Beyhan'ı BDK sayesinde tanıdım, uzaktan uzaktan yaptığı işleri ve çizimlerini hayranlıkla takip ettim ve bir gün çekinerek "merhaba" dedim ona :) Alice, Yeni Okul, Dünyalı Dergi, annelik... Aklımda neler varsa sordum, kısaca "Beyhan kafası"nın içine girdim biraz -ucundan- :)
Beyhan Merhaba,
“Beyhan kafası”nda harika çizimlerin
var. Bu kafaların içini nasıl dolduruyorsun? Hayal gücünü nasıl besliyorsun?
Genelde ne çizeceğimi bilmeden başlıyorum. İlk "Beyhan kafası" da böyle ortaya çıktı. Şaşkın bakışlı bir surat çizdim sonra saçlarını çizeyim
derken bir baktım bir kurt ve elinde sepetiyle kırmızı başlıklı kız çizmişim.
Sonra aynı şekilde başlayıp Maurice Sendak’ın "Where The Wild Things Are" kitabından
canavarlar ve onlara hükmeden Max'i tıkıştırdım bir başka kafaya. Böyle bir
seri olmaya başlayınca biraz kurgu girdi işin içine bir kaç gece deli gibi
çizdim sonra durdum tabi ki.. Şimdi, tekrar akışa ve rastlantıya bırakmam
gerekiyor kendimi. Şimdiye kadar yaptığım kafalar masallardan izler taşıyor.
Masalların hayal gücünü besleyen eşsiz bir kaynak olduğunu düşünüyorum. Ki
bunu bir tek ben düşünmüyorum tabi ki.
Çizimlerden başlayınca oradan devam
etmek istiyorum. Çizdiğin desenleri şimdilik sadece blogunda yayınlıyorsun galiba, başka mecralarda bir paylaşım düşünüyor musun? Bu kadar güzel şey 1
kitapta bir araya gelse keşke :)
Çizimlerimi blogdan çok sosyal ağlarda paylaşıyorum aslında
çünkü orada daha hızlı bir iletişim var ve beni heyecanlandıran bir şey,
paylaşmak. Bir şey buldum, başkasına da bulaşsın gibi enteresan bir istek beliriyor içimde paylaşım yaparken. Önceleri
blogum daha aktifti bir de Dipnot Tablet
isimli bir dergide “beyhan’ın seyir defteri”
adlı köşemde yazıp çiziyordum. Sonra orada yazdıklarım bir Ipad kitaba
dönüştü. Şöyle dokunduğum, sayfalarını
kokladığım kitabım olamadı der dururum ama yine de. Dünyalı dergi var neyse ki.
İçinde yazmaktan mest olduğum bir dergi.
Senin sevdiğin çizer, illüstratörler
kimler?
Öyle çok ki. Kimi önce söylesem. Suzy Lee’den başlayım.Dalga, Ayna, Gölge üçlemesiyle vuruldum ona. 3 kitabı birbirine bağlayan,sayfaları da birbirine bağlayan (ya da ayıran) orta çizgisine yüklediğianlamlar etkiledi beni. (*Wave'i sanırım ben de çok sevmiştim :) Bir de bu kitapları okurken sanki Lewis Caroll’un Alice’ini görüyorsun ara ara.
Alice’i çizmiş tüm çizerleri severim unutmadan araya sıkıştırayım.
Shel Silverstein var sonra. Şaka yapar gibi yazıp çiziyor.
Hep bir muziplik. Bayılıyorum. Gençlerden Oliver Jeffers'a çok özenirim. Kendi
de bir çizgi karaktermiş gibi geliyor bana. Bu üç çizer aynı zamanda
yazıyorlar. Yazıp çizen biri daha geldi şimdi aklıma. Maira Kalman. Bitmedi. Sara Fanelli var mesela. Sara
Fanelli’nin çizgisinden çok kafasının içine hayranım.
Ouentin Blake’i tek başına söylemek lazım. Çalakalem çizilmiş
gibidir ya. Nasıl yapıyor bilmem ama o çizgilere bakıp mutlu olursun.
Yine genç kuşaktan (haha, orta yaşı geçince böyle konuşulur
ya, bayıldım buna) Eva Odriozolayı
severim, Anna Emilia Laitanen var bir de .
