Drop Down MenusCSS Drop Down MenuPure CSS Dropdown Menu




29 Eylül 2013 Pazar

Tanıştığım İnsanlardan Aklımda Kalanlar #1

Başına "1" koydum diye bunun bir seri olduğunu düşünmeyin... Sadece unutmak istemediklerimi buraya da yazmak istedim. Benim için duygusal bir anlamı olsa da niyetim karşılaştığım insanlar oldukları gibi anlatmak sadece.. Hani böyle insanlar da var diye. Elbette ki var. Hayat sadece bizim bakış açımızla ve bizim çevremizde dönmüyor ama değişik -bizim için- birşeylerle de karşılaşınca insan kendindeki duygu durumlarını bir daha gözden geçirebiliyor.
1. Kısacık saçlı, Siyah üstüne beyaz puantiyeli elbiseli gülümser teyze : Güler teyze :)
Gittiğimiz minicik tatilde etrafta yiyecek çok fazla seçenek olmadığından sadece 1 mekanı kendimize belirledik ve devamlı oraya gittik.(toplamda 4-5 kez gittik sanırım) 5-6 masası olan kendi halinde bir yer ama ev yapımı şeyleri var. Güler teyze de orada çalışıyor, garson aslında ama her işe koşturuyor ve en önemlisi hep şaşkın yalnız hep gülümsüyor. Arada soru sorma cesaretim oldu;hayatından ne kadar memnun olduğunu anlattı. Kafası hep dalgındı, aklından neler geçiriyordu bilmiyorum. Ama onu unutmama imkan yok :) Çünkü yaptığı işi gerçekten severek yapıyordu ve değer katıyordu. Ne güzel değil mi?

2. Futbol düşkünü iki kafadar: Yiğit ve Ali.
Biraz uzakça bir markete gitmiştik ve dönüşte heyecanlı bir çocuk (8 yaşlarında) yanımıza geldi ve rotamızı, onları da götürüp götüremeyeceğimizi sordu. Otobüsü kaçırmışlar. Biz de güldük, hadi atlayın dedik ama diğer çocuk (Yağız) ısrarla binmek istemedi. Ben otobüs bekleyeceğim dedi..Belli ki ailesi sıkı tembihlemişti,yabancıların arabasına binmeyin diye. Arkadaşı "hadi oğlum binsene bak iyi insanlara benziyorlar" falan diye ikna etti :) Kısa bir yolculuktan sonra evlerine kadar bırakmak istedik ama Yağız "ben köşede ineceğim" dedi. eve bırakalım dedik ama ürkütmek istemediğimizden ısrar etmeyip köşede indirdik onu. İki arkadaş belediyenin futbol takımındaymış..galiba ceza almışlar o yüzden geç çıkmışlar antrenmandan..otobüsü de kaçırmışlar,yoksa yürüyeceklermiş.. İkisini de unutamam..

3. Kapı Önü Piknikçileri
Geçenlerde bir yerden döndük ve apartman kapısının önünde iki çocuk oturmuş piknik yapıyorlardı. Biz de "afiyet olsun" dedik ama pek de bir şey kalmamıştı, her şeyi silip süpürmüşlerdi. Bize bakıp gülümsedi ve cipsin dibindeki kırıntıları ikram etti :) Halleri o kadar tatlıydı ki..Son ganimetlerini de bizimle paylaşmak istemeleri duygulandırdı beni :)

4. Kızı okusun diye her şeyi yapmaya hazır anne
Bir vasıtayla tanıştığımız bir ablaya çocukların kaçta,nerde okuyor diye sormuştum. Küçük oğlan 9 yaşındaymış,üçe gidiyormuş. Kızı lise bir olmuş, hatta daha dün 15. yaşını kutladık dedi. Sağlık kolejine vermişler, hemşirelik okuyormuş. Çok güzel dedim ben de , önü çok açık bir meslek, iyi yapmışsınız. Bir senden duydum dedi,iyi yaptığımı. Onun dışında herkes karşı çıkmış kızını kolejde okutmasına. O paraya git ev al demişler!!! O da evi her zaman alırım ama kızımın şimdi okuması lazım demiş herkese... Şimdi temizliğe gidiyormuş ama kızına "sen yeter ki oku, ben dilencilik de yaparım" demiş... Şaka falan da yapmıyordu hatta söylerken bile gözleri yaşardı. O ablanın bu cümlelerini de unutamam heralde.


Şimdilik 4 hikaye var aklımda kalan.
Gün içerisinde kimlerle nelerle karşılaşıyoruz ama gülüp geçiyoruz aklımızda kalmıyor.
Halbuki bazıları da hiç unutulmuyor...

Bunlar da öyle 1 hikaye :)

HERKESE MUTLU HAFTA SONLARI OLSUN, SONBAHARIN TADINI ÇIKARIN, KOZALAK TOPLAYIN :)
Devamını oku »

27 Eylül 2013 Cuma

1 Kitap 1 Mektup Etkinliğinde Şimdi Sefer Zamanı ve Hediye Kitap: Moby Dick :)

Sizleri bir süredir beklettiğimizi fark ettik. Ve etkinliğimize kaldığımız yerden devam edelim istedik.
"1 Kitap 1 Mektup" bu kez sefere çıktı ve uzak denizlere yol aldı :) Geri döndüğünde yanında kaptan da vardı. Biz de bulduk 1 Kaptan, kaçırmayalım dedik ve ona uzak denizleri sorduk :)

Kaynak. burada
Merhabalar Alper,
Sanırım ilk soru olarak neden “denizci” olmak istediğini sormamız gerekiyor çünkü hikayenin başlangıcı orası.
Aslında bu soru için tirajı komik bir cevabım var diyebilirim. Dinleyince siz de öyle olduğunu göreceksiniz. Henüz lise 2. sınıf öğrencisi iken arkadaş grubumuzla beraber dershaneleri geziyoruz, hangisi nereye öğrenci göndermiş onu tartıp, kayıt için karar vereceğiz. Malum sonraki yıl büyük final var, ÖYS’ye girilecek. Dershanenin birinde kantin duvarlarına kazandırdıkları öğrencilerin isim ve bölümlerini yazıp asmışlar, sıradan okuyoruz, tıplar mühendislikler var, bir de "İTÜ Güverte" yazmışlar. Benim için hiçbir şey ifade etmediğinden başladım makaraya almaya, ama arkadaşları nasıl güldürüyorum, yok efendim adı İTÜ olsun da isterse tüpçülük olsun, İTÜ’de okudum demek için insanlar ne bölümlere gidiyorlar, daha neler neler, çok iyi hatırlıyorum, abartısız bir saate yakın insanları güldürmüştüm.
Sonra aradan zaman geçti sınav yaklaştı, bir banka hesap açtırana meslek tercihler rehberi veriyor. Sıradan meslekleri ve iş alanlarını okuyorum. G harfinde Güverte var, anımsadım hemen insanları ne güldürdüğümü, neymiş diye daha bir dikkatli okudum. Güvertenin ne olduğunu bilmiyordum ama okuduğumdanda pek bir şey anlamamıştım, bir şey hariç; "Yatılı üniformalı bir okuldur, mezuniyetten sonra zorunlu hizmeti vardır (o yıllar içindi), mezunları gemilerde uzakyol vardiya zabiti olarak çalışır. Armatör şirketleri mezunların bir çoğu için zorunlu hizmet tazminatlarını ödeyerek yüksek ücretle gemilerinde çalışmaktadır" demekteydi. Bu açıklamada yüksek ücret hariç pek bir şey anlamamıştım. Armatör nedir, uzakyol vardiya zabiti ne demek. Sonra daha fazla hakkında okuyup daha fazla araştırınca fırsatların fazlaca olduğu bir sektör izlenimi bıraktı ve tercih ettim. Hani derler ya insan dalga geçip küçümsediği şey başına gelmeden ölmezmiş diye, bu tabir için iyi bir örneğim herhalde. Kısacası çocukluğumda babamla yelkenli turuna çıkardık, yaz tatillerinde kayıklardan teknelerden hiç ayrılmazdım veya deniz benim için bir zevk değil tutkuydu o yüzden tercih ettim diyebileceğim duygusal bir hikayem yok ne yazık ki. Ama gün sonu itibari ile, hem keyif hem de profesyonel hayat açısından alternatif zenginliği itibari ile girilebilecek en iyi sektöre girdiğimi görüyorum.

