Drop Down MenusCSS Drop Down MenuPure CSS Dropdown Menu




21 Ocak 2016 Perşembe

Annem Gelince / Bu Kış Kimse Üşümeyecek :)

Dün akşam annem geldi, evde bir bayram havası :)
Elif halinden çok memnun, her şeyini ananesiyle yapmak istiyor, saçını o tarasın tokasını o taksın, ayakkabısını o giydirsin, Elif de onu milyon kere öpsün, oh ne ala. Bizimle abartısız 1-1.5 saate ağlayarak uyuyan bebe, ananesiyle 5 dakika içinde ağlamadan uyudu ya! Bu ne arkadaş, bu ne nazmış bize böyle. Maşallah böyle giderse bizim tatilimiz başlamış demektir. Zaten tatilden anladığım, aşağı yukarı böyle bir şey.
Annem gelince,
- Evin havası bir anda değişti. Eve çok acayip leziz yiyecekler de gelmiş oldu, hangisinden yiyeceğimizi şaşırdık, ben birkaç farklı börekle sarmayı aynı anda ağzıma tepiyordum en son :)
- "Eşyaları kendi yerlerine koy Esra" İşte bu, yandığımın da resmi tabii. Temiz, titiz anneye sahipsen eşyaları rastgele etrafa atamıyorsun.
- Ertesi günün yemeğini düşünmemek ve eve geldiğinde sıcak bir sofrayla karşılaşmak ise bizim için paha biçilemez.
- Elifin ananesiyle oynamak için can atması ve annemin de zaten Elifi çok özlemiş olması, ballı lokma tatlısı değil de nedir? Elifin 2 adet minderi var, kırmızıyı kimseye vermez kendi oturur, yeşili de karşı tarafa koyar ve 8-9 tane arabasını gönderir, geri ister;bu oyunla bayağı oyalanıyor. (Kırmızı balonu da kimseye vermez, biz ancak mavi balonla oynayabiliyoruz :)
- Annemin gelmesi demek, bana göre çok normal olan yeleksiz ve çorapsız takılmanın Elif açısından bitmiş olması demek. Anneme çok itirazı yok gerçi, babasını peşinde sürüklüyor. Ben uzaktan izliyorum, "haydi kendin giy" dediğimde giyiyorsa giyiyordur, giymiyorsa üşümüyordur mantığım var.
- Evin genel düzeniyle ilgili annemin şahane zihni sinir projeleri oluyor. Eskiden çok acayip itiraz ederdim, tartışırdık, üzülürdük, annemin dediği olurdu :) Şimdi itiraz etmiyorum, uyguluyoruz, sevmezsek annem gidince değiştiriyoruz :) Böylece kimse kırılmamış oluyor. Bir dahaki gelişinde ortaya çıkan acı gerçekleri pek önemsemiyor neyse ki çünkü bizim evde her şeyin her an yeri değişebilir :)
- Annem gelince yeniden evin küçük kızı havasına geçiyorum, annemin yeme-içme-dinlenme vs. konularda beni şımartması çok hoşuma gidiyor.
Bu sene -uzun zamandan sonra- bir ilk olarak bana kitap hediye almış annem. Çok şaşırdım, genelde "sende olmayanı bulamam" deyip kitap almıyordu bana. Bu sene kitap fuarına gitmiş, son çıkan kitapları sormuş, bu kitabı beğenmiş ve bana almış. Satıcı "kızınız kaç yaşında" dese ne derdi acaba, "31 olacak ama biz onu 2 yaş gibi seviyoruz" mu derdi :)

Farenin cezerye ile ısınacağına inanan bir ben miyim :)
Kitap hakkında minnak bir yorum yapacak olursam, Feridun Oral'ı İstanbul Kitap Fuarında tanıyıp Lokum adına kitap imzalattığımdan beri seviyorum. Kitaplarının tarzı, naifliği de hoşuma gidiyor. Sadece bazı kitaplarının metinlerini kendime çok yakın bulmuyorum. Ancak resimleri beni her daim ısıtıyor. "Bu kış kimse üşümeyecek" kitabını okuyunca metinlere resimler kadar emek verilmediğini düşündüm, belki biraz daha şiirsel bir dil ve farklı/detaylı bir son ile daha da güzel olabilirmiş.
Banu da tesadüf bugün bu kitabı anlatmış, Elif de dün Tayga gibi ipinden kitabı çekiştiriyordu. Hikayede anlatılmak isteneni anladığını çok sanmıyorum ama bu kitaba böyle bir ipin konulmuş olması bence oldukça yerinde. İpimin ucuna neleri bağlayacağımı henüz bilmiyorum. Çalı çırpı yerine cezerye ile başladım. Geçen gün hatırladığım Selanik kökenim de bir anda silindi gitti sanki, "Adanalıyık, kebap yerik, şalgam içerik" havası esti içimde :)
Yarın inşallah kuzenler, kardeş ve en önemlisi teyzoşum Ayçişko ile ekip tamamlanacak, hepsini karda yuvarlayıp kar savaşıyla coşasım var.
E ne de olsa eve dönünce annem sıcak bir ıhlamur verir :)


Devamını oku »

20 Ocak 2016 Çarşamba

Martıya Uçmayı Öğreten Kedi / Luis Sepulveda

Çocuk kitaplarını sıklıkla okumaya başladığım 2010-2011 yıllarında tanıştım Sepulveda ile.
O zamanki okumalarım ve aldığım notlar çok daha farklıydı tabii, sadece "sevdim ben bu kitabı" /"sanki çok da hoşlanmadım" / "bir şeyini sevmedim ama o 'şey' ne bilmiyorum diyebiliyordum.
Zaman içerisinde bu cümleler genişledi ve en azından o 'şey'in ne olduğunu bulabilmeye başladım. (çoğunlukla, ama bazen hiçbir fikrim olmuyor :) Kitap okumak çok daha keyifli şu an benim için. Okumanın hazzı, "acaba şöyle olsa nasıl olurdu" bulmacasıyla birleşiyor ve ortaya neşeli notlar çıkıyor.
Geçtiğimiz hafta "Martıya Uçmayı Öğreten Kedi"yi okuduğumda da benzer şeyler yaşadım.
İlk okuduğumda hissettiğim duygu ile ikinci okumamda hissettiğim duygu birbirine yakındı, lakin eleştirel bir okuma yapınca aldığım notların ne kadar farklılaştığını görüp mutlu oldum.
"Martıya uçmayı öğreten kedi"nin ismi beni gülümsetiyor.
Bir kedi var, bir de martı var. Bu kedi martıya uçmayı öğretiyor-muş.
Peki, neden?
Ama, nasıl? (ya da tam tersi)