Anna’nın bir kitabı çıkmamıştı henüz ben onu keşfettiğimde bloğunda karda çektiği
fotoğrafları ve suluboya çiçek çizimlerini paylaşıyordu. Onun fotoğraflarından,
resimlerinden mevsimleri izliyordum ben de. Bir ara Portekizli illüstratörler
rüzgarına kapılmıştım, Ana Ventura, Joao Vaz de Carvalho, Ines Oliveira var o
dönem dakikalarca işlerine baktıklarım arasında.
Sedat Girgin’i unutuyordum az daha. Onun da çizdiği her
karakter çok etkileyici. Daha devam edebilirim ama diğer soruları merak
ediyorum :)
Dünyalı Dergide ise bambaşka bir
alanda ismini gördüm; gezi yazıların var. Sanırım gezmeyi çok seviyorsun?
Şimdiye kadar nereleri gezdin, nereleri “henüz göremedim ama kesinlikle
gitmeliyim” dedin/dersin?
Evet, birkaç
sayı boyunca gezi köşesini hazırladım Dünyalı Dergide. Daha önce de gezi
yazıları yazıyordum ama daha küçük yaş grubu için yazmak ilginç bir deneyim
oldu. Gezmek değil de gitmek diyorum ben seyahatlerime. Sanki bir şeyler beni
çağırıyor ben de o an elimde ne var ne yok bırakıp gitmek şeklinde
gerçekleşiyor benim gezmeler. Ne kadar uzağa gidersem içimdeki gezme canavarı o
kadar memnun oluyor. İlk önce Avrupa’yı
gezdim. Hevesli bir mimarcıktım o zamanlar ve ünlü mimarların eserlerini görebileceğim bir rota peşinde dolandım
durdum. Sonra iş nedeniyle de defalarca Avrupa’ya gitmem gerekti. Bir iki ülke hariç her yerine
gittim sanırım. Eski kıta güzel hoş tabi ki ama benim kendimi özgür hissettiğim
yerler dünyanın başka yerleri. Yoksul
ama mutlu, koşturup durmayan anı yaşayan insanların yaşadıkları yerleri çok
daha fazla seviyorum. Vietnam, Kamboçya
ve Tayland seyahati böyle bir seyahatti. Bir de yine alıp başımı gittiğim, Bolivya, Peru gezilerim var. Yalnız başına
seyahat etmek için biraz zor bir rota seçmişim gerçi ama şu özgür olma halini
iliklerime kadar hissettiğim bir geziydi. Bambaşka bir dünyada kendinle
baş başa, kafanın içinde sohbet ede ede gezmek, herkese önerdiğim bir gezme
türü.Nereye kesinlikle gitmeliyim derim? Galiba Afrika kıtasını gezebildiğim
kadar gezmek isterim. Bir de bir daha
gidebilsem başka türlü gezerim dediğim yerler var. Kamboçya’yı otobüsle değil
de motor üstünde gezmek. Peru’ya bir daha gitmek ve MacchuPicchu’ya İnka Yolunu
yürüyerek ulaşmak gibi şeyler. Mümkün olur mu bilmem ben isteyim yine de J
Sahiden de 1 sırt çantasıyla mı
yolculuk yapıyorsun?
Evet. Sırtçantalılardan
biriyim ben de. Uzun yolculuklarda o çanta tam bir işkenceye dönüşebiliyor ama
yıllar geçtikçe kendimi bu konuda terbiye etmeyi başardım. Bir arkadaşımla
yaptığımız Vietnam ve Kamboçya’ya seyahatimizde çok hafif bir yolculuk yaptık.
Bir yerde okuyup mu yapmıştık bilmiyorum ama geride bırakacağımız kıyafetlerle
yola çıkıp, her konakladığımız yerde bir eşyamızı bırakarak yolculuk ettik. Ben
biraz abartmıştım hatta J Her şeyimi
dağıtıp en son üstümdeki ince bir elbise ve kopmak
üzere olan bir terlikle kalmıştım. Aralık ayıydı. Havaalanından eve dönene kadar
donmuştum J
Profilinde senden daha çok Alice
var. Alice’in Harikalar Diyarını gezmeyi de çok seviyorsun sanırım :) Sormak
istediğim şey, sende Alice’i çeken şeyin ne olduğu?
