Drop Down MenusCSS Drop Down MenuPure CSS Dropdown Menu




29 Ekim 2015 Perşembe

Bu Aralar: Biraz Dağıldım

Sanırım biraz dağıldım.
10 milyon tane işe yetişmeye çalışırken kimseden yardım istemeden kendi halimde dolanıp durmak biraz yordu beni.
3. haftanın da bittiği sümüklü halimiz, burun tıkanıklığının tetiklediği baş ağrılarım, iş yerinde yetiştirmem gerekenler, evle ilgili yapmam gereken işler derken biraz fazlaca dağılmışım.
Bu tatil için kafamda çok güzel planlar vardı oysa.
Bugün doktora gittik ve Elif'in bulaşıcı bir hastalığın başlangıç evresinde olduğunu duyduk.
Aman ne güzel:)
Evet her şeyin başı sağlık.
Ama önce "anne" kişisi iyi olacak,lafını yeniden andım durdum.
Biliyorum bu da geçecek ama ben bu sefer kendimi ihmal etmeden çözüm bulmaya çalışıyorum.
İnterneti tamamen farklı bir sebep için 5 dakikalığına açmışken kendimi bu satırları yazarken buldum.
Sanırım yetişemediğimi kendime itiraf etmekte zorlandım.
Ama bunu kabullenince de rahatladım.
Sağlığımı çok ihmal ettiğim için -eğer bir mani çıkmazsa- haftaya gitmem gereken tüm doktor kontrollerine gitmeyi planlıyorum.(Başta da hematoloji ve diş doktoru var) Buraya yazayım da kaytarmayayım artık.
Okumak istediğim kitaplar konusuna bir "yavaşlama" getireceğim. "Koşarak" okurken yoruluyorum. Biraz daha "yürüyerek" okumaya ihtiyacım var. Bu arada niye oturarak okumuyorsam? Bilmiyorum...
tabii ki vaktim az, bu yazı da bu kadarlık olsun.
Yeniden görüşmek üzere sevgili blog, iyi ki varsın.

Görsel eskilerden. Maksat, umudumuz hep olsun diye. Yoksa evde ceketli halimle bile tir tir titrediğimden falan değil :)
Devamını oku »

