Drop Down MenusCSS Drop Down MenuPure CSS Dropdown Menu




3 Şubat 2016 Çarşamba

Hayaller Deniz Kenarı, Gerçekler Angara Kırsalı :)

Çok tatlı bir kitap hakkında yorumumu yazıyordum bloga, gelen son bir haber ile aklımdaki bu yazıyı yazmaya karar verdim. Sosyal medyada daha çok "Hayaller paris" ile başlayan bir ifade var, çok seviyorum, durumu anlatmaya o kadar uygun ki :)
2002 yılında Ankara'ya geldiğinde çok farklı hayallerim vardı. Dün de dediğim gibi "ben zaten gazeteci olacaktım". (Çok merak ediyorum bu utangaçlık, çekingenlik ve heyecanlandığında konuşamama halimle nasıl yapacaktım bu mesleği) Ama öyle magazin falan da değil, ben bildiğin "savaş muhabiri" olacaktım. Sırf bu yüzden Coşkun Aral ile de tanışmıştım hem de Adana'da (hatırladın mı Nilo :) "İyi ki olmamışım" diyorum şimdi. Hem ben yapamazdım hem de basın sektörü "özgün(r)"bir ortamda çalışmadığı için mutsuz olurdum. "Halkla İlişkiler" okudum da ne oldu? Kişisel gelişimime katkısı olduğunu söyleyemem ancak diplomam sayesinde bir işe girdim, para kazanıyorum ve istediğim kitapları taksitle de olsa alıyorum :) En önemlisi de bir işim olduğu için şükrediyorum. Yaptığım işin benim ilgi alanıma uygun olmaması işin suçu değil esasen. Kendimi suçladığım çok oldu (Gonca, sana tam buradan selamlar) ama o da değil. Benim gibi hisseden de eminim çok fazla kişi vardır. Bizleri yarış atı yapan eğitim sistemimizi, iş bulma kaygısını, iş beğenmeme halimizin şımarıklık sayıldığını ve sadece 1 şeyin uzmanı olmaya çalışıp aslında "ot" kıvamında yaşadığımızı yazacaktım bu satırlarda ama vazgeçtim. Tekrar etmek, gerçeği değiştirmediği gibi açıkçası beni olumsuza sürüklüyor, orayı da sevmiyorum.
Hadi çözüm odaklı olayım diyorum. Bunu diyebilmek için de az önceki olay gibi bir itici güç gerekiyor yoksa unutuyorum. Yine arada hatırlamak için de işte şimdi buraya yazıyorum. Büyük şehirde yaşayan çoğu insanın hayali bir gün -muhtemelen emeklilikte- sahil kasabasına yerleşip deniz kenarında bahçeli bir evde oturmak. Buradan kasıt da, trafik çekmeyeyim gürültüden hırslardan uzak durayım, kendi içsel huzurumu yakalayayım. (En azından benim anladığım bu.) (ikinci parantez: zaten deniz kenarında yaşayan arkadaşlarım buradan sonrasını okumasın, hele ki sen Banu :)
Birkaç yıl önce çok kararlı bir şekilde farklı bir hayata doğru rotamızı çizmişken kader-kısmet ile bugün baktığımda hala Angarada olduğumuzu görüyorum. O yüzden de "hayaller deniz kenarı, gerçekler Angara kırsalı" :)
Kendime süper notlar alıyorum,havada uçuşan fikirlerimi yakalamaya çalışıyorum, acayip gaza geliyorum, "işte bu kez tamam" diyorum ama sonuç?
Sonu gelmiyor...
Hayal kurmaya devam ediyorum sadece.
Bazen de bu durumun tam tersi bir şey yaşıyor, hayallere o kadar kapılıyorum ki gerçek dünyadan uzaklaşıp yaşadığım an'dan keyif almamaya başlıyorum.
"Dur bakalım Esoş!
Tam orada dur." diyorum böyle anlarımı yakaladığımda.
Kısacası bu yazıyı bana yazdıran şey aslında unutkanlığa düşmeyip hayallerimin peşini bırakmamak,lakin bunu yaparken de an'dan kopmamak (ve hatta o an yaptığım şeylere sinir olmamak) Tam bu sebepten az önce bir haylayf açtım kendime. Kendimce yeni bir karar aldım çünkü, yılmadan peşinden gideceğim inşallah.


