Drop Down MenusCSS Drop Down MenuPure CSS Dropdown Menu




10 Kasım 2014 Pazartesi

Kurtarıcı Müzik: Mahna Mahna :)

Evde televizyon olmadığından (bunu da 1 milyon kere söylemiş olabilirim) Elif'in görsel izleme konusunda eksiği var. Yani misafirlikte bir yerde denk gelip de televizyon görürse "bu ne kiiii" diye etrafına bakınıyor. Biz de tv'yi kapatıyoruz. Hele ki şu aylarda çok gereksiz geliyor bana. Eğitici-öğretici bebek kanalları da varmış ve çocuklar şarkı, sayılar, yeme-içme kültürü vb. şeyleri oradan öğreniyorlarmış diye duydum. Laf atmak istemem elbette ama  2 yaş altı bir çocuğun fazla bir görsel izlenceye maruz kalmasını şahsen doğru bulmuyorum. Bu da bir annelik tarzı/tercihi olsun.
Birkaç ay önce BDK'da şu yazıyı okurken videoyu da açtım tabii, Elif de yanımdaydı o ara. Başladı gülmeye :) "Aaa çok komikmiş değil mi?" falan derken zaman geçti tabii aradan.
Arabada Elif'i durdurmakta çok zorlanıyorum. Yani ciddi anlamda animatörlük yapıyorum. O havuz kenarındakiler az yoruluyordur benden. Arabada yolculuğu mu sevmiyor, koltuğuna mı alışamadı bilmiyorum. Doğduğundan beri o koltukta yani yeni bir şey değil aslında. Bize diyorlar ki "ohh şimdi arabada uyur" Durum bizde pek öyle değil. Hani belki sonunda uyuyor (uzun yolda) ama uyuyana kadar da ağlama krizleri eksik olmuyor. Geçen akşam da misafirlikten dönerken bu video geldi aklıma, izlettim, sustu ve gülmeye başladı. Daha sonraki birkaç sefer daha ağladığında bu videoyu izlettim ve işe yaradı. Demek ki anneler boşa değil nefes almak için çocuğa reklam açıp rahatlıyor :) Kimseyi yadırgamam, büyük de konuşmam ya da konuşmamaya çalışırım çünkü söylediklerini yutma ihtimalin var bu durumda.
Neyse konuyu yine çok uzattım. Bana masum gelen ve çok sevdiğim Muppetlardan siz de zor an'larda faydalanmak isterseniz diye paylaşayım dedim. Abartmamak gerek elbette ki. Ve cidden zor zamanları tespit etmeli ki etkisi azalmasın :) Annelik biraz kurnaz olmayı da gerektiriyor-du değil mi?
Teşekkürler BDK; seviyoruz sizi :)



Devamını oku »