27 Ekim 2015 Salı

Günün Mutluluk Sebebi: 13 / Arkadaşlık

Aklımdaki "mutluluk sebepleri"mi yazıp kendimi daha da mutlu hissetmeye şu an çok ihtiyacım var. Bir acayip sümüklüyüm ve kafam kazan gibi..Hani nasıl desem kafamın içinde filler halay çekiyor :)
Geçen hafta çok acayip bir şey oldu ve her gün bir arkadaşımla buluştum. Hatta birkaç gün hem öğlen hem de iş çıkışında görüştüm. Fark ettim ki arkadaşlık sahiden de güzel bir şükür sebebi. Önceki yıllarda biraz daha yalnız ya da erkeklerle takılıyordum. Yalnız takılmak işin aslı hala en sevdiğim şey :) Çünkü yalnız hissetmiyorum, kitaplardaki karakterler sağ olsun hep yanı başımda. (Bu ara çok abartmışım, aynı anda okuduğum kitap sayısı 5i geçti ve karakterler kafamda birbirine değmeden yürüyemiyorlar :) İş yerindeki yeni birimimde yine erkek sayısı daha fazla, mesela bizim kattaki tek kadın benim :) Ama başka bir kattan arkadaşım oldu, bazı günler onunla yemeğe gidiyoruz, keyifli oluyor. Geçen hafta ise 5 günde 8 kişi ile buluşmuşum, yaşasın :) Bir tanesi Rus idi hatta. İş yerinden bir arkadaşımın eşi, birkaç hafta sonra doğum yapacak. Ona sürpriz bir buluşma ayarladık başka bir arkadaş ile. Kendisinin sade ve mütevazi tavırlarına gerçekten hayranım. Giydiği tüm kıyafetleri kendisi dikiyor(gelinlik dahil), tüketen değil de üreten biri. Ona sorduk "Doğum hakkında ne düşünüyorsun? Normal doğum mu istiyorsun sezaryen mi?" diye. Bizce mantıklı bir soruydu ama bize şaşkınlıkla baktı, "Bir şey istemem mi gerekiyor, doğum anı gelir, hastaneye giderim ve doğururum" dedi. Sanırım benim onca zaman "normal doğum" takıntım, kitaplarla odaklanmam, yaptığım yürüyüşler falan bu cümleyle beraber bir balona binip uçup gitti. Kız çok haklıydı..Bizim sorumuz ne kadar saçmaydı, daha iyi anladım (k).
İki kuzenimle de buluştum. İkisi de kıvırcık ve ikisinin de sohbetini seviyorum. Biriyle piknik yaptık, ötekiyle de hayaller kurduk :)
Yağmurlu bir günde de ismi "Yağmur" olan bir arkadaşımla buluştum. Sanırım zaman olsa akşama kadar konuşabilirdim. Ortaya söylediğimiz keki yememiş olması ve kekin hepsinin bana kalmış olması da acayip bir mutluluk sebebiydi :)
Akşam buluşmalarında ise bir adet 3 çocuklu Selcen ile yanına çırak olarak başlayacağım Elif vardı. Selcen'in 3 çocuklu dünyası beni bayağı rahatlattı. Sıkıntı tek çocuklu hayattaymış onu gördüm. Tek çocuğa odaklanıyorsun çünkü. İki tane ablası ortada bale, egzersiz yaparken en küçük 14 aylık Mehmet Efe "hayatta kalma" dersini alıyordu. Birkaç defa ortadan kaybolduğunda ya da minderden balıklama yere atladığında da kimse panik olmadı. İki çocuklu hayat hakkında bir fikrim yok ama 3 çocuklu hayatın neşesi çoktu, yani o ortamda sıkılmak mümkün değildi :)
Bundan sonra daha çok "pratik tarif" yazabilirim buraya, hepsi de Elifin sayesinde, ondan not ettiğim tarifleri deneyip bloga yazmayı düşünüyorum. Maksat unutmayalım :) Bir de şöyle bir şey oldu, bebeleri babalarına satıp (ki döndüğümüzde ev benim beklediğimden iyiydi) eve 300 metre mesafedeki bir kafeye gittik. Oradayken bir hesap yaptım ve en son bir arkadaşımla ne zaman akşam dışarı çıktım ben diye. Matematiğime güvenmiyorum ama sanırım bu olay en son 4 sene önce kardeşim Eda ile yaşanmış. Vay be :) Bir 4 sene daha beklemem umarım...

Yaptığımız, yediğimiz, konuştuğumuz her şey bir tarafa insanın kendi hayallerini paylaşabileceği ya da sansürsüz bir şekilde kendinden bahsedebileceği arkadaşlarının/kuzenlerinin olması çok güzel-miş.
Bu satırlara geldiğimde kafamdaki filler de Trabzon yöresinden çıkıp Malatya havasına geçtiler, belki yazı biterken düğünün sonuna bile gelirler :)
Yüz yüze görüşemediğimize hala inanamadığım ama bazı cümlelerinden beni benden daha iyi tanıdığına şahit olduğum birkaç arkadaşıma ise sevgilerimi göndereyim. Demek ki önemli olan fiziksel sınırlar değilmiş.
Geçen hafta tüm bu güzellikler için çokça şükrettim.
Bu hafta ise "arkadaşım" diyemeyeceğim ama benim için çok özel biriyle buluşacağım(inşallah) Onu da bir sonraki sefere yazarım. Yanında "this is zemin"den öte konuşmayı becerebilirsem diyaloglarımızı da yazarım ama yanında "gaklayıp miyavlayabileceğim" biri olduğunun ipucunu verebilirim :)
Arkadaşlık konusunda daha önce de yazmıştım, öyle görünüyor ki yazmaya devam edeceğim.
Bir de bu ara yeni yıl coşkusu kapladı içimi, geçen seneler gibi yeni yıl kartlarımı kendim hazırlayacağım. Evdeki malzemelere baktım, emin olamadım. Evin yanındaki kırtasiyeye uğradık dün, çok güzel şeyler aldım. Kırtasiyeci amcaya bir sonraki sefere ortak olalım mı demeyi düşünüyorum. Para almayayım ben gelip çalışayım burada, ne dersin diyeceğim. Bir de aynı yerden Elif'e minik bir vileda aldık. Çok acayip seviyor bu temizlik işlerini. Janjanlı mağazalarda neredeyse 5 katı fiyatına satılan viledayı oldukça uygun fiyatlı görünce de ben çok sevindim.
*Bu arada filler de molaya geçti :)
Bu yazıyı hangi arkadaşlarım okur, bilemiyorum tabii ama umarım yine sıklıkla görüşüp muhabbet ederiz. Bana gerçekten iyi geliyor bu buluşmalar, ufkumu açıyor, hayallerime bir adım daha yaklaştırıyor sanki...
Devamını oku »