Kaynak: burada
Karadan ayrıldığın ilk seferde kendini nasıl hissettin? Sadece deniz görmek bir süre sonra tuhaf bir duruma dönüşmüyor mu?
İlk seferi unutmak mümkün değil. Bugün bile o günün heyecanı, seferin devamında yaşadığım hem motivasyon hem de sıkıntılar aklıma net bir şekilde geliyor. Acente botu ile boğazdan geçen bir konteyner gemisine katılmıştım. Varış saatine göre 6 saat gecikeceğinden botta uyumak zorunda kalmıştım, deniz hırçın hava sert, bot inanılmaz sallanıyor ve ben alışmaya çalışıyorum. Ama hiç kolay olmuyor. Kendimi gemi, bu botun 1000 kat büyüğü o sallanmaz diyorum. Ama sallantıya alışmak zor. Sonra ayrılıyoruz iskeleden ve boğaz girişinde demirde bekleyen gemime doğru gidiyoruz. Şeytan çarmıhından (İki halat arasına ağaç basamaklarla yapılan bordadan sarkıtılan merdiven) çıkarken biraz içim burkuluyor, meğer bu burkulma bir şey değilmiş. Demir alıpta pervaneye yol verilince kara gözünde bir perde arkasında gibi gözükmeye başladığında asıl anlıyorum yola yolculuğu özleme hasrete ait gerçekleri ve  asıl özlem saatlerini. Bu, kalbimin bir parçası. Diğer parçası heyecanlı. Ufukta ise pürüzsüz engin bir deniz var. Yeni heyecanlar ve maceralar var. Her şeyden önce sefer boyunca 5 ülke göreceğim. Beş medeniyet, beş lisan, beş ayrı dünya. Her biri için ayrı ayrı heyecanlıyım. Staj için çıktığım bu gemide bir gün ben de kaptan olacağım. Gemiyi ben yönetecek, kararları ben vereceğim. Birileri canını, başka birileri canı bildiklerini bana teslim etmiş olacak. Başka birileri gemisini, daha başkaları gemiden de kıymetli mallarının emanetçisi olacağım. Büyük iş. Bir üniversite öğrencisi için büyük motivasyon açıkçası. Bu ilk seferimde bana vardiya teslim etmemişlerdi ama ikinci seferle beraber bu andığım sorumlulukların hazzını bizzat yaşadım. Birileri aşağıda yataklarındayken geminin sevk ve idaresi köprüüstünde bendeydi. Yani birilerinin canı, başka birilerinin ise malı.
360 derecelik ufuk boyunca denizi görerek gemi ile ilerlemekle, bir çölde bulunmak arasındaki yegane fark birinde tuzlu su diğerinde ise kum görüyor olmandır. Deniz, kara ile bir bütünken güzel ve büyüleyicidir diye düşünmüşümdür. Yoksa günler boyunca bir okyanus geçişi yaparken, vardiya usulü çalışıyor olduğundan hep aynı 3-4 yüzü görür, boyları değişmekle dalgalar aynılıklarını korur ve  tabi bulutlardır şekilden şekle girip dolaşan üstünde. Onların değişiklikleri de hep aynıdır. Sıkar bir süre sonra. Ta ki radarda veya ufukta bir gemi görürsün. Karanın gözle görülmesi ayrı bir zevktir, müthiş bir mutluluk. Hele hele gözüken kara varacağınız limansa.

Aileni,arkadaşlarını özlüyorsun ama sıklıkla arayamıyorsun da galiba, bu durumla nasıl baş ettin?
Aslında alternatif çoktur iletişim için. Bir okyanus geçişinde telsiz üzerinden ‘Türk Radyo’ ya frekansından ulaşabilir, uygun fiyatla istediğin görüşmeyi yapabilirsin. Görüşme kalitem yüksek olsun ben paradan çekinmem dersen uydu telefonlarla irtibat mümkün. Neredeyse tüm gemilerde internet var artık. Limana geldiğinden yerel bozukluklarla veya telefon kartı temin ederek de arayabilirsin aileni. Cep telefonları ayrı bir avantaj. Gemiden dünya ile irtibat kurmak aslında sanıldığı gibi ciddi bir handikap değildir. Göremezsin özlersin hala ama iyi olduklarını bilirsin, iyi olduğunu bilirler, bu da yeter.

Kaynak: burada
Denizde -hele ki uzak bir seferde- 1 gün nasıl başlar, nasıl biter?
Bir kere klasik olarak çalışmalar vardiya usulüdür. Seyirde de limanda da güverte sınıfına vardiya vardır. Geminin ihtiyaçları bitmez. Bakım ister, boya ister. Kimse boş bırakılmaz. Hiçbir iş yoksa uluslararası uygulamalar kapsamında role talimi dediğimiz tehlikeli durumlarla mücadele provaları yapılır. Batan gemiyi terk etme, yangın, denize adam düştü, dümen arızası gibi. Ama rutin olarak köprü üstü dediğimiz, geminin sevk ve idaresinin yapıldığı tüm seyir cihazlarının bulunduğu ve geminin çevre hakimiyetinin görsel açıdan en üst düzeyde bulunan yerinde, 24 saat boyunca üç vardiya zabiti tarafından 4 saat boyunca vardiya tutulur ve bu vardiyayı 8 saatlik istirahat izler. İstiharat, anladığımız anlamda istirahat değildir, ilk 8 saatlik istirahatinizde gemini size ait diğer işlerini hallederseniz. İkinci 8 saatlik istirahatte ise dinlenirsiniz. Vardiya esnasında esas geminin seyir ekipmanları kullanılarak sağlıklı ve selametli bir şekilde sevkinin devamının sağlanmasıdır. Radarlar, gözcü veya serdümen  dediğimiz gemiadamları bu esnada size yardımcı olur. Gemi mevkisini kontrol ederek rotada olduğunu aralıklarla kontrol edersiniz. Rotadan düşmüşse gereken manevra ile gemiyi rotaya alırsınız. Çapariz veren, yetişen, pruvadan gelen gemilerle emniyetli geçiş kuralları çerçevesinde kontrollü geçişlerinizi tamamlarsınız. Meteorolojik bildirimleri takip edersiniz. Örneğin 8-12 vardiyacısı iseniz ve vardiyanız bittiğinde, öğlen yemeğinizi yer bu sefer gemiye ait sorumluluklarınızın peşine düşersiniz. Yangın söndürücelerin, can güvenliği ekipmanlarının bakım tutum ve kontrollerini yapar, evrak işlerinizi halledersiniz. Akşam 8-12 vardiyasına çıkarsınız. Bu sefer gece seyrindesinizdir. Onu tamamlar istirahatinize gidersiniz ta ki sabah 8-12 vardiyasına kadar.

