Drop Down MenusCSS Drop Down MenuPure CSS Dropdown Menu




25 Şubat 2016 Perşembe

Bu Aralar : Dalga / Bu Dünyadan Olmayan Biri

Bu aralar biraz değişiğim, tuhafım, farklıyım, kararsızım, yorgunum, düşünceliyim ama özünde iyiyim.
Elif'in ay dönümlerinden birkaç gün önce Elifte "büyüme atakları" hissederiz hep, 22 aydır bu böyle. (belki de şartlandık, bilmiyorum) ben de acaba dedim, doğum günüme birkaç hafta kalmışken kendi büyüme atağımı mı yaşıyorum?
Neden olmasın?
                                                                         ***
Wave'deki gibi sıcak bir günde deniz kenarına gitmiştim oysa ve orada -ki aslında kalabalıkla- şakalaşıyordum. "Hava da ne sıcak değil mi?" , "Denize mi girsek yoksa?"
Kendimi bir anda denize girerken buldum, etrafımdakilerin bana attıkları suyla eğleniyor, onlar önümden ilerlerken sudaki güneş parıltılarının ani renk değişimlerine bakıyordum. Kafamı kaldırdığımda üzerime doğru hızlıca gelen kocaman bir dalga gördüm. (bunu defterime yazıyor olsaydım burada zigzaglı lacivertli mavili bir dalga çizimi olurdu sadece benim anlayabileceğim) O an aklıma küçükken yaşadığım bir olay geldi. Sahil kenarında bizi bekleyen annem ve komşumuz. Komşumuzun benimle yaşıt ikizleriyle denize girdiğimde böyle bir dalgayla karşılaşmış ve sonunda kendimi yüz üstü taşların üzerinde yatarken bulmuştum. Dalga savurmuştu hepimizi.
Bu kez gördüğüm dalgada eksik bir şeyler de vardı (gücü azdı) fazla bir şeyler de vardı (daha hızlıydı) Ya da tam tersi, ben yavaştım. Dalganın gelişini geç fark edebilmiştim. Daha az önce gülüşüp şakalar yaptığımız insanlar neredeydi? Sadece silüetleri kalmıştı şimdi. "Esraaaa" diye seslendiklerini duyuyor ancak cevap vermek için ağzımı açtığımda ağzımdan çıkan balıklar konuşmama engel oluyordu: sakız balıkları! İşte onlarla bu şekilde tanıştım. Rengarenk ve yapış yapışlardı. Neden orada olduklarını bilmiyordum ama boğazımda bir düğüm onları yutmamam gerektiğini hatırlatıyordu. Bu hisse güvenerek kendimi denize, dalgalara bırakacaktım ki... Sıcak bir el dokundu sol koluma, beni nazikçe tuttu ve o an gördüm bana gülümsediğini. Saçlarında az önce gelen dalgadan bir tutam vardı, daha önce yaşanmış bir anının hatırası gibi, ve bana bir şeyler fısıldadı...
                                                                     ***
Yaşadığım dalga/durulma böyle bir şey. Ya da belki tam anlatamadım. "Geçti" diye düşünüyorum ama geçmediğini görebiliyorum. Eskiden olsa değil dalgayı fark etmek, denizin karanlık dibine giderdim de "aa nereye geldim?" derdim, ne yaşadığımı anlayamazdım. Şimdi biraz daha -görece- anlayabiliyorum bazı şeyleri. Belki büyümek budur. Kim bilir :)
                                                                        ***
Tam da bu günlerde çok acayip biriyle tanıştım. "Acayip" kelimesinin bendeki karşılığı: "bu dünyadan olmayan biri". MY bu satırları okuduğunda gülecek misin  bilmiyorum, umarım seni "acayip" bulduğum için bana kızmazsın :)
İnsan hani hayatı boyunca yüzlerce insanla tanışır ve hepsi de birbirinden farklıdır ancak hepsinin bir yeri vardır. Daha önce hiç yeri olmayan biriyle tanışmamıştım. "Kitap kahramanı gibi mi?" dedi benim şaşkınlığımı anlayan bir arkadaşım. Düşündüm, "aynen" dedim. Demek ki onun yeri de kitaplarmış. Hem de kitapların tam içi...
                                                                       ***
"Sorgulama" diyor karabalık, bu gazla bir süre sorgulamadan şalteri indirip kaldırarak günlerimi geçirmeye çalışıyorum. Ama bir terslik de var, biliyorum.
geçen gün ne olduğumu bile anlayamadan kendimi uyuşmuş buldum. Sol kolum tamamen uyuşmuştu. Ertesi gün Elif ayağını basmamakta diretti. Bugün oturduğum sandalye kırıldı. Yazarken bile gülüyorum. Şalteri indirip kaldırırken yanlış bir düğmeye de basmış olabilir miyim acaba diye.
Yasemen'in hislerini takip ederek yeni bir kitaba başladım. Ben MOMO'yu Duman Adamlardan kaçmak için yeniden okumuyordum. Bu kitap ve şu cümleyle aslında bir şeylerle yüzleşmem gerektiğini düşündüm.
"Çünkü insanın bir tane hayatı vardır, bir tek hayatı."
Saçında dalga izi olan kadının fısıldadığı cümle bu muydu yoksa bana sadece "kendini unutma" mı diyordu, onu da zamanla göreceğim :)


* Bir sonraki yazıda da tatlı bir fili anlatayım :)

Devamını oku »

17 Şubat 2016 Çarşamba

Günün Mutluluk Sebebi :17

Önceki mutluluk sebeplerime baktım az önce, duygulandım resmen.
İyi ki yazmışım bloga, böyle dönüp okuması pek keyifli oluyor.
En son yazdığım mutluluk sebebinden bu yana o kadar çok şey oldu ki aslında, bir an bunun bir rutine döndüğünü ve artık yazamayacağımı düşünmeye başladım.
Ama öyle olmadı, işte bu da ilk mutluluk sebebim :)
Bir şeyin "mutluluk sebebi" olmasının benim açımdan en önemli kriteri farkındalık yaratması.
Yıllardır kendim için aldığım ve biriktirdiğim kırtasiye malzemelerim, kitaplarım, kartpostallar ve el emeği ürünler. Paylaşmak konusunda hiç iyi olmadığımın farkına varıp şu an büyük bir çoğunluğunu sevdiğim insanlarla zevkle paylaşıyorum. Kitaplar konusunda hala katıyım çünkü kendi kütüphanemi kurmak istiyorum inşallah ileride.
2. mutluluk sebebim de paylaşmanın zevki o yüzden. Başkaları için minnak şeyler belki ama benim o nesnelere yüklediğim anlam büyük oluyor genelde. Onları paylaşıma açtığımı gören karabalık zaten hayretler içerisinde: "Bunu da mı veriyorsun?" diyor (elinde tuttuğunu yazsam gülersiniz, ufak tefek maddi değeri olmayan bir şey) Benim için değerli olan bu şeyleri vermeye yeni başladım sayılır. Bu da bir farkındalık sonucu oldu. İnsanlara onları sevdiğimi söylemenin bir yolu benim için (onlar bunu bilmese de :P )
Evrendeki döngü tam olarak nasıl bilmiyorum ama ben verdikçe, daha çok almaya başladım. Bir gün tahta bir kutunun içinden tatlı bir deniz yıldızı çıktı mesela. Detayı çok olduğundan buraya yazamam ama deniz yıldızı benim için çok kıymetlidir ve bana onu gönderen kişi bu bilgiden habersiz bir şekilde onu benimle paylaşmıştı. Aldıklarım benim için çok kıymetli, herkese çok teşekkür ederim.

Bir diğer mutluluk sebebim, öğle aralarım. Önceden planlama yapınca genelde 5 günüm de dolu dolu geçiyor. Öğle arası biterken de sade kahvemi hüpletip son yazı-çizi işime bakıp ofiste kaldığım yerden hayatıma devam ediyorum. Fotoğrafta da var aslında, en sevdiğim şeylerden biri mektup yazmak.
Mektuplar konusunda belki ayrı bir yazı da yazabilirim ama mektup bence en büyülü iletişim aracı. Kağıda el yazın ile bir şeyler yazıyorsun, bu bir şeyler senin için özel cümleler oluyor elbette :), mektubunu süslüyorsun ayıcıklarla fillerle mesela ve gidiyorsun ptt'ye. Orada mesai yapan memurla neyse ki arkadaş olduk, derdimi anlatabiliyorum. Mektubun büyüsü hem satırlarda hem de onu bekleme sürecinde. Ama asıl melodi zarfı açıp kağıda dokunup ilk satırları okumaya başladığında ortaya çıkıyor.

