Drop Down MenusCSS Drop Down MenuPure CSS Dropdown Menu




28 Aralık 2016 Çarşamba

2016 / Dönüşüm / 2017

Bu yazıyı her zamanki gibi 1 günde yazıp geçerek değil de ara ara yazarak tamamlamaya niyetliyim.
Aklımda uzun soluklu bir yazı var.
O yüzden sıkı durun ve hazır olun.
Ya da tam tersi rahat olun ve arkanıza yaslanın :)

demişim ve orada bırakmışım. Demek ki fazla rahatlık da iyi değil, o da bu da olsun'a takılıp ortaya hiçbir şey çıkarmamak da...

2016 için genel bir yazı yazmasam olmazdı, beni maazallah "blog dünyası"ndan atarlardı :) Hala en sevdiğim sosyal mecra burası sanırım ilk gözbebeğim olmasından da kaynaklanıyor, "kimse okumazsa ben okurum" rahatlığı da var tabii :) (Bu arada blogdaki anlaşılamayan istatistik yükselmesi devam ediyor, Polonya'dan beni takip eden kim var, lütfen söylesin, merak ettiğim bir ülke zaten, belki yanına gelirim. 2500 tıklanmayı geçiyorum bu ülkeden, hayırdır inşallah)

Madde madde gideyim yine, böyle daha rahat yazıyorum:

- Eliften başlayalım. Elif için apayrı bir yazım var ama onu tamamlayamadım, hazır yazıyorken içimdekileri döküleyim.
2016 yılı Elif için elbette ki büyüme dönemlerinden biri oldu. Bebeklikten çocukluğa geçti, akıcı ve anlaşılır konuşmaya başladı, boyu ve saçı uzadı (ki geçen hafta kestirdik, tatlı bir küt modeli oldu) Hala en sevdiği renk MAVİ, açık mavi hatta. Yeni kreşine alıştı (buraya yazdım mı hatırlayamadım, kreşini 3 ay önce değiştirmiştik), çok yerinde bir karar vermişiz eskisinden ayrılarak. Mama sandalyesini kaldıralı birkaç ay oldu, bizimle masada minder vb. de kullanmadan oturuyor. "Ben de kocaman çatalla yicem" evresindeyiz. Çok şükür yemeklerini kendi yemeye devam ediyor ama karabalık yine dayanamayıp arada kendi de yediriyor. Ben hala sanki bu çocuğun anası değilmişim gibiyim. "Ne kadar yiyorsa o" Görenler Elifin kilo verdiğini söylese de biz ana-baba olarak bunu "boyu uzadı" şeklinde yorumluyoruz :)
Tüm bunların haricinde klasik ve genel bir durum olan "yaş dönemi krizleri/inatları/ağlamalar" ile ilgili geçen haftalarda biraz zor bir süreç yaşadık. Sanırım tek bir krizden ziyade insanı birikim dediğimiz şey yıpratabiliyor. Elif, kolikle başlayan süreçte "kendini ağlayarak ifade eden" bir çocuk ve bunda bizim "aman ağlamasın" tavrımızın çok büyük katkısı oldu. Tutarlı davranılmaması, kreşe erken başladığı için kıyamama halleri de eklenince durum biraz-cık çığrından çıktı, biz de bu konuda destek almaya karar verdik. İsim arayışındayız, sonrasında belki burada yine yazarım.
Uyku konusunda gelişmeler yok diyemem ama sanırım insan hep daha fazlasını istemeye meyilli bir canlı. Ya da bize Elif'in hala 2.5 saatte ve ağlayarak uyuması normal gelmiyor diyebilirim.
Bu kadar kısa yazmamın sebebi konuya çok da hakim olmamam. Geçenlerde "Elifle aranız nasıl?" diyen birine "Birbirimize alıştık sanırım" deyince gülüşmüştük ama bir dönem gerçekten böyle geçti. Şimdi ise bu alışma evresini çay-kahve içebilecek samimiyette görüyorum :)
Revize: Geçen haftaki gelişmeden sonra bu hafta sanki hepimiz daha dinginiz, inşallah öyle devam eder. Harvey Krap'ı neredeyse 1.5 yıl önce okumuş ve taktiklerini unutmuştum, meğerse aklımdaymış. İnatlaşmaların tee en başında yakalayabilirsem durumu "Elif bu duruma/bana çok kızdın değil mi?" diye başlayan yansıtıcı ifadeler çok işe yarıyor-muş.
Birkaç gündür Elif ağlamadan önce "Bana öyle söylemene çok üzüldüm." diye kendini ifade etmeye başladı. Valla ben de sevinçten ağlayacaktım ahahaha :)
Tam bu noktada vaktim daha çok olsa sosyal medya hakkında düşüncelerime de geniş bir yer ayırırdım ama yapmayacağım, sadece insanların sosyal medyada "like"lanmak için çocuğunun bbg evinden farksız 24 saatlik hayatını paylaşmasını ama arada da "mahalle baskısı gereği" teröre lanet okumasını anlamamaya devam ediyorum diyelim, bitirelim.
                                                                           ***

- Bu sene kitap konusunda kendi rekorumu kırdım sanırım, Goodreads öyle diyor :) Önceki yıllarda Goodreads hesabım olmadığı için üzgün hissediyorum. Harika bir arşiv çünkü. Canım goodreadste 2016 için "70 kitap okurum" iddiasında bulunmuştum ama sanırım 100ü geçtim. Bu sene için de aklımdaki rakam yine 70 :) Çünkü kitap okumak için ayırdığım vakitlerden biraz çalmaya karar verdim. Sebebi az sonra aşağıda!
Best of'lara geçeyim,
Yetişkin kitabı olarak toplam 29 kitap okumuşum (gerçekten haberim yok desem inanır mısınız, bakınca anladım)
Aralarından 2 tanesi kişisel gelişim, 3 tanesi de ebeveyn kitapları olmuş.
İyi ki okumuşum dediklerim:

- İza'nın Şarkısı
- Eva Luna
- Acı Çikolata
- Sirk Müdürünün Kızı
- Ağaçların Özel Hayatı
- Elena Ferrante *4 kitap

Pek benim tarzım değilmiş/pek sevmedim dediklerim:
- Bayan Peregrine (çok abartılmış bence bu kitap, evet heyecanlı okunuyor ama kurguda öyle noksanlıklar var ki)
- Çocuk Yasası (belki yanlış zamanda okudum kim bilir, beni hiç etkilemedi)
- Denizkızı Olmak Çok Önemlidir (kitabı sevmeyen sanırım sadece benim :)
- Başka Zaman Kütüphaneleri (bir acayip kötüydü :)

Kalan 70 kitap da çocuk ve gençlik edebiyatından, onun detaylarını LÇK'de yazacağım ama bu yıla damgasına vuran kitapları yazayım:

- Farklı (Andreas Steinhöfel tamm olarak benim kafadan :)
- Şair Kısakulak (aşırı aşırı aşırı güldüm, çok çok çok sevdim.)
- Solucanlı Ay (hikayenin tamamı neredeyse hala aklımda, epey etkilenmişim)
- Babam Çalılığa Dönüşünce (savaşı anlatan en naif kitap olabilir)
- Parantez (enfes bir çizgi roman)

Bu oranı en azından yüzde 40'a yüzde 60'a çekmek hedeflerimden biri.Bunda Nurşen Abla'nın şahane önerilerinin payı büyük. (Saçında Gün Işığı ve Kuş Kadın kitaplarında ilk 5 sayfadan sonra ilerleyemedim ama tekrar tekrar deneyeceğim çünkü devamını seveceğimi düşünüyorum.)

Ve gelelim kitaplarla ilgili diğer bomba kararlarıma. Bu kararları almak ve uygulamaya başlamak için yeni yılı beklemedim, diyetler için pazartesiyi beklemek gibi geliyor bana yeni yıl kararları. O yüzden aldığım kararları sindirince hemen başladım uygulamaya. Yazıyorum, okuyunca şoka girmeyin:
-Başka hiçbir şeye vakit ayırmayıp delice ama gerçekten delice kitap okuduğumu fark ettiğimde şunu anladım- ben bir şeyden kaçıyorum! Bu kaçma işini de kitap okuyarak yapıyorum. Bu sebeple ne mektup yazıyor ne film izliyor ne de yemek yapıyorum. Kaçtığım şeyin kendim, zihnim vb olduğunu da daha sonra fark ettim. Bu sebeple DAHA SAKİN okumalar yapmaya karar verdim. Kana kana su içer gibi değil de yudum yudum tadına varır gibi okumak. Ve hayatı kitaplar haricinde de YAŞAMAK. Sinemaya gidemiyorsam da evde film izlemek, daha uzun ve sık mektuplar yazmak, oturup sadece müzik dinlemek gibi. Bunların neredeyse hiçbirini yapmamaya başladığımı (ajandamı bile nadiren yazar oldum) ve sadece kitap okuduğumu gördüm. Öyle olunca da duraksadım.
Tam da bu sebeple aşağıdaki kararları uygulamaya başladım:
- Öncelikle kitaplığımda 'okunmayı bekleyen'leri 'okumak istediklerim/istemediklerim' olarak ayırdım. İstediklerimi ayrı bir rafa dizdim.
- Batıkentteki Selene Kitapçısına gidince aklıma "Neden daha çok 2. el kitap almıyorum ki?" fikri geldi. Ve bunu "Neden daha da çok ödünç kitap almıyorum ki?" sorusu devam ettirdi.
- Son geldiğim noktada aylık kitap limitimi sadece 2 kitap olarak belirledim. Bunda az önce anlattığım "tüm zamanımı kitap okumaya ayırıyorum"un maddi hali olarak "tüm paramı kitap almaya harcıyorum" dan dolayı yaptım. Kendime en ufak bir şey aldığımda bu "kitap" olmadığından suçluluk duymaya başladığımı söylesem? Ne noktaya gelmişim yahu! :)
- Hediye alacağım kitapları da çoğunlukla sahaftan almaya karar verdim. Önceden olsa bunu utanç verici bulurdum, şu an hiç de öyle gelmiyor. Zengin bir memleket değiliz ama zengin-miş gibi yaşıyoruz. Paramız yok ama borcumuz çok. Arabalar, telefonlar, televizyonlar vb. hep lüks ve hep son model. Hediye aldığımız kitabın da "sıfır" ve gıcır gıcır olması tam da bu açıdan yani bu tüketim çılgınlığına kapılmamak adına çok mantıklı değil mi? Bunu sadece çok yakın arkadaşlarıma yapıyordum çünkü sahaftan aldığım kitapların kokusunun harika olduğunu onlar da benim gibi biliyor diye düşünüyordum. Şimdi bunu genele yaymaya karar verdim.
- Ödünç kitap alamam diyordum, çünkü o kitabın benim olması duygusu ve çizerek okuma hali olmazsa okuyamam sanıyordum. Şu an öyle düşünmüyorum. Hatta 53 numaralı posta kutusunun sahibi Selcen ile bu sistemi başarıyla götürüyoruz. İlla yüz yüze olmamıza da gerek yok yani, evlerimiz yakın, posta kutusuna kitapları koyarak ödünç kitap işini tamamlayabiliyoruz :) (maksat yüz yüze görüşmeyelim değil tabii :P )