Aldığım kararın ilk aşaması sevdiğim şeyleri detaylıca listelemek. Bunu gözle görünür elle tutulur yapmak için de yazarak çalışmak, uçuk hedeflerden uzak durmak.
Sadece ve sadece "sevdiğim şeyler" listesi yani bu. "Git, şunu yap, onu getir" görev planı değil.
Sıradaki şeyleri de zamanı gelince paylaşayım.
Başlık ve yazının sonu biraz alakasız kalmış gibi görünse de tüm bunlar zihnimde halay çeken tilkigillerin suçu :)
Devamını oku »

2 Şubat 2016 Salı

Gazeteci Çocuk / Vince Vawter

Ortaokulda Gönül Öğretmenden sonra Türkçe dersimize giren öğretmenimizin adını hatırlayamasam da onu pek de sevmediğimi anımsıyorum. Bize bir şeyler katacak bilgileri paylaşmaktan ziyade tek derdinin müfredata uygun hareket etmek olduğunu, dersteki gecikmelere de sinir olduğunu davranışlarından anlayabiliyorduk. Sözlüye kalkınca biraz geç konuşan bir arkadaşımızın bir gün üzerine gitti ve ondan hızlı konuşmasını istedi. Şok olduğumu ve çok utandığımı anımsıyorum. 4 yıldır aynı sınıfta olduğumuz arkadaşımıza kimse şimdiye kadar incitici bir imada bulunmamıştı ve bu talep ile tüm sınıfın tepesine çıkıp buz gibi soğuk suyu boşaltmış oldu yeni öğretmen. Bir arkadaşımız da ayağa kalkıp "siz de 'r'leri söyleyemiyorsunuz ama biz size bir şey demiyoruz" dedi. Aynı soğuk su bu kez öğretmenin kafasından aşağı boşaldı. "Vıl vıl vıl konuşmayın" diye konuyu kapatmaya çalıştı, sık sık bu deyimi kullanarak bizi uyarmasını anlayamıyordum. "Çok konuşmayın" da diyebilirdi aslında. Neden ısrarla içinde bolca "r" geçen bir ifadeyi tercih ediyordu ki? Bilmiyorum.
Gazeteci Çocuk kitabını Ankara Kitap Fuarında Kırmızı Kedi Yayınevi'nin standında görüp aldım. Bilinç seviyesinde hatırladığım bir isim değil ama sanki altlarda bir yerde ismini saklamışım çünkü kitabı gördüğümde hiç düşünmeden aldım. Tabii bunda uzuuuuun yıllar "gazeteci olacağım ben" diye diretmemin de etkisi olabilir :) Kitabın yarısını bir gecede kalan yarısını da 1 haftada okuyarak oldukça dengesiz bir süreç yaşadım.
Sonuç beni tatmin etti, süreçten ise emin değilim.
Ya da en baştan başlamak daha iyi:
"Bu hikayeyi yazmak için iyi bir sebebim var. Çünkü konuşamıyorum. Yani kekelemeden asla."



Altın palmiyenin simgesi gibi bazı kitapların üzerinde yer alan ödül ibareleri beni tereddütte bırakır. Bir kitabın ödül almış olması benim okuma beklentim açısından riskli olur genelde. 

Gazeteci Çocuk kitabını tek seferde okumayı tercih ederdim aslında, çoğu kitapta olduğu gibi. Bazı hikayelerin bölünmesi hikayeden insanı koparabiliyor.
11 yaşındaki Victor, kasabanın en iyi beyzbol oyuncularındandır, ancak kekelemeden, kendi adı da dahil, tek bir kelime bile söyleyemez. Victor'un hikayesini okurken hayatım boyunca bir şekilde okulda, yolda, postanede denk geldiğim kekeme insanları düşündüm. Farkındalığımın ne kadar az olduğunu bu kitabı okurken anladım. Sadece bu sebeple bile bu kitabın okunması benim açımdan önemli. Özellikle de öğretmen, doktor, gişe görevlisi gibi bir şekilde insanla-çocukla iletişim halinde olan kişiler için.
Kitabın sevdiğim tarafı 1. tekil şahıs anlatımıyla yazılmış olması. Kişinin yaşadığı sıkıntıyı, sevinci, terlemeyi, heyecanı en iyi kendisi anlatabilir (bence). Çocuk kitaplarında da bu dil (okul dönemi için) beni hemen kendine çeker.
Gazete dağıtan arkadaşı Rat'ın yaz tatili için 1 aylığına büyük babasının yanına gitmesiyle bu görevi Victor - gönüllü olarak- devralır. Birinci kilit nokta burada başlıyor bence. Adını dahi söylemekte zorlanan bir çocuk neden insanlarla iletişim kurmasını gerektirecek (haftalık para ödemelerinin toplanması) bir işe gönüllü olur? İçinde değişim olan kitapları okurken ben çok heyecanlanıyorum, sanırım karakterle beraber kabuğumdan sıyrılıyorum, kitap bitince bir ferahlık hissediyorum.

