Bu ay İtalya'ya bir hayli doymuş durumdayım.
Her ne kadar bitirememiş olsam da Rodari ile başlayan serüven Sgardoli ile devam etti, ardından Napoli Romanlarını 15 günde bitirdim, elime aldığım başka bir kitabın daha İtalyan yazara ait olduğunu öğrenince de kitabı bıraktım. İtalya'ya biraz ara vereyim :)
Son 15 günüm hayattan gerçekten kopuk geçti. İtiraf edeyim, fiziksel olarak yanında bulunduğum hiç kimsenin ruhen de yanında değildim, aklım fikrim İtalya'da çoğunlukla da Napolideydi.
Şöyle sorular duydum:
"Yemeğin altı neden hala yanıyor?" (yemek yerken)
"Elif sana sesleniyor!?" (çocuğun boğazı kızarmış, Esoooş demekten)
"İtalya bilgi notu hazır mı?" (iş yerinde de İtalya çalıştım yani, cevap: Napoli'yi anlatabilirim :)
15 günde yaklaşık 1700 sayfa okudum. Hızlı okuma yapan biri olmadığım için, günde 100 sayfa işten güçten ancak fırsat oluyor. Bir de 1. kitaptan sonra siparişimi bekledim zaten heyecanla. (o araya da Çukurlar kitabını aldım :) Dün gece 1'de gözlerim kızarana kadar okudum.
"Zorlama kendini yarın devam edersin" diyen karabalığa öyle ters bakmışım ki "neyse sen ayarla" deyiverdi garibim :)
Öncelikle bu seri hakkında şunu diyebilirim: İlk kitabı kitapçıda şöyle bir inceleyin, ilginizi çekiyorsa 4 kitabı birden sipariş verin yoksa o gelmek bilmeyen siparişi beklerken meraktan çatlayabilirsiniz :)
Kitabın çok satanlarda olması benim için de oldukça itici bir şey ama
Leylak Dalı Nurşen Abla, "bence okuyun" demişse, konu kapanmıştır benim için :)
Kitapların kapak çizimleri-özellikle ilki- bence çok güzel. Goodreadste rahatlıkla bulunabildiğinden diğer ülkelerdeki basımlara baktım, orada da çok etkileyici kapak tasarımları vardı, sadece bir tanesinde çıplaklık ön plandaydı, bu satış tekniğini sevmedim.
İlk kitabı tamamen "Şöyle bir bakayım" diye elime aldım ve sanırım yayınevi kitabın içerisine bizim göremediğimiz mıknatıslardan yapıştırmış, çünkü kitabı elimden bırakamadım. Bu tarz kitaplarla insan her an karşılaşmıyor. Kitabın dili 1. tekil şahıs ve hatta biyografik bir anlatımı var. Belki biraz günlük havasında bile denebilir. Kitaptaki samimi havanın kaynağı sanırım buradan geliyor.
Nurşen Abla'nın yorumu aklımda:
"Lina ve Lenu; ikisini de tam anlamıyla sevemedim, ikisinden de tam anlamıyla nefret edemedim."
Yazarın kimliğini gizleyerek bu eseri yayınlamış olmasına ben şaşırmadım. Yoksa eminim çok sıkıştırılacaktı ve belki çevresinde esin kaynağı olan kişiler bu kitaptaki anlatımlarla zor durumda kalacaktı.Ya da ben gerçek düşüncemi söyleyip rahatlayayım: Ben bu kitabın kurgu olduğuna pek inanamadım :)
Napoli Romanları, '7 yaşında arkadaş olmaya başlayan Lila ve Lenu'nun 60 yıllık hikayeleri' en genel ifadeyle. İlk kitapta nasıl tanıştıkları, mahalledeki insanlar, ilkokul, ortaokul ve gimnazyum (lise) yıllarından bahsediyor kitap.
2,3 ve 4. kitaplarda ise gençlik yılları, evlilikleri, yaptıkları hatalar, çocukları, anne olma halleri ve yaşlılık dönemleri var.
Kitabın başarısı bu kadar geniş bir zaman dilimini ve kalabalık karakterleri tutarlılık içerisinde ve minik ipuçlarının izini sürmemize olanak verecek şekilde yazılmış olması diye düşünüyorum. Tüm hikayeyi tek bir kitapta okusaydık nasıl olurdu diye çok düşündüm, sanırım çok yer eksik kalırdı (sadece fiziksel olarak değil) ve hikayenin derinliğini bu kadar net anlayamazdık.