- Ve ayrıca bunun için Goodreadste bir alt kategori bile oluşturdum. "Ödünç alabilirim dediğim kitaplar" diye. Sizde bu kitaplardan varsa Ptt Kargo ile bana karşıdan ödemeli gönderin (1 kitap için 3tl zaten) ben de okuyunca (en geç 1 ay içinde) geri göndereyim. Mantıklı değil mi?
- Geri gelmeyen kitaplarım için ağıt yakma boyutuna geliyordum. Şu an öyle hissetmiyorum. Elimde bir liste var, istediklerimi yeniden okuyabilirim. "Kalan sağlar bizimdir" :)
- Daha da yüzsüzlük yapıp Goodreadste "Bana hediye alabilirsiniz" bölümü yaptım :) Eskiden olsa değil bu kategoriyi oluşturmayı bunu cümle içinde kullanmayı bile kendime yediremzdim. Gururlu kadın, peh! Sonra şunu fark ettim, "Esra sana kitap almak çok zor, neyi okumadığını veya okumak istediğini bilmiyorum. Keşke söylesen!" diyenler o kadar çoktu ki... O halde bu kategori çok da "edepsiz" veya "ruhsuz" olamazdı :) Ama bunun haricinde kişiye özel seçilen kitapların yeri elbette ki bambaşka oluyor, canım Kumkurdu Mervecim son yolladığın ve kapağına dahi rastlamadığım kitap bir harika!
- Ve yine fark ettim ki hep benzer kitapları okuyorum. Yazar okumaları evet güzel ama her zaman gerekli bir şey de değil veya keyifli. O sebeple anı, mektup türü gibi zaten sevdiğim türlere daha çok yer açacağım. Ocak için aklımda neredeyse yıllardır almayı istediğim "Başın Öne Eğilmesin"kitabı var. Ocaktaki 2 kitaptan 1'i belli oldu o halde, bakalım diğeri ne olacak? :) (belki Kapı'yı alırım)
- Almak istediğim kitapları seçerken şunu soruyorum artık kendime: "Sadece indirimde gördüğün için mi alıyorsun?", "Hemen okumayı düşünüyor musun?", "Ödünç bulabileceğin bir yer var mı?"
- Bir de son bomba şu: Asla vazgeçemem dediğim bir çok şeyin vazgeçilebilir olduğunu keşfettikten sonra kitaplarımı da köy okullarına bağışlamaya başladım. Kütüphane projem için bana gelenler sağlamca duruyor çünkü onlar -henüz- benim değil, arafta yani kütüphane projesi için gönderilmiş olduklarından onlara elbette ki dokunmadım. Ancak yıllar boyu sahafta veya orda burda indirimde görüp veya 'bir gün okurum' diyerek aldığım onca kitapla yavaş yavaş vedalaşmaya başladım. Bu durum beni üzecek diye düşünüyorken tam tersi bir ferahlama yaşadım. ve yaşamaya devam ediyorum. Evrene mesajı doğru göndermiş olmalıyım ki tam o sırada Siirt ve Nevşehirden iki köy okulundan mesaj geldi ve doğru kitaplar doğru adreslere gitti. Onlar mutlu ben mutlu :)
- Ve de son olarak şunu söylemem gerek, bu kararları karabalığa söylediğimde "Asla yapamazsın" dedi. Ben de kendimden emin bir şekilde "gayet de güzel yaparım" dedim. Çünkü bu bir iddia/gaza gelme veya dış etkenli bir karar alma süreci değil; tamamen kendi gözlemim, hislerim, tecrübelerim ve dönüşümüm için yapmaya niyet ettiğim ve başladığım bir şey. Dolayısıyla kendimi baskı altına almıyorum.
Hala gayet keyifli bir şekilde kitapçıları geziyor, hoşuma giden kitaplardan notlar alıyorum ama ona "hemen" sahip olma konusunda bilinçli ve farkında davranıyorum :)
Kitap konusunda çok radikal görünen kararları NASIL aldığımı da yazmamı ister misiniz?
Bunun için bu yazının başlığında da yer alan "Dönüşüm" kısmına bakmamız gerekecek.
Ki asıl amacım onu yazmaktı ama zaten buraya kadar sıkılmadan okuduysanız devamını da okursunuz. Ama blog yazmaktaki asıl amacıma bakınca bunun daha ilk başta "okunmak" olmadığını gördüm, "yazmak istediğim için yazıyorum/ arşiv tutmak hoşuma gidiyor / yazmak beni rahatlatıyor ve yazarken farkına vardığım şeyler bana yol gösterici oluyor." diyebiliriz :)

DÖNÜŞÜM:
Nedir bu?
Mayıs ayından beri yaptığım bir çalışma aslında.
Bu çalışmanın asıl adı: Bilinçli Farkındalık.
Hayatımda hep bir "mutluluk" arayışındayken ve acıdan/korkudan kaçarken ama bu kaçma sürecinin dahi farkında değilken tanıştık Tüten* ile. Benim asıl amacım yerlerde gördüğüm özgüvenimi biraz yükseltmekti o kadar :) Başka da bir şeye karışmasını veya değiştirmesini istemiyordum. Hayatımdan memnundum bence. Saklandığım masa altı oldukça korunaklıydı ve benim o masa altından çıkmaya da niyetim yoktu. İşte bir Tüten geldi ve birçok şeyi altüst etti, ilk aylar "en fazla 1 ay daha yaparım ben bu çalışmayı" ve "bu kadın kim oluyor ki?" söylemleri ile geçti :) Yüzüne de söylediğim için buraya rahat yazıyorum, bazı günler o kadar sinirimi bozdu ki yazdıkları... Aslında tüm bunların kulağımı kapadıklarım olduğunu da sonradan gördüm.
Bu çalışmanın sevdiğim bir diğer tarafı "mutluluk pompası" olmaması. Yani "Kendinizi Mutlu Edecek 89654 Yöntemi Keşfedin" başlıklarına o kadar çok takılmışım ki, "Mutsuz OLmak" kitabında bahsettiği gibi "kötü" olarak adlandırdığım an'ları bir durup dinlememişim, onu anladım.
Bir de "yaptık/bitti" gibi bir çalışma değil, hayat boyu sürecek bir keşif. Bu kısmı çok hoşuma gitti.
İnsanlarla kurduğum iletişimde biraz daha "yetişkin" boyutuna geçtim. "Aman kimse üzülmesin" algım epey farklı bir boyuta geçti. Bu yüzden sanal veya gerçek dünyada yapmaktan/ söylemekten çekindiğim şeyler epey azaldı. Tam da bu noktada kendimi daha çok sevmeye ve saygı duymaya başladım :)
                                                                                       ***
Sadece kitap konusunda değil hayatımın genelinde bir sadeleşme hareketi başladı hem de öyle karar alıp uygulamaya başlayarak falan değil, kendiliğinden!
Buna fotoğraf çekme de dahil. Cep telefonlarında arka arkaya 15 pozun bir benzeri var ve bunlar biriktikçe sadece hafızalar doluyor, o yüzden yedekleme yaptığım fotoğrafları işyerinde zaman buldukça silmeye başladım.
İnstagram ve whatsup kullanımımı bazı günler sıfıra indirmeye başladım, internetin olmaması birçok şeye daha fazla vakit ayırmamıza sebep oluyor.
Kıyafetlerimin ve evdeki yatak örtüsü, nevresim vb şeyleri ihtiyaç sahiplerine bölüştürdüm. Birkaç basic bluz daha aldım mı ne giyeceğim derdim kalmayacak, toplam 40 parça ile mevsimi geçirebildiğimi gördüm çünkü. (basitvemutluyaşam'a buradan bir selam vereyim :) "Kapsül gardrop" dediğimiz şeyi yapıyormuşum galiba ama benimkiler oldukça "uyumsuz" olduğundan bana yine pek bir şeyim yokmuş gibi geliyordu, şimdi onları birbiri ile uyumlu hale getirmeye çalışıyorum. Bunun için illa yeni bir şey almaya da gerek yok aslında, "kesinlikle birlikte giyilmez" dediğim parçaları denesem yeterli, bazı kombinasyonlar meğerse cuk diye oluyormuş :)
Modadan anlamıyor olmayı seviyorum ama uyumsuz giyinmek konusunda kendime çok yükleniyordum. Şimdi çok daha şefkatliyim. :)
                                                                                      ***
Bu sene yemek konusunda da gelişme göstermeye başladım, devamı da gelecek gibi duruyor. Mutfak Sırları'nın tarifleri sayesinde gerçekten cuk oturan şeyler yapmaya başladım. Komik gelecek belki ama biri de tava böreği :) Tarif net olursa daha iyi yapıyorum, malzemelerden anlamadığım şeyleri (kakuleta gibi) henüz araştırmıyorum, çok gerekli değilse zaten koymuyorum ehehe:P Yalnız geçenlerde Serra'yı arayıp "bana elmalı kıtırlı mı pie mi crumble mı neyse tatlı olan bir tarif versene" dedim. Canım Serra da sesli mesaj atmış. "Sonra tereyağını ekle..." diye devam ediyor, en az 5 kere dinlesem de anlamadım, neyi nereye ne kadar koyacağımı bana yönergeler halinde söyleyin/yazın. Öyle kabalama şeyleri bilemiyorum ahahaha :P


Bu kısırı ben yapmadım. 2017 veya belki 2018 için "sulanmayan kısır" yapmak hedefim var. Olmadı marul tarafından çekerim fotoyu kimse anlamaz :P
Elifle kek ve kurabiye yapmaya başladık bir de, o anları gerçekten çok seviyorum. Aramızdaki bağı güçlendirdiğini hissediyorum. Anne-kız olmak böyle an'larda daha da keyifli 💙 Tarif verirseniz şöyle kolayından, kargoyla size bile yollarım :)

                                                                                   ***
2016'ya genel olarak baktığımda hiç hoş hadiseler görmesem de "haydi bitsin bu yıl" ve "hoş geldin yeni yıl" diyemiyorum hatta bu yaklaşım bana şu açıdan saçma geliyor. Yılın suçu ne? :) Bu beklentide olduğumuzda yaşanan en ufak olumsuzlukları "bak bu yıl da kötü başladı" diye yorumlama eğiliminde olacağız. Dolayısıyla kendi açımdan kovaladığım veya dört gözle beklediğim bir yıl yok. Olaya biraz geniş çerçeveden bakınca sadece "yaşananlar ve bizim onlara gösterdiğimiz tepkiler" var. Tek tek saymayacağım ama ülke olarak yaşadığımız onca "kötü" olaya karşı 24 saat haber başında durmak da elimizde farklı tepkiler geliştirmek de. Kötü enerjinin bu açıdan kimseye faydası olduğunu da sanmıyorum hatta tam bu noktada Serra'nın şu alıntısını da paylaşmadan geçemeyeceğim.
"İnsanlar veremi 5 bin yıl lanetledi, bir şey değişmedi. Çözüm aşıydı çünkü."

Dolayısıyla bu sene geçen sene yaptığım gibi yoğun  bir 2017 dilek listesi hazırlamadım sanırım buna ihtiyaç duymadım.
Aklımda zaten var olan kitap, film, gezi, tiyatro vb şeyler için minik notlar alıp akışına bıraktım. Bu da "teslim oluyorum" demek değil, sadece "gözlemci" kalmayı deneyimlemeyi seçiyorum.
Ve evet yine her şeyden önce SAĞLIK, HUZUR ve KEŞİF dolu bir yıl geçirmeyi dilerim.
yeğenim Ayça: bence hayatın anlamını çözmüş :)

*Tüten kimdir ve nasıl çalışır diye merak eden varsa bana mail yazabilir :)
** Geçen seneki kitap günlüğüm de buradaymış.

