Drop Down MenusCSS Drop Down MenuPure CSS Dropdown Menu




28 Mart 2014 Cuma

Çıtır Çıtır Felsefe: İnanmak ve Bilmek

"Neye inanırız ve neyi biliriz?" diye sormuş bu kez Brigitte Abla.
Çıtır çıtır felsefe serisinin en son çıkan kitabı "İnanmak ve Bilmek"i okudum geçen gün.
Aklımda yoktu yani okumak istediklerim arasında üstlerde değildi bu sıralar ama şu meşhur göz kırpmalar yok mu... Onlara engel olamıyorum. İyi ki de hemencecik okumuşum.
Birincisi çıtır çıtır felsefe kitaplarının tarzını çok seviyorum, özlemişim.
İkincisi içindeki felsefe hangi kitabını okusam -tesadüf bu ya- tammm da aklımdaki bir şeylere denk geliveriyor.
Bu kitabın da öyle olabileceğini son cümlesine kadar aklıma getirmemiştim.
Ta ki Brigitte Abla sanki bana yazmış gibi: "kendine inanmak, kendine güvenmektir" diyene kadar.
Hani bu ara sağlıkla Elif'e kavuşma hayalleri kuruyoruz ve ben arada "hazır mıyım ki ya ben" halleri yaşıyorum ya; işte bu cümleyi o yüzden de çok sevdim.
"Kendine inan esoşçum" dedim :)

Üniversitedeyken bir gün yurtta odada yalnızken ve canım sıkılıyorken radyodan bir ses"Esra,esraaa, orada mısın" diye seslendi. Ben tabii şoktayım. Neler dönüyor diye etrafıma bakınıyorum. "Mutsuz musun yoksa?" diye devam etti ve ekledi "Bir topkek ye geçer" :) Hey Allahım dedim ya, reklammış... Bendeki yüz ifadesi sanırım görülmeye değerdi.
Bazen biriyle konuşurken de öyle olur ya karşıdaki kişi çok alakasız bir şey söyler ama siz onu "evrenin mesajı" gibi alırsınız/öyle almak istersiniz. Sanırım benimkisi de o hesap oldu.
Amacım kitabı kısaca tanıtmaktı ama bak nerelere gelmişim.
Kitapta  "neye inanırız ve neyi biliriz"e bir dolu örnek var. Soru ya da cevap var diyemem çünkü Brigitte Ablanın tarzı bu değil. Sizi düşünmeye teşvik ediyor. Sorusunu çaktırmadan sorup çekiliyor :)
Kitaptan:
*"Bir şeyin yanlış olduğunu kanıtlamak için, bir örnek - tek bir örnek- yeter. Bir şeyin doğru olduğunu kanıtlamak içinse, örnekler vermek, hatta milyarlarca örnek vermek bile,asla yetmez."
*"Hiçbir şeyden kuşku duymadığımızda, her şeyi bildiğimizden kesinlikle emin olduğumuzda, sorun şudur: Başkalarına hiçbir alan bırakmayız. Başkalarının fikirlerini artık dinlemeyiz; tıpkı birinin suratına kapıyı çarpmak gibi, zihnimizi tamamen kapatırız."
*"Biliyorum demek yanılma riskini kabul etmektir."
*"İnanmak aynı zamanda güvenmektir. Karşılığında kanıt istemeden güven duymaktır."

HERKESE MUTLU GÜNLER :)


Devamını oku »

27 Mart 2014 Perşembe

Egzersizlerin Kralı: Yürüyüş :)

Daha önce sporla pek şahane bir ilişkim olduğundan bahsetmiştim; ki o ara azimle pilatese gidiyordum. İnsanlar pilatese gidip belini incitmez sanırım, işte ben bunu başardığım için bırakmıştım pilatesi.
Sonrasında da yeni bir şeylere başlayamadım. Hamileyken yüzmeyi çok istedim ama olmadı. Bence temiz olan havuzlar karabalığın içine sinmedi,Ankarada da (henüz) deniz olmadığından su sporları da kursağımızda kaldı.
Ama bir spor/egzersiz var ki hayatımdan hiç çıkarmadım. İstesem de yapamadım hatta :)
O da yürüyüş.