26 Ekim 2015 Pazartesi

Az Malzemeli Çok Pratik Aşure :)

Geçen seneki "aşure çorbası" macerasından sonra bu sene açıkçası yapmaya hiç niyetim yoktu. Ben yine Esen'in ve annemin gazına geldim. Annem kolay kolay "sen yaparsın" demez :)
Instagramda paylaştığım fotoğrafın altına "sen aştın kendini" yazan arkadaşlara da buradan selam vermiş olayım. Benim yaptığım aşure sahiden oldukça pratik. Pilav yapmayı başaralı son birkaç ay olduğu göz önüne bulundurulursa bence ben de aştım kendimi.
İşin aslı bu seneki aşure ile olan en güzel şey, kendime olan güvenimin artmış olması oldu. Bir de aşureyi yaptıktan sonra hissettiklerim. Onları en sona yazayım, önce "az malzemeli çok pratik" aşureyi yazayım.
Malzemeler:
1 su bardağı aşurelik buğday
yarım su bardağı kuru fasülye
yarım su bardağı nohut
1 adet limonun kabuğu
2 paket vanilya
1 yemek kaşığı bal
2 su bardağı şeker (ben 1.70 gibi koydum)
üzeri için: tarçın ve fındık (isteğe bağlı)
Yapılışı:
1 gece önceden buğday, fasülye ve nohutu sıcak suya koydum, ertesi gün onları biraz kabarmış buldum :)
Evdeki en büyük tencereye buğdayı koydum ve üzerine sıcak suyu ekleyerek altını açtım. (saat: 09.45)
Buğday kendi halinde pişerken kuru fasülye ve nohutu ayrı ayrı düdüklüde (sırasıyla 20 dak. ve 30 dak.) pişirdim.
*Püf noktası, buğday devamlı su çektiği için su ısıtıcısında devamlı sıcak su bulundurdum.
Yaklaşık değil, tam 3 saat sonra buğday iyice kendini açmıştı, ben de yalnız kalmasın diye yanına kurufasülye ve nohutu koydum.
Bir yarım saat de öyle kaynattım, böylece iyice kaynaştılar. (kaç taşım kaynattım bilmiyorum tabii :)
Bu karışıma limon kabuğunun rendesini, balı ve 2 paket vanilyayı ekledim. Tadına baktım, bence güzeldi ama yine de 1.70lik şekeri de ekledim.
Yarım saat de böylece geçti.
4 saatin sonunda küçük bir kaseye aşureden koydum ve acaba donacak mı diye "fındık testi" uyguladım.
*Fındık testi: Aşurenin üzeri donarsa fındıklar dibe düşmüyor, donmamışsa (demek ki kıvam olmamış) fındıklar dibe düşüyor. (bu yöntem benim uydurduğum bir şey)
Fındık testinden başarıyla geçen aşureleri kaselere boşalttım.
Üzeri donduğunda biraz tarçın ve fındıkla süsledim.
Afiyetle yedim(k)

Mutfak Sırları adresinde de oldukça pratik görünen bir tarif var, biz yumuşak malzemeleri aşurede sevmediğimizden bizimki az malzemeli oldu :)
Normalde hangi tatlı olursa olsun çok ön yargılı yaklaşırım: "ben yapamam" ve "vaktim yok" diye. Aşure neden bilmiyorum, bana mutluluk veriyor.
Gözümde büyüttüğüm kadar bir zorluk derecesi de yok.
Sabah oldukça hasta uyandım ve canım hiç yapmak istemedi işin aslı, lakin yaparken daha iyiydim. Bitirdikten sonra da sanki evimizde güneş açtı, kendimi süper hissettim. Komşulara da dağıttım(hepsine değil maalesef). Az malzemeli olunca biraz çekindim vermek için ama önemli olan niyet değil mi ki :)
Unutmasaydım nar da güzel olurdu aslında, ne diyeyim o da başka sefere...