9 Kasım 2014 Pazar

7. Ay :)

Bu ay nasıl geçti, cidden anlamadım.
En son Uşak'ta babaannelerin yanındaydık, bayram vardı...
Aradan 1 ay geçtiğine inanmakta zorlanıyorum.
Hala ek gıdayla ilgili yazımı yazamamışım onu fark ettim çünkü link verecektim ama aklıma geldi de henüz yazmadım ki :) kafamdakilere link verebilirim, ulaşabilirseniz :)
Ah teknoloji..sen ne hallere soktun bizi. Ya da biz kendimizi soktuk bilmiyorum.
Elimizde cep telefonu, kucağımızda laptop, karşımızda radyo (tv yok ya hava atayım radyoyla :P )
7. Ay diyordum değil mi?
Teknolojiyi bu işe nasıl bağladım ben bile kaçırdım.
Bu ayın ennn büyük gelişmesi kuşkusuz ek gıda sürecimiz oldu. Uzun uzun bahsedip yazacağım diğer yazıdan ipucu vermeyeyim ya da dayanamazsam aralarda yazabilirim de :)
Korktuğum kadar olmadı, onu diyebilirim. Ne kadar korkmuşsam artık. Hani bir patatesi havucu kabağı haşlamak ne kadar gözümde büyümüşse... Asıl yemek işleri sanırım 8. aydan hatta 10. aydan sonra başlayacak yani benim "marifetlerim" o zaman ortaya dökülecek. O zamana kadar... Yok yok daha fazla diğer yazımı sabote etmeyeceğim :) Nokta.
Detaylandırsam da çok anlatamayacağım bir diğer durum da: Uyku! Ta ta ta taaa... Bir şeyleri çözdük diyemesem de çok fazla yol kat ettik. İşin püf noktası yani olayın çıkış noktası Elif'in hiç bir şeye alışmamış olmasından kaynaklanıyor. Yani emerek, sallanarak, ayakta, arabada vb. bir rutini olmadı hiç. Kolikten dolayı salllanarak uyuduğu gerçeği de bir masalmış, başrolde de anne balık ve kara balık olarak biz iki şaşkın balık varmışız. Meğerse çocuğum şöyle ağlıyormuş: "Yeteeeer, sallamayın beniiii, ay bi duruuuuun, bak başım döndü haa, inmek istiyorum bu trenden" gibi. Elif'i çok iyi gözlemlediğimi ve hareketlerini çok iyi yorumladığımı zannederdim. Hiç alakası yokmuş. Çocuğu sallamayı bıraktık, çocuk rahatladı resmen. Çok acayip bir düzende değiliz belki ama uyku-uyanma-yeme-içme-gezme-tekrar uyuma konusunda Tracy ablanın haklı olduğu yerler varmış. Onun "yatır-kaldır"" yöntemini uygulamadık esasen. Kim West'e uzaktan selam verip daha çok Elif'i gözlemledik.  İstenilen kıvamda mı? Değil belki ama önceki düzensizliğimizi hatırlayıp elimizdekine şükretmesini de bilelim. Söz konusu bebek/çocuk olunca ahkam kesmemeyi öğreniyor insan. Yani "biz hallettik bu işi" hiç demiyorum/diyemiyorum. Henüz dişi vb. şeyleri görmedik çünkü. Durumumuzda iyileştirme yaptık diyebiliyorum o kadar.
Bütün bebekler bu aylarda sırt üstü yatırdığınız gibi yüz üstü oluyorlar değil mi? Elif'i tersten giydirmeye alıştık da alt değişiminde hala acemiyiz. Tersten alt değiştirebilmek için farklı bir bez tasarımı yapsalar ne harika olur değil mi? Endüstriyel tasarım mı ilgilenir bu işle? Sesimi duyan olur belki? "Elif bir dur" demekten helak olup yeni yöntemler geliştiriyorum. Eline oyuncak da versem göz kontağı da kursam illa o en uzaktaki nesneye ulaşmaya çabalıyor. Geçen gün babası değiştiriyordu altını, bana geldiğinde de ağzı kanıyordu. Samimiyetle söyleyeyim, korktum çünkü ilk defa böyle bir şey gördüm. Ama ikisi de gülüyordu. Babası gayet sakin "pişik kremini ağzına sokmuştu da, sanırım damağını çizdi, bir şey yok" deyince Elif de gülünce ben de sakinledim.
Bir de bu ay Elif'in elinde -cidden nereden geldiğini anlamadığım- ağzı açık çengelli iğne buldum! Ve ona batmamış olması, yutmamış olması tam bir mucize. Bunun için çok ama çok şükrettim.
Geçen aylarda saçlarımın biteceğinden korktuğumu söylemiştim sanırım. Kullandığım şampuan işe yaradı ve minik kahküllerim çıktı :) Soran olursa isim de verebilirim.
Elifle her gün öğleden sonra dışarıda yürüyüş yapıyoruz ve bu ikimize de iyi geliyor. Bazen 1 saat bazense 20 dakika ama ortalaması 30 dakika oluyor bu temiz havanın. Markete uğramışsak Elif bakışlarıyla etrafındakilere laf atıyor, "naber" şeklinde :)
Bu ay tanıştığımız ve hiç sevmediğimiz diğer gelişme de kabızlık oldu. Ek gıdaya başladık ve Elif kabız oldu :/ Çok sevimsiz bir durum. Resmen kendi tuvaletimi yaparken suçluluk duydum çocuğum yapamıyor diye. Tam olarak geçmedi bile ama zeytinyağı içiyor, su tüketimi arttı, kayısıyı kaynatıp bazen suyunu bazen posasını ezip veriyorum, poposuna zeytinyağı ya da bepanten sürüyorum ve bolca karın ovalama, bisiklet sürme hareketi yapıyorum,armut yediriyorum. Başka ne yapılır onu da bilmiyorum birkaç sefer yarım doz fitil de vermek zorunda kaldık. Önerisi olan varsa yazsın lütfen :) Tecrübeli anneler bence doktordan daha iyi tavsiye veriyor.
Bu ay Elif'in odasını iyice değiştirdik ve gereksiz şeyleri odasından çıkarttık. Ortada kooocaman bir alan kaldı oynaması için. Bu oyun alanı benim hamileliğimden beri hayalimdi. Kocaman dediysem tabii odanın büyüklüğü kadar kocaman :) Hayalinizde bir salon canlanmasın. Şimdilik bize yetiyor bu kadarı da.
Evde Elifle olmak sahiden çok keyifli. Bazen de yorucu haliyle ama tecrübeli anneler içlerinden "sen hele bir dur, yürüyünce göreceksin yorulmayı" diyorlardır. Doğrudur, inanırım.
Emekleme diyemem ama Elifte kendini geri geri atma hamleleri var. Yani emeklediğinde ileri değil de geri gidecek önce sanırım :)

Elif'i yanımdayken bile çok özlüyorum, geceleri bazen onun kokusu sinmiş gündüz kıyafetine sarılarak uyuyorum. Başka bir durum olsa "delilik" denebilir ama sanırım "annelik" bu.
7 ay nasıl geçti derseniz, sahiden de (bazen) tuvalete bile gitmeye vakit bulamayacak kadar yoğun; ancak ayaklarım yere basmayacak kadar da mutluy(d)um.
Tüm bu güzellikler için hep şükrediyorum.
Bakalım bizi 8. ayda neler bekliyor.
Devamını oku »

8 Kasım 2014 Cumartesi

Aşure (Çorbası) Yaptım :)