El emeği göz nuru iki kitap ayracım o günkü defterime eşlik ediyor. Bu defter de çok özel şeyler yazıyor, 1 kedinin balık düşleri ya da tam tersi bilmiyorum.
Geçen gün canım yine irmik helvası çekti ama nasılsa beceremiyorum deyip yapmaktan vazgeçecektim. Sonra aklıma harika bir fikir geldi: tarifleri karıştırmak ve bunu Serra'ya sormak. Oldu valla bu sefer oldu. Hayatım boyunca (31 olmama da az kaldı, yaşasın :) 7 veya 8 defa denedim ve yok o kıvam tutmadı diyordum ki ilk defa geçen gün sahiden yapabildim ve ilk defa tabağa koyup komşuya verebildim.
Serra ile diyalog:
"Pilav yapmak gibi aslında esra"
"Sorun da o ya zaten, ben pilav yapmayı yeni öğrendim serra."

"Suyunu koyunca çok sıçrar dikkat et"
"Napayım, koruma kalkanı mı takayım?"

Başka bir arkadaşımla diyalog
"Çam fıstığı da koy."
"Piştikten sonra üzerine mi?"
"Yok pişmesi lazım önce"
"Pakette pişmiş satmıyorlar mı?"
"!!!???"

Annemle diyalog:
"Sence yapabilir miyim anne?"
"Neden yapamayasın? Birkaç seferde tecrübe kazanırsın, sonra kendi tarzını bulursun."
"Tatlıdan konuşuyoruz değil mi?" (iç ses)

Gibi gibi cümlelerle yaptım bu tatlıyı, afiyet olsun :)
Bir de hayatıma yepyeni bir arkadaş girdi, çok sevdim onu.
Fondaki kitap fırından sıcak çıktı, pek yakında bloga yazacağım, Neil Geiman hayranlarına duyurulur :)
Bir de "doğa arkadaşımın kutusu", doğayle ilgili bir şeyler var ama onları buraya eklemeyeyim.
Kısacası, bir ara "rutin"e mi döndüm kaygısı yaşadım (Züleyha sana selam :) sonra anladım ki her gün yeni bir gün ve ben aynı şeyleri yaşasam bile farklı şeyler hissedebiliyorum.
Paylaşmanın tadına vardım. Klasik olacak ama paylaşmak güzeldir diyeyim :)
Hayatımın en yenebilir irmik helvasını pişirdim, birkaç defa daha yapabilirsem bu iş oldu demektir.
Bu ara geçmeyen /kendini yenileyen migren ile uğraşıyorum, Elif geceleri -hala- ağlayarak uyanıyor, yaptığım/yapmak istediğim hiçbir işe yetişemiyorum, tam da bu yüzden kendime mutluluk sebepleri arıyorum, buluyorum, minik filim de bana yardımcı oluyor :)


Devamını oku »

13 Şubat 2016 Cumartesi

Elif'in Kitaplığı -2

İlkini tam 1 sene önce yazdığımı az önce fark ettim. "Hey gidi zaman" dedim hatta. Elifin o zamanlar kitaplara verdiği tepki çok farklıydı, dikkatle dinler, şaşırır, güler,eğlenirdi (pasifti).Şimdi ise hangi kitabı istiyorsa onu kapıp kucağıma yerleşen, sıkıldıysa "bittiii" diye kitabı hızla kapatan oldukça aktif bir Elif var,maşallah :)
Bu bölümde kalın sayfalı olan kitapları bir arada olsun istedim. Ne yazık ki birkaç örneğin dışında bu seri daha çok hikayesiz kitaplardan oluşuyor. Daha çok öğretme amacı var diyebiliriz aslında.
Kitaplar konusunda yeni bir düzenleme yaptık. Odasındaki kitaplıkta bulunan kitaplar karışmaya başlayınca odasına 2 adet raf koyduk, Elif de buna bayıldı.


İlk raftakilerden pek bahsetmeyeyim, bu tarz hikayeli kitapları bir sonraki yazıya bırakayım ama "Başka Bir Anne" Elif'e karnımdayken okuduğum son kitap olduğu için çok özel :)
İkinci rafta iki kitabın ortasındaki zürafayı tatlı bir arkadaşım Elife hediye göndermişti, Elif yemeğe,oyuna hep onu da yanında götürüyor, yeni kankisi diyebiliriz :)
İş Bankası yayınlarının kitapları bence açık ara bu kategorinin en iyilerinden.
"İzle Beni" kitabını küçükken okuduğumda sadece dinliyordu, şimdi ise parmağıyla yolu takip etmeye çalışıyor.
"Oyun Kitabım", Gece Bahçesi serisinden olduğu için almıştım, ebatıyla bence ters orantılı bir şekilde işlevi. Favorimiz değil.
"Renkler" kitabı da iyi güzel hoş ancak tam olarak anlayıp seveceği ay grubuna gelmedik sanırım.
"Kim Möö Der" kitabını yeni aldım sayılır, değişik bir kitap. Bence işlevsel ve tasarımı güzel düşünülmüş. Elif henüz ısınamadı.
"Pisi Kedinin İlk Kelimeleri" kitabının büyük boyutlu olması ve renkleri güzel ancak resimleri Elif pek anlayamıyor. Başka bir kitapta rahatlıkla bulabildiği nesneler burada ona pek bir şey ifade etmedi. En sondaki aydede çizimlerine aşık, zaten aydedenin kendisine de aşık :)
"Hayvan Yuvaları" ise bence çok başarılı bir kitap, Elif için erken olduğunu tahmin etmeme rağmen alamıştım, içindeki kapakları açmayı seviyor ancak kitabı hakkıyla okuyabilmesi için biraz daha zaman var:)
Hareketli Kitap serisi sanırım en başarılı seriden biri. Çeşidi çok, şimdilik bizde sadece 5 tane var ama 5. kim bilir nerede :) İngilizce basılı olarak "bookstore"olanını görmüştüm. Türkçeye çevrilmesini heyecanla bekliyorum. (İngilizcesini alabilme fırsatını kaçırdım, bulamıyorum)
Oyun Saati olan kitaptaki Ömer ne yazık ki uzun süredir atında sallanamıyor, Elif kopardı onu. 22 aylık olmasına rağmen kitapları yırtma eğilimi ve isteği pek geçmedi zaten :(

Sözcükler konusunda "Renkler Şekiller Sözcükler" isimli kitap, bence harika.  Bazıkelimeleri neden koyduklarını anlayamasam ve resimler tuhaf gelse de boyutu sebebiyle Elifin favorisi. İçindeki kedi ve köpeği her seferinde öpüyor, çok tatlı :)
Sol üstteki kitap ise biraz daha cep-araba boyunda.
Minik kitaplar da fena değil, İngilizceleri bize hediye gelmişti, Eric Carle çizimleri gerçekten müthiş.

Oyun Bahçesi kitabına bebekken çok daha ilgiliydi, şimdi pek az vakit geçiriyor.
Neşeli Hayvanlar Eliften ziyade benim daha çok sevdiğim bir kitap :)

Küçük & Sevimli Dostlarımız kitabı Elifin bana 2358741 kere okuttuğu bir kitap. İçindeki kedi ve köpeğin canlandırmasını yapmama çok gülüyor. Tırmanmaya, yalanmaya çalışıyorum, çok eğleniyor tabii sıpa :)
Çiftlikteki Hayvanları ikimiz de çok seviyoruz.
Siyah ve Beyaz ile en fazla 3 dakika vakit geçiriyor Elif.
Kelimeler kitabı da güzel ancak favorimiz değil.
Sıcacık Buz Evi, FKS'nin oldukça uygun fiyatlı satılan bir kitabı.Tasarım daha iyi olabilirmiş ama Elif "tık tık tık"lamayı çok seviyor.
Bebekliğinden beri çok sever Elif bu kitabı.  Keşke Elmer serisi yeniden basılsa...
Pöti Kare yayıncılık bildiğim kadarıyla birkaç yıl önce kuruldu. Tasarımı farklı kitapları var, bizde sadece bukitabı var ama genel olarak kitapçıda görmekten mutluluk duyduğum bir seri.
Avusturya tatilinde tamamen kendimi tatmin amaçlı aldığım bu kitabı Türkçeye de çevirttim :) Baskısı o kadar güzel ki,Elif sevmese de olur, ben seviyorum yetmez mi :)
Veee sona sakladığım Elifin şu ara en favori kitabında sıra: Harr Harrr :)
5 adet hayvanın sesini kapakçıkları kaldırınca duyabiliyorsunuz, güzel bir kitap ancak fiyatı bana çok geliyor. Kitapları fiyatına göre değerlendirmeyi pek sevmem ama başka çocuklar sokakta aç gezerken birkaç hayvan sesi dinleyeceğiz diye bu kadar para verilir mi? Bilmiyorum. Elif'e aldığım tek sesli kitap.
İşin aslı nitelikli kitaplardan daha önemli olan şey, sanırım, bu kitapların Elifle birlikte güzel vakit geçirmemize olanak sağlamaları.
Evimizde televizyon veya tablet yok ancak bilgisayar ve cep telefonu var. Yanında hiç kullanmasak da günlük 30-40 dakika youtube'dan şarkı vs. açıyoruz, çok şükür "bittii" diye sıkılıp kapatıyor Elif, umarım böyle devam eder.
Kitapların tadını alarak büyümesini çok isterim...