Yazdığım enn uzun yazı bu mu oldu acaba? Buraya kadar okuyan oldu mu sahiden? Onları ayrıca öperim :)
Devamını oku »

21 Aralık 2016 Çarşamba

İza'nın Şarkısı

Bu kitabı Leylak Dalı Nurşen Abla sayesinde öğrenmiş ve bir yere not etmiştim, baskısı yoktu sahaflarda aranıp bulunacaktı. Yalnız neyi aradığımı unutunca kapağında tavşan fotoğrafı olan ve adı üç harfli olan bir kitabı bu özellikleriyle sormak biraz tuhaf kaçacağından kitabı Yasemen bana sorana kadar resmen unuttum.
"Bu kitabı bulabilir miyiz?" diye mesaj atınca, "A-ha, tabii buluruz hem de 2 tane" diye havamı attım.
Atmasam iyiymiş :)
Nadirkitapta 60 liraya buldum ve şok oldum.
Sonrasında "Baskısı Olmayan Kitapların Dedektörü" Kırvırcık Kuzen Merve yayınevinin sitesinde son 1 adet bulduğunu söyleyince havalara uçtum. (GECE, sen demiştin değil mi, pdf var diye, ben henüz pdf kitap okumaya başlamadım 🙈 )
Peki bu kitap kimin olacaktı?
Dırın dırın...
Tabii ki Yasemen'e verecektim ama öncesinde "okuyabilir miyim?" dedim, o da "sakın dokunma bile" demek yerine "istediğin gibi not al, çiz" deyince (ki bunu demese iyiydi) kitapta ağladığım yerleri bile not aldım. (tam burada ağladım gibi :)
Kitap bana ilk başta "ağır/anlaşılmaz" gibi görünüp gözüm korkmuştu çünkü çoğunlukla çocuk edebiyatı okuduğumdan ağır veya ağdalı dile alışmakta zorlanıyorum.
İlk 50 sayfada korktuğum başıma geldi ve kendimi bir yol ayrımında buldum.
Tamam mı devam mı?
Bu noktada Nurşen Ablaya kulak verdim ve devam ettim, içimden bir ses devamının daha akıcı olacağını söylüyordu veya ben dile alışacaktım.
Tam da öyle oldu, iyi ki devam etmişim.
Kitabın içerisinde neredeyse hiç diyalog yok ve "aksiyon" olarak yaşanan sadece birkaç olay var: öldü-taşındı-gezdi-geri döndü gibi (ölen ve gezen başka kişiler tabii yoksa zombi kitabı olurdu) Kitapta 4 ana bölüm var: Toprak, Ateş, Su ve Hava (5. element tahta demeyeceğim, kitabın ruhuna ayıp etmiş olurum :P )
Hikayenin içerisinde de toplamda 9-10 karakter olsa da asıl olay yaşlı amca Vince, onun karısı Etelka, kızları Iza ve onun eski eşi Antal arasında geçiyor diyebilirim. Ama daha da özelinde ben bu kitabı anne-kız kitabı olarak yorumladım.
Vince öldükten sonra İza annesini yaşadığı şehir Budapeşte'ye götürür ve ikisi de bu yeni duruma alışmaya çalışır.
Nadiren İza'ya da hak vermeye çalışsam da yok ana yüreği kalbim yine ihtiyar anasından yanaydı. İkisi neden oturup düzgün şekilde konuş(a)madılar bilmiyorum. Onların yerine kitap boyunca ben konuştum, Yasemen bu notları okurken eminim çok gülecek :)


İlk olarak eşine ölesiye bağlı bir kadının hasta da olsa eşini ani bir şekilde kaybetmesi beni çok etkiledi:
"Yaşlı kadın ona daha dikkatli bakınca, önceki günden bu yana değişenin burnu değil, çukurlaşan yanakları olduğunu anladı. Beni terk etti diye düşündü. Beklemedi beni. Kırk dokuz yıl boyunca bütün düşüncelerinden haberdar oldum. Ve şimdi, öteki tarafa ne götürdüğünü bilmiyorum. Beni terk etti." 

Sonra Etelka İza'nın yanına taşınır ve onun için bir şeyler yapmaya çalıştıkça daha da dibe batar.

"Bunu da açıklamayı beceremem ona diye düşündü ihtiyar kadın. Ona sevgisinden ötürü iyi bir kahya rolü oynamak, eve göz kulak olmak, onca zahmetle kazandığı parayı koruyup arttırmak istediğini nasıl anlatacaktı ki İza'ya?"

Tam buralarda gözleri kör olmuş anasının yaptığı şeyleri görmeyen İza'yı bir acayip dövesim geldi, hele ki o yazar bozuntusu sevgilisi Domokos'a iki çift lafım bile hazırdı :)

"Terez'e fedakarlığını kabul edemeyeceğini, yük olduğunu hissetmektense ölmeyi yeğleyeceğini anlatamadan, yeniden sokaklarda aylak aylak dolaşmaya koyuldu."

Sonrasında annenin 76. yaş gününde yaşananlar ve kuru pasta detayı ile bende gözyaşları durdurulamadı, Etelka'ya misafir olup tombala oynayasım geldi.

İza'nın annesini oyalamak için bulduğu saçma sabuk yöntemleri her seferinde "bunları bulacağına dışarı çıkartıp bir Türk kahvesi içip annenin gözlerine bakıp sohbet etsen daha iyi küçük hanım" diyesim geldi.

"İza annesinin dönen oyunu anladığını tahmin etti: Onu meşgul etmek istiyorum, ama yeleği asla giymeyeceğimi, mağazalardan çok daha güzellerini aldığımı biliyor. Ne yapmalı?" 

Ah teyzecim, ver sen o yelekleri ben giyerim...

Ama en sonunda Etelka Teyzecim patlar: "Boş ver! Yarın sabah gidiyorum işte, azarlama beni..."

"Eve dönüş, geçmişle buluşma. Canlı bir varlık olan evi ona kendi hikayesini anlatıyor, hiçbir soruyu yanıtlamayan yaşlı kadın ona dilsiz cevaplar veriyordu."

Daha da yazacaktım ama okuyacak olanlar için spoiler olmasın diye kendimi tutuyorum.
Anne-kızın rol değişimleri, Iza'nın hayata karşı bencil ve soğuk tutumu, Etelka'nın içsel konuşmaları, tedirginlikleri, çekinceleri, üzüntüleri beni çok etkiledi.

Bu kitaptan nerelere gittiğimi anlatsam ayrı bir yazı konusu olur :) Ama şunu hatırlayacağım, anacım benim için yelek örecek olursa onu mutlulukla giyeceğim. Nokta. Benim ördüğümü Elif giymezse de ona bu kitabı okuturum :P

Yazarın KAPI kitabı ile devam etmeyi düşünüyorum.

Kitap Yasemen'e gitmeden önce Yağmur ile buluşacak, bakalım o ne notlar yazacak kitaba.
Canım Nurşen Abla, nitelikli kitaplar tavsiye ederek bize ne kadar iyilik yaptığının farkında mısın bilmiyorum.
Bilmiyorsan diye yazıyorum: İYİ Kİ VARSIN!


Devamını oku »

19 Aralık 2016 Pazartesi

Hikayebaz Oldum!

Bir süredir "hikaye anlatıcılığı" ile ilgili bir şeyler ilgimi çekiyor ama hani böyle oldukça uzaktan. Bu ilgi ile ilgili "ne yaptın" diye sorsalar "hiçbir şey" diyebilecek boyuttayım.
Bunu bilen bir arkadaşım Hacettepe Üniversitesi'nin Çocuk Gelişimi bölümü öğrencilerinin (HUCGET) organizasyonuyla düzenlenen "Tuğba Canşalı ile Hikayeler Eğitimi"ni bana söylediğinde ilk tepkim "Ama nasıl olur ki?"den ziyade "Hemen gitmeliyim" oldu.
Aradaki minik detayları atlıyorum ve 17 Aralık Cumartesi günü katıldığım bu etkinliğe geçiyorum.
Öncelikle ortaya konan nesnelerden bizim için bir şey ifade eden bir nesneyi seçmemiz istendi ve tabii ki benim tercihim Elifin favori hayvanı ZÜRAFA oldu :)

O kadar çok oyun oynadık ki bir an kendimi Elifin kreşinde hissettim :) Onlardan biri de arkadaşından devraldığın cümleyi içinde kartındaki simge geçen bir şekilde bir iki cümle ile tamamlayıp bir sonraki kişiye devretmekti.

Denizatının anlamını son dönem tanıştığım canım Arzu "aile simgesi" olarak hayatıma kattığı için, ona gönderme yapan bir şeyler söyledim.
Ve ardından yine gruplara ayrıldık ve çektiğimiz kartlara göre "hikaye" yazdık:
Sonlara doğru "çocuklar" için "renkler"i nasıl anlatabileceğimiz üzerine bir hikaye yazdık ve şu an içeriğini tam da hatırlayamadığım bir dolu oyun oynadık :)
Resmen çocuklar gibi şen'dim!
Sabah eğitim başlamadan hemen önce Kayseri'den gelen haberden sonra herkesin yüzü düşmüştü ama gerçekten bir şekilde de olsa devam etmezsek "yaşayan ölüler" olma yolunda ilerleme ihtimalimiz olacağından çalışmaya devam ettik.
Ve günün sonunda ben Hikayebaz oldum :)
Daha detaylı yazacak kadar vaktim yok, vakit bulduğumda da unutabilirim diye düşünüp kısaca ekledim. Facebookta muhtemelen bir dolu fotoğraf vardır ama hesabım olmadığından göremedim.
Tuğba ve Eda Hoca ile tanışmış olduğum için mutlu hissettim ama en çok yaşları benden en az 10 yaş küçük bir grupla bir arada olup güldüğüm ve an'da kaldığım için şanslı buldum kendimi.
Bizim nesil çoktan umudunu kaybetme eğilimine girmişken bizden sonraki nesilde umudun yeşermeye devam ettiğini görmek bana da iyi geldi.
Eda Bayraktar'ı Albayrak ile karıştırıp Bidigago kitabını imzalatmaya götürmem ise biraz komikti ama neyse bu da oyunun bir parçası olarak görülebilir diyelim :)
Keşke tüm öğretmenler ve eğitimciler bu atölyeye katılabilse dedim.
Çocuklar için "gezegenler" konusunu anlatan ekibi hiç unutamayacağım mesela, içinde AŞK bile vardı :)
Bir de kartında Nuri Bilge Ceylan çıkan bir ekibin bunu "yönetmen" olarak vermemesi ve Nuri, Bilge ve Ceylan arasında bir aşk üçgeni yaratması beni benden aldı, kahkahayı koyverdim :)
Bu yazıya denk gelir misiniz bilmiyorum ama canım ekip arkadaşlarım neredeyse tüm gün "Elif de şöyle yapar" diye başınızın etini şişirmeme müsade ettiğiniz için ayrıca teşekkürler.

Kayra, Kezban, Şeriban, Ali ve Yusuf'un "değerler" temalı hikayesi ise hala aklımda. Burada yazmayayım ama yüz yüze geldiğim arkadaşlara bu hikayeyi kesin anlatacağım, tepkilerini merak ediyorum.

*Tuğba Canşalı'nın web sitesi şurada, Eda Bayraktar'ın web sitesi de burada. Eğitim takvimini takip etmenizi öneririm :)
Devamını oku »

9 Aralık 2016 Cuma

Dün / Turta

Aklımda hiç böyle bir yazı yoktu açıkçası ama Turta'dan bahsetmek istiyorum.
Birkaç zamandır farklı mecralarda duyduğum bir isimdi: Turta hatta Turta'nın cheescake'leri.
Aman nasıl efsane nasıl müthiş.
Daha gitmeden ağzımın suyu öyle bir akmıştı ki Elif'in üzerinde zıplamak için su birikintisi aramasına gerek yoktu, benim salya sularımda eğlenebilirdi, ahahaha hani o derece bir beklentideydim.
Ve fark ettim ki Elif'in kreşine oldukça yakın bir mekandan bahsediyoruz.
O halde neden bir uğramıyoruz ve cheescake'lerinden bir dilim almıyoruz dedim.
Önce mekanı bulduk, içeri girerken harika kokuyu içime çektim ve gururla ilerliyorum: az sonra hayatımda yiyip yiyebileceğim en iyi cheescake'i almış olacağım.
Nihahaha, tutun beni çünkü ayaklarım yere basmıyor :)
Ortam ilk etapta beni karanlık olmasıyla çarpsa da etraftaki patchwork çalışmaları ile avuttum kendimi, "off harika mekan" diye.
Sonrasında Elifin de cama yapışması ile çok merak ettiğim balkabaklı yerine üzerinde böğürtlenler olanı seçtik. Ayrıca 2 adet tuzlu kurabiye ve 2 tane de elmalı pasta aldık.


Pastayla ilgili bir şeyler sorduğumuz ve pastamızı ayarlayan görevlilerin neden bu kadar asık suratlı olduklarını açıkçası anlayamadan ve çok da önemsemeden mekandan çıktık.
Bende "neyse yeaa, tadı çok güzelmiş" havaları :)
Eve geldik, neredeyse yemek yemicem, o derece meraktayım pastalara.
Ama yedik bir şeyler ki ben oldukça az yedim ve pastaya kocaman bir yer ayırdım.
Ve büyük bir ritüel ile pastayı masaya getirdim. Mumlarla süsledim vs.
Karabalık zaten hiç sevmez ama Elifin tepkisini merak ediyordum.
Üzerindeki çilek, böğürtleni normalde çok sever diye bunu seçmiştik.
Ağzına atmasıyla çıkarması bir oldu, sevmedim dedi.
Sonra chees'li kısımdan yedi ve yine sevmedim dedi.
Şaşırdım, "yavrum sen ne anlarsın güzel pastadan" edasıyla kaptım chees'i ve cake'i önüme.
Önce kokladım çünkü zaten başım ağrıyordu ve kokuya aşırı duyarlıyım. Kokusu beni bir anda itti. Üzerindeki meyveler bildiğin buzluk kokuyor chees kısmı da margarin kokuyordu.
Neyse bu benim pastayı yememe engel olmasın diye koku duyumu öteledim ve yemeye başladım.
"Aman Allahım, off o nasıl bir şey öyle..." diye cümleler kurmayı beklerken bir anda "Bu ne yahu, klasik bir cheescake" dedim. Birkaç çatal daha yedim ve resmen zorladım kendimi "sevecem yahu ben bunu" diye diye. Ama yok, gerçekten de sevmedim. Hatta yiyenler bu cheescake'te ne buldu acayip merak ettim.
Zira 4YKK -abartmıyorum- 10 katı daha güzel yapıyor cheescake'ini. Bana yine yapsın diye de yazmıyorum (belki de öyledir kim bilebilir bunu :P )
Tuzlu kurabiyelerden de yiyince asıl sorunun ne olduğunu anladım:

     Ortamın ve çalışanların mutsuzluğu keklere pastalara geçmişti.

