Bazı kitapları okurken kendimi kaybediyorum, çok gülüyorum, çok eğleniyorum ve bazen de kafama takılan yerleri yazarına sormak için can atıyorum.
"Çocukken okusaymışım" dediğim ama yine de geç kalmadığımı düşündüğüm bir kitap "Büyüklerle Dalga Geçme Dersleri". Bu kitaptan sonra Melek Özlem Sezer'in diğer kitaplarını da okudum ve merakım iyice arttı, ben de kapısını çaldım: "Güldürme tozu yutmuş olabilir misiniz?" diye:
Küçükken
okuduğum kitaplarda ya hüzünlü ögeler vardı ya da bize dişimizi fırçalamamızı
öğütleyen yetişkinler... Ben büyüdüm, çocuk edebiyatı değişti; güzelleşti ve
çocuklara eğlenmelerini söyleyen hatta bunu nasıl yapacaklarını anlatan
kitaplar yayınlanmaya başladı. Aradaki değişimi sağlayan sizce ne oldu?
"Çocukken okusaymışım" dediğim ama yine de geç kalmadığımı düşündüğüm bir kitap "Büyüklerle Dalga Geçme Dersleri". Bu kitaptan sonra Melek Özlem Sezer'in diğer kitaplarını da okudum ve merakım iyice arttı, ben de kapısını çaldım: "Güldürme tozu yutmuş olabilir misiniz?" diye:
Görsel Kaynak: burada |
Çocuk
edebiyatının da her şeyden önce edebiyat olduğunun kabulü, pek çok özensizliğin
önüne geçti. Alana kendini adamış, doğru pedagojik zeminde iyi edebiyat derdindeki
Türkiyeli yazarların çoğalması kadar, Nöstlinger gibi çığır açıcı yazarların
geç de olsa çevrilmesi de çıtaların yükselmesine sebep oldu. İçerik ve
yaklaşıma gelince… “Sen çocuk mu kandırıyorsun?”
nasıl da dilimize yerleşmiş bir söylem, değil mi? Bu laf, çocukla ilgili pek
çok yanlışın nerede başladığını iyi özetliyor. Üstelik kimilerine, rastgele
kitaplar çıkarma cesareti veriyor. “Aman işte çocuk sonuçta, önüne ne koysan
yer.” yaklaşımı, ticari ya da bireysel çıkarların etiğin önüne geçmesi, kifayetsizlerin
alanda at koşturması, hâlâ yaşadığımız sorunlardan. Ne ki selüloz ziyanları, iyi
edebiyat ve profesyonel yayıncılığın baskısı altında gittikçe daha çok
boğuluyor.
Geldiğimiz
yer doyurucu mu peki?
Hayır, değil elbette. Metinlere sızan geleneksel kodlardan,
özgür ve bağımsız bireylerin yetişmesine engel olarak bilinçsizce iktidar
kurumlarına hizmet eden düşüncelerden ve yanlış toplumsal cinsiyet
iletilerinden arınmamız için önümüzde uzun bir yol var. Bu yolda akıllı
adımlarla ilerlememiz, gözbağlarımızı açmamız ve daha yüksek bir edebiyata
kavuşmamız için eleştirinin gelişmesi elzem. Şu anda pek çok karmaşık, iç içe
geçmiş nedenden ötürü bu pek mümkün görünmüyor. Ama ben en azından Haziran
Çocukları’nın bir gün bu cesareti, birikimle birleştirerek göstereceğine
inanıyorum.
Bense bu konudaki ihtiyacımı, yazar yazmaz metinlerimi
arkadaşlarımla, öğretmenlerle, çocuklarla, iyi okuyucularla olduğu gibi hiç
kitap okumayanlarla da paylaşarak gidermeye çalışıyorum.