Çok acayip tatlı bir site keşfettim, işin aslı keşfetmedim, sitenin sahibi tatlı Sima söyledi, çünkü biz arkadaşız ve insan çocuk kitapları hakkında paylaşımlar yapabildiği arkadaşlarına sıkıca sarılmalıdır :)

Devamını oku »

12 Şubat 2016 Cuma

Postcrossing Kartlarım -2 (ilk 6 ay)

Postcrossing, sanırım 2015'in son aylarının en heyecan veren gelişmelerinden biriydi. Bunun için Yasemen ve Hazan'a ne kadar teşekkür etsem az :)
Üyeliğim tam 6 ay olmuş, ben de genel bir durum değerlendirmesi yazayım dedim, aklımdakileri unutmamak için buraya yazmak çok iyi oluyor.
"Neden daha önce kayıt olmamışım?" demeyeceğim, çünkü her şeyin bir zamanı var, 6 aylık süre zarfında bu siteyi, kart etkinliğini çok sevdiğimi söyleyebilirim.
6 aylık istatistikte,
36 adet kart aldığımı, 37 adet gönderdiğimi (7 tanesi de yolda) gördüm.
Bunlar tabii ki kayıtlı olanlar, ben bir de bana kart atan herkese (ilk 10 karttan sonra aklıma geldi bu da) teşekkür amaçlı kart atıyorum, adreslerini verirlerse (ki çoğu veriyor) Yani benim gönderdiğim kartların istatistiği biraz daha fazla.
İstatistik ve matematik, anlayan için güzel şeyler olsa da benim için çok fazla bir şey ifade etmiyor. (para üstünü yanlış almadığım, dolmuşta eksik para vermediğim sürece !)
O yüzden de ben, işin bana hissettirdiklerine odaklanıyorum.
O da son derece keyifli maşallah.
İngilizcem bile ilerledi, artık kimseye "sorry for my bad English" yazmıyorum. Doğaçlama bir şekilde kendimden bahsediyorum, ülkesine göre soru bile soruyorum: "Who is your favourite writer?" en sevdiğim soru :)
Gönderdiğin ve aldığın kişiler farklı olunca açıkçası çok fazla etkileşim beklemiyordum ben. Ama pek öyle olmadı. Kişilerin ilgi alanına göre kart seçmeye çalıştığım için -bazı istekleri abartılı bulup rastgele de gönderiyorum gerçi- çoğunlukla güzel mesajlar alıyorum. Bazı büyükanneler torunlarıyla birlikteyse onlara kesinlikle torpil yapıyorum :)
Bana gelen kartlar temel olarak 2'ye ayrılıyor: kedili kartlar ve diğerleri :)



Profilime kedi sevdiğimi yazdığım için olabilir mi tüm bu tatlı kedili kartlar acaba :) Diğerlerinden favorim şu an 3 tane. Ördekli kız (bana ilk gelen kart), Gökkuşağına bakan kız (bana umut veriyor) ve tabii ki kangurulu olan.
Onun hikayesi de şöyle, kartın arkasında tam 7 adet şahane pul var ve doğal olarak hepsinde de "Australia" yazıyor. Ben algılarımı nasıl kapatmışsam onu Avusturya olarak okuyorum ve neden kanguruyu seçtiklerini anlayamıyorum. "Ah be" dedim hatta, "bir kart da Avustralyadan gelse..."
Karabalığa kartları gösterdim, o da "aa ne kadar şanslısın bak Avustralyadan kart gelmiş" dedi. Ben şok, "hani nerede" diyorum. Demem o ki, insan bir şeyi çok isteyince gözünün önüne kadar gelse bile göremeyebiliyor-muş.
Bana yazılan pek tatlı teşekkür mesajlarından örnek yazsam mı yazmasam mı acaba diye tereddütte kaldım ama vazgeçtim. Onun yerine size Monika'dan bahsedeyim.
Monika bana bir gün mesaj attı ve aynı gün doğduğumuzu, benim sayfamı da tesadüfen gördüğünü, kart atmak istediğini söyledi. Benim ona gönderdiklerim ulaştı, onunkiler ne yazık ki hala ulaşmadı ancak Monika benim blogumu da okuduğundan ve sevdiğinden bahsedince sahiden kızardım, yine algılarım kapalı olunca, "Türkçe mi biliyorsun?" dedim bir de! Bu satırları da okursan Monika, pek çok teşekkür ederim sana :)
Farklı kültürleri tanımak için bence bulunmaz bir nimet postcrossing. Kartın yapısından ülkesini tahmin etmeye başladım. En çok etkileşimde bulunduğumuz ülke de Rusya :)
Birkaç kartın arkasında Almanca yazıyordu, onu anlamaya çalışmak bile bir çabaydı benim için, zevkliydi.
Olumsuz diyebileceğim 1 mesaj aldım, ona da güldüm zaten. Pul eklemeyi unuttuğumuz (postanedeki arkadaş ile birlikte hareket ediyoruz artık :) bir genç, bana mesajında öfke dolu bir şekilde "bu nasıl bir şey, pulsuz kart mı olur" şeklinde dolu dolu bir mesaj atmıştı. Güldüm sadece, insanız değil mi? Hepimiz unutabilir, hata yapabiliriz. Bu mesaj iyi oldu esasen, daha dikkatli davranıyorum artık pul konusunda.
Postcrossing ne ola ki yazım(ız) burada, ilk heyecanım da burada yazmaktaydı :)
Devamını oku »

11 Şubat 2016 Perşembe

Özgürlük Hapishanesi /Michael Ende

Canım mektup arkadaşım Şirin'e bir mektubumda, "unutamadığın, çok sevdiğin kitaplar neler?" diye sormuştum, o da cevaben "Özgürlük Hapishanesi" demişti. Notlarıma ekledim ama baskısı olmayan bir kitap olunca çok da üzerine düş(e)medim. Şirin'in bir sonraki mektubunun içinden (ya da tam tersi) bu kitap çıkınca çok şaşırdım ve çok da sevindim.
Ende, herkesin bildiği/tanıdığı/sevdiği Momo'nun yazarı. Elimde henüz okumadığım birkaç Ende kitabı da var ama Özgürlük Hapishanesini duymamıştım. Kapaktaki görsel ilgimi çekti; ancak hemen okumadım. Doğru zaman, kendiliğinden geldi :)
İçinde farklı hikayeler olan kitapların bir yerde bağlanmasına alışkınım ve bu tarzı da severim. Bu kitapta ise 8 farklı hikaye var ve benim gördüğüm kadarıyla ortak bir yerde de buluşmuyorlar, tek bir şey dışında... (onu da söylemeyeyim tabii :)
kapak, çok güzel değil mi?
İlk hikaye -Uzun Bir Yolculuğun Sonu- o kadar akıcıydı ki adamın aradığı şeyi bir aşkta bulacağına inanıyordum, hani klasik güzel bir hikaye. Hatta içinde tablo benzerliği sebebiyle Kürk Mantolu Madonna bile var denebilirdi. Adam, sonunda aradığı şeyin ne olduğunu buldu mu kısmını yazmayayım ama onun aşk olmadığını paylaşmakta bir sakınca görmüyorum.
"Peki ama bu sözcük ne anlatır: Anı? Üerine kurduğumuz bilinç ne kadar da yıpranmış. Daha biraz önce söylenmiş, okunmuş, yapılmış olan şey hemen sonra gerçek değildir artık. Yalnızca bizim belleğimizde var olan bir şeydir ve bütün yaşamımız, hatta bütün dünyamızböyledir. Gerçek diyebileceğimizşey, o sonsuz küçüklükteki şimdiki zaman anıdır yalnızca ve o da bizonu düşünmek istediğimizde çoktan geçip gitmiştir.Otuz, yüz ya da bin yıllık hazır bir anıyla daha bu sabah, bir saat önce, bir saniye önce doğmadığımızdan nasılemin olabiliriz? Kesin bilgi diye bir şey yoktur, çünkü anının aslında ne olduğunu ve nereden geldiğini bilmiyoruz. Ama işin aslı buysa, zaman, bilincimizin zamansız bir dünyayı algılama tarzından ve biçiminden başka bir şey değilse, o zaman niçin ancak yakın ya da uzak bir gelecekte başımızdan geçecek bir şeyin de anısı olmasın?"
Mişraim'in Katakompları bölümünü soluksuz okudum, bir ara Gölge Halkı'nı uyandırmak için kitabı sarstığımı bile söyleyebilirim :)
Düşler Dünyası Gezgini Max Muto bölümü ise bana -yine- Tatar Çölü'nü anımsattı. (kitabı yeniden okuyasım gelmiş sanırım benim)
"ben Max Muto hedefine ulaşmış kimseyi kıskanmıyorum. Yolculuk etmeyi seviyorum."
Özgürlük Hapishanesine başladığımda ise - Şirin'in kalbi tam oradaydı- karşımda bambaşka bir kitabın durduğunu anladım. (Eh, sonunda yani :)
Evet diğer hikayeleri de sevdim ama içinde kendimi en çok bulduğum hikaye sanırım Özgürlük Hapishanesi oldu.
İrade konusunun işlendiği bu hikayeyi okuduğum için mutlu oldum.
Bir ara -kitabın sonunun da bunda etkisi var- gerçekten tokat yediğimi düşündüm, ara ara yazarın okuyucuyla dalga geçtiğinden şüphelendim ama büyük bir çoğunlukta yazarın dil, kurgu yeteneğine ve zekasına hayran oldum. Tek eleştirim, kitapta yer alan birkaç kadın karaktere fazlaca zayıflık verilmiş olunmasıydı,neyse ki bu çok küçük bir detay olarak kalıyor kitabın genelinde.
Vikipedia'dan yazarın hayat hikayesine göz attım  ve aradığımı tam olarak orada buldum. Ailesi ve yaşadığı dönem sebebiyle sanattan, felsefeden çokça etkilenmiş yazar, hayal gücünün zenginliğini savaş yılları, hayatta kalma mücadelesi, sevdiği kadını aniden kaybetmesi, çocukluğu gibi sebeplere bağlayabiliriz. Ya da hepsinden bağımsız sadece hayal kurmayı seven biridir  belki Ende :)