Emeğe saygısızlık etmek istemem ama diğer taraftan da "müşteriye doymuş" işletmelerin yüzünüze bakmadan sorularınızı cevaplamanızı ve bir "iyi akşamlar" demeyi çok görmeleri yaptıkları "iş" ile çelişir geldi bana.
Sonrasında bu uygulama ile karşılaşanın sadece ben olmadığımı öğrenince rahat bir nefes alarak blogda yazmak istedim.

Buradan çıkan sonuç şu:
Ne iş yaparsan yap, aşk ile sevgi ile yap ❤❤❤
Devamını oku »

6 Aralık 2016 Salı

Dün / Challenge Accepted: İnternet Yok

Her şey pazar gecesi yatmadan önce elime aldığım kitaplarda okuduklarım sebebiyle oldu.
Neden bilmiyorum yatmadan hemen öncesi için elime 3 farklı kitap aldım ve ikisinin o an için ne kadar doğru bir seçim olduğunu gördüm. Üçüncü ile sadece bakıştık, hatta "niye geldin buraya ben de bilmiyorum" dercesine bakmış olmalıyım ki kitabın canı da hiç okunmak istemedi :)
İlk kitabım Yeşim Cimcoz'dandı. Yazmak üzerine güzel notlar aldım hatta dün de alıştırmalarına başladım. Çok hoşuma gitti. Diğer kitap da neredeyse sayfa sayfa okuyarak ilerlediğim ve bitmesini hiç istemediğim "Belirsizlik ve Değişimle Birlikte Yeni Bir Hayat" kitabı. Kitabın baskısı yok, ben de epeydir peşindeydim. Sonunda KK bana buldu sağ olsun. Kitapta yer alan şu paragraftan sonra

"Dahili feragatın ne olduğunu daha iyi anlayabilmek için bir şeyden feragat etme alıştırmasını deneyebilirsiniz:
Bir gün boyunca ( ya da haftada bir gün) kaçış için alışkanlık haline getirdiğiniz bir şeyden kaçının. Fazla yemek, uyumak, çalışmak, telefonla veya bilgisayarla uzun süre mesajlaşmak gibi somut bir şey seçin. Bu bir gün boyunca bu alışkanlıktan kaçınma konusunda kendinizle nazik ve şefkatli bir şekilde çalışmaya söz verin. Bunu gerçekten taahhüt edin. Bunu, sizi sakınmaya çalıştığınız temel kaygı ve belirsizlikle temasa geçirmesi niyetiyle yapın. Yapın ve neler keşfedeceğinize bakın."

Yazarın bir "challenge" talebi de olmamasına karşı ben bunu HIMYM dizisindeki Barney gibi görüp "Challenge Accepted" dedim. Ve okur okumaz telefonumun internetini kapattım. Niyetim 24 saatti ama bunu 36 saate çıkardım ve kendimi gözlemlemeye başladım.
Direk aklıma bunun gelmesinin sebebi uzun zamandır boş kaldığım an'larda elimin telefona gitmesi ve internette (bazen instagram bazen de whatsupta) kontrolüm haricinde vakit geçirdiğimi gözlemem oldu. Whatsup evet iyi hoş bir uygulama ancak dahil olduğunuz gruplar vb. şeyleri de hesaba katınca "sessiz" bildirimler dahi olsa insanda okuma merakı uyandırıyor. Doğruya doğru :)
Gözlemlerimden:
- Sigara içmiyorum ama içseydim dudak tiryakisi olmaya meyilli olurmuşum, cep telefonu kullanımımın sıklığını bu şekilde gözlemledim.
- Aklıma en çok iş yerinde ve canım sıkkın olduğunda geliyormuş elime telefonu almak.
- Elime alma sebebim "yeni bir şey var mı?", "biri mesaj atmış mı?" veya "kafamı dağıtayım ne var ne yokmuş ki" şeklindeymiş.
- Birkaç defa challenge'ı unutup interneti açacaktım ki son anda ayıldım :) Nasıl bir refleks olmuş, onu gördüm böylece.
- İnternet kapalıyken "beni merak eden oldu mu acaba?" sorusu geldi aklıma. Demek ki merak edilmeyi önemsiyormuşum :)
- Bir de sanki tek iletişim yolu internet gibi düşünmeye başlamışım. Ulaşmak isteyen illa ulaşır, arar veya mektup yazar zaten! :)

'Öpücük Ne Renktir' kitabından
Kısacası hiçbir şeyin vazgeçilmez olmadığını görmek, neyi neden yaptığımı gözlemlemek açısından verimli bir deney(im) oldu.
Haftada 1 defa farklı günlerde yapmaya devam edeceğim.
Detoks muydu yeni adı bu tarz ara vermelerin?
İşte ondan :)
Az daha yazmayı unutuyordum. Bu süreçte "Kesinlikle yapamazsın" diyerek bana gaz verme suretiyle beni deli eden karabalıkçım, challenge sonunda "Bana ne alcan?" diye gevşek bir tonda sorduğumda "Grano'dan bir kahveye ne dersin?" dedi.
Ooo bendeki kazanca gel :)

* İstatistiklere pek bakmıyorum, baksam da anlamıyorum ama son günlerde normalin epey üzerinde rakamlar var. Blogun böyle bir kitlesi olduğunu sanmıyorken bu artış acaba "spam" gibi bir şey mi veya blogu biri ele geçirdi de benim mi haberim yok diye bir işkillendim :)
** Dar pantolonun üzerine kısa kazak giymenin sonucu olarak (farkında bile değilim) elim devamlı kazağımı çekiştirmekte. Gün sonunda kazağı epey esnetmiş olacağım. Kıyafet konusunda ayrı bir yazı yazasım var. Bir insanın hep siyah pantolona karşılık sadece lacivert üst giyiminin olması ve bu inanılmaz uyum (!) bence yazılmayı hak ediyor.
Devamını oku »

1 Aralık 2016 Perşembe

Film / Kaptan Fantastik

Uzun zamandır hiç bu kadar kararlı olmamıştım film izlemek için.
"Ama"ları bir kenara koyup kendime yiyecek içecek bir şeyler hazırlayıp son dönem arkadaşların tavsiyesi "Kaptan Fantastik"i izledim dün gece.
Kısa da olsa yazayım aklımda kalanları.
Beklentim yüksek olduğu için film beni inanılmaz derecede etkilemedi hatta benim için "izlenebilir" kategorisinde kaldı sadece diyebilirim.
Konu iyi seçilmiş ancak kurguda kararsız kalınmış ve "nasıl versek biz bunu" krizleri ile baş edilememiş gibi gördüm.
Bunu örtbas edebilmek için de ani çıkışlarla "bunu da anlatmadan geçmeyelim" denmiş ve bu hava benim için oldukça yüzeysel kaldı.
Beklentim, evde eğitim gören çocuklar ve sistem hakkında bilgi sahibi olabilmekti.
Fragmanını izlememiş sadece filmin konusunu okumuştum.
Başroldeki Baba'yı normalde severim ancak bu rolde pek ısınamadım. (asıl amaç da buysa başarılı olmuş denebilir)
Evde eğitim verebilmek için farklı bir yol çizmiş Baba ve Anne, ıssız bir ormana yerleşmişler ve çocukları hem fiziksel hem de bilişsel anlamda pek güzel eğitmişler.
Bir sebeple insan içine çıktıklarında ise ne yapacaklarını bilemez halleri oldukça normal.
Annesi intihar ettiğinde babaya sinirlenen çocuğun tepkileri konuyu her iki bakış açısından görebilmemizi sağlarken "diğer taraf" yani çocukların kuzenlerinin "ekran bağımlısı" halleriyle verilmek istenen mesajlar fazla göz çıkarıcı olduğundan beni rahatsız etti.
Mesaj kaygılarının olduğunu ve bunu "haydi 2 saatimiz var, hepsini verelim" halini koklamak hoşuma gitmedi.
Bunun yanı sıra babanın kızı ile Lolita'yı tartıştığı kısa bölüm ve en küçük çocuğa cinselliği anlattığı bölümler evet oldukça gerçekçiydi.
İnsan Hakları Beyannamesi hakkında kendi fikrini belirten 8 yaşındaki tatlı çocuğun bıçaklarla ve kemiklerle dolu ağaç evini beyanname sahnesinden daha çok sevdim.


"Okulsuz Büyümek" kitabından sonra "evde eğitim"vb. konularda ben de daha çok okuma yapmak ve film izlemek istiyorum ancak bunun "mesaj kaygılı" olmamasını tercih edeceğim :)

Filmin sonunda bir "orta yol" beklerken aslında günümüz şartlarına neredeyse uyumlanmış bir son, filmin en başındaki geyiğin kalbini çıkarıp erkekliğe adım atan sahneyle pek uyuşmadı.
Dönüşümün de tutarlı ve anlamlı olanını seviyorum ben demek ki :)

Benim yorumum da böyle.
Filmi seven arkadaşların yorumlarını da dinlemeyi çok isterim elbette
Sırada ne var bilmiyorum, ben yine bu kadar kararlı olana kadar uzun zaman geçmez umarım :)
Devamını oku »

29 Kasım 2016 Salı

Eva Luna'dan

Kitabı az önce bitirdim.
Hakkında uzun uzun yazmak istiyorum ama ne yazsam sanki eksik kalacak.
Hikayeyi sevmek bir yana hikayenin anlatılış tarzına hayran kaldım.
Allende'yi alıp böğrüme bastım.
Sırada ya Eva Luna Anlatıyor ya da Ruhlar Evi olacak, henüz karar vermedim.
Bu kitabı bana hediye eden canım Leylak Dalı Nurşen Abla'ma buradan kocaman sarılır ve yeniden çok teşekkür ederim.

Kitaptan:

" Nasıl yapıyorsun? Yani insan nasıl yazı yazar?"

"Becerebildiğim kadarını yapmaya çalışıyorum. Gerçek, her zaman ölçemediğimiz, çözemediğimiz bir karmaşa, çünkü her şey aynı zamanda oluyor. Seninle ben burada konuşurken, arkanda Kristof Kolomb, Amerik'yı keşfediyor ve vitraylı pencerede onu karşılayan aynı yerliler bu odadan birkaç saat uzaklıktaki bir ormanda hala çıplak geziyorlar, bundan yüzyıl sonra da orada olacaklar. İşte ben bu labirentte bir yol açmaya, o kargaşaya biraz düzen getirmeye, yaşamı daha dayanılır kılmaya çabalıyorum. Yazarken, yaşamı olmasını istediğim gibi anlatıyorum."

En sevdiğim karakter: Mimi ve Riad Halabi oldu.

En çok neyi sevdin diye soracak olursanız,
Ateşin başında Rolf Carle'nın Eva'ya "Bana daha önce hiç anlatmadığın bir masalı anlat" demesinin üzerine Eva'nın "Rolf Carle" masalı ve Rolf'un ateşin başında öyle kalakalması.
Bu bana ne hissettirdi,
Etrafımızda olup bitenlerle fazla ilgiliyiz, asıl önemli olan KENDİ HİKAYEMİZ! 