Devamını oku »

21 Ekim 2015 Çarşamba

Küçük Hanım

Birinin tavsiyesi ile bir kitabı alıp okumuş ve beğenmişsem mutlu oluyorum. Bazı güzel kitapları kendim keşfettiğim zaman ise çok acayip mutlu oluyorum. Arada biraz fark var yani benim açımdan. Çünkü hızlı bir devirde yaşıyoruz ve ne yaparsak yapalım kitapçıda görmesek bile sosyal medyada ya da bir tanıtım broşüründe kitapların kapağına illa ki rastlıyoruz. Bende bu şekilde olup yüzü eskiyen ama aslında hiç okumadığım kitaplar var. "Okumuş kadar oldum" bu demek herhalde :)
Son dönemlerde ise ne yazık ki kitapçılardan alış veriş yapamıyorum. Bu durum için üzülüyor olsam da maddiyat olarak bunu karşılayamıyorum çünkü internetten aldığımda en az 1 kitabı ücretsiz almış gibi hissediyorum. Ama bazen de kitapçıda gezerken "hiç kaçırmamam gereken", "o an okumam gereken" bir kitap varsa onu mutlaka alıyorum. Hatta yanımda o kitabı çalmaya gelen biri varmışçasına kitaba sarılarak kasaya gidiyorum sanırım, sonradan fark ettim :)
İki hafta sonu önceydi galiba, eve yakın minnak bir kitapçı var (eve yakın dediysem 7 km falan :) orayı gezmeyi seviyorum çünkü fazla satışı olmadığından kıyıda köşede kalmış kitaplar oluyor, ben de onları karıştırıyorum. İşte o karıştırma sırasında bir kitaba rastladım. İletişim Yayınlarının olunca hemen durdum çünkü benim için bu kırmızı alarm demek oluyor. İletişimden okuyup da sevmediğim kitap hatırlamıyorum :) İsmi güzel, kapak güzel, ilk paragraf şahane derken kitaba şöyle bir baktım. Ve ne göreyim? Kitap resimli. Amanın tadından yenmez ki şimdi bu! "Okul Çağı" dönemi kitaplar içinde bulunabilecek en güzel şey resimli olması bence. Koştum yine kasaya ve hemen aldım kitabı. O gün okumaya başladım ve ertesi gün de bitirmiştim zaten. Bazen büyük çelişkiler yaşıyorum kitap okurken "okumalıyım çok merak ediyorum" ile "okumamalıyım, bitti bitecek" arasında kalıyorum. (Manolito'yu ısrarla bitirmedim bu yüzden ehehe) Şu ara okuduğum Gizli Bahçe kitabı da öyle. Neyse konuyu değiştirmeyeyim. Bu kadar girişten sonra kitaptan bahsedebilirim sanırım :)