"Sen, henüz güvendiğin bir dost bulamadan
yitik patikalarda bir başına yürüyen,
görmedin mi yolun kenarındaki çiçeği?
Bir insan kalbi açıyor burada, seni anlayabilen.
Bir dost"
Momo'da da aynı şeyi hissetmiştim: Ende, kendinizle ilgili aradığınız şey -her neyse- ona ayna tutmayı çok iyi başarıyor. Kitaplarının neden yeniden basılmadığını bilmiyorum ama benim için sırada "Bitmeyecek Öykü" ve "Cim Düğme ve Lokomotifçi Lukas" var.
Sınırlı dünyamızın ötesindeki sınırsız dünya ile tanışmak isteyenleri şöyle "Özgürlük Hapishanesi" tarafına doğru alayım :) Aytaşı Sarayı'nın bir yerlerinde beni bulabilirsiniz...

* Çeviri oldukça iyiydi bence.
** "Fantastik Roman" kategorisinde olduğu için bu kitap yetişkin romanı denilebilir, ancak çocukları kısıtlamayalım dersek, 16+ da okuyabilir sanki ama ben yaş grupları konusunda kötüyüm, çocuğun kendi kararı olması daha mantıklı :)

Özgürlük Hapishanesi
Özgün adı: Das Gefangnis der Freiheit
Yazar: Michael Ende
Çeviren: Saadet Özkal
Kabalcı, 2014, 256 sayfa, karton kapak





Devamını oku »

10 Şubat 2016 Çarşamba

Anne(lik) Sohbetleri: Hazan & Ege & Deniz (İkizler :)

İnstagramdaki kitap paylaşımlarını ve ikizlerle aktivitelerini görüp profiline hayranlıkla bakıyordum Hazan'ın, derken bir gün "mektup arkadaşım olmak isteyen var mı?" demişti de hemen atlamıştım bu soruya, "Beeeen" diye :) Kitap paylaşımlarımız, çocuklu hayata ilişkin kıkırdamalarımızla geçen sürede farklı şehirlerde olsak da yüz yüze olabilmenin kıyısından dönünce, "ikizlerle birlikte büyümenin sırrı nedir acaba" diye -mecburen- sanal ortamda sordum Hazan'a, hayalimde lokumlu Türk kahvemiz eşliğinde :)

Sevgili Hazan, annelik sohbetlerinde ilk defa ikizler yer alacak, kendi adıma çok heyecanlıyım ve sorularla dopdoluyum :) O yüzden de ilk sorum, "ikiz annesi olmak nasıl bir duygu" olacak. Neler hissettin doğum anından itibaren bir anda iki bebeğin birden sorumluluğunu alınca?
“İkiz annesi olmak” tek bir duyguyla ifade edilebilir mi bilemiyorum aslında. İkizlerime sahip olduktan itibaren o kadar karmaşık duygular denizinde yüzdüm ki boğulmadan şu günlere gelebildiğimiz için şükrediyorum :) Bu yüzden illa ki bir sıfat istersen benden ikiz annesi olmak kesinlikle ‘mucizevi’ derdim! Düşünsene, hayatta şimdiye kadar sahip olduğun her duyguyu artık iki kez deneyimliyorsun. Adımlarını çifter çifter atıyorsun. Kalbin çift çarpıyor!


Annelik maceran nasıl başladı?
Eşim de ben de bebek için bekleme taraftarıydık çünkü deneyimsiz genç anne ve baba olup da bebeğimizi “yanlış” yetiştirmek istemiyorduk; bu yüzden tam 5 yıl bekleyerek bu hakkımızı dibine kadar kullanıp anneanne, babaanne ve dedeleri isyan ettirdik :) Ama sonradan öğrendim ki istersen on çocuk getir dünyaya, yine de ebeveynlik konusunda hep öğrenilecek bir şeyler buluyormuş insan. Çocuk sahibi olma kararımızdan sonra biz bir bebek beklerken (kendimizi hem manevi hem de maddi anlamda buna hazırlamışken) iki bebek geleceğini öğrendiğimizde büyük bir şaşkınlık yaşadık. Fakat aynı zamanda iki tane mini minnacık insan yavrusu kulağa inanılmaz cazip geliyordu. Böylece karnımda iki minik iribaşla annelik maceram başladı :)

Doğum hikayeni anlatabilir misin? (İkizler olduğu için planlı bir sezaryen mi oldu?)
Ne yazık ki yukarıda bahsettiğim cazibe doğum esnasında yaşadığımız bir takım sağlık sorunları (erken doğum, 2 aylık kuvöz dönemi, bu süre zarfında ikizlerimin yaşadığı sağlık sorunları, hayata tutunma mücadeleleri) nedeniyle durum cazibesini yitirdi. Ama yılmadık. Bir tarafta ikizlerimiz diğer tarafta eşim, ben ve bizi yalnız bırakmayan sevdiklerimiz hep savaştık. Öyle ki bebeklerim doğduktan ancak 2 ay sonra onları kucağıma alabildim. Nihayet hastaneden eve çıkma vakitleri gelip de bebeklerimin ılık nefeslerini göğsümde hissettiğim zaman “anne oldum” dedim :)

Karnındaki bebişlerin ikiz olacaklarını öğrendiğinde neler hissettin? İki çocuğunun olması başka bir şey, ikizlerinin olması ise bambaşka olsa gerek.
Sorudaki tespitin çok yerinde olmuş! İki çocuk sahibi olmak ve ikiz sahibi olmak birbirinden çok farklı. Çocukların arasında bir yaş dahi olması büyük farklar yaratabiliyor. Ben ikiz annesi olacağımı öğrendiğimde önce çok korktum tabi. En son 17 sene önce pörtlek gözlü et bebekten başka kucağıma bebek almamışken, kanlı canlı, ağlayan, gaz çıkaran ve ne yazık ki başka derdini anlatma yolu bilmeyen iki bebekle ne yapacaktım? Sonra büyüklerin yatıştırması, okuduğum ebeveynlik kitapları ve en önemlisi birbirinden renkli bebek alışverişleri sayesinde korkumu çabuk atlattım.

İlk günlerde hatta ilk aylarda çok zorlandın mı? Sanırım yanında en az bir kişi daha olmuştur, değil mi?
İkiz söz konusu olunca değil ilk bir yıl en az ilk üç yıl bir kişi daha çelik kuvvet ekibi olarak yanınızda yer almalı ve maalesef ben o kadar şanslı değildim. İlk bir yılda üç bakıcı değiştirdik ve birinci yılın sonunda bakıcısız kaldım. Eşimin ve benim ailelerimiz İstanbul dışındalar; bu süre zarfında destek olmaya çalıştılar fakat ikizler onların gücünü aştı :) Yani zaman zaman ikizlerle yalnız kaldığım dönemler oldu (sinemada tek başınıza korku filmi izlemek gibi bir şey!). Biri uyurken diğeri uyanıp ağlıyor ve kardeşini uyandırıyor. Sonra öbürü uyurken bu sefer diğeri aynı şeyi yapıyor. Biri gaz sancısından apartmanı inletirken diğeri sütü genzine kaçırıp kusmaya başlıyor. Ya da en iyi ihtimalle ikisi aynı anda emmek istiyor :)

Bebek bakımı, çocuk eğitimi başlı başına bir konuyken, ikizlerle hayat apayrı bir dünya olsa gerek. Bu konuda kitap okudun mu? Faydalandığın kaynaklar oldu mu?
Önce annemin ve kayınvalidemin deneyimlerini dinledim uzun uzun fakat şimdi anlıyorum ki tek çocuk hiç çocukmuş, yani deneyimleri çok faydalı olamadı maalesef. Yanı sıra kitaplardan yararlandım tabi ki; Özlem P. Şinik’in (kendisi Sıra Dışı Annelik Derneği’nin kurucusudur) blog yazılarından ve İkiz Anneliği kitabından faydalandım; yanı sıra Çocuğunuz Büyürken Sizi Neler Bekler kitabı da destekçim oldu. İkizler ele avuca gelmeye başladıkça ebeveynlik kitaplarını okumayı da sıklaştırdım.

