Drop Down MenusCSS Drop Down MenuPure CSS Dropdown Menu




6 Aralık 2016 Salı

Dün / Challenge Accepted: İnternet Yok

Her şey pazar gecesi yatmadan önce elime aldığım kitaplarda okuduklarım sebebiyle oldu.
Neden bilmiyorum yatmadan hemen öncesi için elime 3 farklı kitap aldım ve ikisinin o an için ne kadar doğru bir seçim olduğunu gördüm. Üçüncü ile sadece bakıştık, hatta "niye geldin buraya ben de bilmiyorum" dercesine bakmış olmalıyım ki kitabın canı da hiç okunmak istemedi :)
İlk kitabım Yeşim Cimcoz'dandı. Yazmak üzerine güzel notlar aldım hatta dün de alıştırmalarına başladım. Çok hoşuma gitti. Diğer kitap da neredeyse sayfa sayfa okuyarak ilerlediğim ve bitmesini hiç istemediğim "Belirsizlik ve Değişimle Birlikte Yeni Bir Hayat" kitabı. Kitabın baskısı yok, ben de epeydir peşindeydim. Sonunda KK bana buldu sağ olsun. Kitapta yer alan şu paragraftan sonra

"Dahili feragatın ne olduğunu daha iyi anlayabilmek için bir şeyden feragat etme alıştırmasını deneyebilirsiniz:
Bir gün boyunca ( ya da haftada bir gün) kaçış için alışkanlık haline getirdiğiniz bir şeyden kaçının. Fazla yemek, uyumak, çalışmak, telefonla veya bilgisayarla uzun süre mesajlaşmak gibi somut bir şey seçin. Bu bir gün boyunca bu alışkanlıktan kaçınma konusunda kendinizle nazik ve şefkatli bir şekilde çalışmaya söz verin. Bunu gerçekten taahhüt edin. Bunu, sizi sakınmaya çalıştığınız temel kaygı ve belirsizlikle temasa geçirmesi niyetiyle yapın. Yapın ve neler keşfedeceğinize bakın."

Yazarın bir "challenge" talebi de olmamasına karşı ben bunu HIMYM dizisindeki Barney gibi görüp "Challenge Accepted" dedim. Ve okur okumaz telefonumun internetini kapattım. Niyetim 24 saatti ama bunu 36 saate çıkardım ve kendimi gözlemlemeye başladım.
Direk aklıma bunun gelmesinin sebebi uzun zamandır boş kaldığım an'larda elimin telefona gitmesi ve internette (bazen instagram bazen de whatsupta) kontrolüm haricinde vakit geçirdiğimi gözlemem oldu. Whatsup evet iyi hoş bir uygulama ancak dahil olduğunuz gruplar vb. şeyleri de hesaba katınca "sessiz" bildirimler dahi olsa insanda okuma merakı uyandırıyor. Doğruya doğru :)
Gözlemlerimden:
- Sigara içmiyorum ama içseydim dudak tiryakisi olmaya meyilli olurmuşum, cep telefonu kullanımımın sıklığını bu şekilde gözlemledim.
- Aklıma en çok iş yerinde ve canım sıkkın olduğunda geliyormuş elime telefonu almak.
- Elime alma sebebim "yeni bir şey var mı?", "biri mesaj atmış mı?" veya "kafamı dağıtayım ne var ne yokmuş ki" şeklindeymiş.
- Birkaç defa challenge'ı unutup interneti açacaktım ki son anda ayıldım :) Nasıl bir refleks olmuş, onu gördüm böylece.
- İnternet kapalıyken "beni merak eden oldu mu acaba?" sorusu geldi aklıma. Demek ki merak edilmeyi önemsiyormuşum :)
- Bir de sanki tek iletişim yolu internet gibi düşünmeye başlamışım. Ulaşmak isteyen illa ulaşır, arar veya mektup yazar zaten! :)

'Öpücük Ne Renktir' kitabından
Kısacası hiçbir şeyin vazgeçilmez olmadığını görmek, neyi neden yaptığımı gözlemlemek açısından verimli bir deney(im) oldu.
Haftada 1 defa farklı günlerde yapmaya devam edeceğim.
Detoks muydu yeni adı bu tarz ara vermelerin?
İşte ondan :)
Az daha yazmayı unutuyordum. Bu süreçte "Kesinlikle yapamazsın" diyerek bana gaz verme suretiyle beni deli eden karabalıkçım, challenge sonunda "Bana ne alcan?" diye gevşek bir tonda sorduğumda "Grano'dan bir kahveye ne dersin?" dedi.
Ooo bendeki kazanca gel :)