Kengah, petrole bulandığı denizden, sadece çenesinin altında beyazlık olan kara kedi Zorba'nın yaşadığı evin balkonuna kadar uçmayı başarır.
Tam o anda yumurtasını bırakır ve Zorba'dan 3 şey için söz ister,
1. Yumurtayı yemeyeceğine söz ver.
2. Civciv çıkana kadar yumurtaya göz kulak olacağına söz ver.
3. Ve ona uçmayı öğreteceğine söz ver.
Bu 3 sözü okuduğumda "amanın" dedim, "Zorba'nın işi pek zor"
Sonra da düşündüm. Ben olsaydım ne yapardım/neler düşünürdüm diye.
Mesela bir kedi olsaydım,
"Hı hı tabii tabii" deyip geçiştirir miydim. Aslında bunu "insan" halime daha çok yakıştırdım :)
Kedi halimle düşünsem çatıların üzerinde gezinirken bu minik martıyı da yanımda taşır ve onu bir anda "Haydi uç bakalım" diye yalnız mı bırakırdım? (bu da çok insansı oldu)
Belki de uçmayı öğretmek yerine onu koruyup kollamaya devam eder ve uçarsa belki bir yeri incinir diye dertlenirdim. ( Bu tam bir anne-insan yaklaşımı değil de ne :)
Tam olarak "kedi" gibi düşünemediğime göre belki ZORBA gibi düşünüp akıl yürütmeliyim.
Öncelikle ne yapabileceğimi sevdiğim arkadaşlarıma danışabilirdim, minik martıya gözüm gibi bakıp etraftaki haylaz kedilerden martımı koruyabilirdim, bana "anne"dediğinde ona "ben senin annen değilim" deyip yine de ona annelik yapmaya devam ederdim belki, uçmayı öğretme konusunda ise tatlı bir şairin dizelerine takılır ve "sadece cesareti olanlar uçabilir" mi derdim?
Neden olmasın :)
Bu ara Latin Edebiyatından okumalar yapmak, içimdeki meraklı ama solgun papağana iyi geldi, hatta yeniden dirilmek istiyor diyebilirim.
Sepulveda'nın Miks, Maks ve Meks'in Öyküsü kitabında da olduğu gibi kediler üzerinden hayata dair bir şeyler sunması, dayanışma konusunda beni sarsması çok hoşuma gitti.
Zorba'dan sonra en sevdiğim kedi, Pupa Yelken isimli kedi ve onun terminolojisi oldu:

Mürekkep balığının mürekkebi adına!
Kaplumbağanın kabuğu adına!
Akrebin ayakları adına!
Barlam balığının solungaçları adına!
İspermeçet balinasının yağı adına!
Yılan balığının kıvranması adına!

"Uçmak, son derece kişisel bir karar" diyordu kitabın bir yerinde, aklıma "Martı" kitabı geldi bu yüzden.
Uçmak eylemini bir metafor gibi algıladım ve "Ben ne zaman, nasıl uçtum acaba" diye düşünmeden edemedim. İlk uçuş üniversiteyi kazanıp memleketten ve aile hayatından ayrılıp Ankaraya gelmem ve yurtta kalmaya başlamamla oldu sanki. Alışma evresinden sonra bir anda okulun bitmesi ve "işsiz mi kaldım ben şimdi?" halleriyle geçen zamandan sonraki mini uçuş işe girme ve para kazanma evresi olabilir. Elif'in doğumu ve benim anne olmam ise daha önce hiç gitmediğim bir coğrafyada gözlerini açmak gibi(ydi)
2015te bu uçuş, kendini "farkındalık" alanlarında gösterdi. Okumaktan ziyade okuduklarımı anlayabilme yetisinde gelişme olduğunu gözlemledim. Her gün gördüğüm ağaçlar gözüme daha farklı geldi. Mutluluk sebeplerim oldu ya da onları ben yarattım/keşfettim.
Hayatımdaki ZORBA kimdi acaba diye düşündüm.
İçinde biraz ben biraz ailem biraz arkadaşlarım biraz Lokum biraz Elif olan çok kalabalık bir ekip bu. Benim hayatımdaki Zorba tek bir kişi değil ama "kedibalığının kuyruğu adına!" hepsi o kadar değerli ki!
Esoşun Çizimlerinde dün "Martıya Uçmayı Öğreten Kedi" vardı, gülümsedim çizerken, teşekkür ettim Sepulveda'ya, bana değerler konusunda düşündürdükleri için. (Bu yazıyı okumama vesile olan Semra sana da ayrıca çok teşekkürler)
Şanslı'yı birlikte uçurduğumuz canım CKK, iyi ki varsınız! 