Aşureyi çok severim. Bence çok bereketli bir tatlı. İçinde yok yok :) Ben çok malzemeli sevmem gerçi,sadece bakliyat yeter bir de üzerinde nar olacak illa, yoksa yemem :)
Bu sene kanıma Esen girdi. Paylaştığı o harika fotoğraflarla iyice canımı çektirdi. Ben de "nasılsa komşular getirir" diye düşündüm. Zilin üzerinde "lütfen zile basmayın" diye mi kimse gelmiyor acaba dedim ama sahiden bu sene aşure gelmedi hiç :/ Esen de aşure yapmanın zor bir şey olmadığını söyleye söyleye beni gaza getirdi. Karabalığa sordum "yaparsın" dedi. Dünkü yazımda demiştim ya bakliyatları geceden suya koydum hadi hayırlısı diye. Gerçekten de öyle oldu. Her sabah 6'da ayakta olunca güne erken başlamamak için bir sebep yok. Tarif konusunda telefonda bir antrenöre ihtiyaç duyduğum için pratik kuzenimi aradım. "Yapabilir miyim?" dedim, "tabii yaparsın" dedi, o da verdi gazı. Kendimi buğdayı kaynatırken buldum sonunda. Tüm işlemler bitti, aşureleri kaselere koydum ve beklemeye başladım. En azından üstü donsun da cevizimi, tarçınımı narımı koyup komşulara vereyim diye. Dolaba bile koydum ılıdıklarında, donmadılar. Ben de acayip komik bir görüntüyle komşulara dağıttım. Herkes hem şokta hem de mutlu "ne güzel aşure gelmiş" diye. Sadece tanıdıklarıma ve yakınlara verince 7 taneyi paylaşmış oldum, 1 tanesi biraz yere düştü :/ Tüm komşulara verirken ısrarla söyledim:"İlk yapıyorum, önce siz yiyin, sonra çocuklara yedirin ha" diye. Güldüler ama ben ciddi söylemiştim.
Bir arkadaşımıza misafirliğe gidecektik, karabalık sordu: "Aşureler niye donmadı?" diye. "Çok sabırsızsın" dedim. "Döndüğümüzde ancak donarlar" :) Dönüş yolu aşureleri düşünmekle geçti. Misafirlikteyken aşure yaptığımı söyledim, "nasıl oldu?" sorularına da "iyi gibi" dedim. "Gibi"si vardı çünkü. Eve döndük, koştum baktım ve gerçekle karşılaştım: aşureler donmamak için direniyordu. Kuzenimi geri aradım; "aşure kaç saate donar" diye. Meğerse buğday tam olarak nişastasını salmadan atmışım diğer malzemeleri ve aşureyi donduran nişastaymış. Hatta acelem olursa 1 kaşık nişasta da koyabilirmişim. O an kuzenimle yaptığımız konuşma geldi aklıma. Bana ısrarla "buğdaylar henüz özdeşmemiştir" diyor, ben de ısrarla "yok bence ölüp gittiler" diyorum. Meğer çok acele etmişim. Bunu tecrübe etmem iyi oldu, bir dahakine hiç unutmam.
Komşulara verdiğimin fotoğrafını çekmeyi unutmuşum. Buraya eklemek için 2 fotoğraf çektim. "Normal aşure" görüntüsü beklemeyin baştan uyarayım. Benim aşurem çorba kıvamında olduğundan narlarım suya batıyor :) O yüzden elimde tuttum :) Bir de kuzenim dedi ki (umarım beni avutmak için dememiştir) aşurenin aslı zaten "aşure çorbası"ymış... E ben orjinal aşure yapmışım ya, gerisini üzerini donduranlar düşünsün...

Bence bu konuyla ilgili en bomba diyalog annemle yaşandı. Öğlen gibi annemi aradım(henüz donmadığını bilmiyordum) aşure yaptığımı heyecanla söyledim: "Dr. oetker hazır paket mi yaptın" dedi!!! "Yok ya anne ne hazır pakedi, bildiğin anam babam usulü yaptım" dedim. Annem o ara bu önemli bilgiyi teyzemle paylaştı, evde sevinç nidaları: "Esra aşure yapmış, hadii, tebrikler vs." :) Zannedersin içli köfte yoğurdum. Onu da yapsam demek önümde şapka çıkaracaklar. Ardından annem ekledi bu arada "ben de seni arayacaktım, hazır paket aşure yapabilirsin diyecektim" üzülsem mi sevinsem mi bilemedim. Annemde uyandırdığım intiba şahane, e tabii haksız da sayılmaz. Neyse en son dedi ki "biz daha yapmadık, seni tebrik ederim." vaaay... Benden mutlusu yok :)

Aşuremin kıvamı tam tutmamış olabilir ama tadı güzel, karabalık da sevdi, annem de tebrik etti... En mühimi de "hayatta yapamam" dediğim bir şeye cesaret edebilmiş olmam. "Arkadaşlık güzel bir şey" demiştim değil mi? Çok teşekkürler Esen...
Vaz geçtim sanmayın sakın. Niyetim inşaallah seneye kalmadan yeniden denemek. O narlar suya löp diye düşmeden duracak umarım :)
Devamını oku »

7 Kasım 2014 Cuma

Arkadaşlık Güzeldir :)

