Drop Down MenusCSS Drop Down MenuPure CSS Dropdown Menu




5 Nisan 2016 Salı

Solucan ve Patlıcan :)

Canım blog, bugün biraz iç dökmeye biraz da günlük tutmak için geldim buraya.
Bu ara zaman nasıl geçiyor anlayamıyorum. (ne zaman anlamış olduğumu da hatırlamıyorum gerçi)
Hayatımda çok şükür güzel şeyler olurken (annem ve teyzemin gelmesi gibi) ben HALA hiçbir şeye odaklanamıyorum.
Sorumluluklarımın tamamını ceketi üzerimden çıkarır gibi çıkartasım geliyor. Hava zaten sıcak, benim üzerimde kat kat ceketler var. Bir de atkı bere takayım tam olsun!
Fotoğraf makinesinde netlik yapmaya uğraşırsın ama bir türlü başaramazsın ve elinde hep flu bir görüntü oluşur; işte bu ara önümde böyle bir fluluk görüyorum.
Okuduğum kitaplardan hiç zevk almıyorum. Eskiden devam etmezdim şimdi sorunun kitapta değil de bende olduğunu anlayınca en azından iki satır okuyayım diye zorluyorum kendimi.
Sebep?
Kafamı boşaltmak için!
Kafam ne ile dolu, onu da bilmiyorum.
"Günün Mutluluk Sebepleri"ne odaklanmaya çalışıyorum. Bugün önüme iki adet çıktı.
Biri sabah yürürken dans figürleri yapan solucan (belki tırtıldır bilmiyorum cinsini) diğeri de öğle yemeğinde yediğim patlıcan :)
Sabah işe girmeden önce karşıma çıktığı için solucana vakit ayırdım ve dansını videoya da çektim. (kamera görünce susan çocuklar gibiydi gerçi, heyecan yaptı dansı bıraktı ama olsun) Onu görünce aklımdakilerin ne kadar bom-boş olduğunu fark ettim. Elime alabilseydim onu, daha güvenli bir yere bırakırdım ama umarım kimse ezmeden yoluna devam edebilmiştir. Hayatı o anlıktı ve o durmuş dans ediyordu. Güzel bir çıkarım oldu bana :)
Elif HALA arabada ağlayabiliyor. (istisna pek yok) Şarkı, türkü, eğlence derken yepyeni bir oyun buldum. Çok ağladığında "kim daha çok gülecek" oyununa davet ediyorum kendisini. Onun ağlama sesiyle benim zaten sinirlerim gevşemiş olduğundan gülmekte pek zorlanmıyorum.
Kaşlarımı çatıp somurtarak bir yere varamayacağım, en azından güleyim.
Geçen günkü yazıda bahsettiğim "mutsuz bir uysallık" halim devam ediyor, iş yerinde bazı insanlara Amelie filmindeki kızın manava dönüp "Sizin bir enginar kadar bile beyniniz/kalbiniz  yok Bay Gereksiz / Kibir" (öyle bir şeydi sanki) diyesim geliyor.
Bir gün ben de dilimin kemiksiz olduğunu algılayıp güzel cevaplar vermeyi başarabilirsem, üzerimdeki ceketlerden birini çıkarmış olabileceğim: haki yün ceket! (yüncü Fehmi'nin kızı olduğum da nereden belli :) Bu ceketin anlamı da şu: "başkasını üzmekten korkuyorum" sorumluluğu.
Neyse sonra yemekhanede bir de ne göreyim: patlıcan!
"Çok mu seversin?" diye soran olursa "Yooooo" derim ama patlıcanın anlamı şu: "karabalık sevmediği için evde pişmez, arada yemek de hoşuma gider, bulmuşken kaçırma, hele de yanına yoğurt da varsa" Ya da ben kendime sebep arıyorum, sadece acıkmışım, az sonra yemeğe yumulacağım :)

Bu ara elime aldığım kitapları beğenememe huyu edindim :( Belki de karabalığın dediği gibi hala Napoli'de kalmıştır aklım. Şöyle beni alıp götürecek (götürdüğü yerde de bırakmayacak, geri getirme garantili) nitelikli ve biraz da eğlenceli kitaplara ihtiyaç duyuyorum. Acil! Önerisi olan varsa yazsın lütfen.
İşte böyle blog, 1 solucan ve 1 patlıcan ile hayattan dersler çıkarmaya ve olduğum an'a şükredip, canım sıkkınsa kalkıp dans etmeye devam!
Odaklanamamayı da dert etmeye değmez, yeter ki patlıcanın yanında yoğurt olsun :)
Devamını oku »