Martıya Uçmayı Öğreten Kedi
Yazan: Luis Sepulveda
Resimleyen: Mustafa Delioğlu
Çeviren: Saadet Özen
Yaş grubu: 8+
Can Çocuk, Ağustos 2010, 125 sayfa, karton kapak

Devamını oku »

19 Ocak 2016 Salı

Ankara Kitap Fuarı-2016

İstanbul Kitap Fuarından sonra herhangi bir fuara gitmedim, Ankara'daki kitap fuarına da ilk 3 yılında gitmiştim (AKM'deki) ve beni tatmin etmemişti.
Bu sene ATO'da düzenlenen 10. Ankara Kitap Fuarına ise oldukça düşük bir beklentiyle gittim, öyle olunca da çok mutlu ayrıldım. (işin sırrı buymuş demek)
Etkinliklerin, katılımcıların bir hayli yetersiz olduğunu fuar sayfasına bakınca görmüş, "acaba gitmesem mi" diye de düşünmüştüm ama sahafların gayet iyi olduğunu Selcen'den duyunca içime bir heyecan ateşi düştü.
İlk gün fuarın kapanmasına 1 saat kala gidebildiğimiz için ben sadece sahaflara bakabildim. Hatta içlerinde kayboldum da denebilir. Çoğu İstanbul'dan gelmişti, Ankara'da olanlarının da kartını almıştım (sanırım kaybettim)
İkinci gidişimde ise öğle arası vakti olduğundan yine kısıtlı ve koşturmacalı idi ama yine de sevdim, lojistik destek için Fatma sana teşekkürler :)
En bomba diyalogumu İletişim Yayınlarında yaşadım.
Çocuk kitaplarının olduğu bölüme bakarken uzun süredir aradığım, baskısı olmayan bir kitabı görüp "hiiii" dedikten sonra dilim tutuldu, konuşamadım. Görevli kız belki şaka yapıyorum sanıp güldü ama ben o ara sözcükleri bellekten geri çağırmaya çalışıyordum. "Ah bir konuşabilsem" diye diye kekelemeye başladım. (Bu durum ben çok heyecanlanınca birkaç sefer daha başıma geldi) (*Bulduğum kitaplardan biri Ördek, Ölüm ve Lale bu arada) Belki baskısı biten diğer kitaplar da vardır diye "Yamuk Okul" serisini sormaya çalıştım. "Hani...bir okul var... yamulmuş...çocuklar ters duruyor" gibi saçmalayarak anlattığım kitabı görevli anlayamadı, o ara deriiiin nefes alıp kendime gelecektim ki aradığım başka kitapları görüp kendim yamuldum iyi mi :)
Yetişkin edebiyatı tarafına doğru giderken Elif yanıma geldi, kucağımda kıpırdanan bebemle fuarın kapanmasına 5 dakika kala İletişim Yayınevini gezdim. Kafamı kaldırınca "Levent Cantek" olduğunu tahmin ettiğim birini gördüm. "Aaa uzun bir Levent Cantek"miş deyip konuşmak için yanına doğru yöneldiğimde yanaklarım çoktan heyecandan kızarmıştı. Kitaplarından, editörlüğünden konuşmak isterdim ama tüm bunların yanında ağzımdan dökülen "Blogunuzu okuyorum, çok seviyorum" deyiverdim. E Yuh! Blog ne yahu? Cantek de sağolsun tuhaf bir şey demeyip sadece teşekkür etti. O ara blogdan kitaplara geçebilecekken ben ne yaptım? "Kasa şu taraftaydı değil mi?" diyerek göz temasından kaçıp arkama bakmadan oradan uzaklaştım. (paramı ödedim tabii) Benim şu "this is zemin"ime bir çözüm bulsak fena olmayacak.


Yeri Beyoğlunda olan Kurgu Sahaf'ı İstanbulda olanlara tavsiye ederim. Çocuk kitaplarını depoda tutuyorlarmış, sanırım o depoda hazine var :)


Harika kartpostalları da vardı fuarda. Soldaki kartpostalın kenarında "Selanik Rıhtımı" yazdığını da eve gidince gördüm, vay memleket de dedim hani :)

2016 kitap hedeflerimden biri de yeni kitap almamaktı. (Fuardan aldığım kitaplar 50yi geçmiş, yut o lafı Esoş)
Daha çok vaktim olsa sanırım tüm sahaflardaki nitelikli çocuk kitaplarını yer yutardım :)
Buna da şükür tabii.
Kartpostallardan yepyeni hikayeler kazandım, belki bir gün buraya da yazarım, diğerleri gibi...


Devamını oku »