"Kelimelerin düğümlerini çözemiyordum ama en azından başka şeyleri düzeltebiliyordum."

Gazeteci Çocuk kitabı, bu bir aylık süre boyunca Victor'un başından geçen olaylar ve kişilerle yaşadığı diyalogları anlatıyor, diyebiliriz. Bu durumdan çok emin olamamamın sebebi hikayenin aslında yazarın biyografisinden uyarlanma olduğunu öğrenmem. Kitapta altını çizdiğim çok güzel cümleler var. Bay Spiro açık ara en sevdiğim karakter oldu, evinin kişisel kütüphane havasında olduğunu okuyup onu azıcık kıskansam da sanırım  yüz yüze olsak, keyifli bir sohbetimiz olurdu. Hem belki çok fazla çocuk kitabı okumamıştır, ben de ona Balık, Kumkurdu, Yıldızlı Sevgi'den bahsederdim.
Kitapta altını çizdiğim yerlere bakınca bir çoğunun benim iç sesime benzer cümlelerden kurulduğunu gördüm.

"Ben her zaman cümlelerimi kurarken kelime ve seslerin arasında sanki cam kırıkları ve köpek dışkılarıyla dolu bir sokakta geziniyormuşum gibi dikkatle dolanırım."

"Kötü bir konuşma sonrası gerildiğimde yapabileceğim en iyi şey içimde hiç hava kalmayana kadar koşmaktı."

Kitapta hiç hoşlanmadığım karakterler de oldu. Victor'un değişimi ve gelişimi açısından değerlendirildiğinde ise bu kişilerin gerekli olduğunu söyleyebilirim.
Kitap bittiğinde Bay Spiro'nun 4 kelimesinin ne anlama gelebileceğini çözmeye uğraşıyordum. (aradan 10 gün geçti, hala düşünüyorum :) Hatta bu kısım kitapta verilse daha mı iyi olurdu, acaba okuyucuya da yer bırakarak bu bilgi kitaba nasıl işlenirdi ona kafa yoruyorum. Tabii böyle olunca kafamda o kadar çok karakter dolanıyor ki. Hepsini seviyorum aslında. Tatlı bir Kipri var mesela, "pes etme Esoş" diyor, tıpkı Hilda gibi. Son günlerde sindirerek okumaya çalıştığım bir diğer kitap ise Michael Ende'nin kitabı. Momo'yu yıllaaaaar önce çok severek okumuştum. "Bitmeyen Öykü"yü ise hala okumadım, benim için okunma vakti olan bir kitap. (Selcen ve Semra'dan ilk buluşmamızda "nee hala okumadın mı" tepkisini göze alıyorum yani) "Özgürlük Hapishanesi" ise canım Şirin'imin bana hediyesi, baskısı olmadığı için de ayrıca kıymetli. Kitabı okurken Tatar Çölü kitabı geliyor aklıma.
Bir kitabı okurken beni en çok mutlu eden şey de kitabın konusu, kitabın içindekiler değil; kitabın bende bıraktığı değişim izleri. Ya da bu da değil, "en" olan. Değiştiriyorum. ("en"leri bulamayan Yasemen'i anladım şimdi :)
En mutlu edeni kitabı okurken hayal dünyamda ve duygu odalarımda daha önce hiç görmediğim odacıklara ışık tutmak, "Aa siz de mi buradasınız" demek ve onlarla kaynaşmak :) (Nasıl anlatamadım ama :)
                                                                                  ***
Konuyu dağıttım, Gazeteci Çocuk'a dönecek olursam; kitapta yer alan "tv çocuk" karakteri, önemli bir detay. Victor'un gazete dağıtırken gördüğü "tv çocuk" saatler boyu sadece televizyon izlediği için ona bu şekilde bir isim takmış Victor, ancak bir olayın sadece "görünenden" ibaret olmadığını ileriki sayfalarda okuyunca anladım. Tam da günümüz çocuklarına bir gönderme olmuş, fazla basit kaçmış diye düşünmüştüm ilk satırlarda, meğer sebep farklıymış. Güzel bir tokat oldu bana :) "Kesin karara varmadan önce biraz bekle bakalım" şeklinde.