Hatırladığım kadarıyla ilk arkadaşım ilkokul 1. sınıfta Özge isminde yumurta kokan bir kızdı.
Tabii çocukluk arkadaşım kardeşimi ve kıvırcık kuzenimi saymazsak.
Anaokulu-kreşe de sadece 1 gün gidip oradaki koocaman bir kızdan korkunca (beni kenara çekmişti) 5,5 yaşında ilkokula başladım.
Ondan önce mahalleden de arkadaşım olmadı çünkü annemlere göre bizim mahalle pek de güvenilir değildi, dolayısıyla ben sokaklarda büyümedim. Damda bisiklet sürerek, top oynayarak geçirdim vaktimi. Umarım Elif de çok fazla bebek-sever bir kız çocuğu olmaz ya da babasının hayalleriyle evcilik oynarlar, biz ona pasta yemeye çay içmeye gideriz.(karabalığın en büyük hayallerinden biri bu)
Arkadaşlık kurmak, onu sürdürmek bana hep çok çetrefilli geldi. Ne zaman "işte bu kız/oğlan tam benim kafadan" diye düşünsem çok alakasız şeyler yaşadık.
İlkokulda 3 sene kolejde okudum ve orada bambaşka bir dünya tanıdım. Oraya ait değilmişim gibiydi, zaten orada olmamın sebebi annemin okulda öğretmen olmasıydı. Sonraki 2 sene her sırada 3 kişinin oturduğu oldukça kalabalık bir devlet okuluna gittim. (sınıfta 65 kişiydik yanlış hatırlamıyorsam) İlk gün hayatımın şokunu yaşamıştım resmen. "Burası kokuyor" demiştim, "beni alın buradan." Bu satırları okursa-ki ne alaka ama- ilk sıra arkadaşlarımdan biri olan Celal'den özür dilemek istiyorum. Çok fazla şişmandı ve ben sırada düşecek gibi oturduğum için ondan hiç hoşlanmıyordum. Çocuğu yemek yerken görsem "az yese keşke" diye düşünmüşlüğüm var. fenaymışım :/
Derken Anadolu Lisesini kazandım ve 7 sene de orada geçti. Orada da ilk gün kendimi çok yabancı hissetmiştim. Hiçbir zaman da kızların eteklerinin boyunu neden kıvırdığını, "gizli makyaj"ı neden yaptıklarını ve daha bir sürü kızsal şeyi anlamadım. Son iki senemde sözel sınıftayken Nilay'la tanıştık ve kendimi çok daha iyi hissettim. Tiyatrodan, kitaplardan vs bahsedebiliyorduk. Ondan önce rehber öğretmenimiz Durmuş Hoca vardı, onunla çok sık sohbet ettiğimizi hatırlıyorum.
Veee sıra geldi üniversiteye... İlk günlerde yalnız değildim aslında, sınıf arkadaşımla aynı bölümü kazanmıştık çünkü ama ben ilk gün çok ağladım: "Bu bölüm bana göre değil ühüüüü" diye. Hala da ağlayabilirim :) Bir grupta olmak nasıl bir şeymiş, orada iyice öğrenmiştim. Çok seviyordum arkadaşlarımı, hayatımdaki her şeyi de paylaşmıştım. Arkadaşlar arasında sır olmamalıydı zaten :) O dönemde birkaç farklı yurt değiştirince biiiir dolu oda arkadaşım olmuştu. Hatta iki tanesiyle üniversite son dönemde eve çıktık, biriyle arkadaşlığımız bitti öteki zır deliyle (bu satırları arada da olsa okuyormuş :) hala görüşüyoruz ve evet hala zır deli :P
Düşününce ve geriye bakınca o kadar çok arkadaşım, dost dediğim insan olmuş ki hayatımda. Bazılarının hayatımda hep olacağını düşünmüştüm. Olmadı. Liseden sadece Nilayla üniversiteden de sadece "zır deli" ile görüşüyorum. (Üniversiteden arada mesajlaştığım birkaç kişiyi saymazsak) Facebook hesabımı kapatalı çok oldu. Çok da doğru bir karar vermişim diyorum şimdi. Merak etmek bambaşka bir şey ve ben sahiden çoğunu merak etmiyorum. Kötü anlamda da demiyorum aslında sadece insanın hayatı evrim geçiriyor ve her insanın bir rolü oluyor, rolünü tamamlayınca hayatından çıkıyor(ya da bazen "demirbaş" oluyor)
Çok kırıldığım, üzüldüğüm, ağladığım zamanlar da oldu, -hiç istemeden- kırdığım insanlar da. İnsan doğasının bir gerçeği.
Ve işe girdim. (Ondan önce 1 yıllık yüksek lisans var ve orada tanıdığım, çok sevdiğim insanlar var-dı... Sahi, neredeler? Bilmiyorum.)