Ben böyle yorumladım...
Teşekkürler Eva :)

Devamını oku »

28 Kasım 2016 Pazartesi

Bazen Olur Öyle / Kırmızı Lahana

"Bazen Olur Öyle" başlığını belki seri yaparım belki de yapmam ama başlığı sevdim.
Karabalıkla dışarıda verilen havuç salatalarını çok seviyoruz.
Hatta bazen aramızda paylaşamadığımız bile oluyor.
Ancak şöyle bir sorunumuz vardı.
Dışarıda havuç salatalarının yanına konan o "lahanamsı, mor renkli şey" neydi, onu bir türlü bulamıyorduk.
Her yerde lezzeti aşağı yukarı aynı olsa da hani bir havuç gibi "tartışmasız aynı" da değil-di.
İkimizin ailesi de yapmıyormuş demek ki, fikrimiz yoktu.
Resmen dedektifliğe soyunduk ancak sormaya cesaretimiz de yok.
Cesaretlenip sorduklarımızın yanıtlarını da anlayamıyoruz.
Ben pazar pazar geziyorum, sebze meyvenin en bol olduğu marketlere giriyorum ancak yediğimiz haliyle o morlu sebzeden bulamıyorum!
Zor bulunan veya pahalı bir şey olsa en uyduruk lahmacuncuda nasıl olsun, bu kesin "çok ortada ama bizim göremediğimiz" bir şey diyordum ben.
Karabalık hala inatlı, "yok yok bence öyle bir şey yok" diyor, sanki biz hayal yiyoruz, ay yazınca güldüm :)
Derken arka arkaya şunlar oldu:
-Bir balıkçıdaki laz amcaya usulca "bu nedir?" dedik, "ne demek pu nedur?" dedi ve konuşmanın sonunda her yerde satılan bir şey olduğunu anladık ama ne olduğunu anlayamadık. Amca onunla dalga geçtiğimizi sandı iyi mi :)
- Ben gözümü karartıp işyerine yakın bir manava "bana havuç salatasına konan kırmızılı/morlu şeylerin hepsinden verin" dedim. Adam özellikle dedi ki "havuca en çok KIRMIZI LAHANA yaraşır. Ben de tipine bakınca "daha önce aldık denedik ama benim aradığım bu değil." dedim.
Adam da "Bunu böyle tüketmiyoruz ama, eşim .......'li suda bekletiyor dolapta sonra yiyoruz." dedi.
Bende o an bir çakmak çakıldı.
Demek ki bizim yediğimiz ŞEY, normal bir şeyin EVRİLMİŞ hali!
Tam bunu düşünürken adamın NE'li suda beklettiğini unuttum.
Akşam eve gidince karabalığa söyledim, ahahaha diye güldü, hiç olur mu öyle şey diye :)
Moralim biraz bozulsa da karşıma çıkan ilk "sirke" yazısıyla beraber koydum lahanayı doğradıktan sonra bol sirkeye ve dolapta beklettim. O ara başka tarifler de gördüm ama denemedim.
Sirkeyi tabii çok koyduğum için yemeden önce yıkadım ve sofraya koydum.
Karabalık epey şaşırsa da severek yedik,
Ama bu sefer de havuç rendelenemeyi unutmuşum :)


Ve bu öğlen karşıma çıkan salata ki bunun tesadüf olduğunu düşünmüyorum.
Hatta tesadüflere de uzun zamandır inanmıyorum.

***
Gelelim 2. konumuza, geçen hafta 4 arkadaş buluştuk yemek yedik ve üzerine 2'şer tane çay içtik. Hesabı öderken de ben yediklerimi ve içtiklerimi sayınca garson "1 çay" diye beni düzeltti.
Ben de "yoo hayır 2 tane içtim." dedim.
"Hanfendi, 1 tane parası ödemeniz yeterli." dedi
Ben "yok 2 tane içtim." dedim.
O ara kızlar bana durumu açıklamaya çalışırken şaşırıp
"Aa yoksa siz mi ödediniz?" dedim .
Garson da bana "Ben ödemedim tabii, şirketin ikramı" dedi ve konu kapandı ama ben bir süre neden 2 çay parası vermediğimi anlamaya çalıştım.
İnsanın jeton bazen sahiden köşeli oluyor :)

***
Ve az önce de şöyle bir şey oldu:
Uzun zamandır elbise giymediğim için bugün elbise giydim, hoşuma da gitti.
Fermuarını çektim, kalanı da karabalığa çektiririm dedim.
Tabii sadece "demekle"kaldığımı cekedimi çıkardığımda koşarak fermuarımı çeken biri olduğunda fark ettim.
Kimdi, neydi detaya girmeyeyim ama ortam açısından epey kızardığımı belirtmeliyim.

Ama bu başlık ne diyordu:
"Bazen Olur Öyle"
Güldüm ve geçtim.
Lahanadan önemli bir ders çıkardım, bir şeyi istiyorsan ONUN PEŞİNE DÜŞ. Saklanma. Seni bulsun diye bekleme.
Öyle işte :)

Devamını oku »

24 Kasım 2016 Perşembe

Geçen Hafta / Adana

Döner dönmez yazamadım ama Pazar gecesi saat 23'ten sonra yaptığım ütüde karşıma şu şarkı çıktı, şimdi de onu açtım, yazıya geçmeden belirteyim dedim, coşmuş bu ayol derseniz nereden geldiği belli olsun, çingene bir ruhum var onu anladım :)

Adana kısacık minicik ama gayet güzel geçen bir tatil oldu.
Elifle daha önceki uçak deneyimlerimizde bilinci çok yoktu ve bir şey anlamamıştı şimdi ise 2.5 yaş civarı (tam ayını hesaplayamıyorum, nisanda 3 bitecek, arada bir yerlerde yani)
"bu ses ne anne?"
"pilot bizimle konuşuyor."
"nerde konuşuyor?"
"ön tarafta"
önümüzdeki adamı parmağıyla gösterip yüksek sesle "Bu mu pilot?"
Ahahaha, çocukta suç yok, tek kelime cevaplarıma başka ne desin çocuk. Bazen böyle oyun oynamayı seviyorum onunla çünkü Elif de benzerini bize yapıyor, "neden?"leri ile :)

Bu iki nokta atış kitap seçimim için kendimi tebrik ettim, ayna bulsam belki de öperdim :)
Uçak kısımları hariç Adana +25 dereceydi desem sanırım gezimizi yeterince anlatmış olurum. Ankara'nın kimine göre ısıran ama bana göre direk mideye yutan (gerçi düşünce beni direk midesine atsa üşümem ki mide sıcak olur, ısırması daha mantıklı) soğuğundan sonra Adana nasıl desem, tropik ada gibi geldi.
Denizi görebildim mi? Nein!
Elifle minik bir hastane ziyareti yapmamız gerekti, 2 günün yarım günü orada geçince fırsat olmadı ama Seyhan Baraj Gölü'ne gittik. Saçlarımın yeni hali güneşle beraber selfie çekimimde gözüme pek hoş geldi ama onu buraya eklemeyeyim. Aman diyeyim!




Beni hiç görmediniz, tamam mı :)
Soran olursa pırtlatarak ortamdan uzaklaştı, biz de kokuyu takip etmek istemedik dersiniz. Suzan Geridönmez'in son kitabı, LÇK'ye yazacağım yakın zamanda inşallah.
Bir de teyzesinin gülü, meğerse kedileri Suşi'yi yiyebiliyormuş, kedinin kaç canı kaldı bilmiyorum. Umarım 9 değil 999 canı vardır :)



İkinci fotoğrafta kedinin "bakıyorsun görüyorsun ve hala beni kurtarmaya çalışmıyorsun, yuh sana" bakışını yakaladınız mı?

Annem abartmayı hiç sevmez, hele ki söz konusu olan torunlarıysa! Ne alakası var?
Şaka şaka bu fotodaki oyuncakların sadece 3'ü benim (valla saydım Eda, itiraz etme) gerisi Eda'nın.
Ayça pek sevmiyor gerçi bu tarz ama anası seviyor napacak çocuk :P

Kuzenlerle kahve içme kısmı, gezimizin en keyifli an'larındandı, Elif ve Ayça ananedeydi tabii ehehehe :)
Kahve Dünyası'nı neredeyse hiç sevmem ve tercih de etmem, gittiğimizde niye öyle yaptığımı hatırladım. Damak tatlarımız tutmuyor :)

Adana'ya kışlık botuyla gidecekken "Teyzen seni parka götürür, spor ayakkabınla daha rahat koşarsın" deyince ikna olan bir bebe, annesinin de haklı gururu :)
Ve parka bile elbiseyle giden teyzesinin tatlı balığı.
Acıkınca aynı ben yahu! Ortalığı yıkıyor :)

Şimdilik kaçtım :)
*Kapari güzel bir şeymiş, deneyin :)
Devamını oku »

17 Kasım 2016 Perşembe

Dün / No Panik Yes Huni :)

