Drop Down MenusCSS Drop Down MenuPure CSS Dropdown Menu




1 Kitap 1 Mektup etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
1 Kitap 1 Mektup etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Aralık 2015 Pazartesi

1 Kitap 1 Mektup: "Hayal Peşinde" Züleyha Ersingün :)

Çocukken sınıfta dalar giderdim, öğretmen bir şeyler sormuş olurdu ama ben duymazdım, kim bilir hangi dünyalarda olurdum. Züleyha ile tanıştıktan sonra "keşke benim ilk okul öğretmenim olsaymış" demiştim, "Hayal Peşinde"yi okuyunca neden böyle hissettiğimi daha net anladım: "Çocukça konuşabilen bir öğretmen bulmak kolay değil çünkü" :)
                                                                                   ***
Sevgili Züleyha,
Seninle tanıştığımızdan beri merak ediyorum kütüphaneni. O yüzden de oradan başlamak istiyorum sorulara. Kütüphanenin en değerli kitapları çocukken okuduğun kitaplar mı? En sevdiklerin, seni besleyenler ve “Hayal Peşinde”nin kaynağı olan kitaplar hangileri?
Esra'cığım Merhaba,
Benim kitaplarla ilişkim son yıllarda değişti. Eskiden kitabı bir şekilde okumak (Birinden alarak ya da kütüphaneden edinerek) yeterliyken, son yıllarda mutlaka kitap benim olsun istiyorum.(Yaşlanıyorum galiba) Bu nedenle çocukken okuyup sevdiğim pek çok kitabı farklı yayınevlerinden baskılarıyla kütüphanemde bulunduruyorum. Küçükken günümüz çocuklarının kitap bolluğuna sahip değildik kuşkusuz. Yine de o yıllara göre bol kitaplı bir evde büyüdüm diyebilirim. Babam arşivciydi, kitapları dergileri saklar biriktirirdi. Sonraları bu rolü ben üstlendim evde. Tam bir Jules Verne delisiydim, fantastik aşkım o günlerden kalmadır. Ayrıca Alice Harikalar diyarında( Özellikle Deli Şapkacı karakteri), Tom Sawyer, Oliver Twist, Pal Sokağı Çocukları,Pinokyo, Küçük Kara Balık, Küçük Kadınlar, Şimdiki Çocuklar Harika ilk aşklarım arasındadır. Bu kitaplar hep kütüphanemin baş köşesinde oldu. Zamanla eklenen kıymetlilerim ise ayrım yapmadan Michael Ende,Astrid Lindgren, Christine Nöstlinger, Roald Dahl, Rodari ve Sevim Ak ve Behiç Ak kitapları. Süleyman Bulut'u yazmasam olmaz. Bu yıl onlara David Almond da eklendi. Bir de en en çok sevdiğim Islık Çalabilir misin Johanna var. (Kesin unuttum bazılarını :) )
Gördüğün gibi pek ayrım yapamıyorum ama hepsi beni çok etkileyen tekrar tekrar okuduğum kitaplar. Calvino ve Ursula Le Guin ise tüm zamanlarımın yazarları.
Sadece Hayal Peşinde'nin değil muhtemelen yazdığım ve yazacağım pek çok kitabın ilhamı onlar.


“Hayal Peşinde”nin ortaya çıkışı nasıl oldu, olay örgüsü ve karakterler zihninde bir anda mı canlandı yoksa her biri yıllardır seninle miydi :)
Doğrusu sürpriz bir ziyaretçiydi Hayal Peşinde. Başka bir hikaye üzerinde çalışırken, sırf çocukları eğlendirip şaşırtmak için yazdığım bir mini hikayeyle başladı. Artık meşhur olan 4-F'lilerle yaptığımız zıpır ve matrak bir çalışmayla. Doğal afetler konusunu işleyen tüm normal öğretmenler gibi depremi, seli anlatmak yerine kitapta bahsedilen afeti yazdım ve arkası geldi işte.

İlk okuyucuların kimler oldu, Civan ne tepki verdi, 4-f'liler sevdi mi “Hayal Peşinde”yi?
İlk okuyucularım eşim ve Civan :) Bunun dışında görüşlerine başvurduğum sadık okuyucularım var. Can dostlar... Civan ciddi bir okur o anlamda şanslıyım. Böylece minik bir kitapkurdu ile ilk test sürüşünü gerçekleştirme fırsatı buluyorum. Katkıları ve kritik eleştirileri oluyor. 4-F'liler sevdi kitabı. Çok keyifli bir buluşma yaşadık fuarda, onlara da büyük sürpriz oldu.

Kitapta yer alan "babaanne"yi ben çok sevdim. Anneannem, babaannem ve dedelerimi tanıma şansım olmadı benim, o yüzden de kitaplarda yer alan anneanne ve babaannelere daha da çok kanım kaynıyor. Senin var mıydı sana hikayeler anlatan büyüklerin?
Hayattaki en büyük şansım, dedemdir. Annem ve babam çalıştığı için altı yaşıma kadar anneannem ve dedemle yaşadım ben. Dedem, bir çocuğun hayatta başına gelecek en güzel şeydi. Nasıl özlüyorum...
Doğanın, ağacın, kuşun, böceğin dilinden anlayan yerel bir filozoftu o. Karakterimin, hikayelere ve doğaya duyduğum aşkın kaynağıdır. Onun da gönüllülerden biri olduğunu düşünüyorum :)

Hayal ve Maja'nın başucunda görüp sevindikleri yazar için tahminde bulunmak istiyorum: Roald Dahl mı yoksa :) Bu sorunun cevabını kitapta bulamamak beni gülümsetti. “Yazar” sanki bu kısmı bizim doldurmamızı istiyor gibiydi, ne dersin?
Kesinlikle...
Tutkuları olan insanları seviyorum. Hayatına bir kitap, bir yazar katanları biraz daha çok :) Ben okuduklarının, izlediklerinin içine kendini koymayı, kendini o hikayenin baş kahramanı olarak hayal etmeyi seven bir çocuktum. Benim gibiler için boş bıraktım orayı.

Uluslar arası bir dil ile yazmışsın kitabını aslında, “çocukça”... Böyle bir dilin gerçekten olduğuna inanıyor musun?
Bu ifade çok mutlu etti beni. O dile inanıyorum. Bu inanç benim hayata, geleceğe ve güzel günlere inancımın da kaynağı. Hepimizi o dil kurtaracak.

Öğretmen olmanın en büyük avantajı çocuk dünyasından, çocukların hayallerinden kopmamak ve tabii ‘çocukça’ konuşabilmek midir acaba?
Doğrusu büyük avantaj. Büyüdükçe baş gösteren unutma ve sıkıcılaşma hastalığına karşı panzehir taşıyorsunuz yanınızda sanki. Zamanın ruhunu yakalamak fırsatı aynı zamanda.

Kitaplardaki bilgelerin erkek olmasına fazlasıyla alışmıştık :) Bilgirus'un kadın olmasına hem şaşırdım hem de sevindim. Bu, özel bir tercih miydi senin için?
"Offf ne güzel bir soru" diye karşıladım bu soruyu. Bunu ifade etme fırsatına kavuşmaktan ayrıca mutlu oldum. Özellikle istedim kadın olmasını. Cinsiyetçilik, çocuk kitaplarında dahi, rahatsız olduğum bir konu. Bilginler güçlüler hep erkek, mağdurlar ve kurbanlarsa kadın.