* İstatistiklere pek bakmıyorum, baksam da anlamıyorum ama son günlerde normalin epey üzerinde rakamlar var. Blogun böyle bir kitlesi olduğunu sanmıyorken bu artış acaba "spam" gibi bir şey mi veya blogu biri ele geçirdi de benim mi haberim yok diye bir işkillendim :)
** Dar pantolonun üzerine kısa kazak giymenin sonucu olarak (farkında bile değilim) elim devamlı kazağımı çekiştirmekte. Gün sonunda kazağı epey esnetmiş olacağım. Kıyafet konusunda ayrı bir yazı yazasım var. Bir insanın hep siyah pantolona karşılık sadece lacivert üst giyiminin olması ve bu inanılmaz uyum (!) bence yazılmayı hak ediyor.
Devamını oku »

1 Aralık 2016 Perşembe

Film / Kaptan Fantastik

Uzun zamandır hiç bu kadar kararlı olmamıştım film izlemek için.
"Ama"ları bir kenara koyup kendime yiyecek içecek bir şeyler hazırlayıp son dönem arkadaşların tavsiyesi "Kaptan Fantastik"i izledim dün gece.
Kısa da olsa yazayım aklımda kalanları.
Beklentim yüksek olduğu için film beni inanılmaz derecede etkilemedi hatta benim için "izlenebilir" kategorisinde kaldı sadece diyebilirim.
Konu iyi seçilmiş ancak kurguda kararsız kalınmış ve "nasıl versek biz bunu" krizleri ile baş edilememiş gibi gördüm.
Bunu örtbas edebilmek için de ani çıkışlarla "bunu da anlatmadan geçmeyelim" denmiş ve bu hava benim için oldukça yüzeysel kaldı.
Beklentim, evde eğitim gören çocuklar ve sistem hakkında bilgi sahibi olabilmekti.
Fragmanını izlememiş sadece filmin konusunu okumuştum.
Başroldeki Baba'yı normalde severim ancak bu rolde pek ısınamadım. (asıl amaç da buysa başarılı olmuş denebilir)
Evde eğitim verebilmek için farklı bir yol çizmiş Baba ve Anne, ıssız bir ormana yerleşmişler ve çocukları hem fiziksel hem de bilişsel anlamda pek güzel eğitmişler.
Bir sebeple insan içine çıktıklarında ise ne yapacaklarını bilemez halleri oldukça normal.
Annesi intihar ettiğinde babaya sinirlenen çocuğun tepkileri konuyu her iki bakış açısından görebilmemizi sağlarken "diğer taraf" yani çocukların kuzenlerinin "ekran bağımlısı" halleriyle verilmek istenen mesajlar fazla göz çıkarıcı olduğundan beni rahatsız etti.
Mesaj kaygılarının olduğunu ve bunu "haydi 2 saatimiz var, hepsini verelim" halini koklamak hoşuma gitmedi.
Bunun yanı sıra babanın kızı ile Lolita'yı tartıştığı kısa bölüm ve en küçük çocuğa cinselliği anlattığı bölümler evet oldukça gerçekçiydi.
İnsan Hakları Beyannamesi hakkında kendi fikrini belirten 8 yaşındaki tatlı çocuğun bıçaklarla ve kemiklerle dolu ağaç evini beyanname sahnesinden daha çok sevdim.


"Okulsuz Büyümek" kitabından sonra "evde eğitim"vb. konularda ben de daha çok okuma yapmak ve film izlemek istiyorum ancak bunun "mesaj kaygılı" olmamasını tercih edeceğim :)

Filmin sonunda bir "orta yol" beklerken aslında günümüz şartlarına neredeyse uyumlanmış bir son, filmin en başındaki geyiğin kalbini çıkarıp erkekliğe adım atan sahneyle pek uyuşmadı.
Dönüşümün de tutarlı ve anlamlı olanını seviyorum ben demek ki :)

Benim yorumum da böyle.
Filmi seven arkadaşların yorumlarını da dinlemeyi çok isterim elbette
Sırada ne var bilmiyorum, ben yine bu kadar kararlı olana kadar uzun zaman geçmez umarım :)
Devamını oku »

29 Kasım 2016 Salı

Eva Luna'dan

Kitabı az önce bitirdim.
Hakkında uzun uzun yazmak istiyorum ama ne yazsam sanki eksik kalacak.
Hikayeyi sevmek bir yana hikayenin anlatılış tarzına hayran kaldım.
Allende'yi alıp böğrüme bastım.
Sırada ya Eva Luna Anlatıyor ya da Ruhlar Evi olacak, henüz karar vermedim.
Bu kitabı bana hediye eden canım Leylak Dalı Nurşen Abla'ma buradan kocaman sarılır ve yeniden çok teşekkür ederim.

