye kısa bir zaman diliminde gün içerisinde Çiçek'in yaşadıklarını ve çevresindekilere olan duygusal tepkilerini anlatıyor.
Kardeşini kıskanıyorama aynı zamanda kardeşi hastalanınca dünyası başına yıkılıyor,
Dedesiyle "büyüme" üzerine parkta sohbet ediyor,
Evdeki (H)ediye Abla'ya takılıyor,
Anne ve babasını özlüyor,
Düşler kuruyor,
At koşturuyor,
Defne ile küsüyor ama sonra dayanamayıp barışıyor,
Hemen her gün de farklı bir "çiçek" oluyor,
Hatta gün geliyor, derdini "banyo dolabı"na kilitliyor :)
Günışığı Kitaplığı'ndan çıkan Hacer Kılcıoğlu'nun yazdığı "Bugün Adım Kaktüs Benim" tatlı bir kızın hikayesini anlatıyor.
Sürekli iyilik yapıp etrafa gülücükler saçan karakterler ne kadar yapmacık geliyorsa Çiçek gibi bazen "kaktüs" de oluveren karakterler bana o kadar "sıcak" geliyor.


*Kitabın adını ısrarla "Bugün Kaktüs Benim Adım" şeklinde söylüyorum; sonra aklıma takıldı acaba benim gibi yanlış söyleyenler oluyor mudur diye :)
** Yazarın "Perşembeleri çok severim" kitabını da merak ediyorum; umarım yakında yollarımız kesişir.
*** Radikal KABORÜKO da Çiçek ile tanışmış :)
Künye:
Bugün Adım Kaktüs Benim
Yazan: Hacer Kılcıoğlu
Editör: Müren Beykan
Yaş grubu: 8+
Günışığı Kitaplığı, 2011, 123 sayfa

HERKESE GÜNEŞLİ, ÇİÇEKLİ, KEYİFLİ HAFTA SONLARI :)
Devamını oku »

9 Temmuz 2013 Salı

"Herkes Bir Şeylerden Korkar" : Cesaret ve Korku :)

"Herkes Bir Şeylerden Korkar"...
Herhangi bir şeyden korkmayan var mıdır, bilmiyorum.
Henüz denk gelmedim.
Ben de korkak tiplerden biriy(miş)im, itiraf edeyim.
Brigitte ablayı zaten çok severdim, bu kitaptan sonra daha da bir kanım kaynadı.
"Çıtır Çıtır Felsefe" serisini okurken karşımda beni olumsuz yönlerimle de kabullenmiş, anlamaya/dinlemeye çalışan, kafama takılanlara cevaplar bulmasa da bana doğru sorular soran 1 abla canlanıyor gözümde; bu Brigitte Abla tabii ki :)
Serinin bazı kitaplarını çok önceden okumuş, unutmuş, yeniden okumuştum.
Bu kitabını da okuduysam da hatırlamadığımdan kütüphaneden geçen gün sevinerek aldım.
Niye sevindim bilmiyorum; çıtır çıtır felesefe insana bunu yapıyor sanırım :)
Yanlış hatırlamıyorsam toplamda 23 kitaplık bir seri, zaten herhangi birini okuyunca diğerleri de sizi mıknatıs gibi kendine çekiyor. ( Bu da demek oluyor ki Brigitte Abla sık sık konuğumuz olacak :)