"Ben kısa şortuyla Memphis'teki bir sokağın başında dikilen 11 yaşındaki bir çocuktum. Kendimi öylesine küçük hissettim ki sanki hafif rüzgara kapılıp sürüklenebilirdim."

Bu cümle de beni farklı anılara sürükledi, zamanda yolculuk yaptım.
En sevdiğim ifade de en sonda yazıyordu:

"Hayattaki en zor şeylerden biri kalbimizde dile getiremeyeceğimiz kelimeler olmasıdır."

Kurgu gençlik romanı olarak değerlendirecek olsam, sadece işlediği konu sebebiyle biraz daha farklı bir yere koyardım sanırım. Biyografiden uyarlama bir gençlik romanı olarak kitabı okuyunca kitabın favorim olmadığını ama Victor'un sayesinde güzel odacıklara ışık açtığımı söyleyebilirim. Çevirinin gayet iyi olduğu bu kitapta imla hatalarının ise çok daha az olmasını isterdim/beklerdim.

* Bir yerlerde pek iyi olduğunu umut ettiğim canım Gönül Öğretmenime sevgilerle :)

Gazeteci Çocuk
Özgün adı: Paperboy
Yazar: Vince Vawter 
Çeviren: Alaz Özbek
Kırmızı Kedi Yayınevi, 2015, 2011 sayfa




Devamını oku »

21 Ocak 2016 Perşembe

Annem Gelince / Bu Kış Kimse Üşümeyecek :)

Dün akşam annem geldi, evde bir bayram havası :)
Elif halinden çok memnun, her şeyini ananesiyle yapmak istiyor, saçını o tarasın tokasını o taksın, ayakkabısını o giydirsin, Elif de onu milyon kere öpsün, oh ne ala. Bizimle abartısız 1-1.5 saate ağlayarak uyuyan bebe, ananesiyle 5 dakika içinde ağlamadan uyudu ya! Bu ne arkadaş, bu ne nazmış bize böyle. Maşallah böyle giderse bizim tatilimiz başlamış demektir. Zaten tatilden anladığım, aşağı yukarı böyle bir şey.
Annem gelince,
- Evin havası bir anda değişti. Eve çok acayip leziz yiyecekler de gelmiş oldu, hangisinden yiyeceğimizi şaşırdık, ben birkaç farklı börekle sarmayı aynı anda ağzıma tepiyordum en son :)
- "Eşyaları kendi yerlerine koy Esra" İşte bu, yandığımın da resmi tabii. Temiz, titiz anneye sahipsen eşyaları rastgele etrafa atamıyorsun.
- Ertesi günün yemeğini düşünmemek ve eve geldiğinde sıcak bir sofrayla karşılaşmak ise bizim için paha biçilemez.
- Elifin ananesiyle oynamak için can atması ve annemin de zaten Elifi çok özlemiş olması, ballı lokma tatlısı değil de nedir? Elifin 2 adet minderi var, kırmızıyı kimseye vermez kendi oturur, yeşili de karşı tarafa koyar ve 8-9 tane arabasını gönderir, geri ister;bu oyunla bayağı oyalanıyor. (Kırmızı balonu da kimseye vermez, biz ancak mavi balonla oynayabiliyoruz :)
- Annemin gelmesi demek, bana göre çok normal olan yeleksiz ve çorapsız takılmanın Elif açısından bitmiş olması demek. Anneme çok itirazı yok gerçi, babasını peşinde sürüklüyor. Ben uzaktan izliyorum, "haydi kendin giy" dediğimde giyiyorsa giyiyordur, giymiyorsa üşümüyordur mantığım var.
- Evin genel düzeniyle ilgili annemin şahane zihni sinir projeleri oluyor. Eskiden çok acayip itiraz ederdim, tartışırdık, üzülürdük, annemin dediği olurdu :) Şimdi itiraz etmiyorum, uyguluyoruz, sevmezsek annem gidince değiştiriyoruz :) Böylece kimse kırılmamış oluyor. Bir dahaki gelişinde ortaya çıkan acı gerçekleri pek önemsemiyor neyse ki çünkü bizim evde her şeyin her an yeri değişebilir :)
- Annem gelince yeniden evin küçük kızı havasına geçiyorum, annemin yeme-içme-dinlenme vs. konularda beni şımartması çok hoşuma gidiyor.
Bu sene -uzun zamandan sonra- bir ilk olarak bana kitap hediye almış annem. Çok şaşırdım, genelde "sende olmayanı bulamam" deyip kitap almıyordu bana. Bu sene kitap fuarına gitmiş, son çıkan kitapları sormuş, bu kitabı beğenmiş ve bana almış. Satıcı "kızınız kaç yaşında" dese ne derdi acaba, "31 olacak ama biz onu 2 yaş gibi seviyoruz" mu derdi :)