Kitabın içerisinde mini bir İstanbul turu, güzel kitap önerileri hatta tatlı bir melodi tınısı var. Tüm bu detaylarla hikayeyi çok güzel işlemişsin ve zenginleştirmişsin. Bu kadar detay aklına nereden geldi?
Ne güzel ifadeler bunlar :) Ben hikaye delisiyim. Ve hikayeler de genelde detaylarda gizli diye düşünürüm. Bir filmin kimsenin çok aklında kalmayan sahnesini hatırlamak, bir olayda herkesin unuttuğu ayrıntıyı hafızama kazımak, bir albümde kimsenin favorisi olmayan şarkıyı sevmek gibi bir huyum var. Belki onlarla ilgilidir.

Sevinince sen de yerinde duramayıp Hayal gibi dans eder misin? (Bunu ben sık sık yapıyorum ve evdekiler de bana eşlik ediyor :) Bu dansa kitapta rastlamak da çok hoşuma gitti)
Ahh işte benim hikayem. Her şeyi şarkıya dönüştürebilirim. Civan'la günlük olayları veya gördüğümüz şeyleri besteleriz. Buna 30 yıllık halk dansları kariyerimi de eklersem, sürekli şarkı söyleyip dans eden biriyim diyebilirim:)

“ ‘Teknoloji kötü değil’ dedi Molly. ‘Ona teslim olmak kötü. İnsan beyni ve yaratıcılığının ürünü olan bir şeye benim yerime düşün, hisset ve karar ver demek kötü.” Hepimizin yaşadığı durum bu sanırım. Çocuklara laf ediyoruz ellerinden tablet, telefon düşmüyor diye ama teknlojiye ve sosyal medyaya bağımlı yaşayan bizleriz sanki. Kitapta bu konuya çok güzel ve yerinde bir çözüm getirmişsin. Bu çözümü gerçekleştirebiliriz miyiz yeterince istersek, ne dersin?
Sorma, kanayan bir yara bu. Her 4-5 yılda bir yeni jenerasyonla tekrar tanışıyorum. Bu yıl ikinci sınıfları okutuyorum. Dikkat sürelerinin kısalığı ve odaklanma problemi inanılmaz maalesef. Düşününce, tablet ve diğer teknolojik araçlarla doğarken tanışmış bir kuşak bu. Yetişkin alışkanlıkları ve değerleri ile kuşatılarak büyüyorlar. Bağımsız karar verip tercih yapma haklarını ellerinden alıyoruz. Onlara ait, doğal ve bizim müdahalemizden yargılamamızdan uzak bir ortam sağlayabilsek yeter. Gerisini onlar halleder aslında.

Hikayenin devamı gelecek mi, Hayal ve Maja yeniden bir araya gelip yeni maceralara atılacaklar mı?
Civan hep bu hikayenin devamını istedi. FOM ekibi ile tanıştığımız anda onların da ilk söylediği bu oldu. Bunun üzerine düşündüm ben de. Aklımda bir şeyler var diyelim. Neden olmasın :)

Yazma rutinini de soracağım ama asıl ben okuma rutinini merak ediyorum. Her gün belirli saatlerde okuma, notlar alma şansın oluyor mu? Sosyal medyada gördüğüm kadarıyla oldukça donanımlı bir masan var ve ben o masanı yoo hayır, kıskanmıyorum :)
Tıpkı benim seninkini kıskanmadığım gibi:)
Her gün belli saatlerde okurum ve notlar alırım. Hayatımı buna göre planlıyor ve olağanüstü bir durum olmadığı sürece rutini bozmuyorum. Aynı anda bir kaç kitap okurum. Masamda ayrı, çantamda ayrı başucumda ayrı kitap olur genelde. Yayın takip etmeye de çalışıyorum.
Yazma ise rutine bağladığım bir şey değil. Küçük notlar alır, pasajlar, hikaye parçaları, tasvirler ve kahramanlar yazarım bazen. Onlar, planlamadığım bir hazırlık gibidir. Detaylar buradan çıkar genelde.

Son sorum tabii ki “Hayal Peşinde” kitabından. Bu kitabı okuyan tüm yetişkinler bu soruyu kendilerine soracaktır. Ben de sana sormak istiyorum: “Çocuk Ülkesi”ne gittin mi hiç?
Hepimiz gitmedik mi?
Ben ülkemi unutmamaya çalışıyorum ve sembolümü kaybetmemeye. İlk fidanımı sulamaktan ve yeni fidanları çoğaltmaktan asla vazgeçmeyeceğim :)

Katıldığın için çok teşekkür ederim, arkadaşlığın ve sohbetlerimiz beni çok mutlu ediyor.
Ben de çok teşekkür ederim. Nasıl güzel sorulardı. Doğru soruları doğru cevaplardan daha çok önemserim ben. Seninle paylaştığım her şey çok değerli. İyi ki varsın :)
                                                                   ***
Bu kitabı size eski bir dostunuzun/ çok sevdiğiniz ilk okul öğretmeninizin yazdığını düşünün ve 1 hayaliniz olmasının ne kadar önemli olduğunu hatırlayarak, hep o hayallerin peşinden gidin, fidanınıza sıkıca sarılın.
Çocuk Ülkesi'nden ayrılmayı hiç istemeyeceksiniz...

27 Aralık 2015 Pazar akşamına kadar "Benim hayalim..."cümlesinin devamını yazan 1 kişiye "Hayal Peşinde" kitabı Elif'in minnak ellerinin çekeceği çekilişle gidecek, ben de yanına 1 mektup koyacağım :)
                                                                         ***
"Bir çiçeğin hikayesi bir ülkeyi kurtarmaya yeter mi?
Eğer bu hikaye sizi anavatanınıza,çocukluğunuza,götürüyorsa neden olmasın...
Yeter ki siz çocukluğunuzun masal bahçesini bulmak isteyin"






Devamını oku »

20 Kasım 2015 Cuma

1 Kitap 1 Mektup: Melek Özlem Sezer İle Kedilerin Peşine Takıldım :)

Bazı kitapları okurken kendimi kaybediyorum, çok gülüyorum, çok eğleniyorum ve bazen de kafama takılan yerleri yazarına sormak için can atıyorum.
"Çocukken okusaymışım" dediğim ama yine de geç kalmadığımı düşündüğüm bir kitap "Büyüklerle Dalga Geçme Dersleri". Bu kitaptan sonra Melek Özlem Sezer'in diğer kitaplarını da okudum ve merakım iyice arttı, ben de kapısını çaldım: "Güldürme tozu yutmuş olabilir misiniz?" diye:
Görsel Kaynak: burada
Küçükken okuduğum kitaplarda ya hüzünlü ögeler vardı ya da bize dişimizi fırçalamamızı öğütleyen yetişkinler... Ben büyüdüm, çocuk edebiyatı değişti; güzelleşti ve çocuklara eğlenmelerini söyleyen hatta bunu nasıl yapacaklarını anlatan kitaplar yayınlanmaya başladı. Aradaki değişimi sağlayan sizce ne oldu?
Çocuk edebiyatının da her şeyden önce edebiyat olduğunun kabulü, pek çok özensizliğin önüne geçti. Alana kendini adamış, doğru pedagojik zeminde iyi edebiyat derdindeki Türkiyeli yazarların çoğalması kadar, Nöstlinger gibi çığır açıcı yazarların geç de olsa çevrilmesi de çıtaların yükselmesine sebep oldu. İçerik ve yaklaşıma gelince… “Sen çocuk mu kandırıyorsun?” nasıl da dilimize yerleşmiş bir söylem, değil mi? Bu laf, çocukla ilgili pek çok yanlışın nerede başladığını iyi özetliyor. Üstelik kimilerine, rastgele kitaplar çıkarma cesareti veriyor. “Aman işte çocuk sonuçta, önüne ne koysan yer.” yaklaşımı, ticari ya da bireysel çıkarların etiğin önüne geçmesi, kifayetsizlerin alanda at koşturması, hâlâ yaşadığımız sorunlardan. Ne ki selüloz ziyanları, iyi edebiyat ve profesyonel yayıncılığın baskısı altında gittikçe daha çok boğuluyor.