Kitapta iki şeyi çok sevdim.
Birincisi karakter tahlili. Her bir karakterin ayrı ayrı incelenmesi gerekir bence. Kitabın en başında yer alan detaylı bilgiler de kafası karışan veya isimleri unutanlar için çok iyi olmuş.
Aklımda kalan karakterler:
Enzo: naifliğini kitabın başından beri sevdim
Michele Solara (yüzüne tüküresim geldi valla): kötü karakter olarak çok iyi işlenmişti, Lila'ya düşkünlüğünün sebebinin aşk olmadığını hissettim, 'senden daha güçlü olan bir şeyi elde etme arzusu' olabilir.
Lenu'nun annesi İmma: İlk başlarda Lenu'ya davranışlarını anlayamadım hatta topallamasının sebebinin Lenu'yu doğururken olduğunu düşündüm ama 3. ve 4. kitapta onu daha detaylı tanıyınca sahiden sevdim, özellikle de gümüş bilekliği bir hayli merak ettim. (güzel bir detay)
Adele( Pietro'nun annesi) : İlk andan itibaren sevmedim ve hiç de yanılmadığımı gördüm. (hislerim kitap karakterlerinde bile kuvvetli demek ki :)
Nino: Nasıl kaypak bir kişilik, hatta şunu demek istiyorum: Babanı da sevmezdim seni de sevmedim Sarratore :) Bu karakter bence Michele Solara'dan bile tehlikeliydi.
Alfonso: En çok üzüldüğüm karakterlerden biri, zihnimde onu çok net canlandırmıştım.
Melina: Bu kitap için gerekli bir karakterdi bence. İlk sayfadan itibaren Lila'nın Melina'yı sevme sebebinin onda kendi geleceğini görmüş olması olduğunu düşündüm.
Oliviero: "Çünkü o kötü ruhlu" diyen bu öğretmen de bence rolünü güzel oynadı.
Stefano: Hiç sevmedim, şarküterisinin kapanmasına da üzülmedim :)
Pietro: Uysallığı bence Enzo'dan farklıydı, pısırık ve içe kapanıktı, bence Lenu'yu hak etmiyordu.
Bruno: Nino'nun pislik arkadaşı, resmen tiksindirdi beni.
Pasquale: Karakterin tutarlığını sevdim, görüşlerini sonuna kadar savunması çok güzeldi, bu açıdan Nadia'dan oldukça farklıydı.
Franco Mari: Neden bilmiyorum ama sevdiğim bir karakterdi, Lenu ile evlenmesini isterdim, sonuna pek üzüldüm.
Lila/Lina ve Lenu:
Sadece ikisi hakkında bile bir blog yazısı oluşturabilirim. Aralarındaki arkadaşlığın farklı boyutlarına tanıklık etmek 'kıskançlık, hınç, övgü, imrenme, sadakat, dostluk' epey düşündürdü beni. Bir bakmışım ona hak veriyorum bir bakmışım Lenu'ya deli oluyorum. Kendimi daha çok Lenu'ya yakın hissetmiş olsam (ancak son kitapta bu yakınlık alt üst oldu biraz) da kitabın Lila'yı anlattığı ve kitaptaki en vurucu karakterin Lila olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Gözlerini kısarak veya tıslayarak konuştuğunda anladığımız şey, yerel lehçeyle veya İtalyanca ile ifade ettiği cümlelerin ağırlığı, deprem anında yaşadığı sınırsızlanma, doğum sırasındaki halleri ve elbette ki salam fabrikasındaki Lila. Hepsi birbirinden farklı gibi dursa da aslında şunu hissedebiliyoruz: Lila kendine tahammül edemiyor (daha farklı bir ifadeyle sanki kendi ağırlığını, zekasını kaldıramıyor) ve bunu hırçınlıklarıyla gösteriyor. O yüzden de ona kızdığım yerlerde bile ona hak vermeye çalıştım. (kendimi Lenu gibi hissetmem de bu yüzden) Bir ara kendimi "Carmen" gibi de hissettim, Lenu ve Lila benimle sohbet ediyorlar ve ben yaşananları tahlil ediyorum sandım. (kendini kitaba fazla kaptırma sendromu)
Lenu'nun kitap boyunca yaşadığı değişimleri gözlerim kocaman açılarak okudum. Cesaretine çoğu yerde hayran kaldım, yaptığı hataları fark ettikçe "Dur Lenu yapma!" diye haykırdım. (resmen gözümü kapattım hatırlıyorum)
İkinci sebep ise: Sorgulamalar. Bazı yerler/ifadeler öyle net hatta bazen öyle keskindi ki insan kendini sorgulamadan yapamıyor. Bu kitabı okurken Ankara Üniversitesi geleneği marksist/feminist ekolde okuduklarım aklıma geldi. Kadın olma, anne olma, insan olma, değişim yaşama halleri üzerine benim için çok besleyici bir kitap oldu. "Küçük Kadınlar" kitabını acilen okuma ihtiyacı hissettim. "Olmak" ile ilgili şu satırları ısrarla çizmişim, buraya da ekleyeyim:
Aklımda kalan diğer satırlar:
"Sen benim olağanüstü akıllı arkadaşımsın, hepimizden çok daha başarılı olmalısın, bütün kızlardan ve erkeklerden."