1 Nisan 2016 Cuma

Var Mısın Yok Musun / Guido Sgardoli

Üniversitedeyken bir yıl boyunca Veteriner Fakültesinin içindeki yurtta kaldığım için oda arkadaşlarım ve yurttaki arkadaşlarım veterinerdi. Bazılarının ilk senesiydi ve at, eşek, inek vb'nin  tüm kemiklerinin Latincesini ezberlemeye çalışıyorlardı. En zor dersleri anatomiydi, şanslılarsa (ben değil tabii ki, kokusu fenaydı) kemik bulup odaya getirir ve yerinde inceleme yaparlardı. Tıp Fakültesi zor bir bölüm ama bana veteriner olmak daha da zor gelir tüm bu sebeplerle. Hayvanları sevmeyeyine pek denk gelmedim ama tüm hayvanları (istisnasız) böğrüne basmak isteyeni ile oda arkadaşı olmak da oldukça eğlenceli oldu aslında. Şimdi neler yapıyordur bilmiyorum, en son haber aldığımda tropik hayvanlarla ilgili doktora tezi yazıyordu Almanya'da. Sgardoli'nin hayat hikayesini okuyunca ve aslında veteriner olduğunu duyunca aklıma o yıllar ve oda arkadaşım Burcu geliyor.
Sgardoli'nin şimdiye kadar sadece 2 kitabını okumuş olsam da kendisini çok sevdim ve hiçbir kitabında hayal kırıklığı yaşamayacağımı hissettim, ikincisi de hikayelerinde hayvanları ele alış şekli çok hoşuma gitti. ("Böcekler İçin İlk Yardım Merkezi" kitabına dün gece başladım, bu yorumlarımı 3 kitaba genelleyebiliriz :)
"Dünyanın En Acayip Hayvanı"aslında Sgardoli'ye başlamak için pek doğru bir kitap değil, nicelik olarak pek bir şey vaat etmiyor, sadece 48  sayfa. O yüzden de ikinci kitap olarak gençlik romanını seçtim. Napoli Romanlarından hemen sonra okumam ise güzel denk geldi.
Napoli Romanlarında Lenu ve Lila vardı, iki kız arkadaş ve hikaye çoğunlukla Napoli'de geçiyordu.
"Var Mısın Yok Musun" kitabında ise Franz ve Gabri isminde 16 yaşında iki genç var ve hikaye Bologna'da başlasa da İtalya haritasını açıp merakla "neredeler" dedirtecek kadar yolda geçiyor :)

Kitap benim için yine çok verimli bir okuma sağladı. İçinde güzel alıntılar, altı çizilesi cümleler ve yer yer öyle komik sahneler/ifadeler var ki gerçekten kahkaha attım. Elif olsa "ne oldu anne" derdi :) (Ağlayınca veya çok gülünce merak edip soruyor)
İlk alıntı ile başlayayım:
"Arkadaş, hakkında bildikleri hoşuna gitmese de, seninle ilgili her şeyi bilendir." / Elbert Green Hubbard
Kitap boyunca iki arkadaşın yolda başlarına gelenleri okusak da aslında bu bir 'arkadaşlığın yolculuğu' hikayesi. Yaşananların onları zaman zaman Thorn Endeksi ile sıkıştırması veya bocce oynar gibi yuvarlaması mümkün olabiliyor.
Nasıl'ını anlatmadan önce iki karakterden biraz bahsedeyim:
Franz, yüzmeyi (tam 70 tur) ve matematiği çok seven biraz da içine kapanık bir çocuk. Baba Aristide de yalnızca ak ve kara düşünebilen bir adam ve anne de 'on' / 'off' konumunda evden dışarı çıkmadan dondurulmuş gıdalarla hayatını yaşayan bir kadın olarak resmedilmiş. (günümüz ebeveynlerine güzel göndermeler var)
Gabri ise Franco'nun tam zıttı. Ya da onların deyimiyle: toplandıklarında doksan dereceye ulaşarak birbirini bütünleyen açılar gibiyiz; farklı ancak aynı yöne akan.
Spiga Ailesi bol hayvanlı bol çocuklu bir aile, onlardan biri de bizim Gabri.
Gabri, Napoli Romanlarındaki Lila'ya çok benziyor. Başına buyruk ve Franz'ı peşinden sürüklüyor.
Arkadaşlık ilişkilerinde bu kadar dengesiz bir ilişki normalde beni rahatsız eder ama Franz (ve tabii Lenu) zaten buna gönüllü görünüyor.
Bir gün Gabri'nin aklına şahane bir fikir gelir, Jack Kerouac'ın 'Yolda' kitabındaki iki arkadaş gibi Franzla yola çıkmalı ve yalnız başlarına seyahat etmelidirler.
Kitap tam da bu yolculuğu anlatıyor.
Okurken çoğu yerde ben de Franz gibi geri dönmeyi hatta Matilde'nin ananesinin evinde yaşlılarla beraber kalmayı düşündüm ancak Gabri'nin iteklemesiyle varılacak nokta olan Trasimero Gölü'ne bir şekilde varmayı başardım(k).
Yolda başlarına neler geldiğini yazmayayım ama o kadar çok"pişmiş tavuğun başına gelmeyecek" şeyler oluyor ki onlar adına üzülmüyor, çoğu yerde kahkahaları patlatıveriyorsunuz :)
"Üç kaz, bir kız, iki kader kurbanı ve bir köpek: roman konusu olabilecek iyi bir malzeme" 