Geldiğimiz yer doyurucu mu peki?
Hayır, değil elbette. Metinlere sızan geleneksel kodlardan, özgür ve bağımsız bireylerin yetişmesine engel olarak bilinçsizce iktidar kurumlarına hizmet eden düşüncelerden ve yanlış toplumsal cinsiyet iletilerinden arınmamız için önümüzde uzun bir yol var. Bu yolda akıllı adımlarla ilerlememiz, gözbağlarımızı açmamız ve daha yüksek bir edebiyata kavuşmamız için eleştirinin gelişmesi elzem. Şu anda pek çok karmaşık, iç içe geçmiş nedenden ötürü bu pek mümkün görünmüyor. Ama ben en azından Haziran Çocukları’nın bir gün bu cesareti, birikimle birleştirerek göstereceğine inanıyorum.
Bense bu konudaki ihtiyacımı, yazar yazmaz metinlerimi arkadaşlarımla, öğretmenlerle, çocuklarla, iyi okuyucularla olduğu gibi hiç kitap okumayanlarla da paylaşarak gidermeye çalışıyorum.
Elbette çalıştığım yayın evleri, özellikle Can Çocuk Yayınları bana editoryal anlamda çok yol gösterici oluyor. Ama metin yayın evine ne kadar temiz giderse, daha ayrıntılı bir çalışmaya o kadar enerji kalıyor. Çünkü bir metinde çok hata varsa, dikkatimiz kurnazca, ta en diplere saklanmış hatalara yönelemiyor. Ve okuyan kişiyi de olabildiğince az yormanın, verimi yükselteceğine inanıyorum. Öte yandan bu profesyonel çalışmalar yetişkin dünyasında olup bitiyor. O nedenle çocukların eleştirilerine, önerilerine, neye ihtiyaç duyduklarının, neyi daha çok sevdiklerinin ya da nerede anlama sorunlarının oluştuğunun bilgisine daha önce ulaşmaya dikkat ediyorum. Asıl kılavuz hiç kuşkusuz çocuklar.

En çok merak ettiğim soru; farklı tarzlarda eserleriniz var ama hepsi de bence çok eğlenceli ve komik. Var mı bu işin bir sırrı? (Güldürme tozu falan yutmuş olabilir misiniz? :)
Onlar güldürme tozu değil, güneş tozları. Ben iki buçuk yaşındayken yandım. Üstelik çok ağır bir yanıktı. Ölmediysem, inadımdan, bir de hastanede derim kazınırken gözüm gün ışığına takıldığında direnç bulmamdan. Benim bu kadar neşeli olduğumu gören çok kişi ağzında gümüş kaşıkla doğmuş, dertsiz biri olduğumu sanıyor. Oysa çok kısa bir süre öncesine kadar oldukça zor bir hayatım oldu. Ne ki dirençliydim. Ve hayatın acıtan yerleri kadar mucizelerine de değer verdim. Hem de alabildiğine. Çünkü güneş tozu yutmuş biri gülmeye küsmüyor ve böylece güldürebileceği yerleri de yok etmiyor.
Gerçi yetişkin kitaplarımda, özellikle şiirde kimi zaman hüzün ağırlığını hissettirir ama çocuk kitaplarımı daha neşeli yanımla yazıyorum. Ve çocuk ya da değil, ne yazarsam yazayım insanı çaresiz hissettiren duygu ya da düşünce zemininden uzak durmaya çalışıyorum. Çünkü biz Arabesk Kültürle yetişen bir toplumuz ve o kadar ağır meselelerimiz var ki insanın eylem gücünü alan o kara hissiyattan kurtulamazsak, hiçbir şeyle baş edemeyiz. Kaldı ki ben “mutluluğu koşula bağlamamayı” öğrenecek kadar yaş aldım. Çocukluğumdan beri de bireyin kendi gücünü küçümsememesi, sorunların arkasındaki nedenleri değiştirmekle yükümlü olduğu fikrindeyim. Bunun en iyi yolu da mizah.
Öte yandan yazmak benim için yaşamak demek. En sevdiğim duygu sevinç olunca da, eğlenceli şeyler ruh rengimle daha çok uyum sağlıyor, kalemin mürekkebini o tarz bir yaşamak algısından çekmek istiyor. Ama tek bir cümleyle de yanıtlayabilirdim aslında bu soruyu: Ben mutluluğa yetenekli bir insanım.

İçinde "canavar" olan bir hikâye sizce ebeveynleri endişelendirmez mi? Günümüz ebeveynleri olarak -malum- her şeyden nem kapar olduk :) Aslında bu hikâyede canavar da çocuktan korkuyor. Herkes "gerçekte olan"dan değil de "kendi zihninde yarattığı imge"den korkuyor diyebilir miyiz? 
Tam olarak öyle.
Çocukken kışları ablamla soba yanan tek odadaki divanda birbirimize sokularak yatardık. O zamanlar hemen her evde ağaç gibi dallanan ve pek çok halkanın saksıları taşıdığı demir düzenekler vardı. Gece onun gölgesini canavara benzetirdik. Kurduğumuz oyuna göre ışığı açınca canavar yok olurdu. Yorganın her noktasını üzerimize kapadığımızda ise içeri giremezdi. İşin garip yanı, korkardık ama karanlıkta sürekli biçim değiştiren canavarlarla çok da haz verici bir oyundu.
İnsan zihninde canavarlar yaratmaya alışık. Karanlık korkusu ise göremediğinin yerine korkutucu şeyler koymakla başlıyor. Yani aslında korktuğun karanlık değil, kendi zihnin. Öyleyse o karanlığı bir sinema perdesi gibi istediğin türde, büyüleyici, hoş, eğlenceli şeylere zemin olması için de kullanabilirsin. Ki ben sanırım senaryo yazarlığına, çocukken divanın altındaki karanlığa sığınıp orada kendi filmlerimi çekmekle başladım. Gündüz divan altında çekilen filmlerde canavar olmazdı. Ama hayatım boyunca zihnime toplumun yerleştirdiği canavarlarla boğuştum. Bazılarıyla da arkadaş oldum.

“Dolapta kim var?” okul öncesi ve 1. 2. sınıflar için yazılmış bir kitap. Çocuk, zihninde yarattığı canavardan korkmakla kalmıyor, onu kendi kusurlarını, örneğin odasını toplamaktaki tembelliğini örtbas etmek, suçu birine atıp rahatlamak için de kullanıyor. Çocuk canavarı görünce “Ay, bir canavar!” diye çığlığı basıyor. Canavarsa “Ay bir çocuk, hem de çok korkunç!” diye bağırıyor. (Ki ben bu sahneye çok gülüyorum.) Böylece canavar ya da öteki diye bir kalıbın içine koyduğumuz ve o kalıbı boyayıp dururken içinde ne var diye bakmadıklarımızla söyleşmenin kapısı açılıyor.
Birine “düşman” dediğimizde, o yalnızca “düşman”dır. Ne onun kim olduğunu düşünürüz, ne de haklı olup olmadığını. Ben bu kitapta korku oyunlarını, önyargılarını, ötekileştirmeyi bırakıp diyalog yolunu açmanın hoşluklarını gösterme istedim.
Aynı şekilde “Benim Adım On Üç” de, On Üç adında, merdiven altında doğmuş bir kara kedinin ötekileştirmeye, önyargılara ve batıl inançlara karşı kendini ifade etmesini konu ediniyordu.
Çocuklar her iki kitabın mesajını da gayet iyi algıladı. Büyüklere gelince, onlar gerçekten korkutucu ve zalim canavarlar yaratıp saldılar bu dünyaya. Eğer bunca insanın katline sebep olan o canavarlardan korkmuyor, bunlara karşı mücadelede yer almıyorlarsa, kel kafasına diş fırçaları saplayarak süslenen bir canavarı korkutucu bulmaları komik olur. Traji-komik elbette.
Oysa hangi canavarı geldiği çamura gömeceğin, hangisine karşı ortak mücadele içine gireceğin, hangisinin bireyin özgürleşmemesi için uydurulmuş olduğunu gördüğün anda onu koluna takıp gezeceğin, şu yaşadığımız ortamda çok daha fazla önem kazandı. Canavarlarla ilişkimizi gözden geçirmeyi ihmal etmemiz, çocuklara devredecek karanlığı büyütecek diye düşünüyorum.