Uzun bir süre sadece zihnimi boşaltmak için yürüdüm, hele ki öğle aralarında.
İşini severek(!) yapan her insan gibi benim de molalara çok ihtiyacım oluyordu. Hatta öğlen çıkamamışsam dışarı öğleden sonra 10-15 dak. kaçıyordum. Yoksa nefes almak ne mümkün?
Bir ara "formumu koruyayım", sonra "zayıflar mıyım" diye yürüdüm ama baktım bu amaçla yürümek bana keyif vermiyor.
Yalnız ve müzikli yürümeyi seviyorum ben.
Bir kitapta okumuştum "bir şeyler üretmek istiyorsanız ama aklınıza bir şey gelmiyorsa kendinizi hiç sıkmayın, yürüyün" diye. Gerçekten doğru bence. Hayatımdaki en "akıl almaz" işler peşine hep yürüyüşten sonra düştüm :)
Bir de yürüyüş sonrasının "rahatlama hazzı" var, ki biz buna biyolojide (kimya da olabilir) "terlemek" diyoruz. Adına toksin dedikleri şeyler sanırım o ara atılıyor. Çünkü ben her yürüyüş sonrası gözeneklerim açılmış olarak buluyorum kendimi :)
Hamileliğim boyunca da hep yürümeye çalıştım.
Bir müddet bebeğin yatış pozisyonundan dolayı sağ tarafım çok ağrıdı, yürüyemez oldum. İşte o ara Elifle anlaşma yaptık. O da başka yöne yatmaya başladı sağ olsun. Laf dinliyor bizimki :)
Bu sene gerçekten kış neredeyse hiç olmadı ama ayaz, buzlanma vs. oldu. Ayağım kayacak gibi bir hava varsa dışarıda yürümedim, işyerinin koridorlarında beni çaktırmadan süzen insan kalabalığında yürüdüm.
Hava soğuksa da kalın giyindim ve ilk 5 dakika pes etmemeye çalışıp "acı yok" dedim kendime :) Sonra da soğuğa alıştım.
En az 20 en fazla da 40 dakika yürüdüm.
Belki çok değil ama karabalığın deyişiyle "+1 her zaman 0'dan büyüktür"...
Buna gerçekten inandım.
Hala da inanıyorum.
Son haftalardaki yürüyüşlerin temposu değişti elbette. Kendimi azıcık "uyuz" hissetsem hemen dışarı yürüyüşe çıkıyorum ki üzerimdeki ağırlık gitsin.
Yorgunsam gerçekten, çıkmıyorum ama.
O yüzden de bence egzersizlerin kralı yürüyüş...
Şimdi hep -doğal olarak- Elifle beraber yürüyoruz. Umarım doğumdan sonra da birlikte parka gitmeden yürüyebiliriz. Sling aldım ama belli bir kilodan sonra belimde sorun olur mu bilmiyorum, belki ergonomik kangurular ya da bebek arabası kullanılabilir. Bu konuda da tavsiyesi olan varsa lütfen yazsın :)
Bir de yürüyüşlerde yeni bir şeyler keşfetmeyi seviyorum. Çoğu zaman bu bir çiçek, yolunu şaşırmış bir böcek ya da benimle konuşan bir ağaç oluyor. Onu da başka yazıda anlatayım. Alttaki görsel de dünden bir kare. Üstteki uğurböceği alttakini "peşi sıra sürüklüyor" gibiydi benim baktığım açıdan tabii :) Biraz eğilip fotoğraflarını çektim ve eve geldim. Fotoğraflara bakınca sanki alttakinde bir sorun varmış da üstteki uğurböceği onu en yakın yardım yerine taşıyor gibi duruyor :)

Hamilelikte zaten en çok tavsiye edilen şeylerin başında geliyor yürüyüş ama bence bir hayat tarzı olarak da günlük mini-midi yürüyüşler rutine eklenmeli...
Ne dersiniz?
Devamını oku »

Zincir :)

Bu kitabı güzel tavsiyelerden sonra almış ama kitaplıkta unutmuştum. Geçen gün göz göze geldik, henüz ilk sayfasına şöyle bir bakayım derken kendimi kitabı bitirmiş buldum :)
"Sıcacık iki dilim ekmek arası eriyen kaşar kıvamında" tam günü yatakta geçirmek isteyen bir kızın anlatımıyla başlıyordu kitap. Aklıma kendi öğrencilik yıllarım geldi. Öyle çok yataktan çıkmak bilmeyen bir halim yoktu ama neticede okula gitmeyi kim sever ki :)

Kitapta 9 farklı bakış açısıyla 1 günde geçen olaylar anlatılıyor. Kitabın hikayesinden daha çok anlatımını sevdim. Yazarı Şiirsel Taş'ı ilk defa okuduğumu fark ettim, tarzı çok eğlenceli. Kitabın başında kendini anlattığı mini tanıtım yazısına bakınca bu hikayede kendinden esinlendiğini düşündüm. Başrolde de sanırım kızı Okyanus var :)
Evdeki kedi Zombi bu kadar mı şirret bir şey olur! Lokum için şükrettim yani. Yapmadığı yaramazlık yok çünkü Zombi'nin. Hele ki minicik kuşu yakaladığı yerde içim ürperdi.
İçindeki "pire" ayrıntısı çok hoşuma gitti. 9 farklı bakış açısından biri de zayıf bir köpeğin üzerinde yaşayan pirelere ait.
Kitabın ismiyle anlatılanlar oldukça uyuşmuş. Tam bir zincir var bu hikayede.
Ben okurken çok keyif aldım ama aklım en çok da arasında kaşar peyniri eriyen tostta kaldı :)
Böyle bir "zincir hikaye" benim de ara ara aklıma gelmiştir. Yani tek bir olayda bile herkesin bakış açısı -doğal olarak- farklıdır ve buna tanıklık etmek harika bir macera!
Çizimler bana bir yerden tanıdık geliyor diye düşünürken "Mavi'nin Mutluluğu"yla mutlu olduğumu hatırladım. Çizer Gökçe Akgül'ün oldukça detaylı bir internet sitesi  ve blogu var.