Kaynak: burada
Kara görmeden en fazla kaç gün denizde seyir halinde kaldın?
En uzun seferim Kuzey Avustralya’nın Gove limanından kalkıp, İzlanda’nın başkenti Reykavik’e yaptığımız seyirdi. Gove, Aborjin bölgesiydi ve Aborjinleri görüp tanıma fırsatım oldu. Seyir tam 48 gün sürdü. Avustralya’dan çıkıp Hint Okyanusu boyunca Somalinin şimdi korsanlıkla meşhur Scotra Adasına kadar 23gün boyunca hiç kara görmemiştik. İlk kez farklı bir yüzle de Süveyş geçişi esnasında 30 gün sonra karşılaşmıştık. Daha önce dediğim gibi değişen tek şey hayatınızda dalgaların boyları ve bulutların şekilleri, kalan herşey aynı, dışarıdan bu durumu hayal etmek güç.

Denizcilikte bildiğim kadarıyla çok fazla terim var. Yabancı dil öğrenir gibi mi öğrendiniz bu terimleri?
Eğitim esnasında birçok yükleme yapılıyor. Ama esas öğrenme staj ile başlıyor. Öğrenci iken bizzat gemiye çıkıyorsunuz ve daha bu safhada 1 yılınız gemi üzerinde uzak seferlerde geçiyor. En güzel mektep burası, işin pratiğinin yapıldığı yer. Ama hocalarımızın sıralarda yaptıkları katkıyı da ihmal etmemek gerekir.

Yaşadığın en maceralı olay neydi, nasıl kurtuldun?
Aslında iki maceralı olayım var, paylaşmak istediğim. İlki ikinci stajımdan. Gemiye katıldıktan sonra Brezilyaya doğru yol alıyoruz. Varış Limanımız Paranagua. Okyanusu bir nehir girişinden terkedip, nehir boyunca ilerledikten sonra limana varıyorsunuz. Nehir ağzına demirlememiz istenildi, süperkargo gelip gemi ambarlarının yüke uygun olup olmadığına karar verecek. Demir manevrasından dolayı vardiyamdan önce kalkmıştım ve demir atıp demir vardiyasına başladım. Süperkargo geldi ve ambar diplerinin raspo boya yapılmasını istedi ve bu iş için iki gün verdi. Yükü kaçırmamak için hummalı bir çalışma başladı. Ben ya demir vardiyasındayım veya ambarın birinde ekibe yardım ediyorum. Zaman geçti ve neredeyse son 30 saattir yere paralel olamadan geçen yorucu bir zaman dilimi var. Bunun üzerine 4 saat daha demir vardiyası tuttum, akşam 8-12’yi. Vardiya devir tesliminde geminin üçüncü kaptanı bana ikinci kaptana gözük öyle yat yatacaksan dedi, ama ikinciyi arayacak mecal yok. Gittim yattım kamarama, ne de olsa ambarlar hazır sabah süperkargo gelecek biz limana gireceğiz. Daha yarım saat olmamıştı kamarama gireli ki, telefon çaldı, ikinci neredesin diye soruyor, geliyorum dedim ve çıktım. Bana tüm ambarları gezmemi ve herşeyin yolunda olup olmadığını rapor etmemi istedi.  Buna sancak iskeleye yerleşik 36’ya yakın ambar havalandırmasının gemi kreynlerinin kaide kulelerinin yerleştirilmiş olduğu ve herbirine ayrı ayrı tırmanmanız gereken portuç dediğimiz yerlere çıkarak yaptım. Artık inanılmaz yorgunum, ikinci kaptanı arıyorum herşey yolunda demek için ama yok, kendisi bana işi verip yatmış. Bunun üzerine,geminin ikinci mühendisi yakın arkadaşım, aslında okuldan benden önce mezun o nedenle abi diyorum. Onun kamarasına gidip uyandırdım, ikinci kaptanla ilgili biraz serzenişte bulundum, o yatağında bense onun kamarasındaki çekyatta uyumuşuz. Birkaç saat sonra manevra için onu aramışlar o da tulumunu giyip makine dairesine inmiş, ben uyumaya devam ediyorum onun kamarasında.
Sonra pilot geliyor gemiye, gemi hazır süperkargodan geçmiş limana girecek. Dördüncü kaptan (ikinci stajımda 4. Kaptanlık yapıyordum) yok. İkinci kaptan en son ambarlara gönderdiğini rapor ediyor süvariye, üçüncü kaptan en son ikinci kaptana yönlendirdiğini söylüyor. Kamarama, tüm ambarlara olası heryere bakıyorlar gemide yokum. Makine dairesine bile iniyorlar, odasında uyuyor olduğum ikinci mühendis anlamıyor ama kalabalığı seziyor, aslında geminin olası her ücra köşesinde beni arıyorlar. Sonra Brezilya Arama Kurtarma'ya haber veriliyor. Kayıp gemiadamı muhtemelen denize düşme veya intihar diye. Sonra ben uyanınca doğrudan köprü üstüne çıkıyorum, herkes önce şaşkın sonra kızgın. Boş olan pilot kamarasında uyuyakalmışım diyorum, ikinci mühendisinde başı ağrımasın diye. Gemiye gelen pilot tekrar arama kurtarma birimleri ile irtibata geçiyor. Kayıp şahıs bulundu, yorgun çıktı diye.

Kaynak: burada
İkincisi ise, tam bir kaostur. Ölümü beklediğim bir hadisedir. İtalya ile Yunanistan arasındaki bölgeye Mataban denir ve fırtınaları ile meşhurdur. Gemi tweendeck tulum ambar bir gemi yani ambarın içinde açılıp kapanabilen kapaklar var, bu özelliği ile de alt ambarda başka kapakları kapatıp oluşan üst ambarda başka yük taşınabiliyor. Gemi boşken ara kapaklar kalkık ve gemi iç bordasına dayalı duruyor. Kapatma esnasında kullanılan uzun demir kütük ve bloklar ise yaşammahalli önünde ambar içine sabitleniyor. Mataban geçişinde çok şiddetli bir fırtınaya girdik, ben istirahatte kamaramdayım. Gemi dayanılmaz bir şekilde sallanıyor. Birden büyük gürültüler gelmeye başladı. Ben anladım demir kütük ve bloklar lashinglerini yani zincirlerini kırmış ve yaşammahalli önünde istiflendikleri yerde gezmeye başlamıştı. Göremiyordum ama artık gemi sancağa yattığında tüm bu kütle sancağa kayıyor ve gemi tamamen suyun içine gömülüyor, tekrar iskeleye yöneldiğinde o kuvvetle hızla savruluyor ve gemiyi bu sefer iskeleden suyun içerisine gömüyordu. Bulundukları yerden sancak iskele yönünde değil de daha serbest hareket etmeye başladıklarında ise bu kütük ve bloklar boş olan ambarın içerisine yüksekten düşecek ve gemi dibini delerek su almasına sebep olacaktı.
Bu sallantı esnasında hem bunları düşünüyor hemde kamaramda savrulan herşeye rağmen kendim bir alabandadan diğerine uçmamak için kendimi yatağımın yanındaki alabanda ile yatağımın korkulukları arasına annekarnı pozisyonunda şıkıştırdım. Gemiyi terk sirenleri çalıyordu. Koşturmaca sesleri duyuyordum, herkeste bir panik. Ama ben bu havada filikaları (can kurtarma botları) denize indiremeyeceğimizi muhtemelen filikaların indirme operasyonu sırasında gemi bordasına çarparak parçalanacağını düşünerek, ondan da öte, bu korkunç denizde geminin sallantısına tahammül edemezken küçük filikanın içerisinde o işkenceye kesinlikle tahammül edemeyeceğimi biliyordum. Yatağımdan hiç kalkmadım, mücadele edecek bir şey yoktu. Suların kamaraya girmesini bekliyordum. Nasıl öleceğimi düşünüyordum, boğulmak nasıldı acaba. Muhtemelen suya da çok fazla direnmeyecektim, ve o sallantı bitecekti.
Gemi terk sirenleri çalmaya devam ederken, birden demir bloklardan biri biraz öne kayıyor ve diğer blokların hareketini engelleyecek şekilde sıkıştırıyor. Gemi kaptanı bunu fırsat bilip, geminin rotasının rüzgara doğrudan alıyor ve 180 derece değiştiriyor. Rüzgar kıçtan gelmeye başlayınca gemi rahatlıyor ve personel ambar içerisine inip tekrar demir bloglarılaşingliyor.
O nedenle en çok hayranlık duyduğum insanlardan bir grup da balıkçılardır. O küçücük teknelerinde o sallantı ile mücadelelerini çok önemli buluyorum. Bir balıkçı teknesi boyutunda olan gemi filikası ile hayata tutunmanın olasılığına bile tahammül edememiştim.