Farenin cezerye ile ısınacağına inanan bir ben miyim :)
Kitap hakkında minnak bir yorum yapacak olursam, Feridun Oral'ı İstanbul Kitap Fuarında tanıyıp Lokum adına kitap imzalattığımdan beri seviyorum. Kitaplarının tarzı, naifliği de hoşuma gidiyor. Sadece bazı kitaplarının metinlerini kendime çok yakın bulmuyorum. Ancak resimleri beni her daim ısıtıyor. "Bu kış kimse üşümeyecek" kitabını okuyunca metinlere resimler kadar emek verilmediğini düşündüm, belki biraz daha şiirsel bir dil ve farklı/detaylı bir son ile daha da güzel olabilirmiş.
Banu da tesadüf bugün bu kitabı anlatmış, Elif de dün Tayga gibi ipinden kitabı çekiştiriyordu. Hikayede anlatılmak isteneni anladığını çok sanmıyorum ama bu kitaba böyle bir ipin konulmuş olması bence oldukça yerinde. İpimin ucuna neleri bağlayacağımı henüz bilmiyorum. Çalı çırpı yerine cezerye ile başladım. Geçen gün hatırladığım Selanik kökenim de bir anda silindi gitti sanki, "Adanalıyık, kebap yerik, şalgam içerik" havası esti içimde :)
Yarın inşallah kuzenler, kardeş ve en önemlisi teyzoşum Ayçişko ile ekip tamamlanacak, hepsini karda yuvarlayıp kar savaşıyla coşasım var.
E ne de olsa eve dönünce annem sıcak bir ıhlamur verir :)


Devamını oku »

20 Ocak 2016 Çarşamba

Martıya Uçmayı Öğreten Kedi / Luis Sepulveda

Çocuk kitaplarını sıklıkla okumaya başladığım 2010-2011 yıllarında tanıştım Sepulveda ile.
O zamanki okumalarım ve aldığım notlar çok daha farklıydı tabii, sadece "sevdim ben bu kitabı" /"sanki çok da hoşlanmadım" / "bir şeyini sevmedim ama o 'şey' ne bilmiyorum diyebiliyordum.
Zaman içerisinde bu cümleler genişledi ve en azından o 'şey'in ne olduğunu bulabilmeye başladım. (çoğunlukla, ama bazen hiçbir fikrim olmuyor :) Kitap okumak çok daha keyifli şu an benim için. Okumanın hazzı, "acaba şöyle olsa nasıl olurdu" bulmacasıyla birleşiyor ve ortaya neşeli notlar çıkıyor.
Geçtiğimiz hafta "Martıya Uçmayı Öğreten Kedi"yi okuduğumda da benzer şeyler yaşadım.
İlk okuduğumda hissettiğim duygu ile ikinci okumamda hissettiğim duygu birbirine yakındı, lakin eleştirel bir okuma yapınca aldığım notların ne kadar farklılaştığını görüp mutlu oldum.
"Martıya uçmayı öğreten kedi"nin ismi beni gülümsetiyor.
Bir kedi var, bir de martı var. Bu kedi martıya uçmayı öğretiyor-muş.
Peki, neden?
Ama, nasıl? (ya da tam tersi)