Zincir hakkında yazarla yapılmış röportajı okumak isterseniz buraya, Hint Cevizi neler yazmış bakmak isterseniz de buraya tıklayabilirsiniz :)
Zincir'den hemen sonra okuduğum kitabın çevirisini de Şiirsel Taş'ın yapmış olduğunu gördüm, o da sürpriz olsun :)
Devamını oku »

26 Mart 2014 Çarşamba

Doğum Yaklaştıkça Hamile Kişisi Neler Hisseder?

İnanılmaz geniş bir başlık attığımın farkındayım ama içimden öyle geldi...
Son zamanlarda bana sorulan bir dolu soru arasından kendimce seçtim ve ortaya şu sonuç çıktı; ne kadar çok şeyi aynı anda hissediyormuşum ben yahu!!
Hani insan bazen sakindir, beklediği bir şey varsa heyecanlı ya da hava güzelse mutludur :)
İşte öyle basit değil-miş hamile kişisinin son haftalarda hissettikleri.
O ilk çift çizgiyi gördüğümde neler hissettiğimi yazmıştım. Ve bu haber nasıl paylaşılır ondan bahsetmiştim.
Sonrasında da durum bir hayli farklılaştı benim/bizim için.
İnsan hep yüreğini ferah tutmaya çalışsa da gerçekten İçgüdüsel Doğum kitabında da dediği gibi "endişeli olmak hamile kadının işidir" :)
Testler, sonuçlar, acabalar, yaşasın yuppiler hep bu geçen zamanın cilveleri.
Dolayısıyla süre yavaş geçiyor derkeeen bir de bakıyorsun 30. haftalara gelmişsin.
Her dönem kendine göre ayrı bir mutluluk kaynağı elbette.
Hele ki 32. haftanın kalbimdeki yeri başka; çünkü izne ayrıldım :)
Yaklaşık 6-7 haftadır yepyeni bir düzen oluşturdum kendime.
Ütü yaptım, kitap okudum, mısır patlattım film seyrettim, yürüyüş yaptım, canım hiç bir şey yapmak istemedi ben de uyudum, bloga yazı ekledim...
Yapmak isteyip de yap(a)madığım bir dolu şey oldu.
Ama fark ettim ki bunun bir sonu yok.
Okumak istediğim ama bitiremediğim kitap listem gibi.
Elife -inş.- kavuşmamızdan önceki son günlerde de bir garip "koyverdim" :)
Annem "şunu da yapalım" dedikçe ben hala "yaparız bir ara" modundayım. O da bana sinir oluyor haliyle.
İzne ilk ayrıldığımda evdeki her işe resmen saldırmıştım; şimdiyse ara ara atarlanmak suretiyle sakinlik moduma geçtim diyebilirim.
1 gün ayakta kalmış ve yorulmuşsam ertesi gün mutlaka ayaklarımı uzatıp keyif yapmaya çalışıyorum.
Madem vaktim var, bugünleri değerlendireyim istiyorum.
Ve en önemlisi de kafam karışık sebze çorbası gibi olmasın; dupduru gireyim diyorum inşallah doğuma.
Bana bu ara en çok "hazır mısın, heyecanlı mısın" diye soruluyor.
Ben de bilmiyorum sanırım bu soruların cevaplarını.
Hazır olup olmadığımı okuduğum kitaplara göre karar veremem; doğum anında anlarım gibi geliyor.
Çünkü teori ve pratik çok farklı olsa gerek... Ben pandamı aldım ama yanıma :)
Heyecanlı mıyım?
Koooocamaaaan dalgalar arasında sörf yapmaya hazırlanan bir sörfçü, çooook yüksek bir tepeden atlayış yapmak üzere olan bir dağcı/kayakçı kadar heyecanlıyım.
Kaynak: burada
Ama...
Kalabalık bir yoldan sakin, sessizce ve kendi adımlarıyla yürümeye çalışan bir kaplumbağa kadar sakinim de.
Hem Momo ne demişti: "Ne kadar yavaş; o kadar hızlı" :)
Kısacası içimde hem davul zurnayla halay çeken bir ekip hem de beni uyutacak kadar tatlı bir ninni var.
Bu ruh hali dengesiz değil mi, bilmiyorum. En azından halay çeken ekibi çok kimseye göstermediğimden olsa gerek genel kanaat benim "bekleme modu"nda olduğum yönünde :)
Bir de insanlar söylerdi ama ben başıma asla gelmez zannederdim çok yanılmışım; ne kadar uzak/alakasız insan varsa "sen daha doğurmadın mı" diyor :) Yakınımdaki insanların beni merak etmesi hem normal hem de insana kendini iyi hissettiriyor ama şu uzaktaki meraklılar..
"Bir dolu şeyi aynı anda hissediyorum" demeye çalıştığım bu yazıda da lafı dolandırdıkça dolandırdım.
Yine bir "hakkımızda hayırlısı olsun" ile lafı bağlayıp süper eğlenceli kitabıma döneyim; o da bir sonraki yazının konusu olsun...
Elif'i düşününce terazinin tüm dengesi değişiyor; sımsıcak bir güneş doğuyor içimi ısıtıyor.
İnşallah sağlıkla kucağımıza alırız bu tatlı güneşi :)
Kaynak: burada
Sahi, sevgili hamiş dostlar, siz neler hissediyorsunuz?
Ya da sevgili anneler, siz neler hissetmiştiniz?