Sen anlatırken biz heyecanlandık,bayağı maceralı olaylar yaşamışsınız gemide.  Peki,  geminin sallantılarına karşı normalde nasıl dayanıyorsunuz?
Aslında dayanamıyoruz. Eğer birisi  büyük denizci edasında bana bir şey olmuyor demeye başlamışsa o zaman anlıyorsun onu da tuttuyor olduğunu veya tutmaya başladığını. İnsan gemi üzerinde sürekli yaşamak üzere yaratılmamış diye düşünüyorum. Fizyolojisi buna uygun değil. Sadece tahammül etmeye alışıyorsun. Durdurun sağda ineceğim deme şansınız yok. İlk stajımda Mataban’ı (Yunanistan İtalya arası, fırtınası ile meşhur) geçerken neden doğdum diye ağladığımı bilirim. Beni deniz tutmuyor diyen insan aslında aldırış etmiyorum demek istiyor. Değil sancak iskele (sağ sol ) yalpası veya geminin baş kıç (ileri geri) yapması ben geminin dev dalgaların içine başını gömüp havada 8 çizdiğini bilirim. Bu durumu da gülün dikeni olarak değerlendirmek lazım.

Kaynak: burada
Şu an karada çalışıyorsun, peki denizi özlüyor musun; belki bir gün döner misin gemiye?
Herzaman hayatımda A, B ve C planları vardı. Deniz şimdilik C planı olarak da olsa var hayatımda. Benim mesleğim altın bilezik gibi ve herzaman bir yeri olacak. Ama tahmin ediyorum artık denize çıksam kabotajda çalışmak isterim veya en azından Akdenizde dolaşan bir gemide, daha kara ile bütün bir deniz daha güzel diye düşündüğümden muhtemelen. Ama arada bir de olsa rüyalarımda köprüüstünde vardiya tutuyor veya ambara inip reise iş vermiyor değilim. Gemi kadar geminin pek de hoş olmayan o kendine ait kokusunu sanki daha çok özlüyorum. Tekrar deniz hayatı neden olmasın, tabi ki olabilir.
* Denizcilik terimleri için buraya da bakabilirsiniz

Alper'den 2balık1kedi için özel not :)
Denizi biz de ev'cek çok zeviyoruz. Hele Lokum... Deniz olsun da pardon balıklar olsun da işin içinde :) Alper ile konuşunca Aborjinlerle tanışmış, fırtınalarda kaybolmuş, uzak diyarları keşfetmiş kadar olduk; bu keyifli sohbet için ona çokça teşekkürler :)

24 Ekim 2013 tarihine kadar "Gemi ile nereye yolculuk yapmak istersiniz?"  sorusunu yanıtlayarak bu yazının altına yorum bırakanlar arasında yapacağımız çekilişle 1 kişiye "Moby Dick" kitabını ve 1 mektubu göndereceğiz.

Pusula Lokum'un, yanlış anlaşılmasın :)
* Bu çekiliş haberini sosyal medyada duyurmak zorunlu değil; sadece gönüllüdür :)

HERKESE KENDİ KAPTAN KÖŞKÜNDE KEYİFLİ SEYİRLER DİLERİZ :)
Devamını oku »

20 Eylül 2013 Cuma

Halka Çörek Zinciri :)

Bazı kitapları, tamam belki birçok kitabı okuduktan sonra unutuyorum. Konusu hayal meyal aklımda kalıyor, karakterleri çıkarmaya çalışıyorum ama üzerinden uzun zaman geçmişse bir kitapla ilgili yazı yazamıyorum. Ancak bazı kitaplar da var ki hiçbir şeyini hatırlamasam da bende bıraktığı duyguyu unutmuyorum. Kitabın adı aklıma geldiğinde bile o duygu saklandığı yerden çıkıveriyor;işte ben buradayım diye. Neyse ki çok fazla kitapta bu duygu durumları oluşmuyor.Yoksa o kadar duyguyu nereye saklardım bilemiyorum :)
Birazdan bahsedeceğim kitap da sanırım hiç unutamayacağım türden, saklanan duygulara hitap eden bir kitap. Halka Çörek Zinciri, Günışığı Kitaplığı'ndan çıkan "Abur Cubur Peşinde" dizisinin çörekli olanı. Daha önce domatesli makarnanın tadına bakmıştık :) Çok sevince serinin diğer kitaplarını da okumak istedim ama çörekler öne geçti.
Aleks, Liza ve Mark okulun hademesi Bay Onur'un arabası çalındığı ve onun arabaya ihtiyacı olduğu için para bulmak, onu mutlu etmek isterler ama nasıl? Aleks'in aklına harika bir fikir gelir. Cumartesi günleri okulda halka çörek satacaklardır. Peki talep, çöreklerden fazla olursa ve bu duruma okul müdürü bir çözüm bulmalarını isterse? Yepyeni fikirler bulmaları gerekir ancak belki eski bir yöntem olan mektuplaşma da bu duruma yardım edebilir. Böylece "halka çörek zinciri" oluşur. Düşünemedikleri tek şey, mektup gönderdikleri kişilerin yardımsever olması ve Aleks'in evinin posta kutularıyla dolup taşmasıdır. Kim bilir belki zincire yeni biri katılır ve çörekler bozulmadan onları satmanın bir yolunu bulur...
Hikayesi oldukça sade olan bu kitabın bende bıraktığı "koşulsuz yardım" duygusunu unutamayacağım sanırım. Bay Onur'un arabaya olan ihtiyacı sadece hafta sonlarında kırlarda bayırlarda gezmesi iken çocukların bu durumu önemseyip ona yardım etmeye çalışmaları bence çok etkileyici. Bazen bizi harekete geçiren şey dışarıdan bakıldığında bir su damlası kadar küçük de görünse onun bizim okyanusumuzda bir damla olduğunu kavramak birçok şeyi değiştiriyor.
Şimdiki çocuklarda benim gözlemlediğim paylaşmaktan ya da yardımlaşmaktan çok farklı şeyler ama ben de dışarıdan biri olduğuma göre belki ben de onların su damlalarını henüz fark edememişimdir, olabilir :)
Serinin diğer kitaplarını okumak için daha ne bekliyorum bilmiyorum :)
Yayınevine bir soru: "Bay Onur" demeseydik de kendi adıyla kullansaydık daha mı hoş olurdu? (sadece aklıma geldi)
Makarnayı hemen gidip yapmıştım,gönül isterdi ki evde çörek yapıp onu da paylaşayım :) İşte bu yemekli kitapların da böyle bir kötü tarafı var ama olsun siz yine de "Abur Cubur Peşinde" serisini okumaktan vazgeçmeyin :)

Çörek yapamadım ama minik bir zincir oluşturdum kitabın çevresinde :)
“Abur Cubur Peşinde” dizisi
“Halka Çörek Zinciri”
Özgün Adı: The Doughnut Ring
Yazan: Alexander McCall Smith
Resimleyen: Ian Bilbey
Çeviren:Nazlı Tancı
Yaş grubu: 7+
Günışığı Kitaplığı, 2009, karton kapak,67 sayfa