Neredeyse tüm kitaplarınızın çizeri farklı isimler. Çizim ve hikâye bir bütün olduğunda çok daha güzel oluyor. Yazar olarak hikâyelerin çizimlerinin nasıl olacağına dair fikir belirtme şansınız oluyor mu yoksa kitap tamamlandığında çizimler size de sürpriz mi oluyor?
Bazen öyle, bazen hayır. İkisinin de farklı kolaylıkları ve zorlukları var. Türkiye’de çocuk yayıncılığının en can alıcı sorunlarından biri, yayın ekibindeki eksiklikler. Yeterince iyi, bu alanda uzman editörün, yayın koordinatörünün ve ressamın olmayışı, bazen bunaltıcı olabiliyor.
Elbette örneğin Mustafa Delioğlu gibi metni çok iyi okuyan, yorumlayan ve insana hiçbir sıkıntı yaşatmayan, usta ressamlarla çalışmak huzur verici ve çok da kolay. Ama alana yeni ressamlar da katılmalı. Ben bunun için çok çaba harcadım. Resim editörlüğünü yaptığım kitaplar oldu ki, bir kitabın resimlenmesi için harcadığım zaman ve emekle rahatlıkla iki üç kitap yazardım. Yeni ressamlarda temel sorunlar şunlar: Kitap okumamaları, bu nedenle resimleyecekleri kitapları da doğru algılamamaları, iş etiğinden yoksunluğun yarattığı akıl almaz aksaklıklar,  kayıplar, kibir, kapris ve coşkunun kitaba değil, yalnızca bu kitabı ben resimledim demenin ya da kazanılacak paranın hesabına yönelik olması.
Durum o kadar feci ki bir ressamın şunu söylediğine şahit oldum: “Ya internetin, sinemanın bu kadar geliştiği bir zamanda, kitap okumak artık çok lüzumsuz, çağdışı bir şey.” Cahillerden daha katlanılmaz bir şey varsa, o da cahilliğiyle böbürlenenler.
Yeni ressamların alana girmesi için doğrusu ya elimden geleni ardıma koymadım. Ama örneğin bir yıl önce dördüncü kitabının basılması gereken seri, ressamının iş ahlâkından yoksun olması nedeniyle ilk kitapta kaldı. Ben de artık enerjimi en azından bir süreliğine yeni ressamlara destek olmakla perişan etmeyip kitaplarımı profesyonel editörün gözetiminde, profesyonel ressamlara bırakma yolunu seçtim. Ama içimde hep yeni, genç, alanda kalıcı olacak ressamlara olan özlemle ve tabii umutla.

Eldivenlerinin sol tekini kaybeden Moli'nin hikâyesindeki fare gibi ince düşünceli ve tatlı bir arkadaşım olsun isterdim açıkçası. Bu hikâyede yer alan eldiven ağacı yoksa gerçek mi?
Moli’nin hayatında gerçek. Şimdi bu sorunun açtığı zihin patikasında benim hayatımda da –Moli’ninkinden farklı olsa da- böyle bir eldiven ağacı olduğunu anlıyorum. Biz, tek eldivenini kaybetmiş ya da o eldiven olup eşini bulamamış insanların yoksunluk duygusuyla büyüdük. Ama çok şükür ki dostlarım ve etkinliklerde bana olağanüstü duygular yaşatan çocuklar, benim için bir eldiven ağacı oldu. Farklı yerlerde örülmüş, bazen kaybolmuş, bazen açığa çıkmış, kimi zaman kaçan ilmeğine üzülmüş ama sonra o kaçan ilmeklerin açtığı patikaların güzelliğini fark etmiş eldivenler benim ağacımda birleşti. Ne zaman kedere kapılsam, o gülücüklerle dolu eldiven ağacının altına uzanırım. Bir de rüzgâr çağırırım ki eldivenler salınsın ve bana hayatta şükran duyacağım ne çok şey olduğunu hatırlatsın.

İtiraf etmem gerek, benim favori kitabım "Büyüklerle Dalga Geçme Dersleri". Çok hazır cevap biri olmadığım için biri bana bir şey söylediğinde sadece gülümseyip geçerdim ama söyleyeceklerim boğazımda düğümlenirdi; bu kitaptan sonra ise farkında bile olmadan dilimden dökülmeye başladılar :) Farklı, akla çok kolay gelmeyecek tarzda olan bu kitabın özel bir yazılış hikâyesi ya da sebebi var mı?
Ben çocukken bir defter tutardım: Büyüyünce yapmayacağım şeyler. Çevremdeki yetişkinler çocukluklarından söz ederken deli olduklarını söylediklerini neden şimdi çocuk olanlara yapıyor anlamazdım. Onlar gibi bir yetişkin olmaktan ve bir gün çocukları anlamamaktan korktuğum, ayrıca bir gün mutlaka çocuk haklarıyla ilgili bir şey yapmak istediğim için tutardım bu defteri. O defter sonra ne oldu hatırlamıyorum ama sözümü hiç unutmadım.
Tüm kitaplarımın içinde çocukken zihnime kazıdıklarımı en çok Büyüklerle Dalga Geçme Dersleri taşır. Tabii yalnızca bir tek kişinin çocuk geçmişine dayanmak doğru olmazdı. O nedenle kitaptaki konuların bir kısmını, yetişkinler ve çocuklar arasında yaptığım anketler sonucunda seçtim. Farklı kuşaklardan farklı sosyal kesimlerden insanlar aynı yerlerde incitilmişti. Ben de bu zincirin en iyi çocukluk zamanında algıların açılmasıyla kırılabileceğini düşündüm. Aslında işlenen konular ağır, kederli bir dille de işlenebilecek şeyler. İstense, zırıl zırıl ağlatır her bir başlık. Ama o zaman ağladığımızla kalırız. Buradaki meseleler zaten fazlasıyla ağır zaten, bir de hicranı eklemek doğru değil bence. Oysa asıl ihtiyacımız olan, bunlara sebep olan toplumsal öğretileri kavramak ve onları değiştirmek. Bunun için de enerjiye ihtiyaç var. Yani mizah çok iyi ve doğru bir zemin. Öte yandan aslında bizi yara bere içinde bırakan tüm bu işleyiş gerçekten de o kadar saçma, o kadar komik ki. Bu saçmalığı fark edemediğimiz için bizi ağlatan bir hayata sürüklenmişiz. O ağlamalar hiçbir işimize yaramamış. E bari bir de gülmeyi deneyelim, değil mi ama?
“Orantısız güç kullanımı” yetişkinler ve çocuklar arasındaki ilişki için de doğru. O nedenle çocuğun gücü baskılanıyor, dilimizdeki lafları yutuyoruz ve onlar içimizde bir yerde kalıyor. Yetişkinler de çocukluk acılarını hâlâ dillendirmiyor mu? Ama işte çözümsüzlük de burada zaten. Acılardan söz edip durmak yerine, onları değiştirmek için eyleme geçmemek. Tabii insanın önce kendi acılarını yıkması lazım ki söz dilde kıvranıp kalmasın.