Kapak resmini çok sevdim :)
                                                                     ***
"Herkes bir şeylerden korkar" diye başlar kitap ve örnekler veriyor; ölüm, örümcek, karanlıkta uyuyamama, sevilmeme, dönmedolaba binme, bir kızı/oğlanı öpme, büyüme korkusu vs.
Kitapta kanlı canlı örnekler var; dolayısıyla bahsedilen örneklerdeki Sonya ya da Ali siz de olabilirsiniz. Ya da bu kitabı okuyan her kimse.
Benim de isim vermeyeyim bazı örneklerle birebir benzerliğim var.
Ancak kitaptan sonra -hatta kitabı okurken de- uzun süre düşündüm ben nelerden korkuyorum diye.
Biliyorum okuyunca bazılarına güleceksiniz ama ben yine de az özel olanlarından paylaşmak istedim; belki benzer şeyleri hissedenler vardır ve kendilerini yalnız hissetmezler :)
- Ormanda kaybolmak (biliyorum kırmızı başlıklı kız değilim her gün ormanda anneanneme yemek götürmüyorum:)
- Denizde iken kocaman bir balık tarafından ısırılmak (2 balık'ız dedik ama büyük balık ısırıklarından korkmayız demedik :)
- Trafikte "gerçek" araba kullandığını unutmak (çarpışan arabaları çok seviyorum ve bazen insanın gerçek trafikte de kafası karışabiliyor.)
- Sevdiğim/sevmediğim hatta tanıdığım/tanımadığım birini kırmaktan/üzmekten çok korkarım. (iyi kalpli olduğumdan falan değil ya bencillikten tamamen onun vicdan azabını düşünürüm yani :)
- Karınca ezmek... (küçükken -çok acayip küçükken-  karıncaların "canlı" olduğunu düşünmez,özellikle üzerlerine basardım; şimdiyse onun vicdan azabıyla, değil üzerline basmak yollarını şaşırtmayayım diye ödüm kopuyor.
- Teknoloji kazığı yemek: Bilgisayarın, telefonun bozulması ve içindeki evraklarıma ulaşamamak
- Birinden bir şey istemek: Kalemini isteyecek olsam sanki kolunu bacağını istiyormuşum gibi geliyor bazen.
- Birine bir şey sormak: Korkmak değil de belki çekinmek denebilir; kimsenin özel alanına girmek istemem.
Kitapta " Korkunun çocukları", "anne, ışığı açık bırak", "ben korkağın tekiyim", "dolapta biri var", "cesur insanlar korkar","korkuyla oynamak" gibi başlıklara ayrılmış toplam 21 mini bölüm var. Hepsinde de korkan kişinin neler hissedebileceği üzerine örnekler var.
"Dolapta biri var" bölümü çok keyifliydi; Kaan uyuyamıyor, tuhaf gıcırtılar duyuyor. Odasındaki dolabın içinde birilerinin olduğundan emin. Babasını çağırıyor. Babası Kaanla dalga geçmek yerine Kaan'ın oyuncak kutusundan aldığı kılıç ile dolabın kapağını yavaşça açıyor ve canavar olmadığını görüyorlar; Kaan kendini güvende hissederek uyuyor.

"Başkalarının korkularımıza saygı duyması ve bize salakmışız gibi davranmaması ne kadar da rahatlatıcıdır." :)
Korku bazen- ne yazık ki- bulaşıcı da olabiliyor. Etrafa yayılan 1 haber ile herkes korkuya kapılabiliyor...
:)
"Başkalarının korkuları önümüzü tıkayabilir. Kendimize olan güvenimizi yitirmemize neden olur ve sonunda da, bizi yeteneksiz olduğumuza inandırır."

Benim hoşuma giden diğer bir bölüm de;


 "Cesur olmak, bütün "rağmen"lere rağmen harekete geçmektir." :)

Kitap küçük cesaret alıştırmaları ile bitiyor.
"Cesaret olduğu sürece korkuların gerekli olduğu" cümlesi kalıyor aklınızda.
                                                                                ***

Anaokulu ve kreşe "korku" yüzünden gitmemiş, 5.5 yaşında okula başlamış ve derslerde uyuyakalmış biriyim. Anaokulunun ilk günü gerçekten çok kocaman bir kız vardı ve beni köşeye sıkıştırmıştı, çok korkmuştum. Anaokuluna gitmekten böylelikle kurtuldum derken ilkokulda daha ezeli bir düşmanla, matematikle, karşılaşacağımı bilmiyordum, orada da pes etmiştim.
Bizim zamanımızda olsaydı Çıtır Çıtır Felsefe serisi ben o kocaman kızı cesaretimle döver, matematikte çarpım tablosunu elimle toplama yapmadan çözebilirdim :)
Ama siz geç kalmadınız,
Çocuğunuz veya siz (itiraf edin bu kitapları ilk önce kendinize düşündünüz:) Brigitte abla ile tanışın ve tüm "rağmen"lere rağmen harekete geçin :)