Blogdaki bu seriyi çok sevdim.
Yazdıkça yazasım anlattıkça anlatasım var.
İyi ki yazıyorum çünkü bu ara ajandamı da boş geçtiğimi fark ettim.
Dönüp blogu okumak pek keyifli oluyor.
Her şey dünden bir gece önce yatmadan instagramda bir hesaba denk gelmemle başladı.
Gördüğüm anda tutuldum, içinde kitap da yoktu ama çok daha mavi bir şey vardı: DENİZ.
Muhtemelen Türkiyedeydi ama o kadar denize susamış biriyim ki bana Karayiplerdeki mavi sular gibi geldi. Denizin enerjisine resmen aşık oldum. Uyudum. Ertesi gün oldu (yani dün). Bende hala bir deniz etkisi var. (çalıştığım yerde de denizle ilgili bir şeylere /ülkelere bakmak beni ayrıca mest etti/hani neredeyse yaptığım işten keyif aldım diyecektim -8 sene sonra)
Öğlen yemekhanede patates yedim. Bu ara iki alternatif çıkıyor, biri balıktı ama balıklar o kadar üzgün görünüyordu ki bir de ben onlara kıyıp yiyemedim ki normalde balık severim. Köfteli patates vardı, köfteyi de evde kendim yapmışsam (nasıl hamaratım off!) yerim yoksa tadı ağır oluyor o yüzden sesli bir şekilde "keşke aşçıya deseydim köfte vereyim patates alayım" dedim. Tanımadığım biri "benimkileri verebilirim" dedi. Adamın tüm patateslerini aldım, köftelerimi de verdim. Makul bir anlaşmaydı bence. Kazan-kazan :)
Öğle arası Eva'cım ile kahvemizi içtik, kitabı ben  bitmesin diye yavaş mı okuyorum yoksa ilerleyemiyor muyum anlayamadım ama tatil öncesi kitabı bitirme planım şimdilik yatmış görünüyor. Sindirerek okumak böyle bir şey.
(Yazarken şu müziği açtım, dinlemek isteyen olursa)
Öğleden sonra aklıma yine dünkü hesap geldi, açıp açıp bakıyorum, sonunda dayanamadım, ben size mektup yazmak istiyorum dedim. "Ne saçma bir şey" derse yazdığım mektubu bir gün görüştüğümüzde denize emanet edecektim, neyse öyle bir tepki gelmedi.
O ara canım Züli ben ve denizle ilgili bir şeyleri bir şeyleri fark etmemi sağladı.
Sonuç şu: "Deniz beni çağırıyor." Bu heyecan ve mutlulukla aşağı indim ki (aklımda gerçekten 567 tane iş vardı) canım karabalık komik bir şey söyledi: "Ben mesaiye kalıyorum, sen git."
Ahahahahahah yürü be Allasen dedim, şakanın sırası değil, çamaşır yıkayıp çanta hazırlayacağım.
Sağolsun beyim sakin mizaçlı olduğundan hiç sükunetini bozmayıp "Ben kalıyorum" deyince benim olayı anlamam bir 15 dakika sürdü çünkü normal bir mesaiye kalma değildi bu, neyse dedim vardır bir hayır... Metroya bin, in, taksiye yürü ( o ara aklımda geç kalmayayım Elif'e diye geçiyor) derken bir de baktım Avm'den geçiyorum ve soğuktan çişim gelmiş. Ama tuvalete girmeyi gözüm yemedi, Elife geç kalmak istemiyorum. Gözüme yeni yıl süsleri ve kahveciler takıldı, sanki bir an Elifi almaya gitmiyormuşum da oturup kahve içecekmişim gibi hissettim :)
Koşarak bindim taksiye ve kreşe gittim.
Elifin babasını görmeyişindeki hayal kırıklığı ile nasıl baş edebilirim diye aklımdan ona söyleyeceğim cümleleri tekrarladım.
Bir arkadaşımız bizi alıp eve bırakacaktı, onu müdürün odasında bekledik Elifle.
Tahmin ettiğim gibi Elif beni görünce yüzünde bir tebessüm oluştu evet sonra da etrafa bakarak "Babam nerde anne?" dedi.
"Baba bugün biraz daha çalışacak, bizi değişik amca (arkadaşın adı böyle kaldı) alacak, sonra seninle evde yemek yiyip oynayacağız."
"Ama ben babamla uyicam!"
"Bakalım, baban o zamana gelmiş olursa uyursunuz."
Biraz bekledik, değişik amcası geldi, eve gideceğiz diye düşünürken "Çorba var, haydi önce bize gidelim." dedi.
Benim aklım yıkayacağım çamaşırlarda, "yok ya sağol" dedim ama Elif o "çorba" lafını duydu bir kere! Evde de onunla çorba yapmakla uğraşmak çok gözümde büyüdü, hadi dedim geliyoruz.
Arkadaşın eşi tecrübeli anne edasıyla elife 1 büyük kase mercik çorbasını içirdi, ben de öyle baktım, ben gerçekten "kaşıklı anne" değilim. Hani neden değilim demiyorum, herkesin tarzı farklı. Ben Elif ne kadar yiyecekse kendi karar versin istiyorum. O yüzden de (burada yüzünü kapatan bir ifade) 6 aylıktan beri neredeyse hiç kendim yedirmiyorum. Evde son zamanlarda pek bir şey yemiyordu, belki de yedirmemizi bekliyordu ama kendi yiyebilen bir çocuğa ben niye yedireyim ki diye düşündüğümden "ne yerse o" mantığını bırakmadım. Bu da fark ediyorum ki bilinçli bir tercih değil. Sadece bu da benim annelik tarzım diyelim :)
Neyse sonra ben içtim çorbamı ve o ara dırın dırın değişik amca'nın annesi geldi mutfağa. 45 yıllık öğretmen olduğunu biliyordum ama tanışmamıştık.
Annesi öğretmen olanlar beni anlar, odaya bir öğretmen girdi mi saygıda kusur edilmez.
Biz teyzeyle "öğretmen okulu" muhabbeti yaptık ki babası da köy enstitüsü mezunuymuş, anlattı ben dinledim. Bak dedim, şimdi eve gitsen bu muhabbeti kaçıracaktın.
Teyze de anneme çok benziyor mu, ay ben bir sarıl teyzeye.
Bu arada çişim beni mercimekli çorbanın yaptığı baskı ile biraz daha sıkıştırıyor, ben de Elifi bırakıp tuvalete gidemiyordum. Bu ara kendime bir Potetto almayı mı düşünsem acaba?
Neyse Elif sıkıldı ve bana yapışıp gözler buğulu : "Babam gelsin, eve gidelim anne" diye başlayınca sağolsunlar bizi eve bıraktılar.
İşte hatlar bende o ara koptu, kopmuş.
Saat 20.30.
Ertesi gün akşam (kısmetse bugün) yola çıkacağımız için çanta hazırlamam gerek, onun için de çamaşır yıkamam! Ve onu yapmam bunu yerleştirmem şunu çıkarmam vs.
Çocuklar anında bu endişe enerjisini daha havada titreşirken aldıklarından itirazlar ve mızıldanmalar başlayınca ben kendime gelip "haydi tuvalete koşuuuun" diye ortamı renklendirdim.
Elif bez kullanıyor ancak canı istediğinde tuvalette de oturuyor, seslerini duyuyoruz sindirim sisteminden geçenlerin.
Ve bir cengaverlik yapıp "duşa gir biraz" deyip suyu açtım.
Niyetim Elif suda oynarken onun hemen yanında bilgisayarı açıp hızlıca check-in yapmaktı ama Elif suya girer girmez "popom yanıyoooo" diye çığlıkla ağlamaya başlayınca ben, o anki sinirim, açılmayan bilgisayar vs birleşip "aaay" diye bir bağırmama sebep olmadı değil :)
İşin iyi yanı, Elifi poposu yanmasa oyundu şuydu buydu çıkaramazdım banyodan ki tek istediği su ile oynamak, saçının yıkanmasını asla sevmiyor. 3 dakika içerisinde onu yıkadım, odaya götürdüm ve kremledim. İşlem tamam. Aklım hala çamaşırlarda çünkü son günlerde "nasılsa yıkarım" diye oldukça bonkör davranmıştım kıyafet seçimlerinde. Sonra kendimi henüz kirli sepetiyle buluşmamış kirliler ile bakışırken ve onları koklarken buldum.
Aklıma Selcen'in geçenlerde kızı Çağla'nın okul kıyafetini yıkamayı unuttuğu için Pazartesi sabahı ıslak mendille eteğini silme anısı geldi. "Neden olmasın ki?" dedim, yaratıcı annelik böyle zamanlarda işe yaramayacaktı da çocuğa Montesori aktivitesi yaptırırken mi devreye girecekti? Biz biraz daha vakit geçirip uyku öncesi kitap okumaya geçerken kapının kilit sesini duydum. Gözlerimden kalpçikler çıktı o an. Karabalık ve Elif kavuştu, ben de o saatten sonra önceden hesapladığım 567 işin gerekliliğini sorgulayıp sadece çantamı toplamakta karar kıldım. Gerisi "to do list" olarak mutfak tezgahında karabalığa bırakıldı. Neyse notun sonuna "eğlenmeyi unutma, sinemaya da git" yazdım. Bilmiyorum ne yapacak :)
görsel alakasız ama seviyorum bu fotoyu :)
Ara ara kendime gelip durumu kotarmaya çalışsam da aslında plan değişimlerine anında uyum sağlayabilen biri olmadığımı gördüm. Bunun için biraz zaman gerekiyor. Bazen de taksi için para veya çişe gitmek için tuvalet!

Dünkü olay aslında bugün bakınca elbette "noktacık" geliyor, hatta son okuduğum kitaptaki anneyi düşününce (kitabı çok sevdim ama yazmaya neresinden başlasam bilemiyorum) çocuğunu yalnız başına büyüten anneleri hesaba katacak olursam bu yazdıklarımda "şımarıklık" bile var. Ama dün de öyleydi, benim de biraz yaşadıklarımı abartma günümmüş diyelim :)
Bu akşam inşallah Adana'ya doğru yola çıkıyoruz, 2 günlük ziyaretimiz için annem 2 hafta yetecek kadar yemek yapmış, eh birilerinin onları yemesi gerek!
Bir şey isteyen varsa Adana'dan yazsın, taşınabilir bir şeyse adres de yazın, gönderirim :)
Ben başlangıç ve ara sıcaklarda Ayça'yı alacağım yemelik, hava da 25 dereceymiş ki değmeyin keyfime.
Belki deniz de görürüm, dur ben bir Eda'yı kandırayım!
"Deniz beni çağırıyor!" diyeyim :)

Mutlu günler olsun 😊
Devamını oku »

13 Kasım 2016 Pazar

Bugün / Tiyatro

Merhaba canım blog,
Hazır tozunu almışken yerleştirme işlemine de yavaştan başlasam mı diyorum hatta demekle kalmıyor gecenin 23.17'sinde koşarak sana geliyor ve bugünü anlatmak için masama geçiyorum.
Soruyorsan ki bu rahatlık nereden geliyor? Ev işleri bitti, çocuk uyudu galiba?
Yok, ikisi de değil.
Ama neden değil, işte onu anlatmak için buradayım.
Her şey birkaç hafta önce benim (buraya sisli bulutlar çizelim) 'Ben neden tiyatroya gitmek için bir çaba sarf etmiyorum?' demem ve bunun üzerine bize en yakın olan Cüneyt Gökçer Sahnesi'nde neler varmış diye araştırmamla başladı. (kilometre olarak daha yakın sahneler vardır belki ama buranın yolu daha rahat, ki bu neden önemli, o da başka yazının konusu :)
Benim uygun olduğumu düşündüğüm 13 Kasım tarihi için 'Söylentiler' isimli bir tiyatro yazıyordu. Konu belirtilmemiş, sahne fotoğrafları yüklenmemişti. Yine de biletimi aldım. ne de olsa balkondan 6 liraya bilet alacaktım. Gidemezsem açığa alırım olmadı yansa da üzerine soğuk su içmem gerekmez diye düşündüm.
Akşam yolda giderken 'Ben birkaç hafta sonrasına tiyatro bileti aldım, ha!' dedim.
(bunun anlamı bana başka planla gelme :)
Canım karabalık çok sevimsiz bir soru sordu:
"Hangi oyun?"
"Heee, hatırlamıyorum ki adını."
"Konusu ne peki?"
"Yazmıyordu."
"Adını hatırlamadığın ve konusunu bilmediğin bir oyuna mı gideceksin?"
"Evet."
"Sebep?"
"Tiyatroya gidesim var çünkü."


Kısacası çok fazla bir beklentiyle gitmedim.
Ama bir dakika oyun hakkındaki fikirlerime geçmeden önce oyuna nasıl gidebildiğimi de yazayım.
Cumartesi akşam ve gece için biri planlı diğeri plansız iki misafirliğe gittik, eve geç döndük ve Elif geç uyudu. Sabah hepimizin kendine gelmesi ve benim ısrarla 'peynirli yumurtalı ekmek' tarifi denemek istemem sebebiyle azıcık daha da geciktik. Güzeldi bence tadı ama yine sadece ben yedim :(
Niyetim evden 1 civarı çıkmak, tiyatro saatine kadar bir yerde kahve içip kitap okumak olunca 'haydi ütü yetişmeyecek ama en azından yemek hazır olsun' dedim ve iki çeşit yemek hazırlamaya koyuldum.
Karnabaharı o kadar 'farklı' bir icatla pişirmeye çalıştım ki sonunda bu yöntemin işe yaramayacağını kabullenip taktik değiştirdim. Çamaşırı da koydum bulaşığı da çalıştırdım derken saat oldu 2.
Ütüyü yapamamış olmak içime dert oldu. Çünkü hafta içi çok zorlanıyorum ütüde. (kesin psikolojik) geçen haftadan kalan ütülerim de vardı. Sebep üşengeçlik asla değil ama. Çamaşır sepetiyle odaya girerken parmağım bir şeye çarptı ve biraz canım yandı. 'ne oldu ki?' diye parmağıma bakınca bir de ne göreyim, eklem yerimin oradaki deri ayağa kalkmış bana el sallıyor altındaki tabakadan da 'boş yer bulduk kaçııın' dercesine oluklu kan akıyor. (o ara aklıma ilk olarak temiz çamaşırlara kan bulaşmasın diye bir düşünce geldiyse bunun sebebi ben değilim blog, hepsi kültürümüzün kadınlara mirası) Lavaboya gidip 'canım bir bakar mısın? Elifsiz!' dedim ama ne mümkün, kuyruk da takılmış peşine. Ben bakmamaya çalışsam da hissediyorum ki içimden bir şeyler gidiyor, birkaç defa gidenlerin bay bay diye el sallamasını da görünce bana geldi mi baygınlık. O ara karabalıkçım hem Elifi idare ediyor hem de sakince bana pansuman yapıyor. İlk yardım eğitimi almış, sakin bir beyimin olduğuna o an ne kadar şükrettim biliyor musun?
İşte tam o sebeple ütüm kaldı, parmağımı hiç bükemiyordum. ütünün 3te 1ini karabalıkçım yapmış ama geri kalan 3te 2 ne yazık ki kendi kendine ütülenmeyi beceremedi, hay bin kunduz!
Bu hafta niyetim tiyatro öncesi ütüyü bitirmektiama yemek işlerinden yapamadım. Ve biz tam evden çıkarken elektrik kesildi.
Oh be!
Evde kalsam da yapamayacaktım diye sevindim ama muhtemelen 5 dakika sonra geldi!
 Sonra hep beraber evden çıktık, tiyatro sonrası markete gideceğimize göre Elif'in arabada uyuması daha mantıklıydı vs. Elife tiyatroya gideceğim demedim, gelmek ister diye. Hoş yine annemle gitcem ben diye tutturdu, ben de gel yavrum sana ben masal anlatayım dedim ve son günlerde uydurduğum en saçma masalı ballandırarak anlattım. Andersen beni duysa kulaklarını kapatabilirdi :) Neyse uyudu gibiydi ama elimi de tuttuğundan bırakmadı. Saat oldu 02.45. Ben yavaaaaştan bıraktım elini ve arabadan koşarak indim.Hani uyansa bile arkama bakmayacaktım. Girdiğimde fark ettim ki sabahki yumurtalı ekmek çoktan sindirim yolunu geçmiş, başka yerlerde öhöm detaya gerek yok şimdi. Kısaca midem gurrrluyor. Kendimi büfeye attım ve hemen bir sandviç birçay aldım. Çay konusunda kararsızdım.Neticede Serra geçen gün "sıcak bir şey içince hemen tuvalete gitmen gerekir" diye uyarmıştı. Gözümü karartıp içtim valla. Oh ne de iyi geldi.
İki saat boyunca başka hiçbir şey düşünmeden oyuna daldım ve gerçekten kahkahalarla güldüm! Ne iyi geldi bana bugünkü oyun anlatamam.