Elbette çalıştığım yayın evleri, özellikle Can Çocuk Yayınları
bana editoryal anlamda çok yol gösterici oluyor. Ama metin yayın evine ne kadar
temiz giderse, daha ayrıntılı bir çalışmaya o kadar enerji kalıyor. Çünkü bir
metinde çok hata varsa, dikkatimiz kurnazca, ta en diplere saklanmış hatalara
yönelemiyor. Ve okuyan kişiyi de olabildiğince az yormanın, verimi
yükselteceğine inanıyorum. Öte yandan bu profesyonel çalışmalar yetişkin
dünyasında olup bitiyor. O nedenle çocukların eleştirilerine, önerilerine, neye
ihtiyaç duyduklarının, neyi daha çok sevdiklerinin ya da nerede anlama
sorunlarının oluştuğunun bilgisine daha önce ulaşmaya dikkat ediyorum. Asıl
kılavuz hiç kuşkusuz çocuklar.
En
çok merak ettiğim soru; farklı tarzlarda eserleriniz var ama hepsi de bence çok
eğlenceli ve komik. Var mı bu işin bir sırrı? (Güldürme tozu falan yutmuş
olabilir misiniz? :)
Onlar güldürme tozu değil, güneş tozları. Ben iki buçuk
yaşındayken yandım. Üstelik çok ağır bir yanıktı. Ölmediysem, inadımdan, bir de
hastanede derim kazınırken gözüm gün ışığına takıldığında direnç bulmamdan.
Benim bu kadar neşeli olduğumu gören çok kişi ağzında gümüş kaşıkla doğmuş,
dertsiz biri olduğumu sanıyor. Oysa çok kısa bir süre öncesine kadar oldukça zor
bir hayatım oldu. Ne ki dirençliydim. Ve hayatın acıtan yerleri kadar
mucizelerine de değer verdim. Hem de alabildiğine. Çünkü güneş tozu yutmuş biri
gülmeye küsmüyor ve böylece güldürebileceği yerleri de yok etmiyor.
Gerçi yetişkin kitaplarımda, özellikle şiirde kimi zaman hüzün
ağırlığını hissettirir ama çocuk kitaplarımı daha neşeli yanımla yazıyorum. Ve
çocuk ya da değil, ne yazarsam yazayım insanı çaresiz hissettiren duygu ya da
düşünce zemininden uzak durmaya çalışıyorum. Çünkü biz Arabesk Kültürle yetişen
bir toplumuz ve o kadar ağır meselelerimiz var ki insanın eylem gücünü alan o
kara hissiyattan kurtulamazsak, hiçbir şeyle baş edemeyiz. Kaldı ki ben
“mutluluğu koşula bağlamamayı” öğrenecek kadar yaş aldım. Çocukluğumdan beri de
bireyin kendi gücünü küçümsememesi, sorunların arkasındaki nedenleri
değiştirmekle yükümlü olduğu fikrindeyim. Bunun en iyi yolu da mizah.
Öte yandan yazmak benim için yaşamak demek. En sevdiğim duygu
sevinç olunca da, eğlenceli şeyler ruh rengimle daha çok uyum sağlıyor, kalemin
mürekkebini o tarz bir yaşamak algısından çekmek istiyor. Ama tek bir cümleyle
de yanıtlayabilirdim aslında bu soruyu: Ben mutluluğa yetenekli bir insanım.
İçinde
"canavar" olan bir hikâye sizce ebeveynleri endişelendirmez mi?
Günümüz ebeveynleri olarak -malum- her şeyden nem kapar olduk :) Aslında bu hikâyede
canavar da çocuktan korkuyor. Herkes "gerçekte olan"dan değil de
"kendi zihninde yarattığı imge"den korkuyor diyebilir miyiz?
Tam olarak öyle.
Çocukken kışları ablamla soba yanan tek odadaki divanda birbirimize
sokularak yatardık. O zamanlar hemen her evde ağaç gibi dallanan ve pek çok
halkanın saksıları taşıdığı demir düzenekler vardı. Gece onun gölgesini
canavara benzetirdik. Kurduğumuz oyuna göre ışığı açınca canavar yok olurdu.
Yorganın her noktasını üzerimize kapadığımızda ise içeri giremezdi. İşin garip
yanı, korkardık ama karanlıkta sürekli biçim değiştiren canavarlarla çok da haz
verici bir oyundu.