Kitaptan:

" Nasıl yapıyorsun? Yani insan nasıl yazı yazar?"

"Becerebildiğim kadarını yapmaya çalışıyorum. Gerçek, her zaman ölçemediğimiz, çözemediğimiz bir karmaşa, çünkü her şey aynı zamanda oluyor. Seninle ben burada konuşurken, arkanda Kristof Kolomb, Amerik'yı keşfediyor ve vitraylı pencerede onu karşılayan aynı yerliler bu odadan birkaç saat uzaklıktaki bir ormanda hala çıplak geziyorlar, bundan yüzyıl sonra da orada olacaklar. İşte ben bu labirentte bir yol açmaya, o kargaşaya biraz düzen getirmeye, yaşamı daha dayanılır kılmaya çabalıyorum. Yazarken, yaşamı olmasını istediğim gibi anlatıyorum."

En sevdiğim karakter: Mimi ve Riad Halabi oldu.

En çok neyi sevdin diye soracak olursanız,
Ateşin başında Rolf Carle'nın Eva'ya "Bana daha önce hiç anlatmadığın bir masalı anlat" demesinin üzerine Eva'nın "Rolf Carle" masalı ve Rolf'un ateşin başında öyle kalakalması.
Bu bana ne hissettirdi,
Etrafımızda olup bitenlerle fazla ilgiliyiz, asıl önemli olan KENDİ HİKAYEMİZ! 

Ben böyle yorumladım...
Teşekkürler Eva :)

Devamını oku »

28 Kasım 2016 Pazartesi

Bazen Olur Öyle / Kırmızı Lahana

"Bazen Olur Öyle" başlığını belki seri yaparım belki de yapmam ama başlığı sevdim.
Karabalıkla dışarıda verilen havuç salatalarını çok seviyoruz.
Hatta bazen aramızda paylaşamadığımız bile oluyor.
Ancak şöyle bir sorunumuz vardı.
Dışarıda havuç salatalarının yanına konan o "lahanamsı, mor renkli şey" neydi, onu bir türlü bulamıyorduk.
Her yerde lezzeti aşağı yukarı aynı olsa da hani bir havuç gibi "tartışmasız aynı" da değil-di.
İkimizin ailesi de yapmıyormuş demek ki, fikrimiz yoktu.
Resmen dedektifliğe soyunduk ancak sormaya cesaretimiz de yok.
Cesaretlenip sorduklarımızın yanıtlarını da anlayamıyoruz.
Ben pazar pazar geziyorum, sebze meyvenin en bol olduğu marketlere giriyorum ancak yediğimiz haliyle o morlu sebzeden bulamıyorum!
Zor bulunan veya pahalı bir şey olsa en uyduruk lahmacuncuda nasıl olsun, bu kesin "çok ortada ama bizim göremediğimiz" bir şey diyordum ben.
Karabalık hala inatlı, "yok yok bence öyle bir şey yok" diyor, sanki biz hayal yiyoruz, ay yazınca güldüm :)
Derken arka arkaya şunlar oldu:
-Bir balıkçıdaki laz amcaya usulca "bu nedir?" dedik, "ne demek pu nedur?" dedi ve konuşmanın sonunda her yerde satılan bir şey olduğunu anladık ama ne olduğunu anlayamadık. Amca onunla dalga geçtiğimizi sandı iyi mi :)
- Ben gözümü karartıp işyerine yakın bir manava "bana havuç salatasına konan kırmızılı/morlu şeylerin hepsinden verin" dedim. Adam özellikle dedi ki "havuca en çok KIRMIZI LAHANA yaraşır. Ben de tipine bakınca "daha önce aldık denedik ama benim aradığım bu değil." dedim.
Adam da "Bunu böyle tüketmiyoruz ama, eşim .......'li suda bekletiyor dolapta sonra yiyoruz." dedi.
Bende o an bir çakmak çakıldı.
Demek ki bizim yediğimiz ŞEY, normal bir şeyin EVRİLMİŞ hali!
Tam bunu düşünürken adamın NE'li suda beklettiğini unuttum.
Akşam eve gidince karabalığa söyledim, ahahaha diye güldü, hiç olur mu öyle şey diye :)
Moralim biraz bozulsa da karşıma çıkan ilk "sirke" yazısıyla beraber koydum lahanayı doğradıktan sonra bol sirkeye ve dolapta beklettim. O ara başka tarifler de gördüm ama denemedim.
Sirkeyi tabii çok koyduğum için yemeden önce yıkadım ve sofraya koydum.
Karabalık epey şaşırsa da severek yedik,
Ama bu sefer de havuç rendelenemeyi unutmuşum :)