14 Ocak 2016 Perşembe

Bu Aralar

Dikkatimi toparlayamıyorum.
Tek bir konuya odaklanamıyorum.
Her şeyden parça parça var aklımda, o parçalar bir bütünü oluşturmuyor.
"Bütün" olmak istiyorlar mı gerçi onu da bilmiyorum.
"Eksik Parça" ve "Pezzettino" kitapları geliyor aklıma.
Kendimi kötü hissetmiyorum (çok şükür) sadece içimde yaşıyorum bazı şeyleri.
Geçen gün okuduğum bir hikayeden de çok etkilendim, hikayede pek de tatlı olmayan bir kuş vardı-ismini vermeyeyim- ve benim kuşlarıma çok benziyordu. Sanırım bu kuşları kovalamanın ve kendine az daha güvenmenin vakti geldi.
Gelmeli.
Gelsin.
Gelmiş.
Mi?
Bilmiyorum.
Bu ara yine yazar okuması yapıyorum, çok keyif veriyor.
Aklımda bir dolu yazı var bloguma yazmak istediğim, son cümle hiç gelmiyor, taslaklar doluyor. Sanırım ben bu sistemi yanlış anladım, word gibi kullanmaya başladım blogu :)
Elif ise "ay-deede" peşinde. Salatalığından ısırık alıp onun "aydede" olduğunu söylüyor. Arabada eve giderken tüm camlardan aydede kovalıyoruz, görünce de bol öpücük yolluyoruz ona. Gece ağlamalarını susturan tek şey uydurma "aydede" masalları. Hele ki dolunay falan varsa Elif, "hiiiii" diye büyülenmiş gibi bakıyor gök yüzüne. Bir gün aydede kılığına girip çıksam karşısına ne yapar acaba :)
Kitap fuarına gittim, yine gitmeyi planlıyorum. Sahaf gezmeyi çok seviyorum. İstanbuldaki Sahaf Festivaline bir gün gitsem ne yaparım acaba, aydede görmüş Elif gibi "hiiiii"der miyim? Yoksa o saf duygular çocuklukta mı kalıyor :(
Geçen gün okuduğum o kuşlu hikayede bir de gözleri parlayan bir çocuk vardı, bana ne kadar bencil biri olduğumu anımsattı.
Haberleri hiç takip etmiyorum ama nasıl desem hiç...
Bunu akıl ve ruh sağlığımı koruyabilmek için savunma amaçlı yapıyorum ancak çok bencil bir şey olduğunu da biliyorum.
Örnek, Sultanahmetteki patlamayı oda arkadaşlarımdan duydum ancak detayını bilmiyordum, ölenlerin Alman turist olduğunu daha yeni ve tesadüfen öğrendim :( Utandım valla kendimden :(
Kendimce iyi bir şeyler yapmaya da çalışıyorum ama bence hep havada ve eksik kalıyor. Deli Anne'nin şu yazısı çok hoşuma gitti.
Bu ara güzel bir ajanda tutuyorum hem Elif için hem kendim için. "Neden uyumuyor bu çocuk?" sorusunun cevabını bulmaya yaklaştık belki de.
İnsanlar, çocuklar öldürülürken benim 2016 dileklerime "barış"ı eklemeyi unutmam çok normal tabii, fazla içime dönmüşüm.
Sosyal medyanın -blogu saymazak- instagram ayağından da çok uzaklaştım. Samimiyetsiz/tekdüze paylaşımlar bana zaten bir şey katmazken benim okuduğum kitabı paylaştığım görseli kim ne yapsın? Yani böyle bir şeye ne gerek var?
Güneş görünce mutluluk depolayan bünyemin yağmur yağdığında bazı günler evde kalıp kahve yudumlamaya, olmuyorsa da çiseleyen yağmur altında yürümeye ihtiyacı var.
Kendimi geliştirmek için yaptığım minik bir adımın geri dönüşleri başladı, üretmek insanı sahiden dinç tutuyor.
İş yeri bazen çok yoğun oluyor ve ben gerçekten bana söylenenleri birkaç kez tekrar ettirip öyle anlayabiliyorum. Bir evrakta evlilik tarihimiz soruluyordu ve ben yanımdaki kişiden utanıp eşimi arayamadım. "Bir bahar ayıydı" diye başlayan akıl yürütmelerim sonunda sadece Elifin doğumuyla bağlantı kurarak evlendiğimiz yılı bulabildim. Gün, ay ortada yok.
Bugünlerde fazla mı Riko'landım yoksa cidden ben de derin yetenekli olduğumu bile anlayamayacak kadar derin yetenekli miyim?
Yoksa tüm bunlar bingo toplarından mı kaynaklanıyor :)


Haftaya annem gelecek inşallah, Edoşum ve teyzoşum Ayçayla; ben onları mı özledim yoksa?
Hmmmm :)
Devamını oku »

7 Ocak 2016 Perşembe

Denizin Dibindeki Ev / YKY

Yeni yılda bitirdiğim ilk kitabın "Denizin Dibindeki Ev" olması beni çok şaşırttı çünkü heyecanla okuduğum başka kitaplar vardı. Derken bir gün postacı kapımızı çaldı ve 4YKK'nin bana kitap hediye gönderdiğini söyledi. Yaşasın!
Kitabın ön ve arka kapağına bakınca keyifli bir kitap okuyacağımı düşündüm.
Birkaç sayfa okudum ve "Aa ne güzelmiş" dedim.
Sonrası ise ...
Biraz değişik oldu :) (Kitabı okumadan yorumu okumayın!)

Fark ettim ki buraya sadece çok sevdiklerimi yazıyorum, az sevdiklerim/sevmediklerime vakit ayırmıyorum.
İşte bu kitap, bu serinin ilki olabilir, gerçi Arne'nin Adası da benim için hayal kırıklığıydı ama bu kitap daha da tuhaf.
Öncelikle bana hediye ettiği kitap hakkında kötü şeyler yazmama kırılmayacağını bildiğim için Tangül'e, çok teşekkür ederim, sebebini en sona yazacağım.
Turengde ve Google'da İtalyanca çeviri yapamadığım için kitabın orjinal adının (la casa in fonda al mare) tam çevirisinin "Denizin Dibindeki Ev" olduğundan emin olamadım. Böyle bir araştırmayı hemen her kitap için yaparım ancak bu kitabın farklı olan tarafı, çevirisinde kitap içerisinde de kendimce yanlışlıklar bulmam oldu. Yanlış demek aslında uygun değil, neticede İtalyanca bilmiyorum ama sanırım eksik demem daha doğru olacak.
Kitabı okurken farkında olmadan "yok artık" gibi hayret ibareleri kullanmışım, karabalık dedi, hatta "ne oldu" diye merak etti.
Ona şunu söyledim: "Kitabın sanırım basılmadan (birkaç kez) önceki taslak halini yanlışlıkla basmışlar"
Biraz daha butik bir yayınevinden basılmış olsaydı belki şaşırmaz, olabilir deyip geçerdim. Ancak kitabın yayınevi YKY olunca buraya da bir şeyler yazmak istedim.
Arka kapağına bakınca kitap sahiden de oldukça cezbedici görünüyor(benim için) Arada kalmışlığı ve farklı-öteki olmayı zaman zaman ben de yaşadım, yaşıyorum ve konusu çokça ilgimi çekti. Çok seveceğimi düşünerek-ki yazarın İtalyan olması benim için bir artı Nanetti'den dolayı)- heyecanla okumaya başladım kitabı.