Kitapta pek tatlı bir kız var, ismi Lilly. Dediğim gibi çizimleri de olduğundan zihnimde canlandırmak çok daha keyifli oldu bu hikayeyi. Lilly'nin ailesi kapısında altın bir çörek olan yeni bir apartmana taşınırlar. Ve orada Lilly Küçük Hanım ile tanışır.
"Arka avluda oturuyor. Boyu yetişkin bir penguen kadar, hava nasıl olursa olsun safari kıyafetini giyer ve şemsiyesi sayesinde istediği zaman bukalemun gibi renk değiştirebilir. Bukalemun gibi renk değiştirmek mi?"
Bundan sonraki kısmı yazmayayım ama Lilly ve Küçük Hanım'ın başından geçen tatlı bir hikaye olduğunu söyleyebilirim. Bir ara ben de bukalemun gibi renk değiştirebilir miyim diye çok düşündüm ama yapamadım sanırım, Elif "anne" diye ebeledi beni :)
Bahçenin en güzel yerine "çocukların girmesi yasaktır" yazan Leberwurst (ciğer sucuğu) isimli apartman görevlisini gerçek hayatta tanımadığıma çok sevindim. Yoksa kesin kavga ederdik. (ya da ben en fazla: pardon bakar mısınız, lütfen o yazıyı kaldırır mısınız, derdim. O da "yooo" derdi. ben de ona bir şey diyemeden çok kızardım içimden, gözlerimden kocaman alevler çıkardı falan :) Zihnimde bile canlandırdığıma göre bu ciğer sucuğu amca beni bayağı etkilemiş olmalı.
"Adam uzun boylu ve zayıftı, ama en kötü yanı, içinden süpürgesininkiler gibi siyah kılların çıktığı devasa burun delikleriydi."
Çizim yine sevimli hani :)
Kitapta Lilly'nin annesini de çok sevdim.
"Koşarak mutfağa girdi, annesi masanın başında durmuş, hamur yoğuruyordu. Mikserle değil, elleriyle. Hamur parmaklarının arasından fışkırıyordu. Ellerine, saçlarına ve burnuna yapışıyordu. Çünkü annesi hamur yoğurduğunda, bunu bütün kalbiyle yapardı."

paragrafın yanındaki "mmmm" ağzımın sulandığının ifadesi :)
Ben de istiyorum Küçük Hanım ve Lilly ile cengelde salafariye çıkmak ve tofoğraf çekmek. Ben de ben de :) Sanırım bu hikayede en çok kıskandığım yer de 8 yaşındaki Lilly'nin böyle tatlı bir arkadaşı olması ve onunla yaşadığı macera. Bu ara hep bahçeli kitaplara denk geldim, çok mutluyum. Laf yine "Gizli Bahçe"ye gitti bu arada :)
Lüçük Hanım'ı okurken şemsiyesinden mi yoksa içinde tatlı sihirli şeyler geçtiğinden mi bilmiyorum aklıma Mary Poppins geldi. 
Kısacık, keyifli, hani pasta olacak olsa tek lokmalık çifte kavrulmuş kıvamında, bukalemunlu, çörekli neşeli bir hikaye oldu benim için Küçük Hanım.
Çizimleri ise inanılmaz güzeldi, dönüp dönüp baktım diyebilirim.

Resim yazısı ekle

Bu hikayeyi okuduktan sonra şunları düşündüm/sordum kendime:
- Yazar acaba bir zamanlar Küçük Hanımla tanışmış mıydı?
- Bukalemun Chaka oldukça tatlı değil miydi?
- Lilly'nin yerinde ben olsam ne yapardım, bu sırrımı aileme söyler miydim?
-Kitabı daha da çekici kılan şey yoksa çizimlerinin başarısı mı?
- Küçük Hanım karakteri yazarın aklına nereden geldi?
- Ben de böyle renk değiştirmek ister miydim istediğim zaman? (Kesinlikle evet!)
- Yakın zamanda yine böyle tatlı bir kitap keşfedebilecek miyim? (işte bu çok önemli...)
* İletişim yayınlarına ayrıca sadece 1 sayfada imla hatası yaptıkları için teşekkür ediyorum, son zamanlarda okuduğum kitaplar bu açıdan beni zorluyor...
** Kitabı kendim keşfettim gibi yazmışım ama internette şöyle bir bakınca aslında BDK'da Yıldıray'ın Küçük Hanımdan bahsettiğini okudum, belki de bilinç altı böyle bir şeydir :)

Küçük Hanım
Özgün Adı: Die Kleine Dame
Yazan: Stefanie Taschinski
Resimleyen: Nina Duleck
Çeviren: Ayça Sabuncuoğlu
Yaş grubu: 8+
İletişim Yayınları, 2013, 116 sayfa, karton kapak

Devamını oku »