Künye:
“Çıtır Çıtır Felsefe” dizisi
“Cesaret ve Korku”
Yazan: Brigitte Labbe
Resimleyen: Jacques Azam
Editör: Müren Beykan
Çeviren:Azade Aslan
Yaş grubu: 8+
Günışığı Kitaplığı, 2008, 40 sayfa

HERKESE KENDİ KORKULARINDA BOĞULMADAN 
MAVİ DENİZLERDE YÜZME CESARETİ DİLERİZ* :)
*Büyük balıklara aman dikkat :)

Devamını oku »

7 Temmuz 2013 Pazar

Çubuk Makarna Düğümü :)

Biz makarnayı pek severiz. Çubuğu, fiyonklusu, burgusu arasında pek seçim de yapmayız.
Makarna; makarnadır.
Hele bir de domates soslu olursa :)
Onun adı ezelden beri: DM'dir; Domatesli Makarna :)
Belki kurtarıcı bir yemektir bilmiyorum ama makarnanın bizim evde yeri apayrıdır.
Kütüphanede iken "Çubuk Makarna Düğümü" ile kısa sürede tanışmam ve evimize konuk olması da bu sebepten.

Kitap; "Bir zamanlar hiç makarna yememiş iki çocuk vardı" diye başlıyor.
Bu ancak masallarda olabilir diye düşünüyorum çünkü daha önce böyle bir "durum"la hiç karşılaşmamıştım.
Tom ve kızkardeşi Niki teyzeleri Rebeka ile yaşamaktadır çünkü anne babaları yanardağ araştırmaları için çok uzaktadırlar. Rebeka teyze de iyi biridir ancak biraz gariptir de. Karşısında biri varmış gibi salonun ortasında dans etmekte ve sürekli çiğ soğan yemektedir. (benim için garipten de öte "ıyyy" bir durum :)
Aslında daha çok suyosunu ve lahana yemekte ve sağlıklı beslenmeye çalışmaktadır ancak Tom ve Niki bu durumdan pek de memnun değildir.
Hayatlarında ilk defa makarna yedikleri yer bir lokantadır; çünkü paraları sadece ona yeter.
Derken bir gün gazetede Pipelli Makarna Fabrikası'nın "makarna sosları" ile ilgili yarışmasına katılırlar ve Bay Pipelli ile tanışırlar.
Orada geçirdikleri günün sonunda eve zeytinyağına bulanmış, çubuk makarnaya dolanmış halde dönünce Rebeka Teyze bu duruma sinirlenir ve Makarna Fabrikasına gider; orada hiç beklemediği bir durumla karşılaşır:
Bay Pipelli'nin kıvırcık siyah saçları, ışıldayan gözleri ve yüzünü ikiye bölen gülümsemesi vardır :)
                                                                             ***
Detaya girmeyeyim derken neredeyse tüm hikayeyi anlattım :)
Günışığı Kitaplığı'ndan çıkan bu kitap, "Abur Cubur Peşinde" serisinden bir kitap.
Diğer kitapları da okumak için sabırsızlanıyorum.
Bay Pipelli karakterini çok sevdim.
Keşke gerçek hayatta da böyle yüzünü ikiye bölen gülümsemesi olan insanlar -hele ki makarna fabrikası olanlar- olsa ve bizi makarna yemeye davet edip önümüze 6 çeşit makarna koysa...
Hepsini yerim ki ben :)
Size tavsiyem "Çubuk Makarna Düğümü"nü okuduktan hemen sonra uyumayın yoksa rüyanızda kendinizi Bay Pipelli'nin fabrikasında midye makarna yaparken bulabilir, Rebeka Teyze kızmasın diye de yanına sebze yemeği yapmak zorunda kalabilirsiniz :)

"Çubuk Makarna Düğümü"nü okuduktan hemen sonra :)
* Abur Cubur Serisi ile ilgili Hint Cevizi'nin  ve BDK'nın yazılarını da okuyabilirsiniz :)

Künye:
“Abur Cubur Peşinde” dizisi
“Çubuk Makarna Düğümü”
Özgün Adı: The Spaghetti Tangle
Yazan: Alexander McCall Smith
Resimleyen: Ian Bilbey
Çeviren:Nazlı Tancı
Yaş grubu: 7+
Günışığı Kitaplığı, 2009, karton kapak,80 sayfa