Bir yazında okumuştum, ikizler aynı giyindikleri için başkalarını kandırabiliyorlar ama beni asla kandıramazlar diye; bir anne kolay kolay kanmaz değil mi :)
Kesinlikle! Aslında Ege ve Deniz (ikizlerimin işte şimdi tanımış oldunuz) ilk yıllarda birbirlerine hiç benzemiyorlardı (zaten çift yumurta ikizleri) fakat son zamanlarda bebeklikten çocukluğa doğru yönelirken yüz hatları, saç renkleri çokça benzemeye başladı. Anaokulunda ilk hafta Ege’ye Deniz Deniz’e de Ege dedikleri çok oldu ve fark ettim ki işlerine geliyorsa arkadaşlarının bu hatasını hiç düzeltmiyorlar ama bundan hoşlanmazlarsa “hey ben Denizim, Ege değil!” diye hemen karşı çıkıyorlar :) Ama dediğim gibi 80 yaşına gelip de gözlerime katarakt inmeden beni kandıramazlar :D

İkizler şimdi 5 yaşında ve sen 5 yıldır onlarla birliktesin. Bu süreçte zorlanmadın mı ya da destek almak istemedin mi?
Çok zorlandım, öyle ki Allahım ben neredeyim, kimim, ne yapıyorum şeklinde hayatı sorguladığım dönemler oldu. Neyse ki ilk 1 yılda bulamadığım bakıcı teyze, ikizler 18 aylıkken çıktı karşıma ve de ikizler 3,5 yaşına gelip de onunla tuvalete gitmez ve onun yaptığı yemekleri yemez ve hatta onunla oyun oynamaz olana kadar da sürdü bu birlikteliğimiz. 3,5 yaşından bu yana (tam 2 senedir) de tek bakıyorum. Neyse ki konuşmaya başladıkları andan itibaren inanılmaz iyi arkadaş olduk, böylece günlerimiz oldukça eğlenceli geçiyor. Hatta kendimize üç silahşörler diyoruz :)

Çok klasik olacak ama bir gününüz nasıl geçiyor? Bolca kitap okuyup parkta koşturup sonra eve gelip bayılıyor musunuz?
Aslında gün içinde neler yaptığımız kış ve yaz dönemine göre değişiyor. Yazları dışarıda daha çok vakit geçiriyoruz: parkta çokça vakit geçiriyoruz, piknik yapıyoruz, top oynuyoruz, bisiklet ya da scooter’a biniyoruz, küçük plastik havuzumuzda yüzüp güneşleniyoruz, gezmelere gidiyoruz; yani daha çok dışarıda vakit geçirip eve gelince bir duş alıp bayılıyoruz. Böyle sayarken çok kolay gözüküyor bu aktiviteler ama inan parka kadar iki bisiklet, bir sırt çantası ve iki çocukla yürümek başlı başına bir olay!

Kış döneminde ise kendimizi entellektüel dünyaya adıyoruz :D Okuma saatleri, etkinlik saatleri, resim çizme, lego, puzzle, kek-börek yapma, ince motor işleri, vs. Artık işin içine bir de anaokulu girdi tabi :)
Elimden geldiğince gününüm büyük bir bölümünü onların hem fiziksel, hem zihinsel hem de duygusal ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde ayarlamaya ve her türlü işin içine muhakkak bir oyun katmaya çalışıyorum. Böylece yaptıkları işi severek yapıyorlar.

Hep çocuklardan konuşmak olmaz, mutlu bebeğin formülü mutlu anne bu çok açık :) Sen kendine vakit ayırabiliyor musun? Koltukta ayaklarını uzatıp bir "oh" diyebiliyor musun?
ilk üç yıl bunu yapamadım maalesef, banyo yaparken bile kapımda bekliyorlardı çünkü. Ama sonrasında yavaş yavaş bir düzen oturttuk. Artık hobilerime daha çok zaman ayırabiliyorum fakat yine de işin içine bir ucundan onları da dahil ediyorum. Film izleyeceksek Charlie’nin Çikolata Fabrikası ya da Kutup Ekspresi gibi üçümüzün de sevdiği bir film seçiyoruz mesela veya okuma saati düzenliyoruz, böylece 15 dakika bile olsa sağlıklı bir okuma yapabiliyorum :) Gerçi koltuğa uzanıp şekerleme yapabilme seviyesine gelemedim henüz, ikisinden biri muhakkak dürtüklüyor :):) Dediğin çok doğru yalnız; ben kendimi daha huzurlu, mutlu ve enerjik hissettiğimde onların da daha neşeli bir ruh hali içerisinde olduklarını gözlemliyorum; bu yüzden gün bitmeden muhakkak sadece kendim için bir şeyler yapmaya çalışıyorum, bu bazen sadece bir dosta bir iki satır yazmak bile olsa :)

Kitap okuma rutinlerini çok seviyorum. Kahvesiz kitap okumuyorsun sanırım değil mi :) Sevdiğin tarz, yazarlar, favori kitapların hangileri? Çevirmen olarak kötü çevrilmiş bir kitabı okumakta zorlanıyor musun?
Kitap okurken elimin altında kahve ya da çay bulunduruyorum, yanı sıra çikolata, lokum, kurabiye gibi eşlikçilere de hayır demiyorum! Özel olarak sevdiğim bir tarz yok aslında, tarzı ne olursa olsun önemli olan kitabın o an beni içine çekebilmesi. Bazen hiç sevmediğim bir kitabı beş yıl sonra elime aldığımda ne de güzelmiş diyebiliyorum mesela. Biraz da ruh halime bağlı yani. Favori yazarlarım olarak Orhan Pamuk, Murat Gülsoy, Sabahattin Ali, Haruki Murakami, Alejandor Zambra, Paul Auster’ı sayabilirim. Daha çok tabi, bunlar ilk aklıma gelenler. Favori kitaplarım o kadar çok ki yine ilk aklıma gelenleri sayayım: Kürk Mantolu Madonna (ig’deki kahveli fotolardan çok önce vuruldum kendisine), Masumiyet Müzesi, Sahilde Kafka, Lütfen Anneme İyi Bak, Ağaçların Özel Hayatı, Beni Bulduğun Zaman ve de illa ki Kumkurdu :) Çevirmen olarak kitap okumak çok zor aslında, aklın sürekli şu şekilde çalışıyor: “acaba burada bu kelime yerine şu mu olsaydı, bu cümlede bir düşüklük mü var, acaba orijinali nasıldı?” gibi. Bu da kimi zaman duraksatabiliyor beni. Ama kitabın içinde kaybolmayı bir kez başarmışsam çevirmen kimliğim okuyucu kimliğime yeniliyor :D

Anne adaylarına ve özellikle ikiz bebek bekleyenlere, acemi annelere neler tavsiye edersin?
Zaman ve sabır diyorum. Bu ikiliye güvenirseniz yeni yol arkadaşınız/arkadaşlarınızla hayat daha güzel olacak! Bir de ne olursa olsun, nasıl yavrunuzu sütünüzle besliyorsanız, bir yandan da ruhunuzu beslemeyi asla ihmal etmeyin. Besili bir anne = besili (mutlu) bir bebek :)

Mutlu Ege ve Deniz'in formülü çok açık, Mutlu anne yani Mutlu Hazan. 
Hem çalışıp hem de çocuklara vakit ayırıp hem de kendini unutmamak bence zor olanı. Hazanla konuştukça uykusuzluğum da yorgunluğum da hafifliyor benim. "Bu günler geçici", "baksana ilerisi çok keyifli" mesajlarıyla beni çok mutlu ediyor.
Her fotoğrafında hangisi Ege hangisi Deniz acaba diye tahmin yürütmeye çalışıp arada yanılsam da bu tatlı ikiliyle lego oynayıp, bolca kıkırdayıp Hazanla kahve içeceğimiz an'ı merakla bekliyorum :)
Çok teşekkürler Hazan, güzel arkadaşlığın ve çok değerli sohbetin için...