Ve bu öğlen karşıma çıkan salata ki bunun tesadüf olduğunu düşünmüyorum.
Hatta tesadüflere de uzun zamandır inanmıyorum.

***
Gelelim 2. konumuza, geçen hafta 4 arkadaş buluştuk yemek yedik ve üzerine 2'şer tane çay içtik. Hesabı öderken de ben yediklerimi ve içtiklerimi sayınca garson "1 çay" diye beni düzeltti.
Ben de "yoo hayır 2 tane içtim." dedim.
"Hanfendi, 1 tane parası ödemeniz yeterli." dedi
Ben "yok 2 tane içtim." dedim.
O ara kızlar bana durumu açıklamaya çalışırken şaşırıp
"Aa yoksa siz mi ödediniz?" dedim .
Garson da bana "Ben ödemedim tabii, şirketin ikramı" dedi ve konu kapandı ama ben bir süre neden 2 çay parası vermediğimi anlamaya çalıştım.
İnsanın jeton bazen sahiden köşeli oluyor :)

***
Ve az önce de şöyle bir şey oldu:
Uzun zamandır elbise giymediğim için bugün elbise giydim, hoşuma da gitti.
Fermuarını çektim, kalanı da karabalığa çektiririm dedim.
Tabii sadece "demekle"kaldığımı cekedimi çıkardığımda koşarak fermuarımı çeken biri olduğunda fark ettim.
Kimdi, neydi detaya girmeyeyim ama ortam açısından epey kızardığımı belirtmeliyim.

Ama bu başlık ne diyordu:
"Bazen Olur Öyle"
Güldüm ve geçtim.
Lahanadan önemli bir ders çıkardım, bir şeyi istiyorsan ONUN PEŞİNE DÜŞ. Saklanma. Seni bulsun diye bekleme.
Öyle işte :)

Devamını oku »

24 Kasım 2016 Perşembe

Geçen Hafta / Adana

Döner dönmez yazamadım ama Pazar gecesi saat 23'ten sonra yaptığım ütüde karşıma şu şarkı çıktı, şimdi de onu açtım, yazıya geçmeden belirteyim dedim, coşmuş bu ayol derseniz nereden geldiği belli olsun, çingene bir ruhum var onu anladım :)

Adana kısacık minicik ama gayet güzel geçen bir tatil oldu.
Elifle daha önceki uçak deneyimlerimizde bilinci çok yoktu ve bir şey anlamamıştı şimdi ise 2.5 yaş civarı (tam ayını hesaplayamıyorum, nisanda 3 bitecek, arada bir yerlerde yani)
"bu ses ne anne?"
"pilot bizimle konuşuyor."
"nerde konuşuyor?"
"ön tarafta"
önümüzdeki adamı parmağıyla gösterip yüksek sesle "Bu mu pilot?"
Ahahaha, çocukta suç yok, tek kelime cevaplarıma başka ne desin çocuk. Bazen böyle oyun oynamayı seviyorum onunla çünkü Elif de benzerini bize yapıyor, "neden?"leri ile :)

Bu iki nokta atış kitap seçimim için kendimi tebrik ettim, ayna bulsam belki de öperdim :)
Uçak kısımları hariç Adana +25 dereceydi desem sanırım gezimizi yeterince anlatmış olurum. Ankara'nın kimine göre ısıran ama bana göre direk mideye yutan (gerçi düşünce beni direk midesine atsa üşümem ki mide sıcak olur, ısırması daha mantıklı) soğuğundan sonra Adana nasıl desem, tropik ada gibi geldi.
Denizi görebildim mi? Nein!
Elifle minik bir hastane ziyareti yapmamız gerekti, 2 günün yarım günü orada geçince fırsat olmadı ama Seyhan Baraj Gölü'ne gittik. Saçlarımın yeni hali güneşle beraber selfie çekimimde gözüme pek hoş geldi ama onu buraya eklemeyeyim. Aman diyeyim!