Devamını oku »

25 Mart 2014 Salı

1 Kitap 1 Mektup Etkinliği: "21 Sıradan Şeyin Sıradışı Tarihi" :)

BDK Yıldıray'dan yakın zamanda bir kitap bekliyordum ama nedense aklımda hep ŞuŞu kitabının devamı vardı. Japon karakter Şuşu'yu çok sevmiş, doğumgününden sonra üçtekeriyle neler yaptığını merak etmiştim. İnsan bazen okuduğu kitaptaki karakterleri özler, neler yaptığını merak eder ya sanırım öyle bir şey.
İkinci kitabının konusu bir hayli ilginç gelmişti bana henüz incelemeden. "Sıradan şeyler" neydi ki acaba??? "Arka cebinizdeki taraktan yediğini hamburgere"diyordu kitabın başlığında.
Birkaç gün sonra kitap elime geçtiğinde ilk hoşuma giden şey kitabın tasarımı oldu. Hayykitap bence bu konuda oldukça başarılı.
Keyifle okudum ve bir dolu şey öğrendim. Kitap bitince de aklımda bir dolu soru olduğunu fark ettim. Madem öyle, ben bu soruları Yıldıray'a sorsam ya diye düşündüm :) İşte bu etkinlik de böyle oluştu. Doğurmama ramak kala hiç aklımda yokken sorularımı Yıldıray'a gönderdim ve o da sağolsun bu kadar işin arasında kısa sürede bana dönüş yaptı.

Görseldeki kıvır zıvır tamamen benim katkım, yanlış anlaşılmasın :)
Röportaja geçmeden kitapla ilgili kendi düşüncelerimi/kitaptan öğrendiklerimi yazmazsam çatlarım :)
Genelde okuduğum kitaplar bittikten sonra ilk sayfalarına kısacık not yazarım; bana bu kitap ne hissettirmiş vs. diye.Bu kitaba da "eğlenceli bir ansiklopedi" demişim.(insan hamileyken 2 gün önce yazdığı şeyi 2 yıl önce yazmış gibi olabiliyor) Bir taraftan -söylesem mi emin olamadım ama- cahilmişim gibi hissettim. Hani çok bilindik bilgilermiş de ben bilmiyormuşum gibi. Mesela uçurtmanın savaş sırasında kullanılması gibi. Bazı yerlerde çok güldüm ki annem benim ciddi duruşumun arkasındaki gülüşlere anlam veremedi. Bazı çizimler o kadar güzel anlatmış ki yazıyı, resimleri yapan Ali Çetinkaya kimmiş merak ettim. (Hala merakımı gideremedim ama...)

Kitapta tam 21 adet "nesne"nin tarihi var özetleyecek olursam ama hiç sıkılmadan okunabiliyor. İşin sırrı bu olsa gerek çünkü bilgiler hem detaylı hem de merak uyandıracak şekilde yazılmış. "Bundan bana ne" demedim hiç hatta "inanaaamıyooruuum, bunu da mı yapmışlaaaar" diyip gözlerimi faltaşı gibi açtığım oldu.
Neler öğrendim:
* Türkiyede 1 tane de olsa uçurtma müzesi olduğunu ( Mehmet Naci Aköz Uçurtma Müzesi)
* Eskiden erkeklerin topuklu ayakkabı giydiğini
* Balıkesirin Havran ilçesine bağlı Çakmaklar köyünde kütüphaneli köy çamaşırhanesi olduğunu
* Hamburger deneyinde 1 yıl bozulmadan bekleyen bir hamburger olduğunu
* Yanında yoğurt olan bir bulgur pilavının 10 kaplan gücünde olduğunu (ondan maş. Elif çabuk büyüdü :)