HERKESE KENDİ ÇUBUK MAKARNASINDA DOMATES SOSLU YEMEKLER, 
LEZİZ TARİFLER DİLERİZ :)

Devamını oku »

25 Mayıs 2013 Cumartesi

Aklından Düşünceler Geçen Çocuk :)

Çocukların hayal dünyası inanılmazdır.
Biraz konuşursanız kurduğu cümlelere hayran kalırsınız çünkü o "saf"lık hiç bozulmamıştır-henüz-.
Büyüdükçe o "saf"lığı yitirdiğimizi ama içimizdeki çocuğu da sevmeye okşamaya devam ettiğimizi düşünüyorum.
Yoksa hayat çekilmezdi herhalde:)
Küçükken -bazı buluşmalar dışında- kardeşim de olmasına rağmen çoğunlukla tek büyüdüm daha doğrusu tek oynadım. Bu da gerek hayali arkadaşlar gerekse tek kişilik satranç gibi yaratıcı ve zorlayıcı oldu, olmak zorundaydı çünkü.
"Bazen bir kitap okursunuz ve 'hayatınız değişmez' çünkü o kitapta hayatınızı bulursunuz..."İşte benim için öyle oldu birazdan bahsedeceğim kitap.
Yeni aldığım karar neticesinde kütüphaneye elimde liste gitmiyorum, o an sevdiğim 3 kitabı alıp çıkıyorum. Dün sabah da öyle oldu. Günlerden Nöstlinger'di :)
Daha önce "Kim Takar Salatalık Kralı" ile ilgili bir yazım vardı, bulamadım :)
Şimdi buldum, yaşasın, işte burada
Nöstlinger, 1984 Hans Christian Andersen ve 2003 Astrid Lindgren Edebiyat ödülü gibi pek çok ödülün sahibi olsa da en güzel ödülünün çocuklara okumayı sevdirmek olduğunu düşünüyorum.
Alev Saçlı Kız kitabını da okumuş ve bir süre kendime gelememiştim.
Korkunç olduğundan falan değil, "bir insan bu kadar güzel nasıl yazabilir, neyle besleniyor" acaba demiştim :)
Hani geçen gün Behiç Ak'a çocuklar sormuştu ya, "Yazarken hangi duygu ile besleniyorsunuz" diye, işte onun gibi...
Aklından Düşünceler Geçen Çocuk, tıpkı her çocuk gibi olduğundan mı "başka bir niteleme"ye ihtiyaç duymamış, bilmiyorum.
Kaynak: burada
Kulağa sıradan gelen bir isim aslında ama o kadar sade kavramış ki çocukların aklından geçen düşünceleri.
Okuyan kişiyi çocukluğuna götürmemesi imkansız-bence-
İşte güzel/keyifli/muzip çocukluk anı'larımı bana hatırlattığı için bir öğle arasında sildim süpürdüm kitabı, geriye de "aklından düşünceler geçen Esra" kaldı :)
Arka Kapak'tan:
Rosalinde’nin yaşamı ona sürekli karışanlarla dolu: Annesi, babası, büyükannesi, büyükbabası, arkadaşı Fredi… Onu eleştirip öğütler veriyorlar. Oysa, Rosalinde’nin kafasının içindekileri, düşünce ve hayallerini kimsenin okumasına olanak yok! Ve Rosalinde mutlaka kaleci olmak istiyor Fredi’ye inat!..
Rosalinde adında okula giden ama kaç yaşında olduğunu bilmediğimiz bir kız çocuğu var. Annesi babası büyükannesi ve büyükbabası ile yaşıyor. Hikaye, büyükbabasının Rosalinde'nin aklından geçen düşünceleri okuyabildiğini söylemesiyle başlıyor. Ve Rosalinde de onu kandırmak için kötü bir şeyler düşünürken gülümseyip iyi bir şeyler düşündüğünde suratını asıyor :)
Bir olay örgüsünde geçmiyor aslında hikaye-ki benim sevdiğim taraflarından biri de bu- bir ailenin ve ailedeki küçük kızın yaşamından birkaç günlük bir kesit sunuyor.
Okurken Rosalinde'nin ve elbette çocukların hayal dünyasına hayran kalmamak mümkün değil.
Özellikle derslerden kendini ip cambazlığına götürme hikayesi inanılmaz.
Ancak elbette ki beni daha çok etkileyen bölüm; "beyindeki yanlış kıvrımlar" oldu.
"Rosalinde çok sinirlidir. Kendine kızdığı için iki kat daha sinirlidir. Sürekli bir şeyler unutmaktadır çünkü." 
Size kimi hatırlattı :) 
Evet,aynı ben...
Unutkanlıkları ile ilgili bir çözüm bulur "pembe ıhlamur" (adının anlamı imiş), gazete getirmeyi hatırlaması gerekiyorsa "gazete" kelimesini TAMAMEN unutacaktır, "gazete" DEMEYECEKTİR.Ve böylece "unutması gereken şey"i hatırlar :) Bunu kesinlikle ben de deneyeceğim. Keşke çok önce okusaydım bu kitabı, Behiç Ak'ın "Kim Kime Dum Duma" kitabını evde unutmazdım-herhalde-
Ama anlıyoruz ki unutkanlık da "beynin yanlış kıvrılması"ndan sebepmiş, kimse üzerime gelmesin yani :)
Diğer bir unutulmaz bölüm ise; "Pembe Ihlamur Ağacındaki Yuva" .
Rosalinde "Rosalinde" adının ona uyup uymadığını bulmaya çalışır. Rose, pembe; Linde ıhlamur Ağacı demek(miş). Rosalinde pembe bir ıhlamur ağacı  olduğunu düşünür, dalında da kuş yavrular vardır ve kedinin onu yemesine izin vermemelidir.
" Pembe bir ıhlamur ağacı, kedinin yavru kuşları yemesine izin vermez!" 
Nöstlinger "olması gereken"i değil de"olan"ı anlattığı için başarılı diye düşündüm özellikle bu kitabını da okuduktan sonra.
-Zorlama ve dayatma yok.
-"Sıradan" bir günden kesitler var.
-Rosalinde kaleci olmak istiyor çocuk doktoru ya da öğretmen değil.
-Derslerini pür dikkat dinlemiyor, hayallere dalıp gidiyor
-Sabahları her zaman mutlu uyanmıyor bazen sol ayağıyla uyanıyor ve kafasını askılığa çarpıyor ve huysuzlandığı için kimsenin onu sevmediğini düşünüyor.
Çocuğunuzun " başka kalıp"larda  büyümesi sizi daha mutlu edecekse, bence Nöstlinger ile tanıştırmayın.
Çocuğunuzun "kendi kalıbı" içinse Nöstlinger tam bir kaynak :)
Kitabın çevirisi Necdet Neydim'e ait. Yayınevi de Günışığı Kitaplığı.
Nöstlinger arşivi için onlara teşekkür borçluyuz sanırım.
Untmadan;
Bu kitapta hiç mi kötü/sevmediğim bir şey yoktu?
Evet vardı.
Çabuk bitti ve devamı yoktu...