HERKESE MAKARNA KIVAMINDA ÇÖREK TADINDA MUTLU HAFTA SONLARI :)


Devamını oku »

Radyonu Seç: Borusan Klasik :)

Daha önce müzikle ne kadar ilgili(!) olduğumu yazmış ve size karnavalı tavsiye etmiştim. Karnaval deyince benim aklıma sadece Joy Fm geliyordu.
Ta ki...
Yeni bir şeyler denemek isteyene kadar: Borusan Klasik.
Klasik müzik konusunda ne kadar bilgili olduğumu bilmiyorum söylememe gerek var mı? Bir Mozart bir Bach bir de Chopin amca :) Kulaktan dolma ya da genel kültür olarak bir şekilde duyduklarımın dışında sıfır ötesi (bu ne demekse) bilgiyle ben inanılmaz ama operayı çok seviyordum. Hatta bazen ablaların abilerin İtalyanca birbirlerine şakımaları beni olaydan daha çok etkiliyordu. (Bkz ilk izlediğim opera olan Aida,oradaki ablayı hala unutamam)
Ben de Borusan Klasik ile klasik müzik hayatıma bir giriş yapayım istedim. Tamam belki çalan müziğin kime ait olduğunu hala bilemiyorum ama şimdiye kadar Chopin'i pek sevemediğimi, Bach'tan hoşlandığımı, Mozart'a bayıldığımı ancak bu isimlerin dışında da bir dünya müzisyen/sanatçı olduğumu öğrendim.

Kaynak: burada
Bilmemek ayıp değil demişler, ben de bir yerden başlayayım istedim.
Sizin de ilginizi çekerse karnaval.com adresinden "Borusan Klasik"i seçebilirsiniz :)

Ya da bana sevdiğiniz ablalardan abilerden öneride bulunabilir bu engin girişimi destekleyebilirsiniz :)

Devamını oku »

19 Eylül 2013 Perşembe

Ayı Olmayan Ayı :)

Ne zaman ve nasıl tanışacağımı bilmiyordum "Ayı Olmayan Ayı" ile; ama elbet bir gün yollarımız kesişecekti. Çünkü ismi,konusu merak uyandırmış, alınacaklar listesine eklenmişti. Derken bir gün kapı çaldı ve postacı amca bize bir paket getirdi. Kimseden paket beklemesem de kargonun üzerinde benim adım yazıyordu ve demek oluyordu ki bu bir sürpriz hediyeydi, yaşasın :) (o kendini biliyor canım arkadaşıma bir kez daha buradan tüm hediyeler için çok teşekkürler :)  Pakedin içinden bir dolu güzel şey çıktı ama ne yaparsam yapayım Ayı Olmayan Ayı gözlerini benden ayırmıyordu. Ben de durmadım, karşılık verdim bu bakışlara. Her kitabın en az 1 hikayesi olur demişken, bu kitap da böyle bir hikaye ile düştü kucağıma.
Daha küçük boyutlu, az resimli çok yazılı bir kitap hayal ederken orta boy,az yazılı çok resimli bir kitap gördüğümde şaşırdım. Konusunu biliyordum ama günlerden bir gün - aslında bir salı günü- kış uykusuna yatan Ayı'nın başından geçen macerayı da çok merak ediyordum.
Kış uykusuna yatan pek sevimli koca ayı uyandığında kendisini devasa bir fabrikanın ortasında bulur.. Güzelim orman gitmiş yerine bacası tüten bir fabrika ve burada çalışan işçiler gelmiştir. Ustabaşı, Genel Müdür, Üçüncü Başkan Yardımcısı, İkinci Başkan Yardımcısı, Birinci Başkan Yardımcısı ve Başkan onun "iyi bir tıraşa ihtiyacı olan, kürk palto giymiş budala adamın teki" olduğunu düşünürler. Ayı'nın cevabı çok net bir şekilde "Ama ben bir ayıyım." olsa da ona inanmayıp bu inatçı ayıya onun gerçekten ayı olmadığını kanıtlamaya çalışırlar. (nasıl olduğundan bahsetmeyeceğim)
İkna olan ayı fabrikada çalışmaya başlasa da bir süre sonra çalıştığı yer kapanır ve herkes evine döner. Ormanda tek başına kalan ayı,güneye doğru uçan  kaz sürüsü görür,  kış uykusuna yatma vakti gelmektedir.
Peki, ayı olmayan bir ayı, kış uykusuna nasıl yatar?

Görselde yer alan"gözler"i ben ekledim :)
Başkalarının bizim hakkımızda ne söylediğini bazen o kadar önemseriz ki "öz"ümüz ortadan kalkıp yerine bambaşka bir şey gelir ve oraya yerleşir.Ta ki... Biz,özümüzü hatırlayana kadar.
Resimlerini, anlatımını, sade bir dil ile düşündürdüğü onca şeyi kısaca bu kitabın her şeyini sevdim. Okurken ne kadar keyif aldıysam bittiğinde de öyle üzüldüm.

Umarım siz de en kısa zamanda tanışma imkanı bulursunuz bu sevimli, ürkek bakışlı, inatçı(!) ayı ile :)

Yazan ve resimleyen: Frank Tashlin
İngilizceden çeviren: Şiirsel Taş
Yayınevi: Hayykitap 
Sayfa sayısı: 64
Birinci baskı: Ağustos 2013
Devamını oku »

17 Eylül 2013 Salı

Arne'nin Adası :)

Karayla bağlantının olmaması fikri beni ürkütse de bir adada yaşamak fikri aslında oldukça cazip. Hele ki evde "kendi adamız olsa ne iyi olurdu"diyen 1 Balık'tan ve gezmelere doyamayan 1 Kedi'den sonra :)
Deniz yaşamı ile ilgili konular hep ilgimi çekmiştir zaten ama adada yaşamın da kendine has bir takım hoşlukları/terslikleri var. Ada yaşamı deyince hala aklıma Lost gelse de Nim'in Adası filmi de unutulmazlarım arasında. Adada yaşayanlar genelde doğa dostu iyi kişilerdir ve bu ortamı bozmaya "kötü"ler gelir ancak emellerine ulaşamazlar, gibi bir tema da pek tanıdık. Hal böyle olunca pek ticari bir kitapçıda 15 metre öteden kapağını görüp konusuna -neredeyse- hiç bakmadan aldığım 1 kitap var: Arne'nin Adası. Kitabın boyutu, kağıdı, resimlenme şekli hep aklıma Alev Saçlı Kızı getirdi ama bu kez yayınevi Günışığı Kitaplığı değil, Final Yayınlarıydı.
Denizci Arne ve köpeği Martha adada mutlu mesut yaşarken bir gün bir buz kütlesi bulurlar. Bu buz kütlesini erimeye bırakırlar ancak buzların erimesiyle evi su basmasına engel olamazlar.Ve içinden hortumu ve kanatları olan bir yaratık çıkar. Martha ile anlaşması zaman alsa da Kuki (yaratığın yeni adı) adadaki yaşamına zamanla alışır. Elbette her şey bu kadar güllük gülistanlık gitmeyecektir çünkü Pit ve Beule adında iki kötü adam adadaki kuşların yumurtalarını çalmak için ellerinden geleni yapmaya çalışacaktır. Unuttukları şey ise Arne'nin dostları Martha ve Kuki ile onlara bir sürpriz hazırlamalarıdır.
Hikayesi oldukça sade olan bu kitabı hem sevdim hem de içime tam sinmeyen bir şeyler oldu. Sevdiğim kısımların başında resimleri geliyor tabii ki. Arne ve dostlarının adadaki komik macerelarını da sevdim.
İçime sinmeyenler de hikayenin 1 yerde eksik kaldığını düşünmem sanırım. Bazen bir yemekte de öyledir ya, aslında güzeldir ama içinde bir şeyler eksiktir. Macera unsurundan şüphelendim eksik parça olarak. Bir şeylerin yoluna girmesi çok çabuk ve kolay oldu sanki ya da bana öyle geldi. Buz kütlesinin nereden geldiğiyle ilgili daha fazla bir şeyler bulacağımı düşündüm ama bulamadım.
Sanırım beni en çok rahatsız eden de bir kitapta çok da sevmediğim iyilik/kötülük ayrımının yine çok keskin yapılmış olması. (bu durumu belki başka zaman detaylandırırım.)
Kısa sürede ve keyifle okunabilecek, muhtemelen çocukların da oldukça hoşuna gidecek bir kitap.
Ancak...
Kitap bitince bir durup düşünme yaşamadım.Kalbimi sızlatan bir şey de  beni gülücüklere boğan bir tarafı da olmayınca,kitap kitaplıktaki yerini sessiz sedasız aldı.
Ada yaşamına ilgisi olanlar, bence siz bu kitabı yine de kaçırmayın :)
Sahi, biz de yaşasaydık başımızdan ne maceralar geçerdi acaba :)