Var Mısın Yok Musun, özellikle iki konuda oldukça etkileyiciydi:
1. Arkadaşlık.
2. "İçeride olmak":
"Her birimiz için, az ya da çok uzak, az ya da çok gizemli bir 'içerisi' olduğunu düşünüyorum."

Sgardoli'nin oldukça akıcı bir dili var ve bu kitapla beraber İtalya hakkında yepyeni şeyler öğrendim. Bunda kesinlikle çevirinin ve çevirmen Nilüfer Uğur Dalay'ın başarısı var. (Bloga henüz yazamadım ama Kuyruklu Yıldız Eken Adam'ı okurken de benzer şeyler hissetmiştim.)

Bataklığın kaygan kumlarında başlayan bu arkadaşlık, yolculukla beraber bir imtihandan geçer, acaba bu iki arkadaşı bir arada tutmayı İbej Bebekleri başarabilecek midir?

Son zamanlarda nasıl ve neden bu kadar çok kitaba gömüldüğümü düşündüğümde cevabı bulamamıştım. (hayattan koptum biraz) meğer cevap da bu kitaptaymış:
" Kimi zaman, bizi çevreleyen gerçeklik hoşumuza gitmiyorsa, kitap her derdimize deva olabilir." 

Bu hikayeyi Türk bir yazardan okusaydık bence Matilde yeniden sahneye çıkar, Gabri'nin çalışma hayatıyla ilgili söyledikleri biraz daha yumuşak anlatılır ve hikayenin sonu illa ki arkadaşlık vurgusuyla biterdi.
Öz eleştiri yapmak gerekirse yabancı yazarların konulara daha rahat yaklaşmalarını seviyorum. Andersen Ödüllü Sgardoli'nin peşini bırakmaya da niyetim yok :) Umarım ON8 Yayınevi Sgardoli ile bizi buluşturmaya devam eder.



Var Mısın Yok Musun
Özgün Adı: O sei dentro o sei fuori
Yazan: Guido Sgardoli
Çeviren: Nilüfer Uğur Dalay 
Yaş grubu: 12+
ON8 Kitap, 2011, 253 sayfa, karton kapak


Devamını oku »

Bir Düşününce...

Kitap tanıtım yazısı yazıyordum ama aklıma geldi, bugün hissettiklerimi buraya da yazayım istedim.
Hani bazen aklınıza hiç gelmeyecek bir şey başınıza gelir ya, dün hemen hemen öyle bir şey oldu.
Karabalık da -benim tanımış olması güzel tabii- yemekten sonra verdi bu haberi. Bir insan yemekten sonraya kadar nasıl içinde tutabilir bomba haberleri ben bilmiyorum. bkz: karabalık.
Zaten giriş böyle olduğuna göre pek sevineceğim bir haber olmadığını da anladım. Şu mu bu mu derken aklıma hiç gelmemiş bir şeyin içinde olduğumuzu anladım.
Eskiden bu durumu üzerimden 1-2 gün atamazdım, ruh halim de öyle olurdu. Tamam haberi ilk duyunca gözlerim bir sulandı ama (o zaten benim normalim, dikkate almayalım) olasılıkları da gözden geçirince "ne yapabiliriz?" diye çözüm üretenin ben olduğumu gördüm!
Valla yaşandı bu!
Karabalıktan önce çözüm yolları üretebilen ve hatta bunun sonunda kendini güçlü de hisseden ben oldum. (tamam belki karabalığın dertlenmesinde olayın asıl etkilenecek kısmını benim oluşturmam da var ama olsun :)
İlk 20-30 dakika kadar olayın tam içinde yaşadıktan sonra gerçekten ilk aklıma gelen şu oldu: bunda da bir hayır var. Bunu kalben hissedince ve çözüm yolları da atla deve olmayınca rahatladım elbette.
Ama yemekten önce duysaydım kesin tadım kaçardı ve yemeğime pek dokunmazdım.(bkz: kötü dönemindeki 48 kiloluk esoş)