20 Ekim 2015 Salı

Günün Mutluluk Sebebi-12

Önceki yazılara bakmama rağmen, bu sayma işini hala yanlış yapıyorum ama olsun :) Önemli olan niyet sanırım.
Bu yazıyı dün yazmaya niyetlenmiştim ama iyi ki yazmamışım, meğer ekleyeceklerim varmış bugün, haberim yokmuş.
Bu kısmı sona saklayacak olursam,
Geçen hafta iş yerine yakın bir parkta kendi çapımda yaptığım birkaç piknik etkinliği bana nasıl iyi geldi anlatamam.
Elimde Manolito'nun devamı olmadığı için son 1-2 sayfayı okumayı erteliyorum. O kadar çok güldüm ki Can Çocuk'tan İpek'e şöyle bir mesaj yazasım geldi: "Sevgili İpek, lütfen Manolito gibi kitapların kapaklarına şu ibareyi yapıştırın: aşırı dozda kahkaha içerir, parkta yalnızken okursanız sizi deli sanabilirler/çocuğunuz uyurken okumayın, gülme sesinizden uyanabilir" Bence bazı kitaplara buna benzer bir işaret yapıştırılmalı. Buraya bir ara çok aşırı güldüğüm kitapları da yazayım. Aklıma ilk gelen "Osuruk Tozu" oldu. Tamam ismi de komik ama ilk 2 kitap sahiden çok bombaydı. Karabalık o ara beni ne zaman gülerken görse "Sen yine osuruk tozu mu okuyorsun?" diyordu :)

İkinci sefer çok daha güzel geçti, bu kez şalımı serip yere oturdum. Simidimi paylaştığım kuşlarla neredeyse sohbet ettik, kaçmadılar. Lakin heyecanla giden kitabımı okuyamamaya başladım çünkü baskı hatası vardı :( Ve normalde en az bir yedek kitap yanımda taşımama rağmen o gün yanımda yedek kitabım yoktu. Peki dedim, defterim illa yanımdadır, bir şeyler yazayım, not alayım, resim çizeyim(kendimce). Defter vardı ama kalem yoktu yanımda iyi mi. Ben de oturdum ve "hiçbir şey yapmamanın" tadını çıkarttım. Bunu yapamam sanıyordum, bana kaşıntı basar çünkü, illa bir şeyler yapmam gerektiğini düşünürüm. İlginçtir o gün kafamı kaldırıp ağacın dallarını seyretmek bana çok iyi geldi ve aklıma başka da bir şey gelmedi.
Kaybolduğundan emin olmaya başladığım postalarımın bir gün aniden posta kutumu tepeleme olarak doldurduğunu görünce gözlerime inanamadım. Mektup arkadaşlarım var benim, onların ne yazdığını heyecanla bekliyorum. Postcrossing devam ediyor. Bana gelen kartları bir ara buraya da koyayım. Soldaki de can kuşum balığım Ayçam (Eda'yı sayma zaten :P) Sağ taraftaki pandaları hatırlayanınız oldu mu bilmiyorum ama hikayeleri şöyleydi. Sağ üstteki kablo da karabalığın masasından benim tarafa taşanlar. Benden ona sadece kalemler taşıyor oysa ki :)

Bu da bu sabahtan. Elif'in kreşinin tam çaprazındaki parkta kendi haline bırakılmış Japon Elması ağacından. İki tane koparmıştım, birini düşürdüm. Ötekini de keyifle yedim, tadı müthişti. Şalımda kalan saç telini görmezsek elmanın şalım ile uyum içinde olduğunu söyleyebiliriz. Çok mutlu oldum kendisi ile tanıştığıma :)

Veee en sona sakladığım bir haber. Haber yazınca heyecan uyandırdı belki ama "haber değeri" olan bir şey değil. Sadece bir keşif. Yazılarını keyifle takip ettiğim bu blogdaki şu yazı. Bu defteri "mutluluk sebeplerim" ile ben de mi yapsam acaba? Çok heveslendim... Bu yazıda yer alan bir cümle beni bu ara biraz fazla iyi anlatınca kendime bir "dur" demek istedim. İşte şurası:
"Her şeyin bir dönem üst üste kötü gittiği zamanlar olur ya, o zamanlarda hayatımızla ilgili genellemeleri daha çok yaparız. "Çok yorgunum, hep yorgunum. Enerjim yok. Kendime vakit ayıramıyorum. Zaten ben hiç... Zaten sen hiç..." gibi şeyler söylemeye yatkın oluruz ve kalan güzelliği de biz kaçırırız. O zamanlarda açtım defterimi ve baktım. Hayır hiç de öyle olmadığını gördüm. Sonra insan şükür okuya okuya şükreder hale yeniden geliyor. O işe de yaradı."