Gölgesini kaybeden Hacivat ve Karagöz ile klasik tarzda bir anlatım yerine eğlenceli bir "gülmece" okuyoruz. "Hacivat ve Karagöz bir gün yola çıktılar ve yolda gölgelerini kaybettiler" diye başlayan bir cümle yerine kendimizi bir anda gölgenin peşinde ve hikayenin tam içinde buluyoruz. Bu tarz ile okuma kültüründe pasif okuyuculuktan çıkıyoruz diyebilir miyiz?
Ben özellikle çocuk edebiyatında birlikte yola çıkılıp yaşanan maceralardan hoşlanıyorum. Öte yandan Karagöz ve Hacivat zaten “biz” anlamına geliyor. Bizim derdimizi anlattığımız, bizim mizahımızı yarattığımız ve bizimle değişen bir kültürel miras. Gerçi gelenekten alınan öğeler için tutucu bir anlayış söz konusu nedense. Zamanı durdurma çabası, edebi zevklerin önüne geçiyor. Oysa bence, değişip gelişmekten mahrum ettiğin şeyi ölüme mahkûm ediyorsun demektir. O nedenle ben Karagöz ve Hacivat’ı modern bir öykülemeyle, bugünün çocuklarına uygun bir macerayla anlatmak istedim. İlk kitap olan “Karagöz’ün Gölgesini Kim Çaldı?”nın ardından gelen “Eyvah, Gölgeler Değişiyor!” ise tutkuyla bağlı olduğum masal kültürünü de metne sızdırma amacıyla birleşti.

"Sakız Çiğneyen Kedi" kitabında çok güzel şiirler var. Ama ilgimi en çok "kedilerden korkanlara" şiiri çekti. Uzun yıllar kedi fobisiyleyaşayıp sonra hayatıma Lokum Hanım'ı alınca kedilerin hiç de korkulacak biryanı olmadıklarını görmüştüm. 
"İşte şimdi sen de oldun bir kedi/ Söylesene, korkunç buldun mu kendini?" Kitaplarınızda kediler sıklıkla yer alınca merak ettim, kedilerle olan diyalogunuz nereden geliyor? 
Oldum olası kedileri ve kargaları çok severim. Kediler içimi ısıtır, kargalara ise büyük hayranlığım var. O şiirlerde –şu anda beni tek koluyla kaldıracak kadar büyümüş olan yeğenim Derin Deniz’in ve onun kedileriyle köpeği Yulaf’ın etkisi ağırlıkta. Çocukken şöyle demişti: “Bunları sen yazıyor olabilirsin ama ilhamını benden aldığını unutma!” Yıllar sonra şiirler kitaplaştığında ne kadar haklı olduğunu gördüm.

Çocuk edebiyatında unutamadığınız, sizi çok etkileyen, dönüp dönüp yine okuduğunuz kitaplar hangileri?
Heidi’ye olan hayranlığım hiçbir şeyle karşılaştırılamaz.

Son zamanlarda okurken sizi çok eğlendiren, güldüren kitaplar var mı?
Rodari bazen beni çok güldürüyor. Ama en çok okul öncesi kitaplarını seviyor ve onlarla gülüyorum.
Semih Erelvanlı’nın -çocuk kitapları olmasa da çocuk karakterlerinin çok güçlü olduğu- öykü kitabı Bebek Arabasında Ayvalar’da beni kırk kere de okusam kahkahadan yerlere yıkan öyküler var. Özellikle Çişli Ayşe ve Arkadaşları’na çok gülüyorum. Bazı öyküleri ise fena ağlatıyor. Aynı şekilde onun minimal öykü kitabı Tahtakurularının Evreni de çok güldürüp çok ağlatıyor beni.
Belki çok gülmediğim, hatta fena ağladığım çocukları konu edinen hitlerimi de paylaşmak isterim. Çünkü çok aşığım bu kitaplara:
Bir Avuç Yıldız, Rafik Schami
Bülbülü Öldürmek, Harper Lee
Uçurtma Avcıları, Khalid Hüseyni

Çocuklar için yazdığınız kitaplarda kullandığınız dile daha mı çok dikkat ediyorsunuz ya da böyle bir ayrım yapmak doğru mu?
Edebiyat, edebiyattır ve yazdığın her şeye karşı sorumlusundur. Yalnızca her bir alanda dikkatin biçimi değişiyor.

Klasik masallarda bulunan birçok ögenin çocuklar için uygun olmadığı konusunda verdiğiniz çok güzel örnekler var, “Pamuk Prenses” masalı gibi. Son dönemde yazılan çağdaş masallar hakkında ve bu masallardaki “toplumsal cinsiyet”in işlenişi ile ilgili ne düşünüyorsunuz?
Masallar ve Toplumsal Cinsiyet’te eleştirdiğim masallar klasik masallardı. Taklitleri de öncüleri gibi aynı ileti sorunlarını yaşıyor ama onlardaki lezzet de yok. Öte yandan harika modern masallar ve masal ögelerini çok başarılı kullanan, tuzaklara düşmediği gibi gözbağlarını açan kitaplar da var.

Tamamlanmak üzere olan projelerden minik tüyolar alabilir miyim? ("Büyüklerle Dalga Geçme Dersleri" kitabının ikincisi çıksa diye heyecanlanıyorum mesela ben :)
Ama Büyüklere Mektuplar çıktı. Tamam, bu kitap o kadar da mizaha yaslanmıyor ama benzer sorunlara farklı bir yerden bakıyor. Büyüklerle Dalga Geçme Dersleri’nin ikincisini ise umarım yazmam. İlki geçmişte ve bugün yaşanan sorunları konu ediniyordu. Gelecekte çocukların başına sarmaya yeni dertler icat edilirse, yazarım. Ki bunun fikri bile çok üzücü.
Gelelim, şu anda tezgâhta olanlara. Son günlerde harıl harıl düzeltme yapıp duruyorum. Şiir masallar ve yetişkinler için bir şiir kitabı yayına hazırlanıyor. Bir de muzip bir karşı masal serisi var. Ayrıca çocuklar için şiir ve masal kılavuzları.

Yazma rutininiz var mı? Roald Dahl gibi minik bir kulübede sarı bloknotlarınıza kurşun kalemle mi yazıyorsunuz yoksa :)
Yazmaya sekiz yaşımda başladım ve birkaç yıl öncesine kadar tatiller dâhil çalışmadığım tek bir gün olmadı. Ama öyle minik kulübe gibi bir şansım hiç olmadı. Onun için her zaman, her yerde çalışabilmeyi öğrendim. Şu anda çatlamış serçe parmağıma, bandajdan çıkar çıkmaz üstüne komik bir resim yapma sözü verip, ayağımı masanın üzerine atarak yazıyorum. Aklım da hep ona gidiyor. Sanki bir şey söyleyecek gibi, canı gıdıklanmak istiyor gibi… Yazık diyorum, kalem tutamaz, bilgisayar tuşlarına basamaz. İleride ayak serçe parmaklarının da yazı yazabileceği bir çalışma bahçesi yapacağım.