İlk 3 bölümde (7-15 sayfa) yaklaşık 8 yaşındaki (tam sayıyı suda zaman hiç geçmediği için bilemiyoruz) Stella'nın deniz altındaki yaşamını kendi dilinden okuyoruz. (gayet keyifliydi bence)
4. bölüm ile birlikte 3. tekil şahıs anlatımına geçiyor kitap ve yazı karakterini de değiştiriyor. İlk başta bunu tuhaf buldum ancak ayrımı bu şekilde göstermek istedilerse saygı duymak gerek diye not aldım hatta.
İlerleyen sayfalarda yine Stella'nın ağzından yaşadıklarını okuyacağımızı düşünürken kitap 4. bölümdeki anlatım şekliyle devam etti. (istisna 6. bölüm ve 7. bölümün yarısı)
7. bölümün yarısında anlatım dili değişiyor ve ortaya gerçek bir anlam belirsizliği çıkıyor.
"... Bir gün büyük bir yapı keşfettim..." diye başlayan bölümün orta yeri "...Amir ona bakıp güldü..." ile devam ediyor :)
Denizdeki yakın arkadaşları mürekkepbalığı Billi ile yunus Elia.
Billi karakterini ilk başta muzır bir çocuğa benzettim ama çok kısa sürede Billi'nin dikkat çekmeye çalışan kötü niyetli biri olduğunu gördüm.
Elia Stella'nın yakın arkadaşı ve hikaye içerisinde güzel bir yan karakter rolü varken birden "sen benim çocuğumsun" cümlesini kuruyor. (böyle bir şey yok, tek demek istediği 'seni önemsiyorum ve üzüldüğünü görmek istemiyorum' çocuklar okuduğunda kafaları karışabilir.) Sayfa 92'de Elia bir anda yunus olarak çıkıyor karşımıza, ki bu da başka bir kafa karıştırıcı :)
Hikayenin ana konusu olan iki dünya arasında seçim yapma (deniz ve kara) ve farklı-öteki olma halini sevdim. Sadece işlenişini biraz zayıf buldum. Gereksiz ayrıntılarla ve karakterlerle sayfalar doldurulmuştu sanki.
Hikayeye neden dahil olduğunu bilemediğim dondurma arkadaşı Mirco var mesela. Kara hayatında olan bir çocuk ve Stella'nın denizde yaşadığını bilmiyor.
Stella'nın babası zamanında kara hayatını seçmiş-hatta orada kendine başka bir hayat kurmuş, evli ve 2 çocuğu var- annesi ise denizde yaşıyor. Stella da zaman zaman su üstüne çıkarak bazı kara çocukları ile iletişim kuruyor Mirco ve Roberto gibi.
Bu hikaye için bence sadece Roberto yeterliymiş oysa.
Denizde yaşayan Amir ise iyi mi kötü mü ben anlayamadım :)
Stella tüm bu çocuklarla ayrı ayrı vakit geçirmeyi, onlarla eğlenmeyi seviyor ve hepsini de yeri gelince öpüyor. (bu kısmı da anlayamadım ama üzerinde çok durmadım)
Babası Stella'yı karada yaşamaya ikna etmeye çalışırken kullandığı gereksiz ve sert üslupta yazarın kendi babasına duyduğu kırılganlıkları okudum.
O yüzden de bu kitabın babaya olan kırgınlıkların bir hikaye üzerinden anlatımı olarak görülmesi belki daha gerçekçi bir bakış açısı olur. (arka kapakta da yazdığı gibi)
Sayfa 121'de babasının Stella'ya "Sersem sersem konuşma" dediği ifadeye açıkçası üzüldüm. "O kadar da değil artık" diyerek Stella'ya sarılmak istedim. (ki sonrasında kızına elini kaldıran adama bayağı kızdım) Belli ki Stella'nın kafası çok karışmıştı ve haklıydı. Annesi ise çok daha tutarlı bir karakter, onu sevdim.
Kitap hakkında çok şey yazdım biliyorum ama sonunu yazmayacağım elbette :) (bir o kaldı yazmadığım gerçi)
Kitapta yer alan televizyon ise gerçekten olmaması gereken bir obje idi. Yazarın gel gitlerini açıkça okuyabildiğimiz (kara-deniz) ancak yine de doğal olanı tercih ettiğini satır aralarından okuduğumuz bu hikaye için televizyon biraz fazla tüketimi çağrıştırdı bana.
Yazar kitabı babasına kırgınlığını hatırladığı bir an yazmış, yayın evi basmış, YKY ise biraz özensiz olarak yayınlamış gibi hissettim.
Çok mu sert bir eleştiri oldu acaba bilmiyorum.
Yazarın ve çeviren Filiz Özdem'in emeğine haksızlık yapmak istemem ama kitabın bütününe baktığımda taslaklarda yer alan bir metni nasıl basmışlar acaba diye düşündüm.
Metne çok odaklandığımdan resimleri hakkında yorum yapamadım. Benim tarzım değil sadece onu diyebilirim.
Kitaptan:
" Hepimiz nasıl yaşayacağımızı seçmekte özgürüz..."

Tangül'e çok özel teşekkürlerimle, kitapların hep tam, bitmiş, harika hallerini okuyordum, bu kitap ve Stella'nın hikayesi ile kendimi geliştirme imkanı buldum (ukalalık gibi olmasın lütfen) daha iyi nasıl olabilirdi diye üzerinde notlar aldım. İyi ki varsın kıvırcık :)

*Kitabı okuyan varsa lütfen yorum yazsın, belki de ben yanıldım ya da bazı şeyleri gözden kaçırdım :)
** Deniz yaşamıyla ilgili kitap önerilerini de yazabilirseniz sevinirim, çok sevdiğim bir konu kendisi :)

Denizin Dibindeki Ev
Özgün adı: la casa in fonda al mare
Yazan: Lucia Tumiati
Resimleyen: Alessandra Roberti
Çeviren: Filiz Özdem
Yaş grubu: 8+
YKY, 2013, 159 sayfa, karton kapak




Devamını oku »

5 Ocak 2016 Salı

Şaşkınlıklarım & Dağınıklıklarım & Unutkanlıklarım & Tuhaflıklarım :)