İnsan zihninde canavarlar yaratmaya alışık. Karanlık korkusu ise
göremediğinin yerine korkutucu şeyler koymakla başlıyor. Yani aslında korktuğun
karanlık değil, kendi zihnin. Öyleyse o karanlığı bir sinema perdesi gibi
istediğin türde, büyüleyici, hoş, eğlenceli şeylere zemin olması için de
kullanabilirsin. Ki ben sanırım senaryo yazarlığına, çocukken divanın altındaki
karanlığa sığınıp orada kendi filmlerimi çekmekle başladım. Gündüz divan
altında çekilen filmlerde canavar olmazdı. Ama hayatım boyunca zihnime toplumun
yerleştirdiği canavarlarla boğuştum. Bazılarıyla da arkadaş oldum.
“Dolapta kim var?” okul öncesi ve 1. 2. sınıflar için yazılmış
bir kitap. Çocuk, zihninde yarattığı canavardan korkmakla kalmıyor, onu kendi
kusurlarını, örneğin odasını toplamaktaki tembelliğini örtbas etmek, suçu
birine atıp rahatlamak için de kullanıyor. Çocuk canavarı görünce “Ay, bir
canavar!” diye çığlığı basıyor. Canavarsa “Ay bir çocuk, hem de çok korkunç!”
diye bağırıyor. (Ki ben bu sahneye çok gülüyorum.) Böylece canavar ya da öteki
diye bir kalıbın içine koyduğumuz ve o kalıbı boyayıp dururken içinde ne var
diye bakmadıklarımızla söyleşmenin kapısı açılıyor.
Birine “düşman” dediğimizde, o yalnızca “düşman”dır. Ne onun kim
olduğunu düşünürüz, ne de haklı olup olmadığını. Ben bu kitapta korku oyunlarını,
önyargılarını, ötekileştirmeyi bırakıp diyalog yolunu açmanın hoşluklarını
gösterme istedim.
Aynı şekilde “Benim Adım On Üç” de, On Üç adında, merdiven
altında doğmuş bir kara kedinin ötekileştirmeye, önyargılara ve batıl inançlara
karşı kendini ifade etmesini konu ediniyordu.
Çocuklar her iki kitabın mesajını da gayet iyi algıladı. Büyüklere
gelince, onlar gerçekten korkutucu ve zalim canavarlar yaratıp saldılar bu
dünyaya. Eğer bunca insanın katline sebep olan o canavarlardan korkmuyor,
bunlara karşı mücadelede yer almıyorlarsa, kel kafasına diş fırçaları
saplayarak süslenen bir canavarı korkutucu bulmaları komik olur. Traji-komik
elbette.
Oysa hangi canavarı geldiği çamura gömeceğin, hangisine karşı
ortak mücadele içine gireceğin, hangisinin bireyin özgürleşmemesi için
uydurulmuş olduğunu gördüğün anda onu koluna takıp gezeceğin, şu yaşadığımız
ortamda çok daha fazla önem kazandı. Canavarlarla ilişkimizi gözden geçirmeyi
ihmal etmemiz, çocuklara devredecek karanlığı büyütecek diye düşünüyorum.
Neredeyse
tüm kitaplarınızın çizeri farklı isimler. Çizim ve hikâye bir bütün olduğunda
çok daha güzel oluyor. Yazar olarak hikâyelerin çizimlerinin nasıl olacağına
dair fikir belirtme şansınız oluyor mu yoksa kitap tamamlandığında çizimler
size de sürpriz mi oluyor?
Bazen öyle, bazen hayır. İkisinin de farklı kolaylıkları ve
zorlukları var. Türkiye’de çocuk yayıncılığının en can alıcı sorunlarından
biri, yayın ekibindeki eksiklikler. Yeterince iyi, bu alanda uzman editörün,
yayın koordinatörünün ve ressamın olmayışı, bazen bunaltıcı olabiliyor.
Elbette örneğin Mustafa Delioğlu gibi metni çok iyi okuyan,
yorumlayan ve insana hiçbir sıkıntı yaşatmayan, usta ressamlarla çalışmak huzur
verici ve çok da kolay. Ama alana yeni ressamlar da katılmalı. Ben bunun için
çok çaba harcadım. Resim editörlüğünü yaptığım kitaplar oldu ki, bir kitabın
resimlenmesi için harcadığım zaman ve emekle rahatlıkla iki üç kitap yazardım.