Teknoloji çağında olmayı ve bir şeyleri çabucak tüketmeyi sevmiyorum (ne yazık ki) ancak yine teknoloji çağında olup yazılarını/kitaplarını çok sevdiğim yazarlarla tanışma fırsatım olduğuna da seviniyorum (neyse ki) Söyleşiye katıldığınız ve gül(dür)me tozu yutup yutmadığınız merakınızdan beni kurtardığınız için çok teşekkür ederim J
Ben teşekkür ederim. Çünkü sorularınızda müthiş bir enerji, içtenlik ve samimiyet vardı. Bu nedenle de çok zevk aldım. Serçe parmağımdan herkese selamlar…
                                                                                 ***

Bu söyleşiyi öncelikle mail üzerinden yaptık, çünkü ben Melek Hanım'ın Ankara'da yaşadığını bilmiyordum. Derken bir gün buluştuk ve sohbet etme şansımız oldu. Orada konuştuğumuz şeyleri düşününce bu söyleşi biraz "az bile" kaldı :) Birlikte geçirdiğimiz yaklaşık 4 saatin sonunda ayaklarımın yerden kesildiğini yanlış metroya bindiğimde fark ettim. O kadar "masal gibi" geçmişti ki o saatler, hayatım boyunca hep hatırlayacağım.
Sorduğum sorulara uzun uzun emek vererek yazan bu tatlı yazar peki kitapları haricinde "nasıl biri?" derseniz;

Balık ekmek seven, kahvesini az şekerli içen, kedilerle sohbet eden, karga görebilmek için kalbi atan, devamlı olarak gülümseyen (kendisi gülmese gözlerinin içi muziplikle gülen), son derece mütevazi, konuşması şiir gibi gelen, "koşma düşersin" laflarına aldırmadan içindeki çocuğu besleyen tatlı mı tatlı biri.
Kahvemizi içerken Melek Hanım'ın arkasındaki büyük rüzgar gülünün akşam güneşinde salınışını hiç unutamayacağım. (öncesi de burada)
                                                                             ***
Kocaeli kitap fuarında tanıştıkları Saliha, Melek Hanım'ın sıcakkanlı tavrını çok sevdiğini  ve ona bu çizimle sürpriz yapmak istediğini söyledi :) (Annesi Feride'ye sevgilerimle)

"Bu kitap öyle tatlı ki içim sevinçle doluyor."

                                                                                       ***
6 Aralık 2015 Pazar akşamına kadar "Ben çocukken..."cümlesinin devamını yazan 1 kişiye imzalı "Büyüklerle Dalga Geçme Dersleri" kitabı Elif'in minnak ellerinin çekeceği çekilişle gidecek, ben de yanına 1 mektup koyacağım :)




"Daha dünkü çocuksun...

Bugün de çocuğum, ne hoş değil mi?"

*20 Kasım "Dünya Çocuk Hakları Günü"nüz kutlu olsun, büyüklerle dalga geçmeyi unutmayın :)
** Önceki "1 Kitap 1 Mektup" etkinlikleri de tam olarak burada :)
Devamını oku »

14 Eylül 2015 Pazartesi

1 Kitap 1 Mektup : İpek Şoran ile Vahşi Şeyler Ülkesindeyiz:)

Bir kitap okuyucuya ulaşana kadar hangi aşamalardan geçer; mutfaktaki hazırlık, pişirme ve sunum ile kimler ilgilenir hep merak etmişimdir. 
Bir yayın koordinatörünün masası hep dolu mudur, en sevdiği kırmızı dolmakalemini neden kaybeder ve nasıl bulur, kafasının üzerinde uçan Peter Pan sayesinde mi harika çocuk kitaplarını keşfeder ve onları yayına hazırlar?
Tam olarak bu özelliklere sahip birini tanıdığımı fark ettim, Can Çocuk yayınlarının "Yayın Koordinatörü" sevgili İpek Şoran'ı.
Max ile "Vahşi Şeyler Ülkesi"ne gitmeden önce bu söyleşiyi okumanızı tavsiye ederim, sizi hapur hupur yenmekten kurtaracak bilgiler verebilir İpek :)

İpek Merhaba,
İlk soru, benim  çok merak ettiğim bir soru aslında; en sevdiğin çocuk kitabı hangisi? (1 tane seçmek zor olacaksa, favorilerini de yazabilirsin.)
En sevdiğim çocuk kitabı... Çok zor bir soru benim için. Aslında Tolkien’in Hobbit’i çocuklar için yazdığı düşünülürse elbette Hobbit! Fakat bu soruyla ne zaman karşılaşsam aklıma ilk olarak Peter Pan geldiğine göre, evet, en sevdiğim çocuk kitabı Peter Pan ile Wendy.

Çocuk kitaplarının dünyasına çocukken girebilen şanslı azınlıktan mısın yoksa büyüdükçe mi çocuk kitaplarını keşfettin?   
Kendimi bildim bileli kitaplarla aram hep iyi oldu, biz küçükken şimdiki çocuklar gibi şanslı değildik elbette. Ben sık sık kütüphaneye gittiğimi hatırlıyorum ama yine de, ben de büyüdükçe keşfettim çocuk kitaplarını...
"Yayın koordinatörü" olmak demek kitabın mutfağında yer alıp her türlü aşamasına tanıklık etmek demek olsa gerek. Peki sence bu avantajlı bir şey mi yoksa "yeni kitap" heyecanı yaşayamadığın için dezavantajlı mı?

Yayın koordinatörü olmak aslında hem şans, hem de değil... Bir yandan, senin de söylediğin gibi, işin her aşamasına dahil oluyorsun, özellikle de meraklı biriysen, aslında yayın koordinatörlüğü yayıncılık sektöründe bulunmaz bir iş! Bazen, özellikle fuar vs gibi belirli dönemlerde, kitabın mutlaka yayınlanması gereken bir tarih varsa onu tutturmak için kitabın heyecanına tam ortak olamayabiliyorsun. Çok gariptir ki, bir kitabın yayınlanış süreci ne kadar stresli olursa olsun, kitap matbaadan gelip de o “yeni kitap” kokusu etrafa yayılıp sayfalar çevrilmeye başlanınca her şeyi unutuyor insan.
Yayın koordinatörü olarak çalışmak, mutfaktaki hangi işleri kapsıyor? Yemeğin hazırlanması, pişirilmesi ve sunumun tamamı sana mı ait?
Yayın koordinatörünün temel görevi kitapların doğru bir şekilde ve zamanında yayınlanmasını sağlamaktır. Bunu sağlamak için de kitabın yayına hazırlığı, üretilmesi ve tanıtılmasında rol alan birçok insan (genel yayın yönetmeni, editör, düzeltmen, çevirmen, çizer, grafik, üretim ve satış departmanları) arasındaki iletişimi ve iş akışını sağlar. Bu eğlencesiz tanımı geçersek, evet, tüm aşamaların koordinasyonunu sağlamak tüm aşamalara dahil olmak, hepsinde fikir belirtmek demek, yani ekip çalışmasının lokomotifi olmak...

İş dışı okuduğun kitaplara sadece "okuyucu" gözüyle bakabiliyor musun yoksa okuduğun kitaplarda düzelti yapmaya, notlar almaya devam ediyor musun?
Yayıncılık sektöründe değilken de bu konuda “hassas” bir okuyucuydum. Öyle devam ediyor hâlâ... Şimdi de meslek hastalığı gibi bir şeye dönüştü. Yayıncılık sektöründe çalışan tüm arkadaşlarımda var bu huy. Ama şu da var, belki biz bu konuda “hassas” okuyucular kadar “hassas” olmayıp, bir noktada empati de yapabiliyoruz. Elbette tamamen editoryal bir süreçten geçmemiş bir metinden bahsetmiyorum...