Görsel kaynak: postcrossing
Kısacası, alakasız bir haber/olay duyunca insan önce bir panikliyor veya hüzünleniyor ama aslında BİR DÜŞÜNÜNCE aklına farklı şeyler de geliyor, en basitinden her şeyin bir çözümü olabileceği gibi :) İnşallah bu hissiyatımı hayatıma biraz daha yedirebilirim.
Başımdan aşağı sıcak/soğuk su dökülmeden önce "Bir dakika lütfen" deyip şemsiyemi çıkarıp yağan yağmurun tadına varabilirim, ne dersiniz :)
Devamını oku »

Mart Ayı Okumalarım :)

Bu ay okuduklarımdan çok keyif aldım. Napoli Romanları Serisi ise sadece bu ay için değil uzun zaman etkisinde kalacağım kitaplar oldu. Sgardoli ile devam etme kararı aldım zaten, inşallah Nisanda da İtalya ile devam etmeyi düşünüyorum. 
Mart ayının ilk kitabı Joan Aiken'den:
Bu kitap hakkında bloga detaylı yorum yazamadığım için üzüldüm. Yazarın 1924 doğumlu olduğunu kitaptaki bazı cümlelerden anlamıştım. O kadar muzip ki, kitabı kıkırdayarak okudum. İçinde 8 tane öykü var, benim favorim: Üç Gezgin.  Yazarın diğer kitaplarını da okumayı çok isterim. Kitapçıda gezerken keşfettiğim bir kitap olduğu için de ayrıca mutluyum.

Bu kitap hakkında taslaklardaki yazımı er geç tamamlayıp yayınlarım :) Colas Gutman'ın Rose ve Çocuk kitaplarını da çok sevmiştim. Feride'nin kızı Saliha'nın eğlenerek okuduğunu duyunca hemen aldım, Salihayla zevklerimiz pek uyuşuyor :) Kısacık bir öğle arasını neşelendirecek keyifli bir kitap.
Burada yazmıştım, yazdıktan sonra da Sgardoli'nin tüm kitaplarını aldım. Ancak ne yazık ki henüz okumadım, sebebi de az sonra aşağıda :) Güncelleme: Mart ayına son dakikada bir Sgardoli daha ekledim :)
Çukurlar kitabını da er ya da geç bloga yazacağım için çok detaylandırmıyorum ama sonu haricinde beni genel olarak tatmin etti kitap. Sacher'ı Yamuk Okul hikayesi ile tanımıştım(sadece ilk kitap var elimde ne yazık ki, baskısı yok) Çukurları ise Goodreadste devamlı görüyordum. İletişim Yayınları beni yine şaşırtmadı. Hemen ardından filmini de izledim, Banu'nun dediği gibi film gerçekten güzel bir uyarlama olmuş.



Vay be! demek istiyorum. Elena Ferrante hayatımın 2016 Mart ayında rüzgar gibi geldi geçti. Ard arda okudum hepsini. İlk kitaptan sonra 2. kitabı (normalde yemem) tırnaklarımı yiyerek bekledim, o arada da Çukurlar'ı okudum. Detaylı yorumumu ayrıca yazacağım ama Nurşen Abla "çok satanları/ gündemdeki kitapları okumam ama Napoli Romanları'nı okuyun" demeseydi, ben bu seriyi uzun süre okumazdım. Kitap beni sahiden çok etkiledi, buraya da yazdım.
Sgardoli'nin okuduğum ikinci kitabı oldu. Tek günde bitirmiş olmamın da etkisiyle hikayenin bayağı içinde yaşadım. Pek güzel bir gençlik romanı olmuş. Devamını yorum olarak yazayım. Sgardoli kalp ben bundan sonra :)
Bu ay başlayıp da bitiremediğim (tüm suç Ferrante'de) kitaplar da şöyle:

Rodari'yi seviyorum ama bu kitap biraz yanlış zamanda elime geçti, 65 sayfa ancak okudum, umarım devamını da okurum :)
Baskısı olmayan bu kitabı canım Serra bana bulup göndermiş, büyük bir heyecanla başladım ancak aklım Napoli'de olunca onu araya sıkıştırmak istemedim. Okuduğum kadarıyla çok sevdim.
Devamını oku »