Başka bir dünya hayali sanırım. Alice’i ne zaman okusam ben
de bir rüyadaymışım hissi oluşuyor. Özellikle ikinci kitapta “aynanın diğer tarafı” kendimi evimde hissediyorum. Hani Alice aynanın
içinde geçer ya ve gittiği dünyada her şey terstir. Geri geri yürürler, dün yarındır
, yarın dün işte bu tersliklerde kendimi buluyorum galiba. Tanısız bir terslik var benim zihnimde.
Sağımı solumu bilmem. Hangisiydi diye
düşünmeye kalksam başım döner. Solak olmadan solak olmak gibi bir şey. Kapıları
açmayı beceremem. Üniversiteye kadar baktığım şeyin tersini çizdiğimin farkında
bile değildim. Neyse işte böyle şeyler işte,
özetle benim dünyam aynanın öbür tarafında.
Bir de Alice’le bir geçmişimiz, bir hukukumuz var :) Alice çocukken okuduğum
ilk kitaplardan biri. Pek çok çocuğun aksine ben çok beğenmiştim. Kitapta
azıcık renksiz bir kaç resim vardı. Tam da Alice’in bahsettiği resimsiz
kitaplar gibi sıkıcı olması gerekirdi ama okudukça kafamın içinde rengarenk
resimler oluşuyordu. Çay partisindeki
çayın kokusunu aldığıma yemin edebilirim.
İznin olursa Samirle ilgili de
birkaç soru sormak isterim;Annelik nasıl gidiyor? Samirli hayattan neler
öğrendin? Zorlandığın şeyler oldu mu?
Samir hakkında konuşunca susamayabilirim ama :) (Her anne gibi)
Ben kendi bebek olduğum dönem dışında tüm hayatım boyunca
çocuklarla ilgilendim. Mahallede doğacak çocukların listesini tuttuğumu ve ben
bakabilirim diye kapılarını çaldığımı hatırlıyorum. Kendim de çocuktum ama bir
çocukla ilgilenmek, benim için dünyanın
en keyifli oyunuydu. Büyüdükçe bu değişmedi hatta biraz daha fena bir hal aldı.
En olmayacak an ve ortamlarda 3-5 çocuğu bir arada gördüğümde onların
dünyalarına dalmak için yanım tutuşurdum. Dalardım da. Yaşsız olmayı dilek
olarak günlüğüne yazmış bir çocuğum ben. Büyüdükçe çocukluktan sürülürsün ya
ben ona sımsıkı tutunmaya çalıştım. Neyse ki ben lisedeyken ablalarım doğurmaya
başladı. Ve ne şanslıyım ki sürekli anne
oldularJ
Böylece istediğim gibi bol bol oynayacağım ve doğumları itibariyle elimde
büyüyen bir sürü bebeğim oldu. Defalarca teyze
ve hala olduktan sonra bir gün bi baktım anne olmuşum.
O “bir gün” çok da erken olmadı aslında. Çocuklukla
vedalaşmamak, sonra insanın kendini unutacağı tempoda bir iş hayatının içinde
debelenmek gibi türlü nedenlerle SuSamiri’nin gezegene gelmesi biraz
gecikti. İlk 3 ay bir kedi yavrusu doğurduğuma emindim. Miskin,
ağlamaya üşenen, badem gözlü bir kedicik.
O böyle sürekli uyurken ben, "ee ne
zaman oynayacağız" diye sabırsızlanıyordum ki oyun dönemler geliverdi. Şimdilerde
tıksırıncaya kadar oynuyoruz diyebilirim :)
Sadece oyun karın doyurmuyor tabi. Anneliğin daha doğrusu
ebeveyn olmanın ağır yükleri de var. Ben o kısımda sınıfta kalıyorum işte. Zorlanıyorum,
eşimin annesinin sadece Samir’i değil
hepimizi kanatlarının altına alması sayesinde bazı şeyler telafi oluyor
ama kendime biraz kızmıyor değilim ara
ara. Keşke büyüseydim dediğim nadir durumlardan biri bu mevzular.