Yeni ressamlarda temel sorunlar şunlar: Kitap okumamaları, bu nedenle
resimleyecekleri kitapları da doğru algılamamaları, iş etiğinden yoksunluğun
yarattığı akıl almaz aksaklıklar,
kayıplar, kibir, kapris ve coşkunun kitaba değil, yalnızca bu kitabı ben
resimledim demenin ya da kazanılacak paranın hesabına yönelik olması.
Durum o kadar feci ki bir ressamın şunu söylediğine şahit oldum:
“Ya internetin, sinemanın bu kadar geliştiği bir zamanda, kitap okumak artık
çok lüzumsuz, çağdışı bir şey.” Cahillerden daha katlanılmaz bir şey varsa, o
da cahilliğiyle böbürlenenler.
Yeni ressamların alana girmesi için doğrusu ya elimden geleni
ardıma koymadım. Ama örneğin bir yıl önce dördüncü kitabının basılması gereken
seri, ressamının iş ahlâkından yoksun olması nedeniyle ilk
kitapta kaldı. Ben de artık enerjimi en azından bir süreliğine yeni ressamlara
destek olmakla perişan etmeyip kitaplarımı profesyonel editörün gözetiminde,
profesyonel ressamlara bırakma yolunu seçtim. Ama içimde hep yeni, genç, alanda
kalıcı olacak ressamlara olan özlemle ve tabii umutla.
Eldivenlerinin
sol tekini kaybeden Moli'nin hikâyesindeki fare gibi ince düşünceli ve tatlı
bir arkadaşım olsun isterdim açıkçası. Bu hikâyede yer alan eldiven ağacı yoksa
gerçek mi?
Moli’nin hayatında gerçek. Şimdi bu sorunun açtığı zihin
patikasında benim hayatımda da –Moli’ninkinden farklı olsa da- böyle bir
eldiven ağacı olduğunu anlıyorum. Biz, tek eldivenini kaybetmiş ya da o eldiven
olup eşini bulamamış insanların yoksunluk duygusuyla büyüdük. Ama çok şükür ki
dostlarım ve etkinliklerde bana olağanüstü duygular yaşatan çocuklar, benim
için bir eldiven ağacı oldu. Farklı yerlerde örülmüş, bazen kaybolmuş, bazen
açığa çıkmış, kimi zaman kaçan ilmeğine üzülmüş ama sonra o kaçan ilmeklerin
açtığı patikaların güzelliğini fark etmiş eldivenler benim ağacımda birleşti. Ne
zaman kedere kapılsam, o gülücüklerle dolu eldiven ağacının altına uzanırım.
Bir de rüzgâr çağırırım ki eldivenler salınsın ve bana hayatta şükran duyacağım
ne çok şey olduğunu hatırlatsın.
İtiraf
etmem gerek, benim favori kitabım "Büyüklerle Dalga Geçme Dersleri".
Çok hazır cevap biri olmadığım için biri bana bir şey söylediğinde sadece
gülümseyip geçerdim ama söyleyeceklerim boğazımda düğümlenirdi; bu kitaptan
sonra ise farkında bile olmadan dilimden dökülmeye başladılar :) Farklı, akla
çok kolay gelmeyecek tarzda olan bu kitabın özel bir yazılış hikâyesi ya da sebebi
var mı?
Ben çocukken bir defter tutardım: Büyüyünce yapmayacağım şeyler.
Çevremdeki yetişkinler çocukluklarından söz ederken deli olduklarını
söylediklerini neden şimdi çocuk olanlara yapıyor anlamazdım. Onlar gibi bir
yetişkin olmaktan ve bir gün çocukları anlamamaktan korktuğum, ayrıca bir gün
mutlaka çocuk haklarıyla ilgili bir şey yapmak istediğim için tutardım bu
defteri. O defter sonra ne oldu hatırlamıyorum ama sözümü hiç unutmadım.