HERKESE BUİKA DİNLEMELİ (Konser var bu akşam yaşasııın) SEVDİĞİ KİTABI OKUMALI, SÜTLÜ KAHVE TADINDA GÜNEŞLİ BİR HAFTA SONU DİLERİM.
* Doğum günü olanlar, piknik için bizi de bekleyin, salıncakta/ hamakta yer bırakın :)

Devamını oku »

27 Eylül 2012 Perşembe

"Kim Takar Salatalık Kralı'ı"; Ben de Takmam :)

Bazı tanışmalar ne kadar geç olsa da "tam zamanıdır" dedirtiyor insana.
Hep gözüme çarpıyordu ama bir türlü okumak için elime almamıştım.Ta ki sevdiğim bir yazarın tavsiyesini görene dek..
O zaman derhal alındı ve okundu, sanki bunu beklermiş gibi :)
Benim zihnimde canlanan o "saf" haliyle hiçbir alakası olmayan bu kitabı bir kere herkese tavsiye ederim.
Bakış açısındaki farklılık ruhuma bir neşe getirdi cidden.
yazarı Christine Nöstlinger'in erkek olduğunu düşünmemin sebebini de şimdi bakınca hiç anlayamadım acaba ad-soyadları zihnimde yer mi değiştirmiştim ya da aklımdan neler geçiyordu?