"Kendimi örümcek ağı üzerindeki yağmur damlası gibi hissediyordum ve kayıp düşmemek için dikkatli davranıyordum."
Sanki beni anlatıyor dediğim satırlar ( özellikle de "mutsuz bir uysallık" = iş yerindeki Esoş)
"Sevilmeme korkusuyla hemen boyun eğiyordu, pes ettiği için de üzüntü duyuyordu...Mutsuz bir uysallık içindeydi, her şeyi istiyor ama hiçbir şey istemezmiş gibi yapıyordu."
Genel Değerlendirme:
Kitabı genel olarak başarılı bulsam ve kitap beni çok etkilemiş olsa da Napoli Romanları'nı bir başyapıt olarak niteleyemiyorum. (buna gerek var mı onu da bilmiyorum gerçi) Eksik olan neydi diye düşündüğümde aklıma da bir şey gelmiyor.
Kitaptaki tutarlılık, akış, kurgu ve harika çeviri sayesinde doyurucu bir 15 günlük okuma maratonu yaşadım. Yepyeni kelimeler ve deyimler öğrendim: galbe çalmak gibi.
Yayınevinin kararıydı sanırım ama ilk sayfalarda yer alan ülkelere göre kişilerin kitap hakkındaki yorumlarını çok itici buldum, gözüme sokulan şey beni uzaklaştırdı.
İlk kitabın çok daha özenli bir editör okuması vardı ancak özellikle son kitap ne yazık ki imla hatalarıyla doluydu, belki de baskıya hızlıca yetiştirildi kitap,bilmiyorum.
Son kitap diğer üç kitaptan biraz daha ağır ve hüzünlüydü. Özellikle Tina ile ilgili kısımda kanım dondu diyebilirim.
Kitap ile ilgili en sevdiğim şeylerden biri de sanırım sonu oldu. Okumak isteyenler olabilir diye bahsetmeyeceğim ama sonu beni o kadar tatmin etti ki kitabın o genel hüzün havasını sildi süpürdü.
Aklımda bir müddet daha "Lenu ve Lila" olacak galiba, onları özleyeceğim...
"Ferrante’nin romanlarındaki karakterleri, bilhassa kadınları tanıdıkça, bu tarifleri örten sis biraz inceldi benim için. Değişmeyen ortak özellikleri var bu kadınların: Hemen hepsinin (“Napoli Romanları’’nın iki baş kahramanı gibi) kendilerini en kuvvetli hissettikleri anda bile – belki de özellikle o zaman – ne denli kırılgan olduklarını görüyoruz.Çetin kadınlar yazıyor Ferrante, gayet sıkı dokunmuş karakterler; hayat onları itip kakıyor, yine de doğrulmayı, yürümeyi, üzerlerine biçilmiş dar rollerden taşmayı beceriyorlar çoğunlukla; içine doğdukları mahalleden, sınıftan, lehçeden “kurtuluyor’’ ve sonra onları her an geri çekebilecek bir kement gibi boyunlarında taşıyorlar ömür boyu; varolmak, ''bir şey'' olmak her an kaybetmenin ve kaybolmanın eşiğinde durdukları bir mücadele onlar için; bencillikleri benliklerini korumaya yetmiyor her zaman, bir kırıldılar mı birkaç yerden kırılıyorlar; onları izlerken hayatın yıkıla yıkıla inşa edilen bir şey olduğunu görüyor, dünyadan vazgeçmemiş bir ruhun asla kedersiz olamayacağını yeniden kavrıyorsunuz."