Tüm kitaplarımın içinde çocukken zihnime kazıdıklarımı en çok
Büyüklerle Dalga Geçme Dersleri taşır. Tabii yalnızca bir tek kişinin çocuk
geçmişine dayanmak doğru olmazdı. O nedenle kitaptaki konuların bir kısmını,
yetişkinler ve çocuklar arasında yaptığım anketler sonucunda seçtim. Farklı
kuşaklardan farklı sosyal kesimlerden insanlar aynı yerlerde incitilmişti. Ben
de bu zincirin en iyi çocukluk zamanında algıların açılmasıyla kırılabileceğini
düşündüm. Aslında işlenen konular ağır, kederli bir dille de işlenebilecek
şeyler. İstense, zırıl zırıl ağlatır her bir başlık. Ama o zaman ağladığımızla
kalırız. Buradaki meseleler zaten fazlasıyla ağır zaten, bir de hicranı eklemek
doğru değil bence. Oysa asıl ihtiyacımız olan, bunlara sebep olan toplumsal
öğretileri kavramak ve onları değiştirmek. Bunun için de enerjiye ihtiyaç var.
Yani mizah çok iyi ve doğru bir zemin. Öte yandan aslında bizi yara bere içinde
bırakan tüm bu işleyiş gerçekten de o kadar saçma, o kadar komik ki. Bu
saçmalığı fark edemediğimiz için bizi ağlatan bir hayata sürüklenmişiz. O
ağlamalar hiçbir işimize yaramamış. E bari bir de gülmeyi deneyelim, değil mi
ama?
“Orantısız güç kullanımı” yetişkinler ve çocuklar arasındaki
ilişki için de doğru. O nedenle çocuğun gücü baskılanıyor, dilimizdeki lafları
yutuyoruz ve onlar içimizde bir yerde kalıyor. Yetişkinler de çocukluk
acılarını hâlâ dillendirmiyor mu? Ama işte çözümsüzlük de burada zaten.
Acılardan söz edip durmak yerine, onları değiştirmek için eyleme geçmemek.
Tabii insanın önce kendi acılarını yıkması lazım ki söz dilde kıvranıp
kalmasın.
Gölgesini
kaybeden Hacivat ve Karagöz ile klasik tarzda bir anlatım yerine eğlenceli bir
"gülmece" okuyoruz. "Hacivat ve Karagöz bir gün yola çıktılar ve
yolda gölgelerini kaybettiler" diye başlayan bir cümle yerine kendimizi
bir anda gölgenin peşinde ve hikayenin tam içinde buluyoruz. Bu tarz ile okuma
kültüründe pasif okuyuculuktan çıkıyoruz diyebilir miyiz?
Ben özellikle çocuk edebiyatında birlikte yola çıkılıp yaşanan
maceralardan hoşlanıyorum. Öte yandan Karagöz ve Hacivat zaten “biz” anlamına
geliyor. Bizim derdimizi anlattığımız, bizim mizahımızı yarattığımız ve bizimle
değişen bir kültürel miras. Gerçi gelenekten alınan öğeler için tutucu bir
anlayış söz konusu nedense. Zamanı durdurma çabası, edebi zevklerin önüne
geçiyor. Oysa bence, değişip gelişmekten mahrum ettiğin şeyi ölüme mahkûm
ediyorsun demektir. O nedenle ben Karagöz ve Hacivat’ı modern bir öykülemeyle,
bugünün çocuklarına uygun bir macerayla anlatmak istedim. İlk kitap olan
“Karagöz’ün Gölgesini Kim Çaldı?”nın ardından gelen “Eyvah, Gölgeler Değişiyor!”
ise tutkuyla bağlı olduğum masal kültürünü de metne sızdırma amacıyla birleşti.
"Sakız
Çiğneyen Kedi" kitabında çok güzel şiirler var. Ama ilgimi en çok
"kedilerden korkanlara" şiiri çekti. Uzun yıllar kedi fobisiyleyaşayıp sonra hayatıma Lokum Hanım'ı alınca kedilerin hiç de korkulacak biryanı olmadıklarını görmüştüm.
"İşte
şimdi sen de oldun bir kedi/ Söylesene, korkunç buldun mu kendini?"