Kitabın yanında her zaman kahve içilmiyor arada elma da yeniyor :)
Arne'nin Adası
Özgün Adı: Geschichten aus Arneland
Yazan: Mathias Weinert
Resimleyen: Astrid Henn
Çeviren: Ersel Kayaoğlu
Yaş grubu: 8+
Final Kültür Sanat Yayınları, 2013, 93 sayfa
Devamını oku »

Sözcüklerin Konuşulan Yerde Kalabilmesi ya da Alıp Başını Gitmesi :)

Son zamanlarda yine sıklıkla yaşadığım bir durum bu: kurduğum cümle alıp başını gidiyor hem de benim hiç bilmediğim yerlere :)
Her ne kadar bu duruma sempatiklik katmaya çalışsam da zaman zaman oldukça sinir bozucu oluyor.
Konuya biraz daha açıklık getirmek gerekirse; birine kendimle ilgili herhangi bir şey söylediğimde bunu bambaşka insanlardan şekil ve yön değiştirmiş olarak duymak hiç hoşuma gitmiyor. Sanırım kimse sevmez böyle bir durumu.
İnsanlar mı çok "zeki"leşti ben mi insanları tanıyamaz oldum,bilmiyorum. Benzer şeyleri belki farkında olarak ya da olmayarak ben de yapıyorumdur, o da mümkün.
Bu konu üzerinde de az biraz düşününce;neden  başkasının sırrını (hele ki arkadaş/dost vs. demişsek) başka biriyle paylaşırız?
- Bize anlattıklarını kaldıramayız ve başkası ile bunu paylaşma ve yükü hafifletme ihtiyacı duyarız. (zaman zaman bunu ben de yaptım,insanları artık uyarıyorum.söyleyeceklerin benim için ağırsa paylaşma lütfen diye.)
- Anlatılanlar için bir şeyler yapma gereği duyarız çünkü arkadaşımızın durumu kötüdür ama bunu yardım almadan yapamayız.(bu da iyiniyetli bir yaklaşım olsun.)
- Konuşmayı çok severiz ve bize anlatılanların "gizli" mi "kamuya açık"mı olduğunu anlayamayacak kadar bilgiye açızdır!? ( bu ne demek ben de tam bilmiyorum ama bazı durumlarda bunun olduğunu gördüm. Soru: seninle paylaştığım şeyi niye başkasına söyledin? Cevap: gizli miydi ki?) hmmmmm
- Başka ortamlarda anlatacak hikayemiz eksiktir,kendimizle ilgili anlatacaklarımız bitmiştir ya da anlatmak istemiyoruzdur, bu durumda devreye başkalarının cümleleri girer.(sanırım en çok bu duruma sinir oluyorum.)
- Aslında kötü niyetliyizdir ve bize söylenenleri başkalarına anında yetiştirmek gibi bir huyumuz vardır.
- Unutmuşuzdur ve pot kırarız.(bu durum bana tanıdık geldi.)

Aslında sebebi ya da niyeti ne olursa olsun, söz söylendiği yerde kalmalı, alıp başını gitmemeli başka diyarlara.
Ama bu durum hep böyle olmuyor.
Hele ki güvendiğiniz biriyse ya da konu sizin için hassassa yıkım da o kadar kuvvetli oluyor.
Ben böyle durumlarda çevremden "boşver çok sinirlenme" tepkileri alsam da "yok yok ben çok acayip sinirlendim" diyorum. İşin kötüsü kısa sürede yaşadıklarımı unutuyorum. Ya da iyi tarafıdır belki bilmiyorum çünkü keskin sirke de küpüne zarar verirmiş.
Ne kadar unutsam da kırılan vazo gibi yapıştırılan güven de aradan su sızdırabiliyor.

Peki sizin sözcükleriniz alıp başını gittiğinde siz ne yapıyorsunuz?
Devamını oku »

12 Eylül 2013 Perşembe

Arkadaşım Eşşek :)

"Uzun kulaklarını son bir kez salla,
Seni çok çok özledim arkadaşım eşşek" :)
Barış Manço'yu rahmetle andım bugün. Özel bir sebebi falan da yok. Arkadaşım Eşek şarkısını söylerken uyandım neredeyse ve aklıma TRT'deki çocuk programı geldi. Her bölümünü büyük bir heyecan ve keyifle izlerdim. Gözlerimi kooocaman yaptığımı hatırlıyorum, aman bir şeyler kaçırmayayım diye. Oradaki çocukların yerinde hayal ederdim kendimi. Her soruya ben de cevap verirdim. En çok da sonunda ne hediye verdiklerini merak ederdim. Bir gün annemlere "ben de bu programa katılamaz mıyım?" dediğimi hatırlıyorum. "uzak" demişlerdi..tabii bu durum benim için "vaaay be ne ulaşılmaz bir yerde" gibi bir anlam yaratmıştı. Küçüktüm gidemezdim tek başıma ama büyüyünce gidebilirdim. Tek sorun, acaba benim büyümüş halimi Barış Abi yine de ister miydi programında :)
Sabah sabah aklıma geldi.
Hatırlayanınız var mı bilmiyorum bahsettiğim programı, sanırım vardır.
Adam Olacak Çocuk :) Oradaki merdivenleri çıkmayı istemiştim hep, biraz saçma belki ama :)


Şarkıyı da yeniden dinlemek isteyenlere:

Devamını oku »

10 Eylül 2013 Salı

"Annemin Çantası" :)

Kadınların çantası hem çok özeldir hem de oldukça ağır. İçerisinden nelerin çıkabileceğini kimse tahmin edemez. Bazen ben de çantamdakileri azaltsam, kas gücümü başka aktivitelerle geliştirsem daha iyi olmaz mı diyorum ama bu dileğim hiç gerçekleşemiyor. Tabii bu hususta çanta seçimi de oldukça önemli. Avuç içi çantalarla gün geçirebilenlere hayran olsam da yapamayacağım bir şey için başkasına özenmek de yersiz kalıyor.
Çantanın olmazsa olmazları diye bir sıralama yapacak olursak:
- Su
- Güneş Gözlüğü
- Peçete, ıslak mendil
- Kalem, kağıt
- Ajanda, not defteri, günlük benzeri defterler
- En az 1 kitap (gidilecek yere göre sayısı 4'e kadar çıkabilir)
- Anahtarlar
- Atıştırmalıklar (çubuk kraker vb.)
- Özel eşyaların olduğu minik çanta
- Cüzdan
- Eşin çantaya verdiği diğer malzemeler :)
Ekstradan:
- Çorap (ne zaman nerede üşüyeceğimi bilemiyorum ama ayaklarım hep üşüyor)
- Fazla poşet
- Sade sodamı açmak için açacak
- metre, mezru vb. bir şey