Kengah, petrole bulandığı denizden, sadece çenesinin altında beyazlık olan kara kedi Zorba'nın yaşadığı evin balkonuna kadar uçmayı başarır.
Tam o anda yumurtasını bırakır ve Zorba'dan 3 şey için söz ister,
1. Yumurtayı yemeyeceğine söz ver.
2. Civciv çıkana kadar yumurtaya göz kulak olacağına söz ver.
3. Ve ona uçmayı öğreteceğine söz ver.
Bu 3 sözü okuduğumda "amanın" dedim, "Zorba'nın işi pek zor"
Sonra da düşündüm. Ben olsaydım ne yapardım/neler düşünürdüm diye.
Mesela bir kedi olsaydım,
"Hı hı tabii tabii" deyip geçiştirir miydim. Aslında bunu "insan" halime daha çok yakıştırdım :)
Kedi halimle düşünsem çatıların üzerinde gezinirken bu minik martıyı da yanımda taşır ve onu bir anda "Haydi uç bakalım" diye yalnız mı bırakırdım? (bu da çok insansı oldu)
Belki de uçmayı öğretmek yerine onu koruyup kollamaya devam eder ve uçarsa belki bir yeri incinir diye dertlenirdim. ( Bu tam bir anne-insan yaklaşımı değil de ne :)
Tam olarak "kedi" gibi düşünemediğime göre belki ZORBA gibi düşünüp akıl yürütmeliyim.
Öncelikle ne yapabileceğimi sevdiğim arkadaşlarıma danışabilirdim, minik martıya gözüm gibi bakıp etraftaki haylaz kedilerden martımı koruyabilirdim, bana "anne"dediğinde ona "ben senin annen değilim" deyip yine de ona annelik yapmaya devam ederdim belki, uçmayı öğretme konusunda ise tatlı bir şairin dizelerine takılır ve "sadece cesareti olanlar uçabilir" mi derdim?
Neden olmasın :)
Bu ara Latin Edebiyatından okumalar yapmak, içimdeki meraklı ama solgun papağana iyi geldi, hatta yeniden dirilmek istiyor diyebilirim.
Sepulveda'nın Miks, Maks ve Meks'in Öyküsü kitabında da olduğu gibi kediler üzerinden hayata dair bir şeyler sunması, dayanışma konusunda beni sarsması çok hoşuma gitti.
Zorba'dan sonra en sevdiğim kedi, Pupa Yelken isimli kedi ve onun terminolojisi oldu:

Mürekkep balığının mürekkebi adına!
Kaplumbağanın kabuğu adına!
Akrebin ayakları adına!
Barlam balığının solungaçları adına!
İspermeçet balinasının yağı adına!
Yılan balığının kıvranması adına!

"Uçmak, son derece kişisel bir karar" diyordu kitabın bir yerinde, aklıma "Martı" kitabı geldi bu yüzden.
Uçmak eylemini bir metafor gibi algıladım ve "Ben ne zaman, nasıl uçtum acaba" diye düşünmeden edemedim. İlk uçuş üniversiteyi kazanıp memleketten ve aile hayatından ayrılıp Ankaraya gelmem ve yurtta kalmaya başlamamla oldu sanki. Alışma evresinden sonra bir anda okulun bitmesi ve "işsiz mi kaldım ben şimdi?" halleriyle geçen zamandan sonraki mini uçuş işe girme ve para kazanma evresi olabilir. Elif'in doğumu ve benim anne olmam ise daha önce hiç gitmediğim bir coğrafyada gözlerini açmak gibi(ydi)
2015te bu uçuş, kendini "farkındalık" alanlarında gösterdi. Okumaktan ziyade okuduklarımı anlayabilme yetisinde gelişme olduğunu gözlemledim. Her gün gördüğüm ağaçlar gözüme daha farklı geldi. Mutluluk sebeplerim oldu ya da onları ben yarattım/keşfettim.
Hayatımdaki ZORBA kimdi acaba diye düşündüm.
İçinde biraz ben biraz ailem biraz arkadaşlarım biraz Lokum biraz Elif olan çok kalabalık bir ekip bu. Benim hayatımdaki Zorba tek bir kişi değil ama "kedibalığının kuyruğu adına!" hepsi o kadar değerli ki!
Esoşun Çizimlerinde dün "Martıya Uçmayı Öğreten Kedi" vardı, gülümsedim çizerken, teşekkür ettim Sepulveda'ya, bana değerler konusunda düşündürdükleri için. (Bu yazıyı okumama vesile olan Semra sana da ayrıca çok teşekkürler)
Şanslı'yı birlikte uçurduğumuz canım CKK, iyi ki varsınız! 