Kitaplarınızda kediler sıklıkla yer alınca merak ettim, kedilerle olan
diyalogunuz nereden geliyor?
Oldum olası kedileri ve kargaları çok severim. Kediler içimi
ısıtır, kargalara ise büyük hayranlığım var. O şiirlerde –şu anda beni tek
koluyla kaldıracak kadar büyümüş olan yeğenim Derin Deniz’in ve onun
kedileriyle köpeği Yulaf’ın etkisi ağırlıkta. Çocukken şöyle demişti: “Bunları
sen yazıyor olabilirsin ama ilhamını benden aldığını unutma!” Yıllar sonra
şiirler kitaplaştığında ne kadar haklı olduğunu gördüm.
Çocuk
edebiyatında unutamadığınız, sizi çok etkileyen, dönüp dönüp yine okuduğunuz
kitaplar hangileri?
Heidi’ye olan hayranlığım hiçbir şeyle karşılaştırılamaz.
Son
zamanlarda okurken sizi çok eğlendiren, güldüren kitaplar var mı?
Rodari bazen beni çok güldürüyor. Ama en çok okul öncesi
kitaplarını seviyor ve onlarla gülüyorum.
Semih Erelvanlı’nın -çocuk kitapları olmasa da çocuk
karakterlerinin çok güçlü olduğu- öykü kitabı Bebek Arabasında Ayvalar’da beni
kırk kere de okusam kahkahadan yerlere yıkan öyküler var. Özellikle Çişli Ayşe
ve Arkadaşları’na çok gülüyorum. Bazı öyküleri ise fena ağlatıyor. Aynı şekilde
onun minimal öykü kitabı Tahtakurularının Evreni de çok güldürüp çok ağlatıyor
beni.
Belki çok gülmediğim, hatta fena ağladığım çocukları konu edinen
hitlerimi de paylaşmak isterim. Çünkü çok aşığım bu kitaplara:
Bir Avuç Yıldız, Rafik Schami
Bülbülü Öldürmek, Harper Lee
Uçurtma Avcıları, Khalid Hüseyni
Çocuklar
için yazdığınız kitaplarda kullandığınız dile daha mı çok dikkat ediyorsunuz ya
da böyle bir ayrım yapmak doğru mu?
Edebiyat, edebiyattır ve yazdığın her şeye karşı sorumlusundur.
Yalnızca her bir alanda dikkatin biçimi değişiyor.
Klasik
masallarda bulunan birçok ögenin çocuklar için uygun olmadığı konusunda
verdiğiniz çok güzel örnekler var, “Pamuk Prenses” masalı gibi. Son dönemde
yazılan çağdaş masallar hakkında ve bu masallardaki “toplumsal cinsiyet”in
işlenişi ile ilgili ne düşünüyorsunuz?
Masallar ve Toplumsal Cinsiyet’te eleştirdiğim masallar klasik
masallardı. Taklitleri de öncüleri gibi aynı ileti sorunlarını yaşıyor ama
onlardaki lezzet de yok. Öte yandan harika modern masallar ve masal ögelerini
çok başarılı kullanan, tuzaklara düşmediği gibi gözbağlarını açan kitaplar da var.
Tamamlanmak
üzere olan projelerden minik tüyolar alabilir miyim? ("Büyüklerle Dalga
Geçme Dersleri" kitabının ikincisi çıksa diye heyecanlanıyorum mesela ben
:)
Ama Büyüklere Mektuplar çıktı. Tamam, bu kitap o kadar da mizaha
yaslanmıyor ama benzer sorunlara farklı bir yerden bakıyor. Büyüklerle Dalga
Geçme Dersleri’nin ikincisini ise umarım yazmam. İlki geçmişte ve bugün yaşanan
sorunları konu ediniyordu. Gelecekte çocukların başına sarmaya yeni dertler
icat edilirse, yazarım. Ki bunun fikri bile çok üzücü.
Gelelim, şu anda tezgâhta olanlara. Son günlerde harıl harıl düzeltme
yapıp duruyorum. Şiir masallar ve yetişkinler için bir şiir kitabı yayına
hazırlanıyor. Bir de muzip bir karşı masal serisi var. Ayrıca çocuklar için
şiir ve masal kılavuzları.