30 erkek + 1 esra :) İşe böyle başladık. Benim için hem zor hem keyifliydi. Benden çok çekiniyorlardı ama ben rahattım çünkü erkeklerle anlaşmak her zaman daha kolaydır. Yüzünüze bakıp "saçların harika olmuş şekerim" derken içlerinden "ıyy bu ne hal böyle!" diye düşünmezler. O ortamda daha iyi anladım ki ben kızlarla yapamıyorum. Yani dengeyi kuramıyorum. Ya soğuk kalıyorum ya fazla samimi. Erkeklerle konuşacak daha çok şey var. Çok kitap okuduklarını söyleyemem ama futbol, arabalar, havalar benim için alışveriş, kuaför vb. şeylerden hep daha eğlenceli olmuştu. Ve tabii mutfak! Bunu anlamak zor olmamalı zaten. (Çok önemli dipnot: Sevgili Esen, seni heyecanlandırmak istemem ama cidden gaza gelip aşure yapmak için bakliyatgillerimi suya koydum. Ve cidden sonuç ne olursa olsun buna cesaret edebilmem bile benim için koca bir deniz, teşekkürler sana.) Karabalık da o 30 erkekten biri demiş miydim? Sanırım diğerleri çok beyazdı ve ben "küçük kara balık" misali en karasıyla okyanusa açılmak istedim :) Aslında öncesinde çok çok iyi arkadaş olduğumuzu atlamayayım. Neredeyse hiç kız arkadaşım olmadı. Bu durum da beni hiç rahatsız etmedi.
Gelelim sanal dünyaya...
Blog ve instagram sayesinde bir dolu insanla tanıştım. Kimini çok sevdim hatta buluşup kahve içmek istedim :) Bilmiyorum konuşabilir miydim ama neticede o sıcaklığı hissettim. Bazılarıyla mail üzerinden haberleştim, hala da haberleşiyorum.
Bir insanı yüz yüze görmeden hem çok sevmeyi hem de -nasıl oluyorsa- kırılabileceğimi keşfettim. Deli miyim neyim? İnsan yüzünü bile görmediği birine gönül koyabilir mi? Bu kişi balık burcuysa koyar :) Bu yazının amacı bu kırgınlık falan değil. Hatta hiç değil. Yoksa başlık "arkadaşlık güzeldir" olmazdı herhalde.
Kırgınlığı bir kenara koyacak olursak tanıdığım güzel insanları tek tek yazmaya kalksam birini unuturum, atlarım falan diye korkup yazmıyorum.
Bazen instagramda bir şey paylaştığım zaman durup düşünüyorum: "Bunu niye paylaşıyorum ki" diye? Belki sizin de zaman zaman öyle hissettiğiniz oluyordur. Yani okuduğum kitabı, dinlediğim şarkıyı, uykusuz kaldığımı, başımın ağrıdığını beni "takip edenler" bilse ne bilmese ne? :)
Gerçi kitap konusunda ayrıcalık yapmalı çünkü bazı kişilerin ne okuduğunu cidden takip ediyorum ve listeme ekliyorum, o açıdan kitap konusunu farklı bir yere koyayım.
Kendim için "bilseler ne bilmeseler ne" diyorum ama sevdiğim arkadaşlarımın nasıl olduklarını da önemsiyorum. Hem de çok. Bir müddet ses soluk çıkmazsa "iyi mi acaba" diye endişeleniyorum :) Benden öyle mesaj alırsanız şaşırmayın yani.
Bu upuzuuun yazıyı neden yazdım? Birkaç gün önce birine kırıldım ve düşündüm arkadaşlık nasıl bir şeydir diye. Sadece 1 kişiye ya da 1 olaya indirgenemeyecek kadar güzel bir şey olduğuna karar verdim. Hani bu yazının kırılmayla ilgisi yoktu :) Azıcık varmış demek ki. Yani bana ışık tutmuş, yol göstermiş.
Bir de ben ilişkinin ömrünü geç anlayanlardanım. Yani belki karşı taraf beni sevmemeye başladı ya da benimle görüşmek onu mutlu etmiyor ve bunu sinyallerle anlatmaya çabalıyor. İşte ben bu sinyalleri çok geç algılıyorum. "meşguldür kesin", "yoğundur", "yorgundur" vs diyorum. Diyordum. Şimdi az daha piştim sanırım. Çok üzülsem de ben de kendimi geri çekiyorum yoksa kendimi yıpratıyorum.
Belki en başa koymalıydım bilmiyorum ama minik bir şarkı ekleyeyim buraya. Bu yazıyı yazarken ve aslında buraya yazdığım yazılarımın çoğunu yazarken 65247. kere dinlediğim ve her dinlediğimde hüzünlendiğim, yol aldığım bir şarkı. Beni bu şarkıyla tanıştıran da henüz karşılıklı kahve içemediğimiz ama kalbimin kitaplı kedili bir yerinde olan tatlı arkadaşım; iyi ki tanımışım seni :)