Bana artık normal gelen bazı özelliklerimin başka insanlarla karşılaşınca pek de normal olmadığını zaman içerisinde anladım.
Herkesin eminim vardır böyle huyları.
Ben de bir süredir kendiminkileri not ediyordum, buraya da yazmış olayım.
- Kışı palto giyebildiğim için seviyorum çünkü paltomun ceplerine dünyayı sığdırabiliyorum. İçinde hiç kullanılmamışından pek az kullanılmışına kadar geniş bir yelpazede peçeteler, kim bilir ne zamandan kalma alışveriş fişleri, kurum kimliği, eldiven, Elif'in tokası, bozuk para (toka ve paranın aynı yerde durduğunu annem duymasın :) , kağıt parçası, kalem, sap,yaprak, vs. şeyler oluyor ki son zamanlarda Gonca sayesinde dudak koruyucusunu bile buraya koyuyorum.
Mont alırken illa ki kapşonlu ve cepli olmasına çok dikkat ederim ve bir montu sevdiysem o beni bırakana kadar ben onu bırakmam.
Bir de şunu yapıyormuşum: sadece ilk düğmemi ilikliyormuşum, karabalık devamlı hatırlattığı için gerçi artık 2.yi de ilikliyorum.
Dışarı çıkınca önüm açık diye üşüdüm diyelim, önümü kapatmak benim aklıma gelmiyor, gelse de şunu düşünüyorum: "yeterince üşümüşümdür zaten, daha ne kadar üşüyebilirim ki?" :)
- Aynı şekilde giydiğim ayakkabıları da "tam" giyememe gibi bir durumum var. Botumun fermuarı genelde yarım çekilmiştir ya da spor ayakkabımın bağcığı yarım açıktır gibi. İlla böyle yapayım diye değil ama sanırım bir şeyi "tam" yapınca içim sıkılıyor,komik :)
- Kıyafette uyum yakalamak benim oldukça zorlandığım konulardan biri. Yazın rahat oluyor hafta sonları kot ve t-shirt ile ama kışın... Dışarıda çantası, ayakkabısı, kemeri, saç tokası aynı ton (renk de değil, ton) olan insanlar görüp şaşırıyorum. "Bunu nasıl yapabiliyorlar, nasıl denk getirebiliyorlar ki?" diye ama çok uzağa gitmeme gerek yok, Edoş da böyledir (bkz: birbirimize hiç benzemediğimiz kardeşim :) Mesela bugün(31 Aralık) hani yeni yıl havası olsun diye HIMYM Ted'in kırmızı çizmelerinden giyeyim dedim. 5-6 yıl önce almıştım ve bu benim onu 3. giyişim :) Onu giyeceğim ama çıplak ayakla giyemem. Uzun zamandır da biliyorum ki evde sadece mor ve kahverengi çorabım var.(haftalardır böyle, bir git al kendine çorap değil mi?) Derken bir de baktım, hiç açılmamış siyah çorabım var, yaşasın! (marie kondo görse benim çekmecelerimi sanırım ağlar) Neyse bir şekilde uyum yakalabilmiş ve çizmelerimi giyebilmiş olmanın mutluluğundayım :)
Dolabıma baktığımda kıyafetlerin tek tek fena olmadığını ama bir araya gelince pek de ahenkli görünmediklerini fark ediyorum. Kırmızı ve yeşil bence güzel oluyor ama her zaman değil galiba.
Yıllar sonra üniversiteden tanıdığım biriyle karşılaştığımda "beni hatırladın mı bilmiyorum gerçi" demiştim de verdiği cevabı hala hatırlıyorum: "kış boyu kırmızı kadife pantolonun üzerine fıstık yeşili (Aslı aklıma sen geldin :) kazak ve mor palto giyen birini unutmak mümkün mü?" Hııııııı... O ben miydim? Kıyafet konusunda rahatlık takıntım var doğru. Bir kıyafeti giyebilmemin ilk şartı onun rahat olması. Boğazlı, batan, dar bir şey olmayacak, içinde nefes alamam yoksa. Ayakkabı seçimlerimde kriterim de şu: "Ev terliği kadar rahat olmalı". Karabalık benimle alışveriş yapmaktan nefret ediyor bu yüzden. En güzel alışveriş, tarzınızı bilen ve alışverişi seven/bilen birine kendinizi teslim edip soyunma kabininde beklemek oluyor. Bu yüzden Eda ve KKK sizlere teşekkür borçluyum. Canım kardeşim, bana geldiğinde neyse ki "şu şununla giyilir" kombinlerimi de yapıyor ki çok uğraşmayayım.
- Kıyafetlerin ve bir takım şeylerin ismi bende tam bir yün yumağı. Bot ve çizme, jaluzi ve jakuzi, şiyonyer ve çekmece, deodorant ve parfüm, palto ve mont... Hangisinin hangisi olduğunu öğrensem de yine unutuyorum.
Hatta november ve october'ı ısrarla karıştırdığım için anne ve yavrusu sistemi uygulamaya çalıştım, yok olmadı, her halükarda karışıyor. Ne yapmalı buna Edoş :)
- İnsanların isimlerini de karıştırıyorum. Yüzlerini asla unutmuyorum, sebebini az sonra yazayım. Bir arkadaşımın eşinin adı Pınar, ona ısrarla Burcu diyorum.
Kendimi en kötü hissettiğim olay ise geçen gün sevgili Züleyha'nın oğlu Civan'ın doğum gününü kendimce kutlamaya çalışırken ona ısrarla "Cenk" demem :(
İsimleri hafızamda tutmak için eşleşme yapmaya çalışıyorum.
"Merhaba ben Ayşe" dedi diyelim birisi, Ayşe = babaannemin adı = severim = yaşlı birini hatırla (hatırlama kodu) , kızı tekrar gördüğümde bu kodu anımsarım, tanıdığım yaşlı da çok olmadığından Ayşe'yi seçebilirim :)
Biraz karmaşık gibi en kolay bu yöntemi buldum.
- Yönleri de şaşırırım ben. Bu konuda takdir edilesi bir annem var. İlk defa girdiği bir ortamın neredeyse koordinatlarını çıkarabilir. "Biraz önce yanından geçtiğimiz okul güneybatıda kalıyor Esra" gibi. Benden cevap: "Okuldan mı geçtik?"
Coğrafya derslerini çok aşırı severdim, Nilo sana göz kırptım burada sen anladın, "Haritada Kaybolmak" kitabını da çok sevdim ama benim bu yön şaşırma halim bir türlü geçmedi.
"Rüzgar kuzeybatıdan esiyor bu gece" (Annem)
"Esmesi iyi oldu, sıcaklamıştık." (ben)
- Öncelik/sonralık işleri de tam net değil kafamda. Diyelim ki yemek yapacağım, ben önce malzemeleri çıkartıyorum, tencereye koyuyorum. Aklıma geliyor bu işte bir eksiklik var diye. O ara bunu önceden de yaşadığımı anımsıyorum, aklıma yağ ve salça geliyor.
İşte tam da bu yüzden 2-3 farklı yerde hazırlanıp pişirilen yemek tariflerini yapamıyorum, kafam çok karışıyor.