Yazma
rutininiz var mı? Roald Dahl gibi minik bir kulübede sarı bloknotlarınıza
kurşun kalemle mi yazıyorsunuz yoksa :)
Yazmaya sekiz yaşımda başladım ve birkaç yıl öncesine kadar
tatiller dâhil çalışmadığım tek bir gün olmadı. Ama öyle minik kulübe gibi bir
şansım hiç olmadı. Onun için her zaman, her yerde çalışabilmeyi öğrendim. Şu
anda çatlamış serçe parmağıma, bandajdan çıkar çıkmaz üstüne komik bir resim
yapma sözü verip, ayağımı masanın üzerine atarak yazıyorum. Aklım da hep ona
gidiyor. Sanki bir şey söyleyecek gibi, canı gıdıklanmak istiyor gibi… Yazık
diyorum, kalem tutamaz, bilgisayar tuşlarına basamaz. İleride ayak serçe parmaklarının
da yazı yazabileceği bir çalışma bahçesi yapacağım.
Teknoloji
çağında olmayı ve bir şeyleri çabucak tüketmeyi sevmiyorum (ne yazık ki) ancak
yine teknoloji çağında olup yazılarını/kitaplarını çok sevdiğim yazarlarla
tanışma fırsatım olduğuna da seviniyorum (neyse ki) Söyleşiye katıldığınız ve
gül(dür)me tozu yutup yutmadığınız merakınızdan beni kurtardığınız için çok
teşekkür ederim J
Ben teşekkür ederim.
Çünkü sorularınızda müthiş bir enerji, içtenlik ve samimiyet vardı. Bu nedenle
de çok zevk aldım. Serçe parmağımdan herkese selamlar…***
Bu söyleşiyi öncelikle mail üzerinden yaptık, çünkü ben Melek Hanım'ın Ankara'da yaşadığını bilmiyordum. Derken bir gün buluştuk ve sohbet etme şansımız oldu. Orada konuştuğumuz şeyleri düşününce bu söyleşi biraz "az bile" kaldı :) Birlikte geçirdiğimiz yaklaşık 4 saatin sonunda ayaklarımın yerden kesildiğini yanlış metroya bindiğimde fark ettim. O kadar "masal gibi" geçmişti ki o saatler, hayatım boyunca hep hatırlayacağım.
Sorduğum sorulara uzun uzun emek vererek yazan bu tatlı yazar peki kitapları haricinde "nasıl biri?" derseniz;
Balık ekmek seven, kahvesini az şekerli içen, kedilerle sohbet eden, karga görebilmek için kalbi atan, devamlı olarak gülümseyen (kendisi gülmese gözlerinin içi muziplikle gülen), son derece mütevazi, konuşması şiir gibi gelen, "koşma düşersin" laflarına aldırmadan içindeki çocuğu besleyen tatlı mı tatlı biri.
Kahvemizi içerken Melek Hanım'ın arkasındaki büyük rüzgar gülünün akşam güneşinde salınışını hiç unutamayacağım. (öncesi de burada)
***
Kocaeli kitap fuarında tanıştıkları Saliha, Melek Hanım'ın sıcakkanlı tavrını çok sevdiğini ve ona bu çizimle sürpriz yapmak istediğini söyledi :) (Annesi Feride'ye sevgilerimle)
"Bu kitap öyle tatlı ki içim sevinçle doluyor."
***
6 Aralık 2015 Pazar akşamına kadar "Ben çocukken..."cümlesinin devamını yazan 1 kişiye imzalı "Büyüklerle Dalga Geçme Dersleri" kitabı Elif'in minnak ellerinin çekeceği çekilişle gidecek, ben de yanına 1 mektup koyacağım :)
"Daha dünkü çocuksun...
Bugün de çocuğum, ne hoş değil mi?"
*20 Kasım "Dünya Çocuk Hakları Günü"nüz kutlu olsun, büyüklerle dalga geçmeyi unutmayın :)** Önceki "1 Kitap 1 Mektup" etkinlikleri de tam olarak burada :)