Evren bana mesaj mı veriyor acaba, defterime hemen başlamam için? Bu yazıyı "yayınla" demeden az önce (30 saniye kadar) postacı amca bu pakedi getirdi. Ben şok oldum açıkçası. Hiç beklemiyordum böyle bir kutu. İçindekileri çeksem sanırım neden inanamadığımı anlardınız :) Canım kitapkurduanne arkadaşım Akça göndermiş bana, nasıl mutlu oldum anlatamam. Kattaki herkese kutuyu gösterdim sanırım :) Kutunun yanındaki defterim "her şey" defterim oldu ama aslında blog defterim. Kutunun üst tarafındaki çantayı ise bana canım Özlem çizmişti, onu kullanmaya kıyamıyorum ama kullanmayınca da üzülüyorum. Kısacası bugünün şükür sebepleri bir dolu :) Öğlen de kkk(küçük kıvırcık kuzen) ile piknik yaptık, heyooo :)

                                                                                ***
Blogda birkaç değişiklik yaptım ve "evim" dediğim yeri biraz daha düzenlemiş oldum. Bunları tek başıma yapmayı beceremediğim için Sevgi Hanımdan yardım aldım. Aklımdaki birkaç ufak değişiklik dışında blogun son hali böyle, kategorili :)
                                                                                ***
O değil de üzerinde ismim yazılı kutum var artık benim ya, ben uçmayayım da kimler uçsun... Bir de içini görseniz :)
Devamını oku »