Bazen kırılabiliriz, bozulabiliriz hatta çok üzülebiliriz ama arkadaşlık güzel bir şey.
Bu yazıyı okuyan-ya da bu blogdan haberi bile olmayan- sevgili arkadaşlarım; iyi ki varsınız.
Hatırlatayım dedim :)

Devamını oku »

3 Kafa : Hamile, Loğusa ve Acemi Anne :)

Bu yazıları aslında Biricik Dünyam için yazmıştım ve orada yayınlanmıştı, blogumda da olsun istedim. Biraz uzun olacak belki ama hepsini bir araya topladım.
İnsanın hayatına bir bebek girince önceden ne hissediyormuşum ben kısmını hatırlamakta zorlanıyor sanki. Şimdilik bu 3 kafa var zihnimde, öncesi biraz flu :)


HAMİLE KAFASI
Şimdi anlıyorum ki “hamile kafası” diye bir şey sahiden varmış. İçindeyken görememişim. Her şey o çift çizgiyi görmemle başlamıştı. Hem bu kadar çok isteyip hem de bu kadar çok şaşırmak da neyin nesiydi?
Eşim hamileliğimi duyup beni havalara uçurduğunda (gerçek anlamda) kızmıştım ona; mercimek boyutundaki yavruma bir şey olmasın diye :) “Analık” dedikleri hemen mi gelip yapışıyordu insanın üstüne, beynine, zihnine, karnına. Aklıma ilk gelen de “Bugün hiç su içmedim.” olmuştu. Sonrasında da arka arkaya içtiğim sular bana gece yol, su, elektrik olarak dönmüştü.
Hamilelik haberini aldığım günün tam da ertesi gün tatile çıkıyorduk. Hiçbir yerde rezervasyonumuz -her zamanki gibi- yoktu ama yoksa bu tatili ertelese miydik? “Yok canııım ben öyle pimpirikli hamile olmam” hallerini en fazla 3 gün sürdürebildim. Bulantılardan dünya dönerken kendimi ancak pansiyon odasında bulmuştum çünkü.
İnsanlara nasıl söylenir? Kaçıncı hafta beklenir? İkili tarama nedir ki? Çubuk krakerle hiç bu kadar samimi bir ilişkim olmamıştı derken 2. trimester geldi.
Hayat “O-la-la!” olacaktı. Oldu mu peki? Bilmiyorum, ama, denizi görememek çok içimde kaldı.
Bir de”Alışverişe geç mi kaldııııım!” derken, 34. haftada hastane çantasını ancak toparlamıştık :)
Her gün yürüdüm, yürüdükçe büyüdüm ve yanımda daimi arkadaşım mandalinam vardı.
Bazen çok kırıldım, beni arayıp da “Nasılsın?” bile demeyenlere, bazen de kendim kapattım telefonu. Sahi, demiştim değil mi, “hamile kafası” diye bir şey olduğunu?
Daha 36. haftada başlayan “E daha doğurmadın mı ki…”leri toplayıp, karşıma alıp, var gücümle “DAHA DURUUUN, 40 HAFTA ZATEN HAMİLELİİİK!” demek isteyecek ama edebimden sus pus oturup “Yok ya bekliyoruz” diyecektim. (Edep mi dedim? Onun adı çekingenlik/pısırıklık olmasın?) Elif 41. Haftada doğarak “Anne sen 40 hafta mı demiştin? Ben 1 arttırıp onu 41 yapıyorum” diyecekti.
Hamile kişisi duyduğu en ufak bir bilgiyi kooocaman yapıp kafasında uzun bir müddet taşıyabilen kişidir aslında. O yüzdendirki hamileyken kulaklarımız iyi duymamaya başlar :)
Çevresindeki herkesin –istisnasız- “Şunu ye, bunu yeme, şunu yap, oraya gitme, amuda kalkma, parende at” diye fikir yürütebildiği bir dönem hamilelik. O yüzden de “annelik sabrı” hamileyken şişmeye başlıyor. Sanırım bir yerde patlamıyor ama gittikçe genişliyor.
“Spor yapın, yüzün, bol kitap okuyun, kuru meyve yiyin” gibi tavsiyeler vermek isterdim bu satırları okuyan hamişlere ama içimden sadece şu geliyor: yazın, günlük tutun, yavrunuzla konuşun.
Hamile kafasının içinde o kadar çok kuş vardır ki… Kimisi bülbül gibi şakır, kimi de serçe gibi gezer durur. Ama bu kafanın “boş” kalmasına kimse müsaade etmez; en başta da kendimiz müsaade etmeyiz. Hep bir “acaba”dır gider. Doktor “Her şey yolunda” dese bile “Acaba bir şey var da bize mi söylemiyor?” diye düşünmüşlüğüm bile oldu. Hiç pimpirikli olmayan insanların bile bu dönemde çeşitli evhamlara kapıldıklarını gördüm. Ben sadece onlardan biriydim.
Sanırım unutulmaması gereken en önemli şey; hamileliğin her anının doyasıya tadının çıkarılması, çünkü bebekli hayat çok keyifli olsa da 9 ayın nasıl geçirildiği lohusalığı ve sonrasını bir hayli etkiliyor. Hamile kafasına da endişelerden uzak rengarenk hayaller çok yakışıyor :)
Bir de insan hamileyken vakit hiç geçmiyor zannediyor. “Ohooo! 9 ay mı? Daha çok varmış.” deniliyor. Ya da söz konusu olan bebeğin ihtiyaçlarıysa vakit hiç yetmiyor :) Kısacası “Zaman Çok ve Zaman Yok” diyen Brigitte Labbe’ye sevgilerimizi gönderiyoruz.
Geçen gün 36. haftasındaki hamiş dostuma sordum: “Hazır mısın?” diye. Cevabını çok merak ediyordum. “Sanırım hazır olmak diye bir şey yok. Bebeğimi kucağıma almadan anlayamam başıma gelecekleri…” dedi. Gerçekten katılıyorum.
Okuduğumuz kitaplar, dinlediğimiz tecrübeler, araştırdığımız konular bize sadece bir yol gösterir; yolun kendisiyse ancak o ilk “ıngaaaa” ile yürünmeye başlanır.
İşte tam orada “hamile kafası” çıkar; yerine “lohusa kafası” gelir. Belki de o daha da eğlencelidir :)