“Yeni Okul” hakkında neredeyse
hiçbir şey bilmiyorum. Sadece İstanbulda olan bir okul galiba? Ve sen de okulda
“Reggio Emilia Yaklaşımı Sorumlusu” olarak görünüyorsun. Bu
yaklaşımın içeriğinden bahsedebilir misin? Klasik yöntemlerden oldukça farklı
olduğu çektiğiniz videolardan bile anlaşılıyor. Çocuklar özgür ve mutlu
görünüyor :)
Evet, Yeni Okul İstanbul’da Esentepe’de, Reggio ilhamlı bir
ilkokul. Yapılandırmacı eğitim olarak da tanımlanıyor bu yaklaşım. Reggio Emilia
Yaklaşımı bir model, sistem değil. Alınamıyor satılamıyor. İtalya’nın kuzeyinde
Reggio Emilia kentin ortaya çıkmış bir eğitim felsefesi. Yeni bir şey de değil
aslında. 2. Dünya savaşı sonrası, kentlerini onarmaya çalışan ve çocukları için
yeni bir gelecek var etmeye çalışan anne babalar tarafından başlatılmış. Bu
yaklaşım o hep bahsedilen ama bir türlü uygulanamayan çocuğun merkezde olduğu,
çocuğun haklarına, fikirlerine saygı duyulan, merakı doğrultusunda öğrenmesi
destekleyen bir eğitim kültürü. Çocuğun kendini ifade etmesi için birçok dili
olduğunu ve katı bir eğitim sisteminde bu dillerin, renklerin yok edildiğini söyleyen Çocuğun 100
dili metaforu her şeyi anlatıyor aslında. Her çocuk farklıdır ve her çocuğun
öğrenme şekli de farklıdır. Klasik eğitim çocuğa bakmadan ona neleri
öğreteceğine bakarken, bu yaklaşımda çocuğa bakılarak sadece neyi değil nasıl
öğrendiği anlaşılmaya ve bu doğrultuda bilgisini arttırıp genişletebileceği çevre
yapılandırılmaya çalışılıyor.
Gelelim bana. Reggio Emilia Yaklaşımı sorumlusu olmam, bana bir isim bulamamamızdan kaynaklanıyor :) Mimarlık eğitimi alıp
uzun yıllar bu alanda çırpınmış bir kişi olarak hayatımın eğitim sektörüyle
kesişmesi ancak Reggio Emilia Yaklaşımı gibi özgür ve yaratıcı bir ortamda
gerçekleşebilirdi galiba. Ben Yeni Okul’da bir çeşit danışmanlık yapıyorum
denilebilir. Öğretmenlerle yaratıcı bakış üzerine çalışıyorum. Projelerin
öğrenme çevrelerini geliştirmeye çalışıyoruz hep birlikte. Çalışıyoruz
diyorum çünkü bunu tek başıma yapmıyorum. Benim gibi farklı
disiplinlerden gelen bir çok insan var Yeniokul’da. Başka neler yapıyoruz? Reggio Emilia
yaklaşımında çocuğun nasıl öğrendiğini takip edebilmemiz için sonuca değil sürece bakıyoruz ve süreç
çeşitli yollarla dokümante ediliyor. Ses kayıtları, video , fotoğraf çekimleri
, gözlem notları... Yani klasik bir eğitimde karnede göreceğiniz notun
karşılığı bu süreçte gerçekleşen şeylerin
kayıtları diyebiliriz. Binlerce fotoğraf, yüzlerce video, notlar incelendiğinde
(incelemek için oturduğumuz masada ben de oluyorum) öğrenmeleri de
yakalayabiliyoruz. Almış olduğum eğitim bu yakaladığımız öğrenmelerin görünür
hale getirmemizi destekliyor.
Çok mu karışık oldu :) Kısaca şöyle söyleyeyim. Ben çocukların öğrenme anlarını yakalamaya çalışıyorum.
Yakaladığım noktada da bu öğrenmelerin görünür hale gelmesi için büyü yapıyorum.
Ha işte şimdi oldu :)
Farklı dallarda çalışmalar yapmak
zaman zaman zorlayıcı oluyor mu? Ya da dönemsel olarak biri mi ağırlık
kazanıyor?
Önceki hayatımda (sanki yeni bir hayatta dirilmiş zombi
konuşuyor gibi hissediyorum böyle söylediğimde :) çok yoğun çalışan insanlardan biriydim ben.
7/24 iş insanı. Yani sahiden de bir zombi. İstifa etmeye karar verdiğimde benim
bu halimi bilen insanlar bunu yapamayacağımı söyledi. Hayatının çok büyük bir
bölümü iş olmuş onu çekince boşluğa düşeceksin dediler. Hayır yapacağım dedim o
zaman. Haklılarmış. Büyük bir boşluk
oluştu. Kocaman bir boşluk. Biraz korktum o boşluktan. Ve yeniden
doldurmaya başladım onu. İlk önce uzaklara giderek rengarenk kültürler topladım ve onlarla
doldurdum. Sonra çizdim, çizdim bir sürü defterde topladım çizdiklerimi.