*Annelik Sohbetlerinin öncesi de burada
Devamını oku »

9 Şubat 2016 Salı

Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku / İlhami Algör

Bir kitabı sadece ismi ya da kapağı sebebiyle merak edebiliriz.
İlhami Algör'ün İletişim Yayınlarından çıkan bu kitabını sanırım tüm sosyal medya okuduktan sonra "hah tamam, bir de şimdi ben okuyabilirim" deyip sepetime atmıştım geçmiş bir tarihte.
Aralık sonu gibi düzenlediğim kitaplığın yetişkin edebiyatı bölümünde 20den fazla "çok merak ediyorsun bu kitapları, bak ne duruyorsun" köşesi yapmıştım. Lakin çocuk edebiyatı benim için o kadar keyifli geçiyor ki, açıkçası yetişkin edebiyatına ayıracak vaktim pek de olmuyor. "Her tercih bir vazgeçiş" tabii :)
Gece zor uyuyan, gece boyu da sıklıkla uyanan (hakkını yemeyeyim bazen de az uyanıyor) bir yavrunun annesi olarak hafta sonları Elifin uyku saatlerinde mümkün mertebe bir şeyler okumaya çalışıyorum. O uyurken ütü yapayım derdim yok, onun vakti ayrı. Zaten ütüyü açıp tam havama girdiğimde Elif 35. dakika uykusundan uyanabilir :) Kısacası dezavantajlı görünen şeyleri avantajlı duruma çevirme konusunda maşallah uzmanlaşmaya başladım.
İşte geçen hafta sonu da sabah uyanmış, ancak bunun farkına bir türlü varamayan Elif'i gideyim de salonda oyalayayım dedim ama uyumak ister gibi bir hali de olunca aldım kucağıma. Arada tek gözünü açarak bana bakıp beni oynattığını düşünsem de halimden memnundum. Annemden bana bir kitap vermesini istedim, "Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku" kitabı da elindeki seçeneklerden biri olunca, "hah"dedim, "doğru zaman, bu zaman".
Elifi kucağımda değişik pozisyonlarda uyutmaya çabalarken bu kısacık kitabı okudum bitti.
Hikayeyi daha farklı düşünmüştüm ama konusundan ziyade yazım dili beni fazlasıyla tatmin etti kitabın.
Annem de "Aa Müzeyyen Senar'dan mı bahsediyor kitap?" diye sevinmişti ama, ona "içinde biraz Sadri Alışık biraz Orhan Gencebay var istersen" dedim :)

Yazarın ve tabii karakterinin zihin akış hızına hayran kaldım. Okumakta güçlük çekmedim ama yanımda kalem olmadığından herhangi bir not da alamadım. Uykusu zottirik kızıma bu kitabı tek solukta okuma imkanı verdiği için de ayrıca teşekkür ederim.
                                                                               ***
Blogda "yetişkin edebiyatı" kategorim yok yalnız, bu kitapları nereye koysam bilemedim. "Özgürlük Hapishanesi" de tokat gibi vurdu geçti, onu ayrıca yazacağım. Şu an okuduğum "Başka ZAman Kütüphaneleri" kitabında henüz 1/3teyim, hala sevemedim.
"çok merak ediyorsun bu kitapları, bak ne duruyorsun" köşem kabarık ama Nurşen Abla sayesinde giriş yaptığım Mahir Ünsal Eriş üçlemesinden sonra çok daha fazla yetişkin edebiyatı okuyorum. Bir kocaman teşekkür de sana Leylak Ablacığım :)
                                                                               ***
Lafı dolandırıp resmen kitaptan bahsetmeden bu yazıyı bitirecektim :) Kitabın konusu şöyle: -adını bilmiyorum- bir adam var, bir de kadın var - malum adı Müzeyyen- ve bir de adamın hayalleri, yokuşları, iniş-çıkışları, sigaraları, daktilosu, kapı kilidi var.
Kitabın içindeki desenler biraz depresif olsa da kitabın ruhuna uymuş, ben sevdim.
Bu kitabın "çok merak edilenlerde" olmasının en önemli sebebi bence ismi. Bu isim tercihi yazara mı ait yoksa editöre mi acaba? (Levent Cantek'e 'blogunuz pek güzel' diyeceğime bunu sorsaymışım kitap fuarında :)
Filmini henüz izlemedim ama izlediğimde yorumumu buraya eklerim.
* Blogdaki kategorilerim kaybolmuş, hiç söylemiyorsunuz ve ben yeni fark ettim, amanın şu an şoktayım :(

Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku
Yazar: İlhami Algör
Desenler: Seda Mit
İletişim, 2015,58 sy, karton kapak
Devamını oku »

5 Şubat 2016 Cuma

Öğle Arası Esoş :)

Öğle araları benim için çok kıymetli, o kısacık anda rahatlayamazsam öğleden sonra geçmek bilmiyor. O yüzden de mümkün olduğunca an'ın tadını çıkarmaya çalışıyorum. Bazen tek oluyorum bazen arkadaşlarla bazen de kuzengillerle, her biri ayrı keyif veriyor bana.
Bugünkü öğle aram da oldukça keyifliydi, öğlen yemek pek hoşuma gitmeyince pastaneden bir şeyler alıp yakındaki bir parka gittim, okuduğum kitabı hafif rüzgar eşliğinde bitirdim: Reçel Kavanozu. Sonra da bir arkadaşımla buluşup yürüyüş yaptık, yanımızda minnak bir bebekle: henüz 3 ayını doldurmamış Maria :) Anne Rus olduğu için konuşmalarımız daha çok karşılaştırma içerse de benim genel gözlemim şu: anneliğin dini, dili, milleti yok, hepimiz minicik bir rüzgarda yavrumuz için endişelenebiliyoruz :) Aklıma kendi yaşadıklarım geldi (Elif 3 aylıkken) doğal olarak, tam o sıralarda anneler dönmüş, Elifte kolik geçmemiş, gündüz toplamda 30 dakikayı geçmeyen uykular, slingle tuvalete oturma çabalarım... Çok zorlanmama rağmen yüzümde mutlulukla hatırlayabilmek de iyi hissettirdi. Demek ki 22 ayını doldurmasına 4 gün kalan zottirik kızımızın gece hala uyanıp ağlamasını da yüzümüzde gülümsemeyle hatırlayacağız ileride :)
Arkadaşımla buluşmadan önce biraz park gezintisi yaptım.

Kozalaklar gerçekten çok güzel doğa harikaları değil mi? Ben çok seviyorum onlara dokunmayı :) Bir de şöyle bir ağaç vardı, yıllar önce çektiğim bir fotoğrafı getirdi aklıma. Bu fotoğrafın adı: verici ağaç :)
Bu ara sevdiğim bir diğer şey de pastaneden bir şeyler alıp, iş yerinde pek de diyalogumun olmadığı kişilere ikram etmek. "Hayırdır?" diyorlar, "öylesine" deyince şaşırarak bakıyorlar. "Damladaki Okyanus" etkiliğini okuduğumdan beri ben de kendimi daha iyi hissediyorum, belki ondandır.
Dün de "doğaarkadaşımınkutusu" için park saz ekibi arkadaşlarımla köpek kakalarına varana kadar incelemede bulunduk, dönüşte ellerimi yine yıkamadım Fatma :)
Derken parkta çok acayip bir bitki ile karşılaştık ki benim o parka 235478. kez gidişimdir.

Toprağa düşen tohumları toplamaya çalışırken Reyhan, senin yanımıza gelen kediye "ne bakıyorsun, tek senin mi sandın bu ağaç?" diye soruşuna hala gülüyorum :)
Havaları + derece görünce kendini parka atan masum şehir insanlarıyız aslında. İki ağaç görünce kendimizi ormanda, birikmiş su birikintisi görünce de göldeyiz sanıyoruz. Yazık be bize :)
Arada da gözümüz ne park ne bahçe görüyor, atıyoruz kendimizi kafelere kahve içmeye (yalan aslında, çok nadiren oluyor bu :) Caribu kafeye bir kez pek sağlam küsmüştüm ama yine barıştım, Türk kahveleri ve yanında verdikleri lokum kutusu şahane.
Aç gözlü olduğum için değil bu kutuların fazlalığı, onlarla minik bir projem var. Bu kutuyu gönderdiğim şahane arkadaşlarım, içindeki notta yazan yönergelere uyarlarsa aklımda güzel bir oyun var. İşi gücü bıraktım kutulara oyun yazıyorum :)
Bazen de yemeğimi hemencecik yiyip kendimi odama kapatıp bir şeyler okuyor veya yazıyorum.
Elifle beraber evdeyken de sanırım en çok ihtiyaç duyduğum şey, 1 saatlik bir "your time"imiş.
Sizin öğle aralarınız nasıl geçiyor, hiç yazmıyorsunuz :)

Mutlu Tatiller herkese ...
Devamını oku »

4 Şubat 2016 Perşembe

Kipri / Dick King Smith

Bazı kitaplar hep gözünüzün önündedir, hatta onu okumuş gibi hissedersiniz ancak kitaplığınızda bile yoktur. Kipri benim için tam olarak bu kategorideydi. Hayykitap'ın tarzını sevdiğim ve pek de hayal kırıklığı yaşamadığım için tüm kitaplarını okumak istiyorum. Çeviri ve editör ekibi benim açımdan 10 numara, bu ekibin hazırladığı kitapları okurken o kadar sade/temiz bir dil ile karşılaşıyorum ki, arkadaşım olsalar teşekkür edesim var :) Bu kitabın çevirmeni Gökçe Ateş Aytuğ'un "Bugün Aşktan Çok Sıkıldım" isimli iki kitaplık serisini okurken de benzer bir zevk yaşamıştım. Şiirsel Taş ise bence gerçekten ismi gibi "şiirsel" çevirilere imza atıyor. Mucizeleri Saymak, bunlardan sadece biri. (Zincir kitabından beklentim daha yüksek olduğundan biraz tereddüt yaşamıştım.)
Canım Feride bana gönderdiği pek tatlı gök kuşağı kartının yanına meğerse Kipri kitabını da koymuş, zarfı açınca hem çok şaşırdım hem de çok sevindim. Hatta bir an "Aa ben bu kitabı okudum" duygusunu hissettiysem de o hissin yanıltıcı olan "Çok okumak istediğin için okumuş olduğunu zannettiğin kitap" olduğunu hatırladım. Oh :)
Tatlı kiprimiz Azmi'yi ben "Pes Etmeyen Tavuk" Hilda'ya çok benzettim. İkisinin azmine de hayranlık duyup , pes etmeye çok yakın olduğum zamanlarda aklıma onları getiriyorum. Bir de Balık var tabii ama onu nedense yazmamışım buraya. Halbuki beni çok etkileyen bir kitaptır.