LOĞUSA KAFASI
Doğumumu sağlıkla yaptığım ve kızıma kavuştuğum için çok mutluydum. Fiziksel olarak hamile kafasından çıkmış ama hala kendime gelememiştim. İşte o ara kafamda gördüm bu şapkayı: lohusa kafası…
İlk hafta o kadar laylaylom geçti ki “lohusalık neymiş” dedim. Sonraki 5 hafta ise deriiiin bir depresif hale büründüm. Sanki bir türlü mutlu olamıyordum. Bebeğime kavuşmuştum, mutlu olmam gerekirdi ama cidden değildim. Hissettiğim şey daha çok şaşkınlıktı. “Benim sorumluluğumda olacak bir canlı mıııı?” Bunu düşünmek için biraz geç kalmıştım tabii. “Ben yapamam, tek başıma bakamam”larla eşimin başının etini yedim. İkimizin ailesi de başka şehirlerde ve uzun süreli gelme imkanları yok. “Ne yapacağım ben!” diye karalar bağladım. Bu yakarışım boşuna değildi. Gerçekten kızım Elif’i doğru düzgün tutamıyordum bile.
En önemlisi de önümü göremiyordum. İçim daralıyordu, dışarı çıkıp durmadan koşmak istiyordum. Bir seferinde ev ahalisi beni cidden dışarı gönderdi hatta. “Evde durma, çık” diye.
“Ben kendime çok çektirdim bu dönemde, siz yapmayın” demem. Diyemem. Çünkü lohusalık olmasa hamilelikle anneliği bağlayan köprü de ortadan kalkar.  Bu geçiş dönemi olmasa her şey daha sert yaşanabilir. Bebeğin kırkının çıkması bu yüzden önemli sanırım. Ben tam olarak kırkıncı günde şiddetli bir ishal yaşadım ve sanırım içimde ne varsa (hem gerçek hem mecazi olarak) attım. Sonunda o kadar rahatladım ki…
O dönemde çok korktuğumu hatırlıyorum. Yapamam, edememlere, “Elif nasıl? İyi mi? Şu mu? Bu mu?” halleri de eklenmişti. Bildiğim kadarıyla, ben böyle biri değildim. Değiştim ben diye düşündüm. Eşime ve evdekilere sardım. Her hareketleri bana battı. “Nasılsın?” diye arayanlara kızdım, aramayanlara kırıldım. Bak şimdi yazınca daha iyi anladım ki uzak durulması gereken bir dönemimdeymişim :) Neyse ki yanımdakiler bol sabırlı insanlardı da beni hep alttan aldılar.
Lohusalık için en güzel tavsiye, yanınızda nazınızı çekecek birilerinin olması ve bolca uyku. Ben bunları yaşayabildiğim için şanslıyım. Bu satırları muhtemelen görmezler ama aileme de teşekkür edeyim unutmadan.
İnsanın önünü görememesi o kadar kötü bir şeymiş ki… İşsiz kaldığım dönemde bile kendimi öyle çaresiz hissetmemiştim. Şimdi geriye dönüp baktığımda da hem “Ne salakmışım” hem de “İyi ki yaşamışım o günleri” diyorum. Sanırım pişmişliğim oradan geliyor.
Lohusalık dönemi benim için yaklaşık 6 haftaydı. Haydi uzatalım dersek 8 hafta… Yani 2 ayda bu süreci tamamladığımı ve yenilendiğimi düşünüyorum. Acele etmemek lazımmış, sabırlı olmak, zamana bırakmak, olayları akışıyla yaşamak lazımmış. O an görememişim. Bunu görebilen kaç kişi vardır bilmiyorum ama insanın bazen dibi de görmesi gerektiğini düşünürüm hep. Dipten yükselme insanı daha güçlü yapıyor sanki.
Lohusalık tamamen kişisel bir tecrübe, tıpkı hamilelik gibi. Bu satırları okuyan hamilelerin korkmasını istemem. Ben bu şekilde yaşadım diye siz de böyle yaşayacaksınız anlamına gelmiyor. Sadece şunu demek istedim: Lohusalığı kötü yaşadım ama sonunda ışığı yakaladım.:)
Kolik belki de benim daha sağlıklı düşünmemi engellemiştir, onu da bilmiyorum. Ya da kişisel olarak halledemediğim bazı şeyler o zaman zarfında önüme gelmiştir ve bocalamışımdır. Bu da normal, neticede insanım. Kadınım ve anneyim. Hem de en acemisinden…
Sevgili lohusalar, sizlere minik tavsiyeler: Her gün dışarı çıkın, içinizdekileri içinize atmayın :) Bol su için, uyuyun. Evi toplamaya çalışmayın. Bebeğinizle ve eşinizle ne kadar mutlu günler yaşayacağınızı hayal edin. Hayatınızın bir döneminde de kontrol sizde olmasın; ne olmuş yani…
Sıradaki yazım acemi anne kafası üzerine olacak. İşte asıl eğlence orada başlıyor…
Herkese mutlu günler,