Soldan 4. oyuncu (adını bilmiyorum) gerçekten şahaneydi. Oyunda ritmin düştüğü yerlerde acayip güzel çıkışları vardı.
Oyun bitti ve benim hala çişim yoktu, yuppi.
Buluşma ve marketin ardından evde kalan 1000 tane işe yeni işler uydurdum ve gerçekten alakasız birkaç şey yaptım.
Sonra Doğa Arkadaşımın Kutusunu hazırladım. Hazırlarken çok keyif aldım ama bence bir daha katılmam bu oyuna. İkinci defadır katılıyorum, evet keyifli ama biraz zaman-mekan ekseninde düşününce insanı strese sokan bir tarafı da var :)
Saat 23 gibi ütüye başladım ve 3-5 parçadan sonra kireç sinyal verdi ve soğuması için ütüyü kapattım.
Şu an saat 23.53.
Elifin sesi henüz kesildi sanırım kişneyen atıyla beraber uyumaya karar verdi ya da sadece sesi çıkmıyor babasını uyuttu :)
Sabah 6.30'da uyandığıma göre yatmam gerek ama ütü mü yoksa iki satır okuyup uyuma mı dersen ikinciyi seçerdim/seçiyorum.
Okuduğum kitabı duyunca bana hak vereceksin: Eva Luna!
Lokum Çocuk Kütüphanesi için acayip heyecanlı bir yazı hazırlıyorum ve niyetim bugün onu da bitirmekti.
Aklımdan planlar geçerken sanırım bir günün 24 saat olduğunu veya Elif'in 'mandalina soyalım mı anne?' (yiyelim mi değil :) tekliflerini unutuyorum.
Bugünün sonucu da aradan 4-5 yıl geçmiş olsa da tiyatronun peşine düşmek güzeldi, an'da kalmak ve 2 saat boyunca oyunda yaşananlara gülmek de öyle.
Ütü bu hafta da kalsın ne yapalım :)
Ama yok,'Esoşçum bu kadar yorulma, ütüne yardım edelim' diyen olursa kapım hep açık.
Bu ara evde kek-kurabiye de oluyor, malum Elif'in heyecanlı aşçı yamaklığından dolayı.

Herkese mutlu geceler olsun.
Devamını oku »

10 Kasım 2016 Perşembe

Bugün /Grano :)

Canım blog, merhaba ve nasılsın?
Taslaklarda yayınlamamı bekleyen bir dolu yazıdan sonra şunu anladım, aslında gün bugün.
Ben sana bugünü anlatayım.
Çok bir şey olduğundan değil, işin aslı hiçbir şey de olmadı :)
Sadece blogdaki tozu almaya çalışıyorum.
Bu öğlen farklı bir şeyler yapmak istedim, yemekhanedeki yemeği sevip/sevmemek değil de içimden 'farklı' bir şeyler deneyimlemek geldi.
Nicedir gözüme kestirdiğim zeytinyağlı yemekler yapan restorana gittim, siparişimi verdim ve ekmekle doydum :) Tabaklar neden bu kadar küçükmüş anlayamadım, ben de -ki normalde yemeklerde hiç ekmem yemem- kendimi ekmeği zeytinyağına bandırırken buldum. Muhtemelen bir daha tercih etmeyeceğim bir yer. Çorbası o kadar tuzluydu ki birkaç gün hiçbir yemeğe tuz atmamayı düşünüyorum.
Oradan çıktım ve Grano'ya gittim.
Böyle yazınca havalı oldu :)
Daha önce 1 kere gitmiş ve sevmiştim.
"Bana şu her zaman içtiğim kahveden" diyecektim ama onun yerine "Hani ben daha önce gelmiştim, hafif içim bir kahve istemiştim, siz de Etiyopya'dan bir kahve önermiştiniz." dedim. Adam suratıma bomboş bakıyor, öğle arası 15 metrekarelik (rakamlarla aram iyi değil ya aslında bu sayıyı da attım, küçük kare bir yer düşünün, benim normal adımımla kapıdan kasaya yürümek 5-6 adımdır en fazla, işte o kadar büyüklükte bir yer) bir alanda ortalama 50 kişi ağırlıyorlar. Dışarısı da var ve kasa kuyruğu hiç bitmiyor.
Netice = adamın beni hatırlaması mümkün değil.
Tabii göz alıcı mavilikte bir göz rengim olsaydı o başkaydı ama yok.
Ortalama bir Türk kadının kahverengi gözlerine sahip olduğumdan beni hatırlaması pek olası değil.
"3 çeşit Etiyopya kahvem var" dedi.
Bugün beni zorlayacak, anladım.
"O zaman öyle dememiştiniz ama" dedim.
Güldü.
"Bunun kokusu güzeldir" dedi, uzattı, kokladım, evet güzeldi ama kahveden anlamayan birinin "kötü" olanı bilebilme ihtimali de yok ki.
"Evet iyiymiş ama anlamıyorum zaten, siz şu ismi güzel olandan yapın yanına da bir 'cookie'" dedim.
Der demez de güldüm.
'Cookie' demek nereden aklıma geldiyse...
"Türk kahvesi yapmıyor musunuz?" dedim, kasanın üzerindeki menüde yazmıyordu ve ben bir sonraki gelişimde Türk kahvelerini denemek istiyordum.
"Yapıyoruz ama sadece sevdiğimiz müşterilerimize" dedi.
Gayet gevşek bir ifadeyle "Beni de seviiin" dedim.
Der demez de utandım.
Daha yoldayken kafamda kurduğum oturma planına göre masama yerleştim.
Orası dolu olsa muhtemelen "Burası benim yerimdi, siz başka yere geçin" diye cırlardım.
Ama bunda da utanma ihtimalim var, o yüzden kedinin ciğere baktığı gibi o masayı ve oturanı keser, içimden "o zeytinyağcıya uğramayacaktım, vakit kaybettim" der dururdum.
Neyse ki buna gerek kalmadı.
Gayet rahatsız yüksek tabureme oturdum, sosyal medya hesabımı kontrol ettim ve kitabı çıkardım ki kasadaki çocuk bariz bir seslenmeyle "Kahveniz HAZIIR" dedi.
Ortama bir gülümseme bırakarak ve kocaman teşekkürümle kahvemi alıp yerime geçtim.
Bir önceki gelişimde klasik Grano fincanları vardı, bu kez ise afilli kupalardan.
"O zaman beni sevmişler, bir sonraki gelişimde Türk kahvesi bile yaparlar belki" dedim.
Düşündüm bak bunu, demek ne kadar içime geçmiş o söz.
Cookie'cik oldukça tereyağlı ve şekerliydi, kahvemin 3te 2sini (bunun yarısından fazlası olduğunu çok şükür karabalıktan öğrendim) kafama dikiverdim. Kalanı da orada oturma garantisi olsun diye içmedim. (çakallık böyle bir şey :P )
Açtım kitabımı ki...
Yanımda oturan kadın başladı konuşmaya telefonda:
"Merhaba, evet dün başladık, 7.30'da olmadı ama 7.45te ancak yatırdık,evet evet aynen konuştuğumuz gibi oldu, sütünü içti, tabii ağladı, babasını sordu, gece uyandı, öyle olunca ne yapacağız..." diye diye uyku eğitimi danışmanlığını benim yanımda başlatmış oldu.
Kulaklarım bir anda dikildi, "ee sonra ne yapılıyormuş, hoparlöre mi alsan acaba ablacım? biz de dinlesek, malum, uyku işi hala çözülmedi."
Sonra bir kendime geldim.
"Sen buraya niye gelmiştin?"
Bir düşün bakalım...
Sonra da olay, yeni nesil anneleri kısıtlayan şeylere geldi:
"Uyku eğitimi", "çiş iletişimi, kaka diyalogu /asla eğitim demiyoruz", "organik gıda", "ev yapımı limonata"...
Neyse çıktım o yokuştan, "hoh" deyip ilerledim, yolun gerisi rahat.(burası mecaz tabii)

Eva Luna'ya devam ettim, o ara bana kitabı gönderen Nurşen Ablamı sevgiyle andım.

13.23 gibi de dönüş yolumu hesaplayarak yerimden kalktım.
Ardımda kalan şöyle bir şeydi
Bugün böyleydi.
Yürüdüm, yürüdükçe daha çok çişim geldi.
"Çıkmadan tuvalete mi gitseydim?" dedim ama sonra aklıma geldi, kitaba gömülünce kahvenin kalan 3te 1ini içmeyi unuttum.
İş çıkışı gidip bir uğrasam mı acaba?
Belki unuturlar fincanımı orada,
hem ben kahvemi soğuk severim ki!


Devamını oku »

30 Eylül 2016 Cuma

Merhaba Blog!