Martıya Uçmayı Öğreten Kedi
Yazan: Luis Sepulveda
Resimleyen: Mustafa Delioğlu
Çeviren: Saadet Özen
Yaş grubu: 8+
Can Çocuk, Ağustos 2010, 125 sayfa, karton kapak

Devamını oku »

19 Ocak 2016 Salı

Ankara Kitap Fuarı-2016

İstanbul Kitap Fuarından sonra herhangi bir fuara gitmedim, Ankara'daki kitap fuarına da ilk 3 yılında gitmiştim (AKM'deki) ve beni tatmin etmemişti.
Bu sene ATO'da düzenlenen 10. Ankara Kitap Fuarına ise oldukça düşük bir beklentiyle gittim, öyle olunca da çok mutlu ayrıldım. (işin sırrı buymuş demek)
Etkinliklerin, katılımcıların bir hayli yetersiz olduğunu fuar sayfasına bakınca görmüş, "acaba gitmesem mi" diye de düşünmüştüm ama sahafların gayet iyi olduğunu Selcen'den duyunca içime bir heyecan ateşi düştü.
İlk gün fuarın kapanmasına 1 saat kala gidebildiğimiz için ben sadece sahaflara bakabildim. Hatta içlerinde kayboldum da denebilir. Çoğu İstanbul'dan gelmişti, Ankara'da olanlarının da kartını almıştım (sanırım kaybettim)
İkinci gidişimde ise öğle arası vakti olduğundan yine kısıtlı ve koşturmacalı idi ama yine de sevdim, lojistik destek için Fatma sana teşekkürler :)
En bomba diyalogumu İletişim Yayınlarında yaşadım.
Çocuk kitaplarının olduğu bölüme bakarken uzun süredir aradığım, baskısı olmayan bir kitabı görüp "hiiii" dedikten sonra dilim tutuldu, konuşamadım. Görevli kız belki şaka yapıyorum sanıp güldü ama ben o ara sözcükleri bellekten geri çağırmaya çalışıyordum. "Ah bir konuşabilsem" diye diye kekelemeye başladım. (Bu durum ben çok heyecanlanınca birkaç sefer daha başıma geldi) (*Bulduğum kitaplardan biri Ördek, Ölüm ve Lale bu arada) Belki baskısı biten diğer kitaplar da vardır diye "Yamuk Okul" serisini sormaya çalıştım. "Hani...bir okul var... yamulmuş...çocuklar ters duruyor" gibi saçmalayarak anlattığım kitabı görevli anlayamadı, o ara deriiiin nefes alıp kendime gelecektim ki aradığım başka kitapları görüp kendim yamuldum iyi mi :)
Yetişkin edebiyatı tarafına doğru giderken Elif yanıma geldi, kucağımda kıpırdanan bebemle fuarın kapanmasına 5 dakika kala İletişim Yayınevini gezdim. Kafamı kaldırınca "Levent Cantek" olduğunu tahmin ettiğim birini gördüm. "Aaa uzun bir Levent Cantek"miş deyip konuşmak için yanına doğru yöneldiğimde yanaklarım çoktan heyecandan kızarmıştı. Kitaplarından, editörlüğünden konuşmak isterdim ama tüm bunların yanında ağzımdan dökülen "Blogunuzu okuyorum, çok seviyorum" deyiverdim. E Yuh! Blog ne yahu? Cantek de sağolsun tuhaf bir şey demeyip sadece teşekkür etti. O ara blogdan kitaplara geçebilecekken ben ne yaptım? "Kasa şu taraftaydı değil mi?" diyerek göz temasından kaçıp arkama bakmadan oradan uzaklaştım. (paramı ödedim tabii) Benim şu "this is zemin"ime bir çözüm bulsak fena olmayacak.


Yeri Beyoğlunda olan Kurgu Sahaf'ı İstanbulda olanlara tavsiye ederim. Çocuk kitaplarını depoda tutuyorlarmış, sanırım o depoda hazine var :)


Harika kartpostalları da vardı fuarda. Soldaki kartpostalın kenarında "Selanik Rıhtımı" yazdığını da eve gidince gördüm, vay memleket de dedim hani :)

2016 kitap hedeflerimden biri de yeni kitap almamaktı. (Fuardan aldığım kitaplar 50yi geçmiş, yut o lafı Esoş)
Daha çok vaktim olsa sanırım tüm sahaflardaki nitelikli çocuk kitaplarını yer yutardım :)
Buna da şükür tabii.
Kartpostallardan yepyeni hikayeler kazandım, belki bir gün buraya da yazarım, diğerleri gibi...