* İlk yoğurdu kimin yaptığını (maya olmadan) şimdiye kadar hiç merak etmediğimi
* Bisikletin, bir yerden bir yere ulaşmanın hem sağlıklı hem çevreci hem sportif hem kolay hem dengeli hem de daha eğlenceli bir yolu olduğunu
* Gözlüğe yitirdiği itibarı dörtgöz Harry Potter'ın geri kazandırdığını :)
* Gözlük merceği ve mercimeğin arasındaki ilişkiyi
* Kimin gözlüğe ihtiyacı var başlığında oldukça ilginç bilgiler var ama burada yazmayayım, okurken hevesiniz kaçmasın
* Cd'lerin çalma süresiyle Beethoven ilişkisini
* Şemsiyenin yağmurdan önce güneşten korunmak için kullanıldığını
* Bardak kenarındaki şemsiyelerin buzları güneşten koruduğunu :)
* Yoyonun uzaya giden ilk oyuncak olduğunu (1985)
* Bugün herkesin cüzdanını cebinde taşıması gibi 1700lerde herkesin kaşığını cebinde taşıdığını
* 'Kot' isminin bir marka değil bir ailenin adı olduğunu
* Dünyanın hemen her yerinde "ketçap"a "ketçap" dendiğini

İçinde ayrıca:
* Şeytan uçurtması yapımı
* Müzik aleti olarak tarak
* En iyi cacık tarifi (inanılmaz sabır gerektiriyormuş bence)
* Evde kendi yoyonuzu yapın
* Zihin gücüyle kaşığın nasıl büküleceği gibi konu başlıkları da var.

Anılar:
Kitapta böyle bir bölüm elbette ki yok ama nesneleri ve onların tarihini okurken insan kendindeki tarihi hatırlamaktan da geri kalmıyor. Mesela benim için bir tanesini yazayım. Babam uçurtma yapmayı çok severdi hatta çocukken tüm arkadaşlarının uçurtmalarını kendisinin yaptığını söylemişti. Bir pazar günü evde harika bir uçurtma yaptık ve damdan uçurtmaya çıktık...(neden dışarısı değil hatırlamıyorum) Başlarda harika uçuyordu ve ben çok eğlenmiştim. Ancak sonra benim uçurtmam çooooook uzaklardaki bir ağaca (sahiden uzaktı) takıldı ve ben uğraştıkça da ip kesildi ve uçurtmam o ağaçta kaldı. Sonrasında babam başka uçurtmalar da yaptı ama hiçbiri o uçurtmamın yerini tutmadı. Ve kimse kusura bakmasın ama o ağaca uzun yıllar sinir sinir baktım :) (tabii ki hata bende değildi, uçurtmamı yutan o ağaçtaydı :)

Kaynak: burada
Lafı sanırım çok uzattım. Ama bu kitabı okuduktan sonra aklımda o kadar çok şey kaldı ki yazmazsam bir şeyler eksik olurdu.
Daha önce 1 Kitap 1 Mektup'ta eğlenceli röportajlar olmuştu, hatta tesadüf bu ya son röportajı Yıldıray'ın oyun arkadaşı BDK Banu ile yapmıştık :)
Benim sorularım ve Yıldıray'ın verdiği -bence gerçekten- oldukça samimi cevaplar:
1. Henüz kitabı okumaya başlamadan aklıma gelen bir soru aslında bu: "böyle bir fikir/proje aklına nereden geldi?
Çok derin bir yanıtı yok bu sorunun. Bunlar merak ettiğim şeyler. Merak ettiğim şeyleri öğrenmek güzel, insanlarla paylaşmak da güzel, ama elbette bir öyküsü var. Yıllar önce (ne olduğunu söylemeyeceğim) benzer bir proje gelmişti aklıma. Daha doğrusu televizyon için birkaç bölümlük belgesel projesiydi bu. Gerçekleştiremedim. Gerçekleşmesi için çok çalıştığımı da söyleyemem aslında. Bir biçimde bu proje hep aklımın bir kenarındaydı. Derken bir gün bir metin yazma işi geldi. Benim şu ne olduğunu söylemediğim projenin konularına çok benzer bir metin sipariş ediliyordu. Metni yazdım ve çok büyük keyif aldım. Fakat o proje gerçekleşmedi. Aldığım keyif o kadar büyüktü ki, sürdürmek için bir yol aradım. Hayykitap'la görüştük ve proje onların da aklına yattı. Sonra çalışmaya başladık.