Christine Nöstlinger :)
Kitap: Kim Takar Salatalık Kralı
Yazar: Nöstlinger
Yayınevi: Günışığı Kitaplığı

Kitaptan: 

" Kumi-Ori Kralını tam düşecekken tuttum; yoksa uykuya daldığı için az kalsın masadan düşecekti. Çok tuhaf bir histi-tıpkı naylon torbadaki hamur gibiydi. tüylerim diken diken oldu. Uyuyan Kumi-Ori'yi bebek arabasına yatırdım; annem de onu bulaşık beziyle örttü. Değerli taşlarla süslü tacı da derin dondurucuya koydu.Nedense bu hiçbirimize tuhaf gelmedi. Hepimizin ne kadar şaşkın olduğunu gösterir bu." :)

"Babam benim yaşımda bir çocuğun korkmaması gerektiğini söyler. Oysa büyükbabam yalnızca aptalların hiç korkmadığını söyler. Annem örümceklerden, hamamböceklerinden, henüz ödenmemiş faturalardan ve elektrik tellerinden çok korkar. Nik gece tuvalete gittiğinde, çıkarttığı sesten korktuğu için sifonu çekmeye cesaret edemez. Martina da eğer yanında yetişkin biri yoksa, geceleri karanlık bir sokakta yürümekten çok korkar. Büyükbabam ise, bir felç daha geçirip dilinin tutulmasından, hiç yürüyememekten ya da ölmekten korkuyor.
    Babama gelince,o da korkar. bunu kabul etmiyor ama ben fark ettim. Örneğin,bir arabayı solladığında karşı yönden bir araba geliyor ve babam da, dolu olduğu için sağ şeride giremiyorsa..."



"...Ama gene de yanımda ne kadar korktuğumu gören birinin bulunmamasına seviniyordum. oysa yanımda biri olsaydı, herhalde korkmayacaktım;bu yüzden keşke yanımda biri olsaydı diye geçirdim içimden.."

"... Annem kızmaya başladı. kendisinin iyi bir anne olduğunu, bu yüzden ona işin gerçeğini anlatmamız gerektiğini söyledi. biz de ona gerçekten iyi bir anne olduğunu, ama işte bu nedenle ona her şeyi anlatmamızın gerekmediğini söyledik. annem, iyi bir anne olduğu için bizi anladı." :)

Yazarın diğer kitaplarını da kitaplığıma acilen katmayı ve sonra ilk okunacaklara eklemeyi düşünüyorum, yazarın kitaplarını okuyanlardan da yorum yazan olursa memnun olurum :)

Bu arada "Anti-Terbiyeci bir yazar" başlığıyla Radikal Kitap ekinde 25 Mart 2011'de Suzan Geridönmez'in kaleminden bir de yazı yazılmış Nöstlingerle ilgili:
"1984 Andersen ödülüyle onurlandırıldığında 'Bu ödülü aldığıma sevinmedim ama almasaydım çok içerleyecektim.' diye bir cevap vermiş." :)

Bu kadar şey yazıp da konusundan bahsetmemek olmaz elbette:

3 çocuk,anne, baba ve dededen oluşan bir aile bir gün mutfaklarında Salatalık Kralıyla karşılaşırlar ve sonra olanlar olur :) süper özetledim değil mi :)
Kitapla ilgili sevdiklerim:
1. didaktik olmaması
2. oldukça farklı bir bakış açısı ve yaratıcılıkla yazılmış olması
3. eğlenceli olması
4. her bölümün başında bölümü özetleyen cümleler
5. karakterlerin hepsinin bir anda hem iyi hem de kötü olarak gösterilebilmesi
6. öğretmen olan karakterin iç dünyasını da çarpıcı bir şekilde verebilmiş olması


İşte bu da ben :) (kaynak: deviantart.com/Nabhan)



Devamını oku »