Hoop attım onları da boşluktan içeri.
Sonra yazıp insanlarla paylaşmaya başladım içimdeki boşluğu. Bir sürü insan
boşluğu ziyaret etmek istedi. Nasıl olsa herkese yetecek kadar boşluk vardı
davet ettim. İnanır mısın daha bir sürü yer var orada :)
Sanırım insan gerçekten istediği şeyi yaptığında
yaptıklarını iş yoğunluğu olarak hissetmiyor. Şimdi saydım da sanırım ben
düzenli olarak dört farklı yerde
çalışıyorum. Her birinde yirmi kadar insanla doğrudan iletişime geçiyorum, bu
işlerin biri hariç hepsi Samir’i kucağıma alıp gidebileceğim ortamlar olduğu
için kendimi Samir’den koparılmış da hissetmiyorum. Şimdilik bir sıkıntı yok özetle ama bunlar
dışında da yapmak istediğim o kadar çok şey var ki, ben bundan korkmaya
başladım biraz.
Sevdiğin çocuk kitaplarını da merak
ediyorum. Ö.T.E.K.İ. kitabını sende görmüştüm ve çok beğendim:)
Denizden
babam çıksa yerim gibi bir durum var İletişim Çocuk yayınlarında. İletişim’in
çocuk kitaplarının hemen hemen hepsini çok severim. Ö.T.E.K.İ’ye bayılmıştım.
Rose, Kirazın Şarkısı, Miguel, Çocuk, Benim Bütün Ördeklerim, Ördek Ölüm ve
Lale son olarak da Ev Canavarları en
en en sevdiklerim. Roald Dahl ne yazsa ona da bayılırım. (Bak bu yolla sevdiğim tüm
kitaplar hemencecik aklıma geliyor.) Oliver Jeffers‘ın “Heart in the bottle”
,”Stuck” “ Lost and Found”. Sendak’ın Where the wild things are” ı. Daha bir sürü var
ama en önemlileri nasıl unuttum diye ah
ah dersem, yorumlara eklerim ben J
Çizim yaparken belli
bir rutinin var mı? Müzik, kahve gibi?
Müzik
ve kahveyi çok severim. Tek tek ve birlikte. Bazen de çizimle birlikte ama genel olarak aynı şekilde tekrarını sağlayabildiğim hiçbir ritüelim yok.Olsun
çok istiyorum ama olamıyor bir türlü. En fantastik illüstrasyon ekonomi üzerine aldığım eğitimler sırasında ortaya
çıkmıştı mesela. Çizmek için keyif almam gerekmiyor diye yorumluyorum bu durumu
J
Yanından
hiç ayırmadığın bir kalem var mı? Sihirli kalem gibi de düşünülebilir :)
Yok,
ama genelde aynı tür kalemlerle çizerim.
Ağırlıklı siyah beyaz (kağıt beyaz değilde sararmış beyazsa daha çok severim.) çalışırım.
Yanımdan kalem değilde defterlerimi ayırmıyorum galiba.
Çizim yapmaya ne zaman
başladın?
İlkokula
başlamadan önce çizmeye başladım. Bol
miktarda abla abi durumlarından ötürü evimiz karnaval alanı gibiydi, resim ise kendi
kendime kalabildiğim kurtarılmış bölge. Şimdi yaptığım desenler gibi desenler
çizdiğimi hatırlıyorum.
Biliyorum tekrar bir soru olacak ama
nasıl bu kadar harika şeyler çiziyorsun?
Teşekkür ederim :) Ben, çizimlerimden ötürü böyle yorum ve tepkiler aldıkça öyle mutlu oluyorum ki. Bu röportaj için de çok çok teşekkür ederim. Çok keyif aldım
yanıtlarken. Ne kadar geveze olduğumu bir kez daha anladım.
Sevgiler,
BeyhanKatıldığın için asıl ben teşekkür ederim sevgili Beyhan :)
"Ben Alice olsam..." diye aklınıza gelen ne varsa -mesela "Ben Alice olsam uyanmayı hiç istemezdim" gibi- yazın ve 14 Mart 2015'i bekleyin.
Çekiliş sonucuna göre 1 kişinin kapısını elinde mektubuyla Alice çalabilir.
Demedi demeyin :)