Roald Dahl ve Kumkurdu ile nasıl tanıştın? Bu kitaplarda seni en çok etkileyen ne oldu?
Roald Dahl ile 2005’te Tim Burton’ın yönetmenliğini üstlendiği Charlie’nin Çikolata Fabrikası’nı izleyerek tanıştım. Bir gün Roald Dahl’ın bütün kitaplarıyla iş olarak haşır neşir olacağımı nereden bilebilirdim? : )

"Keşke Türkçeye çevrilse" dediğin kitaplar var mı?
Off, hem de çok! İlk aklıma gelenler Oliver Jeffers’ın yazıp & resimlediği kitapları. Bir de Sendak’ın diğer kitapları [ki 2016’da yayınlamak üzere hazırlık yaptığımızın müjdesini verebilirim buradan] ile Crockett Johnson’lar var... Aa, bir de Colin Meloy & Carson Ellis’in Wildwood serisi...


Biz çocukken sanki daha çok bize parmak sallayan kitaplar vardı ama şimdi okuduğum kitaplar çocukları lunaparka davet ediyor. Sence arada ne değişti?
Daha az yayınlanıyor belki ama öyle kitaplar hâlâ var. Öte yandan, hayal gücünü yücelten kitapların değeri anlaşıldı diye düşünüyorum, dolayısıyla bu tarz kitapların yanında sıkıcı, ders verme kaygısı güden kitaplara ilgi de azaldı belki...

Yayın sürecinde olmaktan çok mutluluk duyduğun birkaç kitaptan bahsedebilir misin?
Bunlardan bir tanesi Vahşi Şeyler Ülkesinde... Zaten çok sevdiğim bir kitabın Türkçeye kazandırılması [hem de çok sevgili Celâl Üster’in çevirisiyle] sürecine dahil olmak, kitapları seven herkesin başına gelmesini isteyeceğim bir duygu. İtiraf etmem gerekirse, yayına hazırlık sürecinde en çok zorlandığımız kitaplardan biri de bu oldu... Sendak Estate’le her aşamada fikir birliğine vararak ilerledik, bu da süreci biraz yavaşlattı. Bu kitap için kaç kez matbaa yollarına düştüğümüzü hatırlamıyorum bile, başında bekledik resmen. Ama basılan ilk sayfaları, kapağını gördüm ya, o akşam rahat uyudum.


Bir diğeri ise Charlie’nin Çikolata Fabrikası’nın üç boyutlu kitabı. Hiç unutmuyorum, bu kitap diğer ülkelerinkiyle aynı anda baskıya girecekti Çin’de ve bize kitabı hazırlamamız için yaklaşık 1 hafta gibi bir süre vermişlerdi. O hafta sürekli kar yağdı, biz de karanlığa kalmamak için öğleden sonraları tatil oluyorduk. Kitabı bitirmek için zamanla yarıştık. Sonra kitap elimize güneşli bir yaz günü ulaştı, sevincimizi görmeliydin!

Bu yıl, Exupéry'nin ölümünün üzerinden 70 yıl geçmesiyle birlikte Küçük Prens'in hakları serbest kalınca bir Küçük Prens furyasıdır aldı başını gitti... Yine de, Erdal Öz'ün elyazısıyla aldığı notlarının üzerinden giderek Küçük Prens'in Cemal Süreya & Tomris Uyar çevirisini yeniden okurlarla buluşturmak benim ve yayında emeği geçen herkes için gurur vericiydi.


Delal Arya’nın Pera Günlükleri’nin ilk kitabının yayına hazırlanışı da çok güzel bir anı benim için. Bana kitabın Word dosyasını gönderdiği günü hatırlıyorum, sonra kitabın matbaadan geldiği günü... Resmen bir bebeğin dünyaya gelişine tanık olmak gibi bir duygu. Delal, harika bir yazar, onun hayal dünyasıyla çocukken tanışmış olmayı çok isterdim. Şimdi, yeğenlerim Nil & Doğa büyüsün de Delal’in kitaplarını okusunlar diye heyecanlanıyorum.

İş yerinde bir günün nasıl geçiyor? Çalışma masandaki evrak yığınından dolayı arkadaşların seni göremez hale geliyor musun :)
Genel olarak keyifli bir çalışma ortamımız var, bu anlamda çok şanslıyım sanırım. Fuar ve katalog hazırlama dönemleri hariç gayet sakin, sessiz ve rahat geçiyor günler. Sabah kahvemizi çayımızı alıp işlerimize gömülüyoruz. Küçük aralar verip sohbetler ediyoruz; çizerler, yazarlar, çevirmenler gelip gidiyor yayınevine, onlarla görüşmelerimiz de çoğunlukla çok eğlenceli ve iş ortamından ziyade arkadaş sohbeti gibi oluyor.


Aaa, sorunun bu kısmında biraz hava atacağım! Masamda hiçbir zaman evrak & kitap yığını olmuyor, çünkü ben tam bir Başak burcuyum : )

Kırtasiyeyi çok sevdiğini duymuştum. Özellikle koleksiyonunu yaptığın bir obje, olmazsa olmaz bir kalemin gibi alışkanlıkların var mı?
Ah, evet. Bayılıyorum kırtasiye malzemelerine, kırtasiye gezmeye. Özellikle koleksiyonunu yaptığım bir şey yok, ama daha çok sade & eski moda şeyler hoşuma gidiyor. Sürekli kaybolup kaybolup bana geri dönen kırmızı bir Lamy dolmakalemim var; kaybolmadığı zamanlarda onu kullanmayı tercih ediyorum : )

Türkiye ve yurt dışındaki çocuk edebiyatını genel hatlarıyla kıyaslayacak olursak, sence ne durumdayız? Önümüzde daha uzun bir yol var mı yoksa genç yazarlarla beraber bu "yol" biraz daha kısaldı mı?
Bunu söylediğim için üzgünüm ama önümüzde hâlâ uzun bir yol var. Bu yıl katıldığım, İsveç çocuk edebiyatının dünü ve bugününü anlatan bir sempozyumda anladım ki, İsveçlilerin 35-40 yıl önce yayınladığı kitapları bugün bile basmak isteyen bir yayıncı bulmak zor. Bir de okul satışları kaygısı çocuk edebiyatına zarar veriyor; bu kaygı güdülmeden daha cesur davranılmalı...

Senin gözünde “iyi” bir çocuk kitabının olmazsa olmazında neler var? (hikaye, çizimler, dilin yapısı vs.)
Söylediklerinin hepsi... İyi kurgu, iyi yazılmış olması, iyi resimler, iyi kâğıt seçimi, iyi tasarım... Benim beğenimi bunların hepsi etkiliyor açıkçası. Yani iyi yazılmış bir kitabın resimleri iyi değilse, ona “iyi” bir çocuk kitabı diyemem; ya da tam tersi... Ya da iyi yazılmış bir kitap, iyi de resimlenmiş ama tasarımı berbat... Üzgünüm ama o da yeterince “iyi” bir çocuk kitabı olamaz benim gözümde. Çocukların beğenisini, estetik duygusunu azımsamamalıyız.

“Keşke ben yazsaydım ya da yayına hazırlasaydım” dediğin bir çocuk kitabı var mı?
Hobbit, Peter Pan ile Wendy, Oliver Jeffers kitapları, Vahşi Şeyler Ülkesinde’yi saymazsam : ) Pıtırcık’ın tüm kitapları, Pippi Uzunçorap, Martıya Uçmayı Öğreten Kedi, Ayıcık Ernest ile Farecik Célestine'inRomanı, Bütün Gün Esneyen Prenses, Bekçi Amos’un Hastalandığı Gün, Canını En Çok Ne Yakar...