Şehir merkezinin dışında, müstakil evlerin dip dibe sıralandığı bir sokakta 5-A'da yaşıyor bu sevimli kirpi ailesi. Bulundukları yerde gayet iyiler aslında ama caddenin karşısındaki parkta leziz mi leziz salyangozlar, solucanlar ve sümüklüböcekler var. Tüm bunlara kim "hayır" diyebilir?
Yalnız küçük bir sorun var: karşıdan karşıya geçebilmek (hem de ezilmeden!)
Doğduğu günden itibaren dikenleri henüz yumuşak ve lastik gibiyken bile parlak bir çocuk olacağı belli olan Muzaffer Azmi Azami'nin Menekşe, Manolya ve Mimoza isminde 3 ablası var. Hikayede bu ablalara fazla yer verilmemiş olmasına üzüldüm, keşke onları da dinleyebilseydik :)
Karakter isimlerinin İngilizcesi nasıl bilmiyorum ama azimli bir kirpiye elbette ki Azmi denmesi pek yerinde, "Azami" nin sebebini ise okuyucuya bırakayım.
Bir "kirpi" neden "kipri" olur sorusunun cevabı da çok basit: Fazla merak kediyi öldürür, fazla azim kirpiyi duvara vurur :) (benim uydurduğum bir atasözü)
Azmi bir gün karşıdan karşıya geçmeye çalışırken yuvarlanır, kafasına darbe yer ve konuşması değişir çünkü "şişi kafalanmış"tır :)
"Eminlikle kesinim" ki ben bu kadar azimli olamazdım.
Korkardım bir kere, adımımı dahi atmayacağımı düşünüyorum.
Ama bizim Azmi, ne pahasına olursa olsun tüm riskleri göze alıp karşıdan karşıya geçmenin bir yolunu bulmaya çalışıyor.
"Buluyor mu peki?" derseniz...
1 saatinizi bile almayacak bu kısacık, bol kıkırdamalı, "kafam çok dolu biraz neşelenmem lazım" Kiprisi Azmiyle tanışmanızı ve adını tarihe altın harflerle yazdıran bu tatlı kirpinin macerasını okumanızı öneririm.
* Küçükken kuzenim "Nosey" isminde bir oyuncak kirpi hediye etmişti bana ve uzun yıllar o benim uyku oyuncaklarımdan sadece biriydi (2 numaraydı denebilir), ilk okulda doğum günüm kutlanacağı zaman annem sormuştu "ne'li pasta istersin?" diye, "kirpili" demiştim. İşte tam o an'ı anlatan bir fotoğrafım var, onu da bulunca ekleyeyim buraya :)

Kipri
Özgün adı: The Hodgeheg
Yazar: Dick King-Smith
Resimleyen: Ann Kronheimer
Çeviren: Gökçe Ateş Aytuğ
Hayykitap, 2012, 86 sayfa, karton kapak
Devamını oku »

3 Şubat 2016 Çarşamba

Hayaller Deniz Kenarı, Gerçekler Angara Kırsalı :)

Çok tatlı bir kitap hakkında yorumumu yazıyordum bloga, gelen son bir haber ile aklımdaki bu yazıyı yazmaya karar verdim. Sosyal medyada daha çok "Hayaller paris" ile başlayan bir ifade var, çok seviyorum, durumu anlatmaya o kadar uygun ki :)
2002 yılında Ankara'ya geldiğinde çok farklı hayallerim vardı. Dün de dediğim gibi "ben zaten gazeteci olacaktım". (Çok merak ediyorum bu utangaçlık, çekingenlik ve heyecanlandığında konuşamama halimle nasıl yapacaktım bu mesleği) Ama öyle magazin falan da değil, ben bildiğin "savaş muhabiri" olacaktım. Sırf bu yüzden Coşkun Aral ile de tanışmıştım hem de Adana'da (hatırladın mı Nilo :) "İyi ki olmamışım" diyorum şimdi. Hem ben yapamazdım hem de basın sektörü "özgün(r)"bir ortamda çalışmadığı için mutsuz olurdum. "Halkla İlişkiler" okudum da ne oldu? Kişisel gelişimime katkısı olduğunu söyleyemem ancak diplomam sayesinde bir işe girdim, para kazanıyorum ve istediğim kitapları taksitle de olsa alıyorum :) En önemlisi de bir işim olduğu için şükrediyorum. Yaptığım işin benim ilgi alanıma uygun olmaması işin suçu değil esasen. Kendimi suçladığım çok oldu (Gonca, sana tam buradan selamlar) ama o da değil. Benim gibi hisseden de eminim çok fazla kişi vardır. Bizleri yarış atı yapan eğitim sistemimizi, iş bulma kaygısını, iş beğenmeme halimizin şımarıklık sayıldığını ve sadece 1 şeyin uzmanı olmaya çalışıp aslında "ot" kıvamında yaşadığımızı yazacaktım bu satırlarda ama vazgeçtim. Tekrar etmek, gerçeği değiştirmediği gibi açıkçası beni olumsuza sürüklüyor, orayı da sevmiyorum.
Hadi çözüm odaklı olayım diyorum. Bunu diyebilmek için de az önceki olay gibi bir itici güç gerekiyor yoksa unutuyorum. Yine arada hatırlamak için de işte şimdi buraya yazıyorum. Büyük şehirde yaşayan çoğu insanın hayali bir gün -muhtemelen emeklilikte- sahil kasabasına yerleşip deniz kenarında bahçeli bir evde oturmak. Buradan kasıt da, trafik çekmeyeyim gürültüden hırslardan uzak durayım, kendi içsel huzurumu yakalayayım. (En azından benim anladığım bu.) (ikinci parantez: zaten deniz kenarında yaşayan arkadaşlarım buradan sonrasını okumasın, hele ki sen Banu :)
Birkaç yıl önce çok kararlı bir şekilde farklı bir hayata doğru rotamızı çizmişken kader-kısmet ile bugün baktığımda hala Angarada olduğumuzu görüyorum. O yüzden de "hayaller deniz kenarı, gerçekler Angara kırsalı" :)
Kendime süper notlar alıyorum,havada uçuşan fikirlerimi yakalamaya çalışıyorum, acayip gaza geliyorum, "işte bu kez tamam" diyorum ama sonuç?
Sonu gelmiyor...
Hayal kurmaya devam ediyorum sadece.
Bazen de bu durumun tam tersi bir şey yaşıyor, hayallere o kadar kapılıyorum ki gerçek dünyadan uzaklaşıp yaşadığım an'dan keyif almamaya başlıyorum.
"Dur bakalım Esoş!
Tam orada dur." diyorum böyle anlarımı yakaladığımda.
Kısacası bu yazıyı bana yazdıran şey aslında unutkanlığa düşmeyip hayallerimin peşini bırakmamak,lakin bunu yaparken de an'dan kopmamak (ve hatta o an yaptığım şeylere sinir olmamak) Tam bu sebepten az önce bir haylayf açtım kendime. Kendimce yeni bir karar aldım çünkü, yılmadan peşinden gideceğim inşallah.