30 Mart 2016 Çarşamba

Napoli Romanları Serisi/ Elena Ferrante

Bu ay İtalya'ya bir hayli doymuş durumdayım.
Her ne kadar bitirememiş olsam da Rodari ile başlayan serüven Sgardoli ile devam etti, ardından Napoli Romanlarını 15 günde bitirdim, elime aldığım başka bir kitabın daha İtalyan yazara ait olduğunu öğrenince de kitabı bıraktım. İtalya'ya biraz ara vereyim :)
Son 15 günüm hayattan gerçekten kopuk geçti. İtiraf edeyim, fiziksel olarak yanında bulunduğum hiç kimsenin ruhen de yanında değildim, aklım fikrim İtalya'da çoğunlukla da Napolideydi.
Şöyle sorular duydum:
"Yemeğin altı neden hala yanıyor?" (yemek yerken)
"Elif sana sesleniyor!?" (çocuğun boğazı kızarmış, Esoooş demekten)
"İtalya bilgi notu hazır mı?" (iş yerinde de İtalya çalıştım yani, cevap: Napoli'yi anlatabilirim :)
15 günde yaklaşık 1700 sayfa okudum. Hızlı okuma yapan biri olmadığım için, günde 100 sayfa işten güçten ancak fırsat oluyor. Bir de 1. kitaptan sonra siparişimi bekledim zaten heyecanla. (o araya da Çukurlar kitabını aldım :) Dün gece 1'de gözlerim kızarana kadar okudum.
"Zorlama kendini yarın devam edersin" diyen karabalığa öyle ters bakmışım ki "neyse sen ayarla" deyiverdi garibim :)
Öncelikle bu seri hakkında şunu diyebilirim: İlk kitabı kitapçıda şöyle bir inceleyin, ilginizi çekiyorsa 4 kitabı birden sipariş verin yoksa o gelmek bilmeyen siparişi beklerken meraktan çatlayabilirsiniz :)
Kitabın çok satanlarda olması benim için de oldukça itici bir şey ama Leylak Dalı Nurşen Abla, "bence okuyun" demişse, konu kapanmıştır benim için :)
Kitapların kapak çizimleri-özellikle ilki- bence çok güzel. Goodreadste rahatlıkla bulunabildiğinden diğer ülkelerdeki basımlara baktım, orada da çok etkileyici kapak tasarımları vardı, sadece bir tanesinde çıplaklık ön plandaydı, bu satış tekniğini sevmedim.

İlk kitabı tamamen "Şöyle bir bakayım" diye elime aldım ve sanırım yayınevi kitabın içerisine bizim göremediğimiz mıknatıslardan yapıştırmış, çünkü kitabı elimden bırakamadım. Bu tarz kitaplarla insan her an karşılaşmıyor. Kitabın dili 1. tekil şahıs ve hatta biyografik bir anlatımı var. Belki biraz günlük havasında bile denebilir. Kitaptaki samimi havanın kaynağı sanırım buradan geliyor.
Nurşen Abla'nın yorumu aklımda: "Lina ve Lenu; ikisini de tam anlamıyla sevemedim, ikisinden de tam anlamıyla nefret edemedim."
Yazarın kimliğini gizleyerek bu eseri yayınlamış olmasına ben şaşırmadım. Yoksa eminim çok sıkıştırılacaktı ve belki çevresinde esin kaynağı olan kişiler bu kitaptaki anlatımlarla zor durumda kalacaktı.Ya da ben gerçek düşüncemi söyleyip rahatlayayım: Ben bu kitabın kurgu olduğuna pek inanamadım :)
Napoli Romanları, '7 yaşında arkadaş olmaya başlayan Lila ve Lenu'nun 60 yıllık hikayeleri' en genel ifadeyle. İlk kitapta nasıl tanıştıkları, mahalledeki insanlar, ilkokul, ortaokul ve gimnazyum (lise) yıllarından bahsediyor kitap.
2,3 ve 4. kitaplarda ise gençlik yılları, evlilikleri, yaptıkları hatalar, çocukları, anne olma halleri ve yaşlılık dönemleri var.
Kitabın başarısı bu kadar geniş bir zaman dilimini ve kalabalık karakterleri tutarlılık içerisinde ve minik ipuçlarının izini sürmemize olanak verecek şekilde yazılmış olması diye düşünüyorum. Tüm hikayeyi tek bir kitapta okusaydık nasıl olurdu diye çok düşündüm, sanırım çok yer eksik kalırdı (sadece fiziksel olarak değil) ve hikayenin derinliğini bu kadar net anlayamazdık.
Kitapta iki şeyi çok sevdim.
Birincisi karakter tahlili. Her bir karakterin ayrı ayrı incelenmesi gerekir bence. Kitabın en başında yer alan detaylı bilgiler de kafası karışan veya isimleri unutanlar için çok iyi olmuş.