Bu konuya nereden geldiğimi söylemeden bu yazıyı da bitirmesem iyi olur tabii :) Bizim pek sevgili ablamız Ayşe İnan Alican'ın resimlediği, çok sevdiğimiz Sara Şahinkanat'ın yazdığı (evet tersten söyledim) son kitap YKY'den çıkmış. Adı da "Annemin Çantası" imiş. Henüz okumadığım için yorum yapamam elbette ama konusu hakkında yayınevi şöyle bir ipucu vermiş:
"Kadınların Koca Çantalarının İçinde Neler Var Neler?
Sara Şahinkanat’ın yazdığı, Ayşe İnan Alican’ın muhteşem resimlerle hayat kazandırdığı Annemin Çantası, her zaman alay ya da merak konusu olan bir konuya açıklık getiriyor. Kadınların çantasında neler var neler? Böyle bir kitap, iki duyarlı kadının ortak ürünü olunca, ortaya müthiş bir sonuç çıkıyor. Aslolan çanta değil, çantalarında taşıdıkları “hayat”la kadınlar çünkü… Bir çocuğun gözünden kaleme alınan Annemin Çantası, yazar ile çizerin ortak kitapları Beyoğlu Macerası – Bilgi Avcıları Gizli Görevde ve Üç Kedi, Bir Dilek kitapları gibi, yine çok sevilecek." 
Annemin çantasının içerisinde neler var-dı bilmiyorum, hatırlamıyorum ama onun çantasının da büyük olduğunu ve neye ihtiyacım olsa oradan çıktığını hatırlıyorum :)

Sizin çantanızda size özel neler var?
Devamını oku »

8 Eylül 2013 Pazar

Bir Dolap Kitap (BDK) ile Nasıl Tanıştık, Neden Konuşamadık ve Bir Dolu Hikaye :)

Bir Dolap Kitap ile tanışıklığımız neredeyse 2 yılı buldu. Tanışmamıza vesile olan neydi, yolumuz nasıl kesişti çok romantik bir dille anlatmak istiyorum ama balık hafızam buna izin vermiyor çünkü yolumuzun BDK ile nasıl kesiştiğini hatırlamıyorum(z)


Sonra günlerden bir gün çocuklarınızı kitaplarıyla fotoğraflayın ve bize gönderin, Banu'dan pek sevimli bir kitap kaazanın diyorlardı. Lokum'un fotoğrafını çekip göndermiştik :) Kazanamadık ama pek eğlendik.
Ben ara ara aklıma bir şeyler takıldıkça onlara mail gönderdim, onlar da uzuuun uzun cevap verdiler.
Ve günlerden bir gün onunla karşılaştım. Bir afiş. Çok cazip bir teklifi vardı: Geçen senenin Kitap Fuarı etkinliğiydi. Konu, çocuk kitaplarıydı ve BDK da konuşmacı olarak katılacaktı. Hatta Yıldıray'ın "Şuşu ve Üç Tekeri" kitabının etkinliği bile vardı. Çok sevindim. Tek bir sorun vardı: biz Ankara'daydık. Konuk yazarlara bakınca İstanbul çok da uzak gelmedi ve hazır gitmişken pek sevgili Deniz ile de görüşebileceğimize karar verdik. Ancak durumda 1 terslik vardı. Fuara 2 gün birden gidemezdik ve Behiç Ak'ın etkinliği cumartesi günüydü. (burada kötü bir kıyaslama yaparsam affola) Behiç Ak'ın Ankara'ya gelme ihtimalinin BDK'dan daha çok olacağına kanaat getirdik ve Yıldıray'a mail attık:
"Merhaba, biz şu şu şu.. Hani şu konularda görüşmüştük. Hani Lokum da vardı falan. İşte biz fuarda sizi görmek, söyleşiye katılmak istiyoruz ama kesin olarak orada olacak mısınız? Biz birazcık Ankara'dan geleceğiz de..." Yıldıray'ın şaşkınlığı mailden bile anlaşılıyordu ve fuarda o gün o saatte olacağını yazmıştı.
Buradan sonra fuardaki tanışmada benim BDK ile pek koyu bir sohbet içine girmiş olduğumu düşünenler henüz Semracan karikatürlerinde kendimi benzettiğim, heyecanlanınca "Aaa merhaba, ha evet, siz, tamam, hoşçakalın"dan öte bir şey söyleyemediğimi unutmuş olanlardır :)
Ben sadece 1 imza alıp olay mahalinden uzaklaştım.. Söyleşide de soracağım ne varsa sor(a)madım.
Bu olaydan dolayı kendime hiç kızmadım çünkü orada olmaktan mutluluk duyduğumu biliyordum.
Tabii benim bu "şahane" halime muhtemelen "gerçekten" Ankara'dan geldiğime inanamamış olan Yıldıray da pek anlam verememiştir.
Aylaaar öncesinden "orada mısınız" diye mail atıp, sonra da "ehem kem bir de küm" diyip uzaklaşan başkası yoktur herhalde :)
Hatırlamak isteyenler için Kitap Fuarı yazısı da burada.
Bir Dolap Kitap'a bir zaman sonra "Tayga" isimli bir dolap çekmecesi de katıldı, onu da pek sevdik :)
yalnız ilk zamanlarda birazcık yaramazlık yapınca BDK'daki kitaplar biraz eksildi.


Taaa ki...
Geçen gün "Biz geri dönüyoruuuuz" mesajını gönderinceye kadar.
Ben hala inanamasam da BDK kanlı canlı bir yerde bulunacakmış bundan sonra ve 2014'ten itibaren gerçekleşecek ancak bizimle henüz paylaşmadıkları olmadıkolağanüstü şahane bir de projeleri varmış; yuppiii :)
Bir Dolap Kitap'ı bir de kendi dillerinden okumak isterseniz buraya bakabilirsiniz.
BDK'da bulduklarımız & sevdiklerimiz & görmeyi istediklerimiz :
- Çocuk kitaplarını ne çok sevdiğimizi sanırım anlamışsınızdır ve bir o kadar da seçici olduğumuzu. BDK'da okumayı gönlüm çekmese de merak ettiğim kitaplar hakkında fikir sahibi olmayı seviyorum.
- Biiiiir dolu etkinlikleri arasında - bazen hangisine bakacağımı şaşırsam da- gezinmeyi seviyorum.
- Kitap eleştirilerini soğuk bir dille değil de kendi başlarından geçen hikayelerle anlatmalarını seviyorum.
- Yıldıray'ın "Şuşu ve Üç Tekeri" kitabı, Banu'nun "Kediler Hep Dört Ayak Üstüne Mi Düşer" kitaplarını canım sıkıldıkça "Şuşu ne yapıyor" diyerek ya da Lokum için  tiyolar almayı seviyorum.
- Tayga neler yapmış, daktilo ile arasında nasıl bir bağ kurmuş, yoksa o da yeni bir kitaba mı başlamış diye heyecanla son gelişmeleri okumayı seviyorum.
- Hep İstanbul'da olmalarını ve güzide şehrimiz Ankara'ya pek uğramamalarını sevmiyorum.
-  Her hafta kitap çekilişi yapıyorlar; o da pek keyifli oluyor :)
- Devam etmemelerine çok üzüldüğüm dergi projeleri var-dı.
- Pazar sabahları saat 10.00'da Açık Radyo'da keyifli bir vapur seyahati sonrası gerçekleştirdikleri programı dinlemeyi seviyorum. (Not: program bazen açılıyor bazen de açılmıyor, neden böyle oluyor bilmiyorum :/ )



Sevgili Bir Dolap Kitap,
Dilerim daha uzuuun uzuuun yıllar çocuk kitaplarından bahseder, Felaket Henry iyi kitaptı, Behiç Ak ne iyi yazardı diye sohbet ederiz.
Sohbet dediysem, elbette benim "kem" ve "küm"lerimden anlam çıkartmak kolay olmuyor kabul :)

Lokum'dan Tayga'ya kooocaman -sevgi dolu- patiler,
Bizden de size kooocaman kitaplı ve mutlu günler :)

Devamını oku »

"Üç Kedi Bir Dilek", Pek Tatlı Bir "Ada" ile Buluştu :)

Çekilişler her zaman keyiflidir, eğlencelidir, heyecanlıdır.
"1 Kitap 1 Mektup" etkinliği de biraz bu yüzden başladı sanırım.
Sorduğumuz sorulara gelen cevaplara, kazanan yeni biriyle olan iletişimimize de çok alıştık.
Bu kez "Üç Kedi Bir Dilek" kitabının çekilişi vardı ve kazanan da tatlı bir "Ada" oldu.