Katıldığın için çok teşekkür ederim, harika yeni kitap haberlerini bekliyor olacağım(z) :)
Asıl ben sana çok teşekkür ederim!
  

Sevgili İpek, söyleşinin bundan sonraki kısmı sana doğum günü sürprizi :) 
                                                                             ***
"Sevgili Gözde, pek tatlı kardeşinle minik bir söyleşi yaptım ve çocuk kitaplarından bahsedip neşelendik. Ama aklıma geldi de, birlikte büyüdüğünüze göre İpek'in kitaplarla olan ilişkisini, yeğenleri Nil ve Doğa ile çocuk kitapları iletişimini senden iyi kimse bilemez. Bu bölüm İpek'e sürpriz olsun, bize biraz İpek'in kitap ve kırtasiye sevgisinden söz edebilir misin?"
Evet, İpek'le birlikte büyüdük, eğer İpek'siz büyüseydim, şu anki ben olmazdım, biliyorum. Kitap sevgimin (her ne kadar, istediğim çoklukta okuyamasam da) büyük bölümü, inanıyorum ki, İpek'le birlikte büyümekten kaynaklanıyor. Onun kitaplarla ilişkisi her zaman farklıydı. Kitap okurken, önündeki kitapla bütünleşir, benden tamamen kopardı. İyi yazardan ve kitabın iyisinden anlardı. Hiçbir zaman elinde korsan kitap görmedim. O dönemleri düşünüyorum da, sanırım İpek'in Murathan Mungan sevgisinden bahsetmemek olmaz. Ne kadar çok zaman ayırmıştı Murathan 95'i bulabilmek için. Ne kadar çok sahaf gezmişti. Bulmuştu tabii ki sonunda. Dünyası kitaplardan oluşurdu demek hiç yanlış olmaz.



Maalesef Nil ve Doğa teyzelerinden ayrı büyüyorlar. Çocuklarımın okuma sevgisi ile büyümelerini ve kitapların hayatlarında büyük yer kaplamasını her şeyden çok isterdim. Bu anlamda İpek bana daha doğrusu bize çok destek oluyor. İpek olmasa, ben şu anki ben olmaz, çocuk kitaplarına ilgim eminim ki şimdikinden çok daha az olurdu. Dolayısıyla İpek fiziksel olarak bizden uzak olsa da, senede 1-2 kez Nil ve Doğa ile bir araya gelebilse de, manevi desteği hep bizimle birlikte ve çocukların kitaplığının tamamını hemen hemen teyzelerinin aldığı kitaplar oluşturuyor. Kitapçılarda gezerken Nil hemen Can Çocuk'un kitaplarını alıyor eline, her birinin kapağını açıp Dadi'sinin (Teyzesinin) İsmin gururla buluyor, bana gösteriyor... Çok mutlu oluyor, ben de çok mutlu oluyorum Geçenlerde Kumkurdu'nun 3ü bir yerde basımını bana, büyüyünce çocuklara devredilmek üzere hediye etti. Kendinde şu an yok yani. Kaç kez ‘Emin misin, istersen geri verebilirim.’ diye teklif ettim hatırlamıyorum. Kısaca İpek, Nil ve Doğa'nın kitaplarla büyümelerini çok önemsiyor...


Evet, kırtasiye sevgisi de yine kitap sevgisi gibi, çok küçük yaşlarından beri hiç azalmadan devam ediyor. Kırtasiye malzemelerine aşırı bir sevgisi oldu her zaman. O zamanlar fotoğraf çekmezdik tabii ki, şimdi kırtasiye malzemeleri, kalemlerini, minik not defterlerini güzel güzel sıralayıp, fotoğraflarını çekiyor ve bunlar resmen bir görsel şölen. Kardeşim diye demiyorum, gerçekten de, her zaman zevkliydi hala da öyle... Hatta benim bir mottom var:) 'İpeğin en çirkin şeyi, benim en güzel şeyimden daha güzeldir.'  :)) Onun her şeyi çok güzeldir, çünkü o benim minik İpekböceğim...
  


"Sevgili Banu, İpek'in çocuk kitapları (özellikle Roald Dahl) ve kırtasiye sevgisi hakkında sen neler söylemek istersin? Doğum günü armağanı olarak en güzel hediye hangi kitap olurdu sence İpek için :)"
Ooo çok zor sorular. Çünkü yanıtlarının ucu çok açık.
İpek'in kırtasiye sevgisi hakkında ne diyeyim ki. Kırtasiye sevgisi anlatılmaz yaşanır :) Sanırım empati yapabilirim bu konuda. Kırtasiye malzemelerinin endorfin arttırıcı etkisi olduğunu düşünüyorum. İnsan bir kere aldı mı dahasına sahip olmak istiyor. yeni alınmış ahşap kokulu bir kurşun kalemin gıcır bir defter üzerinde hışır hışır kayışını düşündüm de. İpekim anlıyorum ben seni!


Baskısı tükenmemiş olsa Daniel Pennac'ın Gulyabaniler Cenneti'ni ve devamı olan iki kitabı alırdım. Tekrar basıldı mı bilmiyorum. Rico ve Oscar kitaplarını da alabilirdim :)


Biz İpek'le Kumkurdu sayesinde tanıştık, onun ikram ettiği kumkurabiyelerinden yiyip sahil kenarında dans ederken (kafa üstü) çocuk kitapları hakkında konuşmaya başladık. Yedi Denizlerden geçip Vahşi Şeyler Ülkesine vardığımızda Max çoktan oradaydı. Yani ben tanışmamızı böyle hatırlıyorum. Sen ne dersin İpek?
"Roald Dahl'dan 1 gün küçüğüm ben" diyebilen birini, onun tatlı ablasını ve fotoğrafını öpmek istediğim bal yanak yeğenlerini bloguma misafir etmekten büyük mutluluk duydum.
"İYİ Kİ DOĞDUN İPEK, umarım kırmızı dolmakaleminle harika metinler yazarsın. Tamam kabul ediyorum, benim masam hep dağınık olduğu için seni de kitap dağının ardında hayal etmiştim ama o zaman başak burcu olduğunu bilmiyordum :) MUTLU YILLAR, kafanın üzerindeki Peter Pan'ı hiç kaybetme olur mu?"
                                                                              ***
Roald Dahl Okuma Şenliği kapsamında Matilda'yı yeniden okurken Matilda bana şunu fısıldadı: "Biliyor musun, "Matilda" olarak kitabın içine sığamıyorum, kitaptan ara sıra taşıyorum. Yakın çevrende hiç bana benzeyen, kitapları çok seven birini gördün mü?"
Bilmem ki,sizce görmüş olabilir miyim? Gözlüklü bir Matilda hem de!
                                                                             ***
4 Ekim 2015 Pazar akşamına kadar "En sevdiği çocuk kitabı"nı yazan 3 kişiye pek tatlı Matilda kitabı Elif'in minnak ellerinin çekeceği çekilişle gidecek, ben de yanlarına 1'er mektup koyacağım :)
*İnstagram hesabımda yapacağım duyurunun altına yorum yazanları da çekilişe dahil edeceğim. (Çekilişe katılmak için yorum bırakmak haricinde bir şey yapılmasına gerek yok :)
** "1 Kitap 1 Mektup" etkinliği ne acaba diyenler,önceki etkinliklere bakabilirler :)

Devamını oku »