Aklımda kalan karakterler: 
Enzo: naifliğini kitabın başından beri sevdim
Michele Solara (yüzüne tüküresim geldi valla): kötü karakter olarak çok iyi işlenmişti, Lila'ya düşkünlüğünün sebebinin aşk olmadığını hissettim, 'senden daha güçlü olan bir şeyi elde etme arzusu' olabilir.
Lenu'nun annesi İmma: İlk başlarda Lenu'ya davranışlarını anlayamadım hatta topallamasının sebebinin Lenu'yu doğururken olduğunu düşündüm ama 3. ve 4. kitapta onu daha detaylı tanıyınca sahiden sevdim, özellikle de gümüş bilekliği bir hayli merak ettim. (güzel bir detay)
Adele( Pietro'nun annesi) : İlk andan itibaren sevmedim ve hiç de yanılmadığımı gördüm. (hislerim kitap karakterlerinde bile kuvvetli demek ki :)
Nino: Nasıl kaypak bir kişilik, hatta şunu demek istiyorum: Babanı da sevmezdim seni de sevmedim Sarratore :) Bu karakter bence Michele Solara'dan bile tehlikeliydi.
Alfonso: En çok üzüldüğüm karakterlerden biri, zihnimde onu çok net canlandırmıştım.
Melina: Bu kitap için gerekli bir karakterdi bence. İlk sayfadan itibaren Lila'nın Melina'yı sevme sebebinin onda kendi geleceğini görmüş olması olduğunu düşündüm.
Oliviero: "Çünkü o kötü ruhlu" diyen bu öğretmen de bence rolünü güzel oynadı.
Stefano: Hiç sevmedim, şarküterisinin kapanmasına da üzülmedim :)
Pietro: Uysallığı bence Enzo'dan farklıydı, pısırık ve içe kapanıktı, bence Lenu'yu hak etmiyordu. 
Bruno: Nino'nun pislik arkadaşı, resmen tiksindirdi beni.
Pasquale: Karakterin tutarlığını sevdim, görüşlerini sonuna kadar savunması çok güzeldi, bu açıdan Nadia'dan oldukça farklıydı.
Franco Mari: Neden bilmiyorum ama sevdiğim bir karakterdi, Lenu ile evlenmesini isterdim, sonuna pek üzüldüm.
Lila/Lina ve Lenu:
Sadece ikisi hakkında bile bir blog yazısı oluşturabilirim. Aralarındaki arkadaşlığın farklı boyutlarına tanıklık etmek 'kıskançlık, hınç, övgü, imrenme, sadakat, dostluk' epey düşündürdü beni. Bir bakmışım ona hak veriyorum bir bakmışım Lenu'ya deli oluyorum. Kendimi daha çok Lenu'ya yakın hissetmiş olsam (ancak son kitapta bu yakınlık alt üst oldu biraz) da kitabın Lila'yı anlattığı ve kitaptaki en vurucu karakterin Lila olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Gözlerini kısarak veya tıslayarak konuştuğunda anladığımız şey, yerel lehçeyle veya İtalyanca ile ifade ettiği cümlelerin ağırlığı, deprem anında yaşadığı sınırsızlanma, doğum sırasındaki halleri ve elbette ki salam fabrikasındaki Lila. Hepsi birbirinden farklı gibi dursa da aslında şunu hissedebiliyoruz: Lila kendine tahammül edemiyor (daha farklı bir ifadeyle sanki kendi ağırlığını, zekasını kaldıramıyor) ve bunu hırçınlıklarıyla gösteriyor. O yüzden de ona kızdığım yerlerde bile ona hak vermeye çalıştım. (kendimi Lenu gibi hissetmem de bu yüzden) Bir ara kendimi "Carmen" gibi de hissettim, Lenu ve Lila benimle sohbet ediyorlar ve ben yaşananları tahlil ediyorum sandım. (kendini kitaba fazla kaptırma sendromu)
Lenu'nun kitap boyunca yaşadığı değişimleri gözlerim kocaman açılarak okudum. Cesaretine çoğu yerde hayran kaldım, yaptığı hataları fark ettikçe "Dur Lenu yapma!" diye haykırdım. (resmen gözümü kapattım hatırlıyorum)

İkinci sebep ise: Sorgulamalar. Bazı yerler/ifadeler öyle net hatta bazen öyle keskindi ki insan kendini sorgulamadan yapamıyor. Bu kitabı okurken Ankara Üniversitesi geleneği marksist/feminist ekolde okuduklarım aklıma geldi. Kadın olma, anne olma, insan olma, değişim yaşama halleri üzerine benim için çok besleyici bir kitap oldu. "Küçük Kadınlar" kitabını acilen okuma ihtiyacı hissettim. "Olmak" ile ilgili şu satırları ısrarla çizmişim, buraya da ekleyeyim:


Aklımda kalan diğer satırlar:
"Sen benim olağanüstü akıllı arkadaşımsın, hepimizden çok daha başarılı olmalısın, bütün kızlardan ve erkeklerden."
"Kendimi örümcek ağı üzerindeki yağmur damlası gibi hissediyordum ve kayıp düşmemek için dikkatli davranıyordum."
Sanki beni anlatıyor dediğim satırlar ( özellikle de "mutsuz bir uysallık" = iş yerindeki Esoş)
"Sevilmeme korkusuyla hemen boyun eğiyordu, pes ettiği için de üzüntü duyuyordu...Mutsuz bir uysallık içindeydi, her şeyi istiyor ama hiçbir şey istemezmiş gibi yapıyordu."