2. Seçtiğin objeleri neye göre seçtin? Neleri eledin ve neden "21" tane (özel bir anlamı var mı?)
Kitabın başında da anlattım aslında; kitaba konu olan nesneleri neredeyse rastgele seçtik. "Seçtik" diyorum çünkü o toplantıda Banu ve editörüm Gökçe de vardı. Elbette böyle bir kitap projesini önerirken aklımda birkaç tanesi zaten vardı. Uzun bir liste yaptık ve herkesin yaşamında bir biçimde bulunduğunu ve hatta büyük yer tuttuğunu tahmin ettiğimiz nesneler kalana kadar eleme yaptık. 
Elediğim nesneler arasında sabun vardı mesela. Biraz araştırdım ve fazlaca kimyayla karşılaştım. Konu çok keyif vermedi. Anahtar da elediğim konulardan biriydi. Başka nesneler de var ama aklıma gelmiyor şimdi.
"21" özel sayılardan biri bana göre. 7 ya da 13 de öyle. Uğurlu sayı falan gibi bir geyik değil söz ettiğim. Bu rakamlar akılda daha kolay kalıyor, daha çok ilgi çekiyor. Fakat 7 ya da 13 nesne az olurdu. 49 nesne de çok olurdu. 21 oldukça ideal bir sayı. Doğrusunu söylemek gerekirse kitabın tam adının ne olacağını, hangi nesnelerin kitapta yer alacağını, hatta nesnelerin kitapta nasıl yer alacağını bile bilmeden önce kitabın adında "21" sayısının olmasına karar vermiştim. Daha kısa ifade etmek gerekirse, bu kitabı yazma kararımdan sonra aldığım ikinci karar kitabın adında "21" sayısının olmasıydı. Dolayısıyla 21 nesne hakkında yazdım.

3. Ne kadar zamanda hem okumaları yaptın, onları süzgeçten geçirdin ve yazdın?
Kitabı çalışmaya başladığımda Tayga henüz annesinin karnındaydı. Tayga'nın doğumuyla başlayan uykusuzluk hali ve Gezi Direnişi zaman zaman kitabı bir kenara bırakmama neden oldu. Bu hesaba göre tüm çalışma 13-14 ay kadar sürdü diyebilirim. 

4. Hangi kaynaklardan faydalandın? Kitabın sonunda yer alan kaynaklardan başka neler sana yol gösterdi?
Daha fikri bile aklımda yokken bazı nesneler hakkındaki görüşlerim oluşmuştu bile. Örneğin kot pantolon hakkında uzun zamandır, "Islanınca kurumaz, soğukta ısıtmaz, taşlanırken öldürür," diyordum. Konularımı ele alırken bu görüşlerim bana gayet güzel yol gösterdi. En önemli yol gösterici ise merak aslında. Bunun yanında internet muhteşem bir kaynak. Çoklukla insanlar internete bir şey aradıklarında ilk sayfanın en üstünde çıkan birkaç linkteki bilgilerle yetinmeyi tercih ediyorlar. Oysa gerçek deneyimler daha derinlerde bir yerlerde bulunuyor. Hemen her nesne hakkında gerçek kişilerin aktardığı gerçek deneyimler bulunabiliyor. Daha iyi ne yol gösterebilirdi ki?

5. Senin için en ilginç "tarih" hangisiydi?
Hakkında yazdığım her nesnenin tarihi benim için çok ilginçti. Beni en çok etkileyen ise "ruj" oldu. 

6. Kitapların hitap ettiği yaş grubu ifadesine çok inanmasam da sence bu kitap kaç yaştan itibaren çocukların ilgisini çeker?
Hiç bilmeden çok ilginç bir noktaya dokundun bu soruyla. İşin aslı, ben bu projeye bir çocuk kitabı yazmak üzere başladım. Nesneleri araştırdıkça şaşırdım. Karşıma çıkan bilgilerin çoğunu eleyemedim. Anlatımlarım uzadıkça uzadı. Sonunda hedef yaş grubu olmayan bir kitap çıktı ortaya. Bana kalırsa 10 yaşındaki meraklı bir çocuk kitabın birçok bölümünü keyifle okuyabilir.

7. Her bir başlığın önünde yer alan eğlenceli tanıtım mottosu sana mı ait? (örnek: kirli çamaşırların süper kahramanı: çamaşır makinesi)
Bazıları bana ait. Bazıları sevgili editörüm Gökçe'nin katkısı. 

8. Peki sence ilk yoğurdu kim nasıl yaptı :)
İşte çocukluğumdan beri kafamı kurcalayan soru! Milliyet Çocuk'taydı sanırım, "Pamuk Nine" adında masalımsı bir öykü okumuştum. Çaktırmadan yoğurt hakkında bilgi veren bu öyküye göre, ilk yoğurdu Pamuk Nine yapmıştı. Nedense pek inanmamıştım bu öyküye. O zamandan beridir merak eder durum yoğurdu ilk kimin yaptığını.  

9. En iyi cacık tarifini denedin mi?
İlginç bir durum daha: Annem cacığı zaten böyle yapar. Hemen hemen böyle demeliyim aslında, ayrıntılarda farklar var. Yani yakından tanıdığım bir tarif bu aslında.