Beni hiç görmediniz, tamam mı :)
Soran olursa pırtlatarak ortamdan uzaklaştı, biz de kokuyu takip etmek istemedik dersiniz. Suzan Geridönmez'in son kitabı, LÇK'ye yazacağım yakın zamanda inşallah.
Bir de teyzesinin gülü, meğerse kedileri Suşi'yi yiyebiliyormuş, kedinin kaç canı kaldı bilmiyorum. Umarım 9 değil 999 canı vardır :)



İkinci fotoğrafta kedinin "bakıyorsun görüyorsun ve hala beni kurtarmaya çalışmıyorsun, yuh sana" bakışını yakaladınız mı?

Annem abartmayı hiç sevmez, hele ki söz konusu olan torunlarıysa! Ne alakası var?
Şaka şaka bu fotodaki oyuncakların sadece 3'ü benim (valla saydım Eda, itiraz etme) gerisi Eda'nın.
Ayça pek sevmiyor gerçi bu tarz ama anası seviyor napacak çocuk :P

Kuzenlerle kahve içme kısmı, gezimizin en keyifli an'larındandı, Elif ve Ayça ananedeydi tabii ehehehe :)
Kahve Dünyası'nı neredeyse hiç sevmem ve tercih de etmem, gittiğimizde niye öyle yaptığımı hatırladım. Damak tatlarımız tutmuyor :)

Adana'ya kışlık botuyla gidecekken "Teyzen seni parka götürür, spor ayakkabınla daha rahat koşarsın" deyince ikna olan bir bebe, annesinin de haklı gururu :)
Ve parka bile elbiseyle giden teyzesinin tatlı balığı.
Acıkınca aynı ben yahu! Ortalığı yıkıyor :)

Şimdilik kaçtım :)
*Kapari güzel bir şeymiş, deneyin :)
Devamını oku »

17 Kasım 2016 Perşembe

Dün / No Panik Yes Huni :)