Devamını oku »

14 Ocak 2016 Perşembe

Bu Aralar

Dikkatimi toparlayamıyorum.
Tek bir konuya odaklanamıyorum.
Her şeyden parça parça var aklımda, o parçalar bir bütünü oluşturmuyor.
"Bütün" olmak istiyorlar mı gerçi onu da bilmiyorum.
"Eksik Parça" ve "Pezzettino" kitapları geliyor aklıma.
Kendimi kötü hissetmiyorum (çok şükür) sadece içimde yaşıyorum bazı şeyleri.
Geçen gün okuduğum bir hikayeden de çok etkilendim, hikayede pek de tatlı olmayan bir kuş vardı-ismini vermeyeyim- ve benim kuşlarıma çok benziyordu. Sanırım bu kuşları kovalamanın ve kendine az daha güvenmenin vakti geldi.
Gelmeli.
Gelsin.
Gelmiş.
Mi?
Bilmiyorum.
Bu ara yine yazar okuması yapıyorum, çok keyif veriyor.
Aklımda bir dolu yazı var bloguma yazmak istediğim, son cümle hiç gelmiyor, taslaklar doluyor. Sanırım ben bu sistemi yanlış anladım, word gibi kullanmaya başladım blogu :)
Elif ise "ay-deede" peşinde. Salatalığından ısırık alıp onun "aydede" olduğunu söylüyor. Arabada eve giderken tüm camlardan aydede kovalıyoruz, görünce de bol öpücük yolluyoruz ona. Gece ağlamalarını susturan tek şey uydurma "aydede" masalları. Hele ki dolunay falan varsa Elif, "hiiiii" diye büyülenmiş gibi bakıyor gök yüzüne. Bir gün aydede kılığına girip çıksam karşısına ne yapar acaba :)
Kitap fuarına gittim, yine gitmeyi planlıyorum. Sahaf gezmeyi çok seviyorum. İstanbuldaki Sahaf Festivaline bir gün gitsem ne yaparım acaba, aydede görmüş Elif gibi "hiiiii"der miyim? Yoksa o saf duygular çocuklukta mı kalıyor :(
Geçen gün okuduğum o kuşlu hikayede bir de gözleri parlayan bir çocuk vardı, bana ne kadar bencil biri olduğumu anımsattı.
Haberleri hiç takip etmiyorum ama nasıl desem hiç...
Bunu akıl ve ruh sağlığımı koruyabilmek için savunma amaçlı yapıyorum ancak çok bencil bir şey olduğunu da biliyorum.
Örnek, Sultanahmetteki patlamayı oda arkadaşlarımdan duydum ancak detayını bilmiyordum, ölenlerin Alman turist olduğunu daha yeni ve tesadüfen öğrendim :( Utandım valla kendimden :(
Kendimce iyi bir şeyler yapmaya da çalışıyorum ama bence hep havada ve eksik kalıyor. Deli Anne'nin şu yazısı çok hoşuma gitti.
Bu ara güzel bir ajanda tutuyorum hem Elif için hem kendim için. "Neden uyumuyor bu çocuk?" sorusunun cevabını bulmaya yaklaştık belki de.
İnsanlar, çocuklar öldürülürken benim 2016 dileklerime "barış"ı eklemeyi unutmam çok normal tabii, fazla içime dönmüşüm.
Sosyal medyanın -blogu saymazak- instagram ayağından da çok uzaklaştım. Samimiyetsiz/tekdüze paylaşımlar bana zaten bir şey katmazken benim okuduğum kitabı paylaştığım görseli kim ne yapsın? Yani böyle bir şeye ne gerek var?
Güneş görünce mutluluk depolayan bünyemin yağmur yağdığında bazı günler evde kalıp kahve yudumlamaya, olmuyorsa da çiseleyen yağmur altında yürümeye ihtiyacı var.
Kendimi geliştirmek için yaptığım minik bir adımın geri dönüşleri başladı, üretmek insanı sahiden dinç tutuyor.
İş yeri bazen çok yoğun oluyor ve ben gerçekten bana söylenenleri birkaç kez tekrar ettirip öyle anlayabiliyorum. Bir evrakta evlilik tarihimiz soruluyordu ve ben yanımdaki kişiden utanıp eşimi arayamadım. "Bir bahar ayıydı" diye başlayan akıl yürütmelerim sonunda sadece Elifin doğumuyla bağlantı kurarak evlendiğimiz yılı bulabildim. Gün, ay ortada yok.
Bugünlerde fazla mı Riko'landım yoksa cidden ben de derin yetenekli olduğumu bile anlayamayacak kadar derin yetenekli miyim?
Yoksa tüm bunlar bingo toplarından mı kaynaklanıyor :)


Haftaya annem gelecek inşallah, Edoşum ve teyzoşum Ayçayla; ben onları mı özledim yoksa?
Hmmmm :)
Devamını oku »