- Ben tam bir "çürük meyve seçicisi"yim. Sırf bu özelliğimden dolayı pazarcıların/marketteki manav görevlisinin beni çok sevdiğini fark eden karabalık seçimleri kendisi yapıyor.
Bana bir kasa harika elma verin ve içine (diplere de olabilir) 2 adet çürük koyun, iddia ediyorum, ilk 5 seçimimde onları bulabilirim. Bunu oranlamaya çalışamadım ama iyi bir rakam değil mi?
-Meyve ve sebzelerde çürük bulduğumda eskiden yerlerine bırakırdım şimdi "ama onları kimse almayacak, yalnız kalırlar mı" duygusuna kapılıp üzülebiliyorum. Amelie'deki manavın içli çırağını benden iyi kimse anlayamaz :)
- Rakam demişken... Matematik hakkında 3,5 yıllık blog hayatımda derli toplu bir yazı yazmamış olduğum için link veremedim ama ben bu konuda sahiden fenayım.
7+8'i şöyle buluyorum: 7+7+1 =15 :) Önemli olan da doğru sonucu bulmak değil mi zaten?
Dört işlem ve çarpım tablosu konusunda biraz fazla kötüyüm, ilkokulda özel ders aldığım kıvırcık Hüsniye Öğretmene (matematik öğretmesi haricinde hala çok severim onu, annemin kadim dostu) karabalığın tanıştığında "Esra hala dört işlemi parmakla sayarak yapıyor" demesiyle duyduğum utancı anlatamam. Bu konuda ona hala küsüm :)
Riko ve Oskar kitabını okuyanlar beni daha anlayacaktır, biri bana matematiksel bir şey sorduğunda kafamda bingo topları dönüyor.
"Hesap 62 tl, siz bana 80 lira verdiniz, para üstü de..." Gerisini duymuyorum bile. Eskiden Riko'nun dondurmacıda yaptığı gibi beni kandırmasınlar diye para üstünü sayıyor numarası yapardım artık yapmıyorum. Birkaç sefer itiraz ettim çünkü, onlarda da haksızdım :( (en temizi kredi kart)
bir de hep aklımda olan sayılar var:
144  = ilk okul numaram = 12*12
17 = doğum tarihim = asal sayı
9 = elifin doğum tarihi = karekökü var = 3
Karekök, üslü sayılar, havuz problemleri ve bilinmeyenli denklemleri çözebilmek için yıllar içinde nasıl bir yöntem geliştirdiğimi yazsam sanırım matematiği iyi olanlar ağlar :)
- Matematikle ilgili midir bilmiyorum ama gramaj hesabı da yapamam ben. Diyelim marketten 150 gramlık bir şey aldım, bunu nasıl bir kavanoza koyacağımı bilemem. Ya boşluk çok kalır ya da
- Küslük demişken bazen birine küsüyorum, o bunu bilmiyor, sonra kendi kendime o kişiyle barışıyorum :) "Öyle demek istememiştir zaten", "Benim iyiliğimi düşündüğü için öyle dedi" (Gonca :P )
- Saçlarım konusunda da annemden yıllarca duyduğum şu cümle beynime kazındı: "Esra, saçlarını tara" Biraz kişiliksiz bir saç tipim var. Nemli bir yerdeysek hop kabarır,dalgalanır; Ankara gibi kuru bir havadaysak aşağı doğru eğime geçer, geçerken arada asilik yapanlar olur o yüzden de bu saç tipinin ne yapmak istediğini kimse anlayamaz. "Acaba yataktan kalmış hali mi?" "İştekiler bence bundan şüpheleniyorlardır :)
Fotoğrafın sahibi Memede sevgilerle :)
- Tuhaf bulduğum ama içimin cız etmesini engelleyemediğim bir diğer şey ise, yeni yıldan önce "mutlu yıllar" dendiğinde "o zamana kadar bir daha görüşmeyecek miyiz ki?" diye hüzünlenmem. Çok yakınlarınla görüşürsün tabii ama marketteki amcayla, posta görevlisiyle zaten niye görüşesin değil mi? Öyleyse o hüzün duygusu ne? Onu çözemedim.
- Unutkanlığım zaten var ama şimdi yazacağım anıyı her hatırlayışımda acayip gülüyorum.
Bir gün KKK'ye gitmiştik, onun odası acayip neşeliydi, her yerde bir şeyler olurdu, kitaplığında bir biblo gördüm ve dedim ki "Biblo da hiç sevmem, ne gereksiz bir şeydir, öylece durur hani ne yapacağını da bilemezsin..." Merve sessiz bu arada. Ben devam ediyorum,
"Böyle saçma bir şeyi kim aldı ki sana?"
"Sen..."
"Heeeeeeee" :)
- İçtiğim içecekleri neden bilmiyorum ama hep yarım bırakıyorum. Özellikle de neskafeyi. Sanki bardağın sonunu görmek istememe-yaşanmışlığın devam etmesinden hoşlanma gibi bir halim var ama israfı da sevmem :)
- Alışverişten pek anlamam. Mesela perde alışverişi tam bir karmaşa benim için. Kenarlara konulan koyu perdelerin ismini hatırlayamadım şimdi, perdeci amca bize sorduğunda "ne için kullanacağız ki onları" dedik. "Süs" dedi. Ben "kalabalık yapar, sıkılırız" dedim. Benim bakış açımla perde aldığımızda eski usul güneşlik denilen kapatıcı ile normal bir tül yeterli oluyor, perdeciler de beni sevmiyor :) Bir de "enini boy yapmak" ve "kaç metre gider" hesabı var. Ben anlamıyorum :)
- Çok makyaj yapmış birinden korkmak... Birini bu halde görünce başka yöne bakmaya çalışıyorum. "Kendini neden gizliyor ki" diye de düşünüyorum bazen.
- Diyelim birinin başına güzel bir şey geldi, ben ona tam olarak ne diyeceğimi bilemeyebiliyorum. Aynı şekilde oda arkadaşı gittiği için üzülen birine "Hayırlı olsun" da diyebiliyorum. Hediye verdiğimde teşekkür eden birine "afiyet olsun" demem gibi :)
- İsimleri unutuyorum ama yüzleri unutmuyorum demiştim ya. Onun sebebi de şu, kişileri duygularla geri çağırıyorum, bunda da pek yanılmıyorum :)
Diyelim biriyle karşılaştım, burnum koku alıyor = sen bunu bir yerden tanıyorsun = nereden tanıyor olabilirim = bana bir şey öğretmişti, sevmiştim ben onu = ama anlattığı konu gıcıktı = yıllar önce gittiğim dershanedeki matematik öğretmeni = bingo :)