Blogdaki bu seriyi çok sevdim.
Yazdıkça yazasım anlattıkça anlatasım var.
İyi ki yazıyorum çünkü bu ara ajandamı da boş geçtiğimi fark ettim.
Dönüp blogu okumak pek keyifli oluyor.
Her şey dünden bir gece önce yatmadan instagramda bir hesaba denk gelmemle başladı.
Gördüğüm anda tutuldum, içinde kitap da yoktu ama çok daha mavi bir şey vardı: DENİZ.
Muhtemelen Türkiyedeydi ama o kadar denize susamış biriyim ki bana Karayiplerdeki mavi sular gibi geldi. Denizin enerjisine resmen aşık oldum. Uyudum. Ertesi gün oldu (yani dün). Bende hala bir deniz etkisi var. (çalıştığım yerde de denizle ilgili bir şeylere /ülkelere bakmak beni ayrıca mest etti/hani neredeyse yaptığım işten keyif aldım diyecektim -8 sene sonra)
Öğlen yemekhanede patates yedim. Bu ara iki alternatif çıkıyor, biri balıktı ama balıklar o kadar üzgün görünüyordu ki bir de ben onlara kıyıp yiyemedim ki normalde balık severim. Köfteli patates vardı, köfteyi de evde kendim yapmışsam (nasıl hamaratım off!) yerim yoksa tadı ağır oluyor o yüzden sesli bir şekilde "keşke aşçıya deseydim köfte vereyim patates alayım" dedim. Tanımadığım biri "benimkileri verebilirim" dedi. Adamın tüm patateslerini aldım, köftelerimi de verdim. Makul bir anlaşmaydı bence. Kazan-kazan :)
Öğle arası Eva'cım ile kahvemizi içtik, kitabı ben  bitmesin diye yavaş mı okuyorum yoksa ilerleyemiyor muyum anlayamadım ama tatil öncesi kitabı bitirme planım şimdilik yatmış görünüyor. Sindirerek okumak böyle bir şey.
(Yazarken şu müziği açtım, dinlemek isteyen olursa)
Öğleden sonra aklıma yine dünkü hesap geldi, açıp açıp bakıyorum, sonunda dayanamadım, ben size mektup yazmak istiyorum dedim. "Ne saçma bir şey" derse yazdığım mektubu bir gün görüştüğümüzde denize emanet edecektim, neyse öyle bir tepki gelmedi.
O ara canım Züli ben ve denizle ilgili bir şeyleri bir şeyleri fark etmemi sağladı.
Sonuç şu: "Deniz beni çağırıyor." Bu heyecan ve mutlulukla aşağı indim ki (aklımda gerçekten 567 tane iş vardı) canım karabalık komik bir şey söyledi: "Ben mesaiye kalıyorum, sen git."
Ahahahahahah yürü be Allasen dedim, şakanın sırası değil, çamaşır yıkayıp çanta hazırlayacağım.
Sağolsun beyim sakin mizaçlı olduğundan hiç sükunetini bozmayıp "Ben kalıyorum" deyince benim olayı anlamam bir 15 dakika sürdü çünkü normal bir mesaiye kalma değildi bu, neyse dedim vardır bir hayır... Metroya bin, in, taksiye yürü ( o ara aklımda geç kalmayayım Elif'e diye geçiyor) derken bir de baktım Avm'den geçiyorum ve soğuktan çişim gelmiş. Ama tuvalete girmeyi gözüm yemedi, Elife geç kalmak istemiyorum. Gözüme yeni yıl süsleri ve kahveciler takıldı, sanki bir an Elifi almaya gitmiyormuşum da oturup kahve içecekmişim gibi hissettim :)
Koşarak bindim taksiye ve kreşe gittim.
Elifin babasını görmeyişindeki hayal kırıklığı ile nasıl baş edebilirim diye aklımdan ona söyleyeceğim cümleleri tekrarladım.
Bir arkadaşımız bizi alıp eve bırakacaktı, onu müdürün odasında bekledik Elifle.
Tahmin ettiğim gibi Elif beni görünce yüzünde bir tebessüm oluştu evet sonra da etrafa bakarak "Babam nerde anne?" dedi.
"Baba bugün biraz daha çalışacak, bizi değişik amca (arkadaşın adı böyle kaldı) alacak, sonra seninle evde yemek yiyip oynayacağız."
"Ama ben babamla uyicam!"
"Bakalım, baban o zamana gelmiş olursa uyursunuz."
Biraz bekledik, değişik amcası geldi, eve gideceğiz diye düşünürken "Çorba var, haydi önce bize gidelim." dedi.
Benim aklım yıkayacağım çamaşırlarda, "yok ya sağol" dedim ama Elif o "çorba" lafını duydu bir kere! Evde de onunla çorba yapmakla uğraşmak çok gözümde büyüdü, hadi dedim geliyoruz.
Arkadaşın eşi tecrübeli anne edasıyla elife 1 büyük kase mercik çorbasını içirdi, ben de öyle baktım, ben gerçekten "kaşıklı anne" değilim. Hani neden değilim demiyorum, herkesin tarzı farklı. Ben Elif ne kadar yiyecekse kendi karar versin istiyorum. O yüzden de (burada yüzünü kapatan bir ifade) 6 aylıktan beri neredeyse hiç kendim yedirmiyorum. Evde son zamanlarda pek bir şey yemiyordu, belki de yedirmemizi bekliyordu ama kendi yiyebilen bir çocuğa ben niye yedireyim ki diye düşündüğümden "ne yerse o" mantığını bırakmadım. Bu da fark ediyorum ki bilinçli bir tercih değil. Sadece bu da benim annelik tarzım diyelim :)