Her şey 1 "merak"la başlar ve 21 kısa öyküyle devam eder. Hepsi hayatımızın içindeki "sıradanlaşmış" nesneler  ve çoğunun farkında bile değiliz. Bu kitapta ben kısa da olsa bu "sıradışı" tarihleri okumaktan keyif aldım. 

15 Nisan 2014* tarihine kadar "Tarihini en çok merak ettiğiniz 'sıradan şey'in" ne olduğunu  bu yazının altına yorum bırakabilirsiniz. Yapacağımız çekilişle 1 kişiye "21 Sıradan Şeyin Sıradışı Tarihi" kitabını ve 1 mektubu göndereceğiz. 
* Elif'in aramıza katılmasıyla süreç uzarsa şimdiden affola :)
** Röportaj için sevgili Yıldıray'a teşekkür etmeyi unutmuşum :))

HERKESE BOL ŞANS & 10 KAPLAN GÜCÜNDE MUTLU GÜNLER DİLERİZ :)
Devamını oku »

21 Mart 2014 Cuma

Doğum Doktoru Nasıl Olmalı: Bilgili mi İlgili mi?

Hamile kaldığımızı öğrendiğimiz süreçte aklımızda tek bir doktor vardı. Gayet tanınmış, bilindik, oldukça deneyimli, tavsiyesi bol kır saçlı bir amca.
İnsan ilk başlardaki muayenelerde bence hiçbir şey anlamıyor çünkü doktordan daha çok bebeğin sağlığı iyi mi kısmına odaklanıyorsunuz. Ya da bizde öyle olmuştu. Görüştüğümz süreler de kısıtlıydı; 3 haftada 1 ya da ayda 1. İlk başlarda bize "ultra süper iyi" görünüyordu doktorumuz çünkü çok tecrübeli ve bilgiliydi. Hatta bizi odasının kapısında ayakta karşılıyordu :) (ona mı tav olduk acaba :) Ancak bir sorun çıktığında amca bizi hiç hatırlamıyordu. Yani telefonda her seferinde yeniden tanışıyorduk. Bu da biraz garip geliyordu açıkçası. Çooooook hastası vardı anlıyorum ama daha dün görüştük be kardeşim de diyesim gelmişti bir seferinde. Bir de özel muayene olduğundan verdiği tahliller vs. hep başka yerlerde yaptırılıyor ve onlar için ekstra zaman ayarlaması ve stres yaşanıyordu. Detaylı ultrason için de bizi Ankarada pek meşhur başka bir amcaya yönlendirdi. İşinde çok iyi olabilir ama o kadar tuhaf bir adam ve mekandı ki çıktığımızda ikimiz de salak gibiydik. Hatta bir sonraki kontrolde "bizi niye oraya gönderdiniz" diye kendi doktoruma ufaktan kızmıştım. Çünkü gereksiz bir yerdi ve o kadar para bayılmamıza da gerek yoktu. Neyse dedik...
25. hafta kontrolü geldiğinde sanırım asıl dönüşüm yaşandı. Bir aydır bebeğimizi görelim vs. diye heyecanla bekliyoruz; doktor o kadar kısa süre bakıp konuyu kapattı ki... meğerse sezaryene yetişecekmiş. Benim elimde sorular kalakaldım; "e biz başka zaman gelseydik" dedim. "Zaten ortamı hazırlıyorlar, hemen gider işimi halleder gelirim" dedi ama o ara şoförüne arabayı hazırlatıyordu.
Ben bir de en saf halimle "benim muhtemel doğum tarihim ne zaman; siz buralarda mısınız?" deyince olanlar oldu.
Doktor en "normal" haliyle takvime bakıp "aaaa ben o tarihlerde muhtemelen yurtdışındayım" demesin mi???!!!
"E peki ne olacak o zaman?" dedik.
"Her zaman b planımız vardır; sizi güvendiğim bir doktora emanet edeceğim" dedi.....
İyi de senin güvendiğin doktora bakalım ben güvenecek miyim :)
Çıktığımızda alık balıklar gibiydik...
Yok arkadaş böyle gitmemeliydi bu iş.
Doktor anladık çok bilgiliydi de böyle saçma bir muameleye değer miydi?
Önceki görüşmelerimizi de düşününce o doktor amcadaki eksik şeyi bulmuştuk: heyecan!!! Amca heyecanını kaybetmişti. Beni ısrarla epiduralli normal doğuma ikna etmeye çalışıyordu çünkü epiduralli olursa ben "prenses gibi" doğuracaktım ama "epiduralsiz" olursa onu boş yere sıkıntıya sokacaktık...
Şu an riskli gebelik durumu yaşayan birilerine bu bahsettiğim amcayı gözü kapalı tavsiye ederim çünkü alanında çok başarılı. Ancak bizim elektirklerimiz kendisini çok sevmiş olmama rağmen tutmadı.
(İşte o ara ben ilk aydınlanmamı yaşadım ama buraya sıkıştırmayayım;ayrıca yazayım onları...)