Genel Değerlendirme:
Kitabı genel olarak başarılı bulsam ve kitap beni çok etkilemiş olsa da Napoli Romanları'nı bir başyapıt olarak niteleyemiyorum. (buna gerek var mı onu da bilmiyorum gerçi) Eksik olan neydi diye düşündüğümde aklıma da bir şey gelmiyor. 
Kitaptaki tutarlılık, akış, kurgu ve harika çeviri sayesinde doyurucu bir 15 günlük okuma maratonu yaşadım. Yepyeni kelimeler ve deyimler öğrendim: galbe çalmak gibi.
Yayınevinin kararıydı sanırım ama ilk sayfalarda yer alan ülkelere göre kişilerin kitap hakkındaki yorumlarını çok itici buldum, gözüme sokulan şey beni uzaklaştırdı.
İlk kitabın çok daha özenli bir editör okuması vardı ancak özellikle son kitap ne yazık ki imla hatalarıyla doluydu, belki de baskıya hızlıca yetiştirildi kitap,bilmiyorum.
Son kitap diğer üç kitaptan biraz daha ağır ve hüzünlüydü. Özellikle Tina ile ilgili kısımda kanım dondu diyebilirim.
Kitap ile ilgili en sevdiğim şeylerden biri de sanırım sonu oldu. Okumak isteyenler olabilir diye bahsetmeyeceğim ama sonu beni o kadar tatmin etti ki kitabın o genel hüzün havasını sildi süpürdü.
Aklımda bir müddet daha "Lenu ve Lila" olacak galiba, onları özleyeceğim...

Kitapla ilgili harika bir yazı ve benim sevdiğim paragraf:
"Ferrante’nin romanlarındaki karakterleri, bilhassa kadınları tanıdıkça, bu tarifleri örten sis biraz inceldi benim için. Değişmeyen ortak özellikleri var bu kadınların: Hemen hepsinin (“Napoli Romanları’’nın iki baş kahramanı gibi) kendilerini en kuvvetli hissettikleri anda bile – belki de özellikle o zaman – ne denli kırılgan olduklarını görüyoruz.Çetin kadınlar yazıyor Ferrante, gayet sıkı dokunmuş karakterler; hayat onları itip kakıyor, yine de doğrulmayı, yürümeyi, üzerlerine biçilmiş dar rollerden taşmayı beceriyorlar çoğunlukla; içine doğdukları mahalleden, sınıftan, lehçeden “kurtuluyor’’ ve sonra onları her an geri çekebilecek bir kement gibi boyunlarında taşıyorlar ömür boyu; varolmak, ''bir şey'' olmak her an kaybetmenin ve kaybolmanın eşiğinde durdukları bir mücadele onlar için; bencillikleri benliklerini korumaya yetmiyor her zaman, bir kırıldılar mı birkaç yerden kırılıyorlar; onları izlerken hayatın yıkıla yıkıla inşa edilen bir şey olduğunu görüyor, dünyadan vazgeçmemiş bir ruhun asla kedersiz olamayacağını yeniden kavrıyorsunuz."





Devamını oku »

23 Mart 2016 Çarşamba

Küçük Şeyler :)

Geçen gün beni mutlu eden/mutsuz eden, huzursuz eden/korkutan/sevinçten zıplatan şeyleri düşündüm.
Ortaya çıkan sonuç hem şaşırtıcı hem de düşündürücü oldu çünkü bu duyguları bana yaşatan şeylerin tamamı küçük şeylerdi.
Ben de son zamanlarda beni mutlu eden küçük şeyleri derleyip yazayım ve canım sıkıldığında buradan bir tane seçebileyim diye liste olarak yazmak istedim.
- Küçük müdür büyük müdür bilmiyorum ama beni mutlu eden şeylerin en başında kitaplar geliyor sanırım. Hele ki moduma uygun kitap bulabilmişsem. Mesela bu ara işyerinde kafam çok dolu oluyor, ağır kitap okuyamıyorum. (Lizbon'a Gece Treni'ni bu yüzden yarıda bıraktım) Yalnız şu malum Elena Abla'nın Napoli Romanları Serisi ne harika bir kitaptır, nasıl bir akıcılıktır yahu! En son ne zaman bu kadar uykusuz kalmayı göze alıp gece 1'e kadar veya arabada kırmızı ışıkları takip ederek kitap okuduğumu hatırlamıyorum. Karabalığa göre ise ben transa geçtim, kitap beni esir aldı veya ben büyülendim :) Bu ara 3. kitabı okuyorum, 4. kitap da bitmeden nefes alış verişim normale dönmeyecek onu anladım.
Araba yapabilen baba, candır! :)