Neyse sonra ben içtim çorbamı ve o ara dırın dırın değişik amca'nın annesi geldi mutfağa. 45 yıllık öğretmen olduğunu biliyordum ama tanışmamıştık.
Annesi öğretmen olanlar beni anlar, odaya bir öğretmen girdi mi saygıda kusur edilmez.
Biz teyzeyle "öğretmen okulu" muhabbeti yaptık ki babası da köy enstitüsü mezunuymuş, anlattı ben dinledim. Bak dedim, şimdi eve gitsen bu muhabbeti kaçıracaktın.
Teyze de anneme çok benziyor mu, ay ben bir sarıl teyzeye.
Bu arada çişim beni mercimekli çorbanın yaptığı baskı ile biraz daha sıkıştırıyor, ben de Elifi bırakıp tuvalete gidemiyordum. Bu ara kendime bir Potetto almayı mı düşünsem acaba?
Neyse Elif sıkıldı ve bana yapışıp gözler buğulu : "Babam gelsin, eve gidelim anne" diye başlayınca sağolsunlar bizi eve bıraktılar.
İşte hatlar bende o ara koptu, kopmuş.
Saat 20.30.
Ertesi gün akşam (kısmetse bugün) yola çıkacağımız için çanta hazırlamam gerek, onun için de çamaşır yıkamam! Ve onu yapmam bunu yerleştirmem şunu çıkarmam vs.
Çocuklar anında bu endişe enerjisini daha havada titreşirken aldıklarından itirazlar ve mızıldanmalar başlayınca ben kendime gelip "haydi tuvalete koşuuuun" diye ortamı renklendirdim.
Elif bez kullanıyor ancak canı istediğinde tuvalette de oturuyor, seslerini duyuyoruz sindirim sisteminden geçenlerin.
Ve bir cengaverlik yapıp "duşa gir biraz" deyip suyu açtım.
Niyetim Elif suda oynarken onun hemen yanında bilgisayarı açıp hızlıca check-in yapmaktı ama Elif suya girer girmez "popom yanıyoooo" diye çığlıkla ağlamaya başlayınca ben, o anki sinirim, açılmayan bilgisayar vs birleşip "aaay" diye bir bağırmama sebep olmadı değil :)
İşin iyi yanı, Elifi poposu yanmasa oyundu şuydu buydu çıkaramazdım banyodan ki tek istediği su ile oynamak, saçının yıkanmasını asla sevmiyor. 3 dakika içerisinde onu yıkadım, odaya götürdüm ve kremledim. İşlem tamam. Aklım hala çamaşırlarda çünkü son günlerde "nasılsa yıkarım" diye oldukça bonkör davranmıştım kıyafet seçimlerinde. Sonra kendimi henüz kirli sepetiyle buluşmamış kirliler ile bakışırken ve onları koklarken buldum.
Aklıma Selcen'in geçenlerde kızı Çağla'nın okul kıyafetini yıkamayı unuttuğu için Pazartesi sabahı ıslak mendille eteğini silme anısı geldi. "Neden olmasın ki?" dedim, yaratıcı annelik böyle zamanlarda işe yaramayacaktı da çocuğa Montesori aktivitesi yaptırırken mi devreye girecekti? Biz biraz daha vakit geçirip uyku öncesi kitap okumaya geçerken kapının kilit sesini duydum. Gözlerimden kalpçikler çıktı o an. Karabalık ve Elif kavuştu, ben de o saatten sonra önceden hesapladığım 567 işin gerekliliğini sorgulayıp sadece çantamı toplamakta karar kıldım. Gerisi "to do list" olarak mutfak tezgahında karabalığa bırakıldı. Neyse notun sonuna "eğlenmeyi unutma, sinemaya da git" yazdım. Bilmiyorum ne yapacak :)
görsel alakasız ama seviyorum bu fotoyu :)
Ara ara kendime gelip durumu kotarmaya çalışsam da aslında plan değişimlerine anında uyum sağlayabilen biri olmadığımı gördüm. Bunun için biraz zaman gerekiyor. Bazen de taksi için para veya çişe gitmek için tuvalet!

Dünkü olay aslında bugün bakınca elbette "noktacık" geliyor, hatta son okuduğum kitaptaki anneyi düşününce (kitabı çok sevdim ama yazmaya neresinden başlasam bilemiyorum) çocuğunu yalnız başına büyüten anneleri hesaba katacak olursam bu yazdıklarımda "şımarıklık" bile var. Ama dün de öyleydi, benim de biraz yaşadıklarımı abartma günümmüş diyelim :)
Bu akşam inşallah Adana'ya doğru yola çıkıyoruz, 2 günlük ziyaretimiz için annem 2 hafta yetecek kadar yemek yapmış, eh birilerinin onları yemesi gerek!
Bir şey isteyen varsa Adana'dan yazsın, taşınabilir bir şeyse adres de yazın, gönderirim :)
Ben başlangıç ve ara sıcaklarda Ayça'yı alacağım yemelik, hava da 25 dereceymiş ki değmeyin keyfime.
Belki deniz de görürüm, dur ben bir Eda'yı kandırayım!
"Deniz beni çağırıyor!" diyeyim :)

Mutlu günler olsun 😊
Devamını oku »