Peki gönlüne yatan bir doktor bulmak kolay mı???
Hiç de değil...
25-28 arası kimselere gitmedik,zaten niye gidelim.
Baktığımız ilk kriter doktorun bir hastanede çalışıyor olmasıydı yani yeniden özel muayene sıkıntısı yaşamak istemedik.
28. haftada yine herkesin ballandırarak anlattığı genç bir erkek doktora gittik. Ben çok ümitliydim kendisinden. İnternetten araştırma yapınca "aa ben bu adamı çok sevdim" demiştim.Ki ne kadar safmışım :)
Görüşmemizde ilk sorusu daha doğrusu sorgusu ilk doktorumuzu neden bıraktığımız üzerine detaylıca bizi sıkıştırmak oldu. "Sana ne arkadaş" demek istedim. demedim elbette... Fazla ukala halleri bizi inanılmaz itti. İşinde yüz numara olabilirsin ama biraz alçakgönüllü ol,dedik...
29. hafta geldiğinde yine şahane tavsiyelerle hypnobirthing uygulayan bir kadın doktor ile yollarımız kesişti. İlk muayenede bile çok fazla gel-git yaşadık konuşmalarından ama bulunduğu hastanenin hijyen koşulları beni ikna etmişti; devlet hastanesinde doğursam daha iyiydi...O derece yani... tabii bir de doktorun "doğum hafta sonu olursa ben giremem" demesi bizi süper ikna etti.. Zira Elif'e "kızım az daha bekle, pazartesi doğuverirsin" diyecek halim yoktu :)
Ve ben laylaylom bir şekilde doktor işini bıraktım...
O ara stres yaparım diyordum ama rahatladım, içime bir rahatlık geldi yani.
madem bu kadar uğraştık ve istediğimiz doktoru bulamadık demek ki işleri oluruna bırakmanın tam sırasıydı...
Bize "doktorunuz kim" diye soranlara "şu ara hiç kimse" diyorduk :))
31. haftaya geldiğimizde -ki ben o ara tüm sorumluluğu karabalığa bıraktım; iyi bir doktoru sen bul dedim- benim 32. haftada izne ayrılmam durumu olunca doktor arayışımız tamamen şansa kalmıştı aslında.
(O ara başka bir doktor daha bulmuştuk ama randevu istediğimizde "yarın kurumdan ayrılıyor"dediler; biz de gülerek telefonu kapattık)

Veee gelelim şimdiki gittiğimiz hastane ve doktora.
Ben hala akıllanmadığım için olsa gerek ara ara büyük konuşmaya devam ediyorum demek ki...
Bu hastanenin önünden servisle geçerken hep "bu hastaneye kim gelir ki;butik bir yer...yazık iş yapıyor mu ki" diyordum. Bir de "ben kadın kadın doğum doktoru istemem" diyordum :)
Nasıl da yuttum bu lafları.
Butik ama oldukça temiz ve düzenli bir yer. Doktorumuz da kadın ve gayet bilgili/ilgili/rahatlatıcı/eli hafif vs.
Bize gittiğimizde oldukça acayip sorular da sormadı. İlk günden sevmiştik kendisini ama şu an sarılmak bile istiyorum ona :) Öyle rahatlatıcı cümleler kuruyor ki... Bir de bir ara (yani yaklaşık 2 görüşmemizden sonra) telefonla arayıp bir şeyler sormamız gerekti ve bizi hatırladı!!!
"Bizim tatlı bebiş" diye seviyor Elifi :)
Elbette ki doğumda nasıl olduğu önemli ama şimdiye kadar bize hep güven verdi, sorularımızı oldukça detaylı yanıtladı.
Bu da önemli değil mi?
Kısacası bir doktor bilgili olsun tabii ki ama ilgili de olsun diyorum ben. Yani o heyecanı seninle yaşasın. 89653. doğumu olacaksa herhalde aynı heyecan kalmıyordur ama bizim ilk doğumumuz olacak inşallah, o yüzden de heyecanlıyız tabii ki.
Umarım doktorumuzla ilgili güzel fikir ve yorumlarımız devam eder ve size doğumdan sonra da güzel şeyler yazarım.
Son kontrole tesadüfen annem de gelmişti ve doktorumuza tam not verdi :)
Doktor maceramız da böyleydi ama bu süreç bana çok şey kattı; bir dolu aydınlanma yaşadım. Onları da başka yazıda anlatayım da düşünce olarak "nerdeeeen nereyeee" geldiğimi bir dökeyim size :)

MUSMUTLU GÜNLER & GÜNEŞLİ VAKİTLER :)
Devamını oku »