Aldığım kararın ilk aşaması sevdiğim şeyleri detaylıca listelemek. Bunu gözle görünür elle tutulur yapmak için de yazarak çalışmak, uçuk hedeflerden uzak durmak.
Sadece ve sadece "sevdiğim şeyler" listesi yani bu. "Git, şunu yap, onu getir" görev planı değil.
Sıradaki şeyleri de zamanı gelince paylaşayım.
Başlık ve yazının sonu biraz alakasız kalmış gibi görünse de tüm bunlar zihnimde halay çeken tilkigillerin suçu :)
Devamını oku »

2 Şubat 2016 Salı

Gazeteci Çocuk / Vince Vawter

Ortaokulda Gönül Öğretmenden sonra Türkçe dersimize giren öğretmenimizin adını hatırlayamasam da onu pek de sevmediğimi anımsıyorum. Bize bir şeyler katacak bilgileri paylaşmaktan ziyade tek derdinin müfredata uygun hareket etmek olduğunu, dersteki gecikmelere de sinir olduğunu davranışlarından anlayabiliyorduk. Sözlüye kalkınca biraz geç konuşan bir arkadaşımızın bir gün üzerine gitti ve ondan hızlı konuşmasını istedi. Şok olduğumu ve çok utandığımı anımsıyorum. 4 yıldır aynı sınıfta olduğumuz arkadaşımıza kimse şimdiye kadar incitici bir imada bulunmamıştı ve bu talep ile tüm sınıfın tepesine çıkıp buz gibi soğuk suyu boşaltmış oldu yeni öğretmen. Bir arkadaşımız da ayağa kalkıp "siz de 'r'leri söyleyemiyorsunuz ama biz size bir şey demiyoruz" dedi. Aynı soğuk su bu kez öğretmenin kafasından aşağı boşaldı. "Vıl vıl vıl konuşmayın" diye konuyu kapatmaya çalıştı, sık sık bu deyimi kullanarak bizi uyarmasını anlayamıyordum. "Çok konuşmayın" da diyebilirdi aslında. Neden ısrarla içinde bolca "r" geçen bir ifadeyi tercih ediyordu ki? Bilmiyorum.
Gazeteci Çocuk kitabını Ankara Kitap Fuarında Kırmızı Kedi Yayınevi'nin standında görüp aldım. Bilinç seviyesinde hatırladığım bir isim değil ama sanki altlarda bir yerde ismini saklamışım çünkü kitabı gördüğümde hiç düşünmeden aldım. Tabii bunda uzuuuuun yıllar "gazeteci olacağım ben" diye diretmemin de etkisi olabilir :) Kitabın yarısını bir gecede kalan yarısını da 1 haftada okuyarak oldukça dengesiz bir süreç yaşadım.
Sonuç beni tatmin etti, süreçten ise emin değilim.
Ya da en baştan başlamak daha iyi:
"Bu hikayeyi yazmak için iyi bir sebebim var. Çünkü konuşamıyorum. Yani kekelemeden asla."



Altın palmiyenin simgesi gibi bazı kitapların üzerinde yer alan ödül ibareleri beni tereddütte bırakır. Bir kitabın ödül almış olması benim okuma beklentim açısından riskli olur genelde. 

Gazeteci Çocuk kitabını tek seferde okumayı tercih ederdim aslında, çoğu kitapta olduğu gibi. Bazı hikayelerin bölünmesi hikayeden insanı koparabiliyor.
11 yaşındaki Victor, kasabanın en iyi beyzbol oyuncularındandır, ancak kekelemeden, kendi adı da dahil, tek bir kelime bile söyleyemez. Victor'un hikayesini okurken hayatım boyunca bir şekilde okulda, yolda, postanede denk geldiğim kekeme insanları düşündüm. Farkındalığımın ne kadar az olduğunu bu kitabı okurken anladım. Sadece bu sebeple bile bu kitabın okunması benim açımdan önemli. Özellikle de öğretmen, doktor, gişe görevlisi gibi bir şekilde insanla-çocukla iletişim halinde olan kişiler için.
Kitabın sevdiğim tarafı 1. tekil şahıs anlatımıyla yazılmış olması. Kişinin yaşadığı sıkıntıyı, sevinci, terlemeyi, heyecanı en iyi kendisi anlatabilir (bence). Çocuk kitaplarında da bu dil (okul dönemi için) beni hemen kendine çeker.
Gazete dağıtan arkadaşı Rat'ın yaz tatili için 1 aylığına büyük babasının yanına gitmesiyle bu görevi Victor - gönüllü olarak- devralır. Birinci kilit nokta burada başlıyor bence. Adını dahi söylemekte zorlanan bir çocuk neden insanlarla iletişim kurmasını gerektirecek (haftalık para ödemelerinin toplanması) bir işe gönüllü olur? İçinde değişim olan kitapları okurken ben çok heyecanlanıyorum, sanırım karakterle beraber kabuğumdan sıyrılıyorum, kitap bitince bir ferahlık hissediyorum.

"Kelimelerin düğümlerini çözemiyordum ama en azından başka şeyleri düzeltebiliyordum."

Gazeteci Çocuk kitabı, bu bir aylık süre boyunca Victor'un başından geçen olaylar ve kişilerle yaşadığı diyalogları anlatıyor, diyebiliriz. Bu durumdan çok emin olamamamın sebebi hikayenin aslında yazarın biyografisinden uyarlanma olduğunu öğrenmem. Kitapta altını çizdiğim çok güzel cümleler var. Bay Spiro açık ara en sevdiğim karakter oldu, evinin kişisel kütüphane havasında olduğunu okuyup onu azıcık kıskansam da sanırım  yüz yüze olsak, keyifli bir sohbetimiz olurdu. Hem belki çok fazla çocuk kitabı okumamıştır, ben de ona Balık, Kumkurdu, Yıldızlı Sevgi'den bahsederdim.
Kitapta altını çizdiğim yerlere bakınca bir çoğunun benim iç sesime benzer cümlelerden kurulduğunu gördüm.

"Ben her zaman cümlelerimi kurarken kelime ve seslerin arasında sanki cam kırıkları ve köpek dışkılarıyla dolu bir sokakta geziniyormuşum gibi dikkatle dolanırım."

"Kötü bir konuşma sonrası gerildiğimde yapabileceğim en iyi şey içimde hiç hava kalmayana kadar koşmaktı."

Kitapta hiç hoşlanmadığım karakterler de oldu. Victor'un değişimi ve gelişimi açısından değerlendirildiğinde ise bu kişilerin gerekli olduğunu söyleyebilirim.
Kitap bittiğinde Bay Spiro'nun 4 kelimesinin ne anlama gelebileceğini çözmeye uğraşıyordum. (aradan 10 gün geçti, hala düşünüyorum :) Hatta bu kısım kitapta verilse daha mı iyi olurdu, acaba okuyucuya da yer bırakarak bu bilgi kitaba nasıl işlenirdi ona kafa yoruyorum. Tabii böyle olunca kafamda o kadar çok karakter dolanıyor ki. Hepsini seviyorum aslında. Tatlı bir Kipri var mesela, "pes etme Esoş" diyor, tıpkı Hilda gibi. Son günlerde sindirerek okumaya çalıştığım bir diğer kitap ise Michael Ende'nin kitabı. Momo'yu yıllaaaaar önce çok severek okumuştum. "Bitmeyen Öykü"yü ise hala okumadım, benim için okunma vakti olan bir kitap. (Selcen ve Semra'dan ilk buluşmamızda "nee hala okumadın mı" tepkisini göze alıyorum yani) "Özgürlük Hapishanesi" ise canım Şirin'imin bana hediyesi, baskısı olmadığı için de ayrıca kıymetli. Kitabı okurken Tatar Çölü kitabı geliyor aklıma.
Bir kitabı okurken beni en çok mutlu eden şey de kitabın konusu, kitabın içindekiler değil; kitabın bende bıraktığı değişim izleri. Ya da bu da değil, "en" olan. Değiştiriyorum. ("en"leri bulamayan Yasemen'i anladım şimdi :)
En mutlu edeni kitabı okurken hayal dünyamda ve duygu odalarımda daha önce hiç görmediğim odacıklara ışık tutmak, "Aa siz de mi buradasınız" demek ve onlarla kaynaşmak :) (Nasıl anlatamadım ama :)
                                                                                  ***
Konuyu dağıttım, Gazeteci Çocuk'a dönecek olursam; kitapta yer alan "tv çocuk" karakteri, önemli bir detay. Victor'un gazete dağıtırken gördüğü "tv çocuk" saatler boyu sadece televizyon izlediği için ona bu şekilde bir isim takmış Victor, ancak bir olayın sadece "görünenden" ibaret olmadığını ileriki sayfalarda okuyunca anladım. Tam da günümüz çocuklarına bir gönderme olmuş, fazla basit kaçmış diye düşünmüştüm ilk satırlarda, meğer sebep farklıymış. Güzel bir tokat oldu bana :) "Kesin karara varmadan önce biraz bekle bakalım" şeklinde.

"Ben kısa şortuyla Memphis'teki bir sokağın başında dikilen 11 yaşındaki bir çocuktum. Kendimi öylesine küçük hissettim ki sanki hafif rüzgara kapılıp sürüklenebilirdim."

Bu cümle de beni farklı anılara sürükledi, zamanda yolculuk yaptım.
En sevdiğim ifade de en sonda yazıyordu:

"Hayattaki en zor şeylerden biri kalbimizde dile getiremeyeceğimiz kelimeler olmasıdır."

Kurgu gençlik romanı olarak değerlendirecek olsam, sadece işlediği konu sebebiyle biraz daha farklı bir yere koyardım sanırım. Biyografiden uyarlama bir gençlik romanı olarak kitabı okuyunca kitabın favorim olmadığını ama Victor'un sayesinde güzel odacıklara ışık açtığımı söyleyebilirim. Çevirinin gayet iyi olduğu bu kitapta imla hatalarının ise çok daha az olmasını isterdim/beklerdim.

* Bir yerlerde pek iyi olduğunu umut ettiğim canım Gönül Öğretmenime sevgilerle :)

Gazeteci Çocuk
Özgün adı: Paperboy
Yazar: Vince Vawter 
Çeviren: Alaz Özbek
Kırmızı Kedi Yayınevi, 2015, 2011 sayfa




Devamını oku »