19 Ekim 2015 Pazartesi

Elif'in Kreş Günlüğü- 5

Bir önceki yazımı okudum şimdi, yine gülümsedim. İleride inşallah fikrim değişmezse çok şükür kreş hayatımız iyi gidiyor. Kreşi biz de seviyoruz. Hatta daha bu sabah "keşke ben de en azından bir yıl kreşe/anaokuluna gitseymişim" dedim. Beni de alsalar içeri, gireceğim sanırım :) Anaokuluna gittiğim ilk gün şişmanca bir kız beni köşeye sıkıştırmıştı, ondan korktum ve "oraya bir daha gitmem" dedim. Ve gitmedim. Anneme bu konuda hala kızıyorum. Sanki her dediğimi yaparmış gibi :) Gel bir konuş benimle, sebepleri, çözümleri, zorlukların üzerine gidilmesi vs hakkında. Şimdi bile zorluk görünce kaçışımda belki o ilk günün etkisi var :) (Abarttım evet)
Bence en güzel okul, çocuğun kendini mutlu hissettiği ve senin de anne baba olarak çocuğunu güvenle bırakabildiğin okul.
Kreşte bu ara en çok şarkı öğreniyorlar. Elif'in hareketlerinden "değiştir"şeklinde şarkıları biz de öğrenip söylüyoruz. Favoriler "anneni seviyorsan alkışla", "bak postacı geliyor", "ali babanın çiftliği", "otobüs gider döne döne" , mini mini bir kuş"ve "baby finger" Her birinin anlatımı farklı Elif açısından. alkış yapıyor, el sallıyor, minik kuşu camdan getiriyor, "baba-pişi" diyor, baş parmağını oynatıyor vs.
Geçen hafta uzaktan gördüğümüz bir öğretmen gelip bizimle konuştu. "Hi, I'm İrem Teacher." ile başlayan diyaloglar öğretmen açısından İngilizce, bizim tarafımızdan da Türkçe devam etti çünkü biz ne olduğunu anlamadık. Ben bu okulda İngilizce öğretildiğini bilmiyordum çünkü sormamıştım, böyle bir şeye gerek yoktu. Meğerse haftalardır ana öğretmenlerin dışında bir adet İngilizce öğretmeni varmış ve gün boyu onlarla berabermiş. "Baby finger"ı da o öğretmiş sanırım. İsminin "İrem" olduğunu duymasam tarzı ve aksanıyla yabancı biri zannederdim. Biz ısrarla Türkçe konuşunca -ne olduğunu anlayamadığımızdan- "Çocukların yanında Türkçe konuşamam" dedi. Biz de "hııııı" dedik :)
İngilizce konusunda -ileride fikrim değişir mi bilmiyorum- ben biraz daha farklı düşünüyorum. Özellikle küçük yaş gruplarında okulun yani kreşin amacının "mutluluk" ve "oyun" olması sanki yeterli. Çocuğa devamlı bir şeyler öğretmeye çalışmak (şarkılar hariç) gereksiz geliyor bana. Ama bir taraftan kızı 2 yaşında olan bir baba görüyoruz. Parkta da devamlı karşılaştığımız için diyalogları çok net duyuyoruz. "Salıncak ne renk?" diyor. "Mavi" değil de "Blue" yanıtını istiyor mesela. Eleştirmek midir bunun adı bilmiyorum ama sanki çocuk orada sadece salıncağa binse, yeterli değil mi? (ya da belki de ben sadece o an gördüklerimden dolayı adamcağızı yargılıyorum :)
Uşak-köy
Geçen ay yazmayı unutmuşum, hemşire emekliye ayrıldı. O kadar üzüldük ki. Nasıl desem, ben bu kadar güler yüzlü ve işini aşkla yapan başka bir hemşireye daha önce hiç denk gelmemiştim. Çocuklara resmen annelik yapıyordu. Onun yerine gelen hemşireye alışmaya çalışıyoruz hala.
Bu ara en yeni gelişme Elif'in saltanatının bitmiş olması :) 14,5 aylıkken başlamıştı ve en küçük oydu kreşte. Şimdi ise iki minik daha geldi. 13 aylık olan kız 2 ay erken doğduğu için, 12 aylık olan çocuğun da annesi vefat ettiği için özel durumları var. Elif de onları kıskanıp kendini yere atıyormuş. "Bırakın atsın, öğrenir zamanla" dedik ama zaten kime diyorum... Öğretmeni maşallah o kadar iyi biri ki. Aralarındaki dengeyi çok güzel kuruyor ve eminim Elif konuşmaya başladığında arkadaşlarını eve de getirmek isteyecek. Öğretmeninde en çok sevdiğim şey de pozitif ve çözüm odaklı olması. Uyku konusunda yaşadıklarımızda "İnanın bu da geçiyor, bir de şunu deneyebilirsiniz eğer isterseniz" gibi öneriler getiriyor. Birçok konuda böyle olunca, ben de ona danışıyorum ve hepsinde de haklı çıkıyor. Kendisi benim de öğretmenim gibi :) Sağduyulu ve asla kesin kurallarla bizi boğmuyor. Bir şeyin çocuğa göre olması ve ailenin otoritesi hususlarında çok güzel denge sağlıyor. İki tane kızı var, üniversitede okuyan. Kaç yaşında olduğunu bilmiyorum ama onun enerjisi bende yok, onu biliyorum. Onu görmek beni mutlu ediyor. Sanırım Elif'i de öyle :) (Çok şükür ve maşallah diyeyim)
Bir de unutmadan ve utanarak şunu yazayım: yemekler o kadar güzel görünüyor ki(isimlerinden) karabalıkla hep şunu konuşuyoruz; gitsek bizi de yedirirler mi :) Elif evde yaptığı birçok yemek yememe hareketini (eskiden yapmıyordu pek) kreşte nadiren yaptığından, gönlümüz rahat. "Tavuk suyuna çorba" yapacağım diye çok kasmıyorum kendimi işin açığı, evde ne varsa onu yiyor Elif de.
İnşallah günlerimiz hep böyle güzel geçer, Elif'i okula erken vermenin vicdan azabını hafifletmiş oluruz...

Devamını oku »