Buraya yazdığım yazılar aksamaya başlasa da aslında ilk fırsatta sana koşup geldiğimi bil ve bunu unutma olur mu :) Aklımda bir dolu şey var yine. Hatta Eliften bahsedecektim ama, 'dur önce biraz kendimden bahsedeyim' dedim. (23 Ağustos 2016)
Bu girişin devamını pek getirememişim.
Hazır başım ağrıyorken ve migrende 3. günümü doldurmak üzereyken ama işte aklımda Elifteyken ve bu ara okuduğum hiçbir kitap bana keyif vermiyorken içimde ne varsa bloguma kusayım :)
Yaz bitti diye üzülmeyenlerdenim açıkçası. Yaz aylarını sahilde, denizde veya tatil yaparak geçirebiliyorsan evet yazı özlersin. Ama benim gibi klimasız bir ortamda çalışıyorsan ve rutinlerin devam ediyorsa yaz ayı sadece Ankarada trafik azaldı diye sevindiğin bir mevsim oluyor. Hele ki bu yaz yaşananları düşünecek olursak...
Kendimden başlayacak olursam, (kestik!)
30 Eylül 2016---
Neyse gün bugündür canım blog,
Nereden başlasak da kardır :)
Önce Eliften özet geçeyim, kreşini değiştirdik. Biraz ani bir kararla oldu ama çok şükür arkadaşlarımızın referansıyla gittiğimiz için şimdilik iyiyiz. Ben de daha esnek olmaya başlayacağım şu çizgi film vb. konularda. Evde hala televizyon yok (bunu "hala yok mu?" diye soran çok oluyor diye yazdım :) ve gerçekten aklıma bile gelmiyor. Elif de babasının cep telinden bulduğu okçuluk, denge vb oyunlarla ya da benim telden eski videoları izleyerek ekran ilişkisini sürdürüyor sanıyorduk. Meğerse yeni kreşte haftada 2 gün 7-8 dakikalık "eğitici video" adı altında izletilen şey 20 dakikalık Niloya'larmış! Ahahaha valla çok güldüm. Sen evde çocuğuna izletme gitsin kreşte izlesin. Bu konuda neden bu kadar tepkili olduğumu düşündüm. mesele Niloya değil çünkü. Mesele kreşte yapılabilecek onlarca şey varken çizgi film izletme ihtiyacı duydukları... Bunu öğretmenine sorduğumda pek bir cevap alamadım, kreşin sahibine ve psikologuna da soracağım. Bu durum çok önemli mi? Değil. Çok şükür alıştı ve mutlu gidiyor kreşine. Ama...
Ah şu okulsuz büyümek gibi şeyler arada aklıma takılmasa.
Hani okulsuz da büyütemem belki çok zorlanırım ama belki yarım gün yapabilseydik biz şu kreş işini. Belki bir gün o da olur.
Yazın başında gaza gelip "sen büyüdün, bezi çıkardık, bak işte bu tuvalet" gibi saçma sapan ve acemice bir hamle yaptık. Burdan bakınca gülüyorum :) 1 gün içinde de geri adım attık. Elif çişin sıcak sıcak bacağına gelmesinden hem korktu hem de rahatsız oldu. Ve konu benim için kapandı. Popetto isminde (adını yanlış mı yazdım ki) aldığımız şeyi de dolaba kaldırmıştım. Kendi çıkarıp kıyafetleriyle oturmaya başladı. pek oralı olmadık. Okuduğumuz "çişe bay bay kakalara hay hay" kitaplarıyla da çok gaza geldiğini söyleyemem. benimle birlikte tuvalete girdiğinden ona örnek model olduğumu bilmiyordum hiç. meğer yıllardır (2.5 yıl denebilir, slingde de birlikte giriyorduk tuvalete) beni izler dururmuş sıpa! geçen hafta uyanınca "ben büyüdüm çişimi tuvalete yapacağım" dedi. Daha önce de benzer lafları olduğundan pek önemsemedim. Babası götürdü ve gerçekten de yaptı.
"Anne sesini dinle bak!"...
"Evet kızım dünyanın en güzel sesi" :PP
Ben bezini çıkarmadım ve bunu bir şeylerin başlangıcı olarak almadım. Sadece çişini tuvalete yaparsa bacağına bir şeyin gelmediğini görsün istedim. O gün 3-4 kere yaptı. Hiç sormadım. Nasılsa bezli ya rahatım :) Ertesi günlerde kreşte kakasını söylemiş ama tuvalete gidince bezime yapacağım demiş. Kitaplarda okuyup etrafta duyduğum "çişini kakasını söylüyorsa hazırdır" laflarının gazına gelmemeyi yaz başı öğrendim.
"Anne şu an çiş yapıyorum" dediğinde "tuvalete yapmak istersen gidelim yoksa bezine yap" dedim.
Çünkü ilk kural neydi?
Hani altın renkli yazılan: ÖNCE ANNE HAZIR OLMALI!
Anneyi düşünen tüm yaklaşımları seviyorum :) Ve rahat olmamızı salık verenleri de.
Gördüm ki süreç kendini nasıl götürürse ben kendimi ona bırakacağım.
Şu aşamada bu durumla ilgili aldığım kararlar:
- Gözlem yap
- Tepkisiz veya umursamaz olma ama baskı da kurma. Denge önemli.
- "Yaşı geldi"cilere "hı hı" de ve geç. (hatta gözünün kenarıyla bir bakış at ve geç, o da yeter.
Aklımda çiş kaka işlerini bu kadar detaylı yazmak yoktu ama geriye dönüp bakıp okumak da güzel oluyor.
Aa bak bir de unutuyordum. Sticker dediğimiz şeyi çok hafife almışım ben!
Onu  ilk olarak uyku eğitimi sürecinde "ağlamadan yatağına girdiğinde yanındaki duvara sticker yapıştırabilirsin." dediğimde gördüm. Aniden sustu, ytağına girdi ve "ştikır ver anne" deyişinde anlamıştım. Tuvalet işinde de sifonu çekmek ve tuvaletin yanına ştikır yapıştırmak çok gaza getiriyor.
Şu an tüm dış seslere, iç seslere ve kitaplara gözümü kulağımı kapattım. Sadece süreci gözlemliyorum.
---
Elifin 2.5 yaşındaki haliyle en büyük ilgisi dans ve müziğe diyebilirim. Şarkı çalsın ve o dans etsin, zıplasın, oynasın... En uzun süre vakit geçirdiği oyuncağı LEGOlar. Üretenden Allah razı olsun. Hala yanında biz olmadan oynamıyor ama olsun zaten özlüyoruz keratayı :)
Benden çok çok daha süslü. Hatta bana "anne mavi oje sürsene" diyor :)
MAVİ hala en sevdiği renk.
Bebekliğinden bu yana babasına olan derin aşkında da değişen bir şey yok. Kreş çıkışı sadece beni gördüyse suratta derin bir hayal kırıklığı ifadesi (bu ara biraz daha gülümsemeli, akşam beraber mısır patlatıyoruz ondan mı ki?) ile "Benim babam neeerde anne?" diye soruyor. O kadar tatlı ki, "benim" demese bilemeyebiliriz yani kimi sorduğunu :))
Bisiklet veya scooter tarzı bir şey almak istiyoruz ona ama hala karar veremedik nasıl bir şey alacağımıza. Her gittiğimiz yerde bindiriyoruz sever mi diye ama aklımıza tam yatan bir şey olmadı. (Önerisi olan var mı?)
Sevdiği yiyecekler: kuru kayısı, ceviz, ayran, makarna ve çorba.
Paketli yiyecekler konusunda ben rahatım  ama Elif 2. defadır alerji tipi reaksiyon verdi biraz fazla çikolata yiyince. bacaklar kızamık çıkarıyor gibi oldu. Aslında belki bir test yaptırsak ve neye alerjisi varsa bilsek daha iyi. belki çikolata değil bambaşka bir şey çıkacak. (neyse laf aramızda çocuğun eline çikolata vermeye kalkan yetişkinlerden çocuğu korumak için güzel bir bahaneymiş, onu anladım)
-------
Gelelim bana...
Ben de Eliften ne zaman sıra gelecek diye kapıdan bakınıyordum
Oh be :)
Bundan sonrası için yanına içecek bir şeyler almayı unutma sevgili okuyucu, zira yazacağım epey şey birikti, benden kolay kurtulamazsın :)
Önce nereden başlasam diye kendimden bahsettiğim şu yazıya baktım da... Sanki aradan 2 ay geçmemiş çok daha uzun bir süre geçmiş gibiyim. Düşüncelerim ve hislerim epey değişti.
Bana çok şükür bir rahatlama geldi. (Allahım lütfen devam etsin, amin :)
Bunun sebebi de AYNA çalışması adını verdiğim bir çalışma oldu.
Nedir, ne yapılıyor bu çalışmada uzun uzun anlatamam ama kısaca kendim için doğru bir zamanda katıldığım bir program olmuş. Bana olan etkilerinden bahsedeyim, örnekler üzerinden gidersek daha iyi anlatabilirim kendimi. (hala bir kahve içmek istemediğine emin misin şöyle sade ve bol köpüklü?)
Bir gün o da kahvesini köpüklü yapmayı başarabilecekti :P
Bir de o kadar lokumu cidden yemedim! :)
 Lafı ne kadar dolandırarak anlatıyorum değil mi? Konudan kendim bile kopuyorum bazen :)
"Unuttum, konu neydi?" (Nemo)
-Kitap Okumayla ilgili şunu anladım ki çok kitap okumak istememin sebebi içinde bir KAÇIŞ barındırıyor. Çok beylik bir cümle değil ama benim için içi dopdolu... Bir de "merak ediyorum /okumalıyım" döngüsünden yavaş da olsa çıkmaya başladım. Önüme çıkan kitapları yalayıp yutmuyorum. Önce bir tadına bakıyorum, seversem bir lokma daha alıyorum. Oburluğa gerek yok. Öncesinde karnım doysa bile yemeye devam ediyordum. Beni mutlu eden o sanıyordum. Evet kitap okumayı seviyorum ama oburluğu sevmiyorum. Bir şeyleri sindirerek ve tadına vararak okumaya başladım.
- Postcrossing, kart, mektup arkadaşlıklarım devam ediyor.Onları severek yapıyorum. Sevmeden yaptığımı fark edersem de yapmıyorum. Bunun için hissettiğim suçluluğu epey azalttım.
- Bahsettiğim AYNA sürecinde içsel bir yolculuk da diyebiliriz. 31 yaşındaki Esoş'un "Büyümeden Önce Yapması Gerekenler"i fark etmesi de :) Neyse ismi çok önemli değil. Bu projede 1. yıl için hedefim: sakinleşmek / rahatlamak/ nefes almaya ve vermeye başlamak / gezmek /eğlenmek / kendini tanımak. Yazarken çok basit ama uygulamada o kadar da kolay geçmiyor. Bunları deneyimlemek de hoşuma gidiyor aslında. Gezmek demişken indirimli uçak biletlerini ve kampanyaları haber vermek de size düşüyor. Gördüğünüz gezi planlarını paylaşın anacım :)
- Annelik sürecinde de çok şükür bir rahatlama oldu.
2 yaş! Kriiizzz! Giyinmiyor, arabada durmuyor, yemiyor, uyumuyor! sürecinden yakınmayı yavaş yavaş bıraktığımız, bunlarla karşılaştığımızda gülümsemeye başladığımız bir dönem yaklaşıyor hissediyorum.
Geçen hafta karabalığa "Bebekler için uyku ilacı var mıdır ki? Bir kere denesek!" diyen ben değilmişim gibi rahat yazdım tabii bu satırları...
Ama şimdi olmasa da BİR GÜN olacak o rahatlama, inanıyorum.
- Olmamış şeyler için "vah tüh"lerim de azaldı. Hele ki benim için geride kalmış insanların ne düşündüğü de çok şükür ki geride kaldı. Üniversite yıllarımda "hoşçakal" dediğim insanlar vardı ve onlardan haber almaktan bile hoşlanmazdım. Şimdi bu konuda hissizleştiğimi gördüm. hayat, herkesi takmak için yeterince uzun değil. Ben de 1256 yaşıma kadar yaşayacağımı bilsem belki durum değişirdi :)
Şimdi biraz daha an'da kalmaya ve o an ne yapıyorsam ona odaklanmaya başladım. Mesela dişlerimi çok hırpalayarak fırçalıyormuşum :)
- Her şeyin de bir zamanı var. "Bir kitap okudum ve içim mutlulukla doldu." gibi bir şey değil, 5 aylık bir çalışmanın ürünü bu yazdıklarım. 5 ay sonra belki uçarım :PP
- Şaka yapıyorum tabii ki, hepsinin özünde kendimi çok da tanımadığımı ve mevcut halime iyi davranmadığımı fark ettim.
31 yaşımda ilk defa geçen gün aynaya bakınca "Ben bugün güzel hissediyorum" dedim mesela ki saçlarım cidden yağlı ve başına buyruktu. Gözüme neyim hoş geldi onu bilmiyorum ama "güzel" kavramının içini /anlamını değiştirdim sanırım.
- Günün Mutluluk Sebepleri ile mutlu olmaya odaklanıyordum ki "Mutsuz Olmak" kitabıyla biraz sendeledim. Mutsuzluklarımdan da ders çıkardığımı anladım. Onları kışkışlamak yerine "acaba bana ne anlatıyorlar" dedim. Günümüzün "mutluluk pompası" işlerden uzakta kalmaya devam etme kararı aldım.
- Karar aldım yazıyorum ama sanki sözleşme imzalamış gibi düşünmeyin beni ya da bunları alt alta defterime not etmişim gibi. Sadece buraya/şimdi yazıyorum.
- Evde olmayı çok sevdiğimi düşünürdüm
Gezmediğim içinmiş meğerse... :) Ne ironik değil mi? Şu an çok yakınımdakilerin de haberi yok ama (ay dur haberleri yokken buradan okuyup şok olmasınlar) neyse türlü türlü hayallerim var.
- Bir de planım yok! Yani kaba hatlı planlarım var ama ince hatlı üzerinden iki kere geçilmiş detaylı planlarım yok. Onlara ihtiyaç duymadığımı anladım.
- Çamaşır makinemiz 5kilo aldığı için haftada 3 gün mutlaka çamaşır yıkardım. Şu an bunu yapmıyorum. Tek amacım o kirli sepetini -zaten az sonra yine dolacak- boşaltmak değil.

Çok uzatmış olmayayım... Özetle kendimi sakladığım o güvenli yerden kafamı uzatmaya ve hayata bir de oradan bakmaya niyetlendim.
Haydi bakalım :)

Bu kitabı canım Yağmurdan ödünç aldım. Baskısı yok ve kitabı bulamıyorum.
Denk gelirseniz benimle iletişim kurar mısınız?
Çok sevinirim :)


* Bu yazıyı okuyanlar etkinlik, gezi, sinema, tiyatro vb haberleri bana iletmekle yükümlüdür. Ehehehe şaka şaka, denk gelirseniz bana da bir göz kırpın yeter, ben anlarım :)

Devamını oku »