Böyle de bir yazı oldu
Bu başlığı baz alıp kendi tuhaflıklarını yazmak isterlerse bu mime Aslı-Ebygale, Ülkü- 2 Çocuklu Hayat ve Mutlu Keçi'yi davet edeyim :)

*Bonus: Gülçin'in "15 dakika" önerisi hoşuma gitti, bir deneyeceğim :)



Devamını oku »

4 Ocak 2016 Pazartesi

An'ı Yakalamak :)

Tatil günleri bizim evde genelde dinlenmeli değil de koşturmacalı geçiyor. Ev işleri ve Elif ile oynama arasında bir denge kurmaya çalışırken dışarıda yapılacak işler sırada bekliyor. O yüzden de misafircilik oynamaya bazen vakit kalmıyor.
Bence hafta sonları iki gün olmaya devam ederken Pazartesi günleri annelere izin günü olmalı :) Gerçi cumartesi günleri de çalışan anneleri düşünüp yine halimize şükretmeliyiz sanırım.
Bu tatilde -uzun zamandır bir ilk- kendime vakit ayırabildiğim 1-2 saat yakaladım, o anlar nasıl güzeldi :)

Öncesinde çalışma odasına oranın bir ardiye olmadığını hatırlatacak kıvamda çeki düzen verdim.
Çalışma masamı zaten çok seviyorum ama düzenlemeden önce içinden her şey çıkıyordu ve aradıklarımı bulamıyordum.
Ne kadar sıklıkla olmalı bilmiyorum ama fotoğraftaki gibi an'ları yaşamak gerek.
Bu fotoğrafı anlatacak olursam,
Solda en alttaki defter benim çizim defterim.
Onun bir üstündeki Defteri Aslı hediye etmişti, o defter artık Elif'in günlüğü :)
Defterlerin üzerindeki ajandalar ise bu senenin kayıt hazineleri.
Sinek Sekiz yayınlarının ajandası her güne 1 sayfa olduğundan çok kullanışlı. Pullu mektuplu olan ise gündelik kullanım için çok pratik. Mektup severler için harika bir hediye bence, teşekkürler Fatma :)
Balıklı defteri Gonca göndermişti, o deftere bakıp mutlu oluyorum ve okuduğum kitaplardaki güzel cümleleri ve kitap hakkındaki yorumlarımı yazıyorum.
Beyaz kutuda cevap vereceğim mektuplarım var, önündeki kart Özlemden, "all the secrets are contained in books" diyor, ben ona ekleme yapıp "and letters" diyorum.
Çünkü az sonra mektup yazacağım ve yazdığım kişiye çok acayip sırlarımı yazdım, hem de Selcen'den çaldığım kalemle :)
Mozaik pasta KKK tarifi, oldukça lezzetli. Tatlının yanında illa tuzlu yediğimi bana fark ettiren 4YKK Tangüle de selam ederek susamlı çubuklarımı yedim. Kozalağım ise doğa arkadaşımın takas kutusundan Semra-Kağan'dan :)
Kısacası çalışma masamda sevdiğim arkadaşlarımdan gelen minnak parçaların bir bütün oluşturmasını çok seviyorum.
Sağdaki origami ise en özel parçalardan biri.
Bir de görselleri devamlı değiştiriyorum, böylece tüm arkadaşlarımı görebiliyorum.
Masadaki iki adet harici belleğin görevi ise pek mühim, neyse bu yazının konusu değil.
Her gün böyle olsa bence kıymetini anlayamayabilirdim.
Lakin uzuuun zamandır böyle sıcak bir an-mektup yazma ve kahve içme- yaşayamadığım için bana çok özel geldi.
Hafta sonları gündüz uykusunu rahatlıkla uyuyamayan 1 Elifimiz var ama ne yapalım.
Hayatımızdaki güzel şeyler, an'lar ve insanlar için şükretmeye devam :)
O değil de mektup az daha uzasa sanırım minik bir öyküye dönecekti, bakalım yazdığım kişi de bu öyküyü sevecek mi :)
Sürpriz!
Devamını oku »