ACEMİ ANNE KAFASI
Bu yazıyı kafamda tasarlarken fark ettim ki aslında “acemi anne kafası” belki de hiç geçmeyecek bir şey. Yani 1 yaş, 3 yaş, daha sonra ilkokul ve hatta üniversite zamanlarına da gelse çocuğumuz biz hep “acemi anne” olacağız. Bir şeyleri yeni tadıp lezzetine ancak o zaman karar verebileceğiz.
Elif henüz 7 aylık olmak üzereyken benim tecrübelerim elbette ki bolca gaz, kusmuk, çiş, kaka vb. şeylerle sınırlı. Ama zihnimde bunlardan çok daha fazlası var.
Acemi annelik öyle bir şey ki daha hamilelikten başlıyor, sizi azıcık endişeli görenler: “İlk bebeğin mi?” deyiveriyor. Bu soruya çok kızardım ama  şimdi fark ediyorum ki ikinci çocukların hamilelik süreçlerinde bile anneler çok daha rahat. Yani insanlar boşa değil “İlk bebeğin mi?” diye soruyor. Doğum olduğu günlerde de benzer şeyleri işittim. Elif’i kollarımda tutmakta zorlanıyordum. Minicikti çünkü :)
Lohusalık zamanlarını yeniden yazmayacağım, bir önceki yazımda ishale varana kadar her şeyi detaylıca anlatmıştım zaten. İşte ne zaman ki lohusalık bitti, bize yardımcı olmak üzere gelen annelerimiz kendi evlerine gitti ve biz baş başa kaldık, işte o zaman benim “acemi annelik günlükleri”m yazılmaya başlandı.
Bebekler keşke kullanma kılavuzlarıyla gelse değil mi? Şurasına basarsan şu olur, orasını kurcalarsan bu çıkar falan gibi… Yok yok o kadarı da çok sıkıcı olurdu. Her şey yaşanma süreciyle güzel aslında da biz onu yaşarken fark edemiyoruz. Bazen çok uykusuz kalıyoruz, bazen aç, bazen de çaresiz… Neticede biz de insanız ve bu durum bizim için de yeni, hatta yepyeni! Hamileyken patiğini okşayıp hayallere dalmaya benzemediği zamanlar oluyor ilk günlerin, hatta haftaların. Aslında belki tüm bu yaşadıklarımıza az daha yukarıdan bakabilsek her şey hem daha net hem de daha güzel görünecek. Bazen öyle anlar oluyor ki, kendini çaresiz hissediyorsun. Çünkü bilmediğin bir durum/duygu var ve bundan ötürü kötü hissediyorsun. O kısır döngüdeki zinciri bir yerde kırmak gerek, en güzel çözüm bu.
Acemi annenin kafası doludur demem yetersiz kalır, çünkü o kafa hep dopdoludur. Hemen hemen herkes sütünü sorar, “Yarıyor mu, yeterli mi?” Bu sorularda bile oldukça yüksek dozda bir sorgulama var. “Sana ne benim sütümden!” diyebilmek lazım bazılarına. “Kızımla benim aramda olan bir şey bu” da tatminkar bir cevap bence. İlk günlerde yanında birileri varsa “Onlar gidince ne yapacağım ben” halleri düşünülür. Ben çok düşünmüştüm ve kendimi yapamayacağıma sebepleriyle beraber ikna etmiştim. Bu oyunu Elif bozdu. Şimdi iyi ki de baş başa kalmışız diyorum. Bir şeyleri “çok iyi” yaptığımdan hatta “iyi” yaptığımdan bile değil sadece “yapabilmiş olmak” bile kendimi harika hissettiriyor. Elif’le beraber öğrendiğim ilk şeylerden biri de o yüzden “kendine güvenmek” oldu.
Yemek yapma konusunda çok kötü olduğum için Elif henüz 2 aylıkken bile “6 aylıkken ek gıdaya başladığımda ne veririm çocuğa?” deyip duruyordum. Sanki o an yaşadığımız kolikle baş etmek daha kolaymış gibi :) 6 ay geldi ve hatta birkaç gün sonra geçip yerini 7 aya bırakacak ve ilginçtir Elif aç kalmadı. Yani tamam bazen beni panik yaptırdığı için yumurtasını sıcak verdim (ağladı), eline verdiğim biberin tadına bakmayı unuttum. Neyse ki ona verdiğim değil, tesadüf kendi elimdeki zehir acıymış, kulaklarımdan alev çıktı. Ona vermiş olsaydım ne olurdu bilmiyorum.  Yoğurdun kıvamını tutturamayınca hazır ama görece daha çabuk sürede bozulan yoğurt da yedi. Ama yaptım, hallettim, becerdim bir şekilde… Bence önemli olan da bu. Yani bu his.
Çünkü dediğim gibi bu “kafa” belki de hiç çıkmayacak. Diş süreci, tuvalet süreci, yürümesi, kalkması, düşmesi, tutunması, 2 yaş halleri vs. Hep bir yerlerden sırıtacak bize. Yanımızda birileri olsa ona dayanmak isterdim muhtemelen, dayanırdım da, sırtını eskitirdim hatta. Ama şimdi durum farklı. Aklıma hep eşimin bana söylediği laf geliyor. Birkaç ay önce ben hastalandığımda annemi çağırmak istemiştim, “yapamam” diye düşünmüştüm çünkü. Eşim de bana dedi ki “Sen şu an ihtiyacın olduğu için anneni çağırıyorsun ve o hasta da olsa gelir. Ama şimdi anne olan sensin ve kızının  sana ihtiyacı var.” Bu laftan sonra bana bir iyileşme hali geldi. Tabii ki yanımızda birileri olması kötü bir şey değil ama bunu “ihtiyaçtan” değil de “keyiften” yapmak daha güzel sanırım. O yüzden de geçenlerde annemi arayıp “Elif sizi özledi, sevmeye gelin” dedim.
Daha önce söyledim mi bilmiyorum ama annemde de “acemi anneanne kafası” var ve sanırım o da bu kafadan son derece memnun :)



Devamını oku »

6 Kasım 2014 Perşembe

Yeni Arkadaşımız: Pambek :)

Kendim yapamadığım için de olabilir, el emeği işler benim için çok değerlidir. Mesele para pul değildir çünkü göz nurudur ve önemlidir. Karşınızdaki kişi sizi düşünmüş, bir şeyler yapmış ve sizinle paylaşmıştır.
Bir süredir Zuhal Hanım'ı sosyal medyadan takip ediyordum ve sıcakkanlılığını teee buradan hissetmiştim. Bursa'da -muhtemelen gitsem daha da çıkmak istemeyeceğim- şahane bir dükkanı var ve el yapımı pambek bebekler satıyor. Aslında başka bir dolu şey daha satıyor, hemen linkini vereyim: HobiZu
İnternet sitesini açtığını duyduğumda çok sevinmiş ve hemen sipariş vermiştim. Bayağıdır gözüme kestirdiğim pambekler aslında hediye olacaktı- ki bu işin üzücü kısmı :)- kendim için de bir sonraki sefer sipariş veririm diyordum-ki hala diyorum-
Ama sevgili Zuhal teyzemiz bize 1 adet lokum göndermiş hediye olarak. İnanın çok duygulandım. Pakedi açınca hem sevindim  hem de şaşırdım. Tabii bir de üzüldüm: "Bu paket karışmış heralde" diye :) Meğerse bizimmiş :)
Evde Lokum'un eksikliğini her gün hissediyorum, üzülüyorum, sanırım bu güzel bir teselli olacak.
Hala pambek'lenmeyen kaldıysa HobiZu'ya koşun derim :)




30 derecede yıkanabiliyor olmaları ve bebekler için uygun bir şekilde dikilmeleri yani yalayıp yutsalar da sorun olmaması bence işin en güzel tarafı.
Dün Elif Lokum'u elinde sallayıp duruyordu, neyse ki gerçek Lokum evden gitmiş.. Onu da sallamaya kalkardı mazallah :)

Yeniden teşekkürler HobiZu :)

Devamını oku »