Katılan herkese koooocaman teşekkürler.
Yepyeni ve bambaşka bir konu ve konuk ile pek yakında yine 1 çekiliş heyecanı yaşayacağız.

Sevgili Ada ile Hayat,
Size mail gönderdik,umarım en kısa zamanda iletişim bilgilerinizi bizimle paylaşırsınız :)
Devamını oku »

2 Eylül 2013 Pazartesi

Sosyal Medya Taktikleri :)

Bir süredir fark ettim ki hayatımızda -neredeyse- olmazsa olmaz bir kavram olmuş; sosyal medya. O kadar deniz derya ki tam 1 tanesine üye oluyorsunuz ve dilini anlamaya çalışıyorsunuz pat başka bir mecra bitiveriyor. Bu kadar çeşitliliği aynı anda kaldırabilenlere de ayrıca hayranım.
Ben de hatta biz de 2 Balık ve 1 Kedi olarak (zira bazı paylaşımlarda Lokum bizden daha meşhur :) "nedir bu sosyal medya", şöyle bir düşünelim dedik :)
- Daha belki adını bile duymadığımız bir dolu mecradan sanırım en ünlüsü Facebook ve Twitter (ki ben hala ısrarla Tweeter diye yazıyorum, sanki Tweety gibi :)
- "Facebook arkadaşı" olarak tanımlanabilecek bir "arkadaş"lık varken bunun aslında sadece "tanışıklık" olarak değiştirilmesi daha doğru olmaz mıydı acaba :)
- Facebook (kısaca FB deniyor galiba bazı yerlerde görmüştüm) hesabında ne kadar arkadaşın, beğenin vs. varsa o kadar "sosyal" birisin :)
- Bir müddet FB (!) kullanmış, sonra uzuuun süre hesabını kapatarak mutluluktan ve huzurdan dört köşe olmuş biri olarak kendime -sanırım böyle olmalı- işkence çektirmek istediğim bir ara yeniden açmıştım hesabımı. Ve fark ettim ki değişen bir şey yok. O kadar içi boş şeyler paylaşılıyor ancak sen o kadar kendini sayfana bakmaya bağımlı hissediyorsun ki mutsuzluk da kendiliğinden geliveriyor - ki bu da tehlikeli bir durum- İşte bu durumda yapmam gereken en mantıklı hareketi yaparak hesabımı yeniden kapattım.(ki zaten tamamen kapatılamıyormuş, sadece dondurulabiliyormuş...)
- Bazen o kadar güzel paylaşımlarla ya da haberlerle karşılaşıyor ki insan sosyal medyanın süper iyi bir şey olduğunu düşünüp kendini avutuyor.
- O zaman da akıllara şu soru geliyor; televizyonun sığlığından uzaklaşmaya çalışan zihniyet, neden kendini "sosyal medya"da boğar? Bilmiyorum tabii ki.
- Blogger bir sosyal medya ise az önce söylediklerimi de afiyetle yedim tabii :) Yok aslında tam olarak öyle değil. Beni rahatsız eden şey farkında olmadan bağımlı olduklarımız.
- Kim,nerde, ne zaman ne yapmış'tan öteye gitmeyen bir akış varsa sanırım orası biraz sıkıntılı.
- Bazen de öyle güzel paylaşımlar oluyor ki..çoğunluğu fotoğraf oluyor zaten, insan bakmaya doyamıyor :)
- Bu mecrada "sanal" da olsa tanışıp arkadaş olduklarımız, çooook sevdiklerimiz de var. Onlara buradan yeniden selam :)
- Çooook özelin paylaşılmaması taraftarıyım ama tabii bu da kişilere göre değişebilen bir kavram galiba. Mesela 2 Balık'ın hiç fotoğrafını koymadık. Belki aranızda bizi merak edenler de vardır :) Ama bazı arkadaşlarımızın paylaştığı fotoğraflara bakınca ya da internetteki fotoğrafların başına neler gelebildiğini gördükçe/okudukça insanın basit bir fotoğrafını bile paylaşası gelmiyor bazen...
- Blog tutmak eğer bir sosyal medya faaliyeti ise ben kendisini çok seviyorum :) Burada bir şeyler paylaşmak, okuyanların yorum yazması (dönütler) ya da hiçbir şey yazmaması (yine dönütler) gerçekten keyifli oluyor.
- İnsan o an yaşadığı bir şeyi tweeterda :) paylaşmayı niye ister; mesela "işyerinden yangın vaaaar diye koşarak çıkasım var!" , " dişçi koltuğuna oturunca aklıma dişimi fırçalamadığım zamanlar geliyor, kendime kızıyorum." , "şu an okuduğum kitap inanılmaz güzel." gibi... İnsan kendini o an yalnız mı hissetmek istemez ya da mutluluğunu başkalarıyla mı paylaşmak ister, bilmiyorum :) Geçen gün ben de bir arkadaşa düdüklü tencere kullanımıyla ilgili bir tweet atmıştım :)
- Benim sorularıma cevap gelme oranı henüz düşük olsa da tweeterda yardımlaşma da güzel olabiliyor.
- Tamamen tercih meselesi olan kendini ifşa etme ve bir gizem perdesinin arkasından seslenme durumu da var :) Cidden var. (bizimki daha çok 2. yazdığıma giriyor galiba)
- Hepsinin de kendine göre bir "racon"u, yazılı olmayan görgü kuralları var.
- "Beni takip edeni takip ederim" gibi oldukça komik paylaşımlar da var :)
- Niye paylaşıyoruz hayatımızı böyle ulu orta :) bilmiyorum ama herkes kendini rahat ve mutlu hissettiği ölçüde sorun yok galiba.
- Bir de Iphone telefonu olanların kullandığı ama bizim gibi Android işlemcili telefon kullananların telefonunda sadece kutucuk olarak görünen karakterler, simgeler var. Arkadaşlar inanın o kutucuğun anlamını görebilsem ben de bir cevap vereceğim ama..
- Simgelerin önemli olduğunu - ki ben ":)" haricinde pek kullanmıyordum da bilmiyordum da, asıl şoku sonunda "3" olan bir simgenin çoook sonra "kalp" demek olduğunu öğrenince yaşadım :)
- Bu yazıda aslında taktik falan yoktu sadece kendimce analiz vardı, kandırdıııım :)

Kaynak: burada

Bu konuya ben nereden geldim, bu yazının amacı neydi şimdilik unuttuğum için yazıyı burada sonlandırıyorum.


HERKESE KENDİ FB'SİNDE, TWEETIRINDA, PİN'İNDE, INSTAGRAMINDA KEYİFLİ, EĞLENCELİ PAYLAŞIMLAR DİLERİİİİZ :)

Devamını oku »