- Günlük Tutmak/ Mektup Yazmak:
Bir ara çok daha düzenliydim. Şu ara günü gününe yazamasam da genelde boş sayfaları dolduruyorum. Bir de 3 farklı günlüğüm var, biri Elif'in olmak üzere. Haliyle kafam da karışıyor bazen :) Ama yazmaktan çok büyük keyif alıyorum. Hele ki mektuplar... Mektuplarıma geç yanıt vermemin tek sebebi ise mektubumu yazacak sakin anları bulamamam. Kafam doluyken veya Elif yanımdayken mektup yazamıyorum. Her ne kadar ne yazdığımı her seferinde unutsam da mektup bence en özel iletişim aracı :)
- Lego Minifigürler:
Geçen gün bir yazıda okudum, yetişkinler de oyun oynamaya devam etmeli diye ve buna aynen katılıyorum. Özellikle de anaokulu kreş vb. yerlere gitmeden 5.5 yaşında tüm günlük okula başlayanlara! Lego'nun mini figürlerini takıntı veya tüketim nesnesi haline getirmeden kendimce almaya başladım. Bu Kızılderili kadın ve yavrusu benim tesadüfen seçtiğim bir model oldu. Bunu yapmak belki 1 dakika sürmedi ama ben onu bozup yapıp yeniden oyun kurdum kendimce.


- Doğa:
Son aylarda o kadar çok ihmal ettim ki :/ Doğada olmayı, güzel anların fotoğrafını çekmeyi. Bu küçük güzellikler resmen içimi açıyor.


Benim Ağacım'ı tanıyan oldu mu :)
- BUIKA:
Bu konserden genişçe bahsedecektim ama malum olaylardan sonra değil konser selam bile vermek istemedim, sanırım hayatını kaybedenlerden utandım ve kendimce yas tuttum.
Daha önce gittiğimiz konser sanki daha güzeldi, daha küçük bir mekandaydı, ortam mecburen daha samimiydi. Bu konser ise ATO'daydı ve gelenlerin yüzünde "Konser var dediler, geldik" ifadesini okudum. Bir de yerimi oldukça zor buldum, önce başkasının yerine oturdum, sonra da şıkıdım giyinmiş kızları tombikliğimle ezme utancını yaşadım. Bunların haricinde BUIKA Ablacım ile yeniden buluştuğuma çok sevindim. Bir insan nasıl bu kadar içli söyleyebilir, sesine ve enerjisine hayranım.


- Elifle Geçirilen Kaliteli Zamanlar:
Bu an'lar çok kıymetli çünkü ne yazık ki pek azlar. Elif genelde babasıyla oynamak istiyor veya ev işlerinden öyle denk geliyor. Birkaç defa iş çıkışında onu yalnız aldım ve hem taksiye hem de otobüse bindik. Yanımdaki 3 çanta ile bu durumda zorlansam da çok keyif aldım.
Karabalık kadar sabırlı olamayabiliyorum oyunlarda veya onun kadar el becerim de yok, iki dakikada legodan araba yapayım ya da oyun hamurundan eşek yapayım :) Ama ben de kendimce suluboya baskısı, makarnaların içinde saklanan oyuncakları bulma, canlandırmalı kitap okuma alanlarında fena sayılmam. Sanırım böylece de bir denge kurulabiliyor. Sabrım o an iyiyse tüm çamaşır ve süpürme faaliyetlerini birlikte yapmamızı da seviyorum. Bir de Elif son aylarda elimi tutarak gidiyor arabada. Ve genel olarak arabayı sevmediğinden hep konuşarak geçiyor araba seyahatlerimiz sabah ve akşamları. Son haftalarda ondan "Anne bak gri araba" ve "Baba dikkat et" cümlelerini duymak pek sevimli oluyor.

- Yeni Kararlar: 
Aldığım ve uygulamaya başladığım ilk yeni kararım, instagram hesabımı kapatmak oldu. Kendimi o kadar özgür ve rahatlamış hissediyorum ki. Aradan bir hafta geçti ve ben birkaç samimi arkadaşımın dışında hiçbir paylaşımı özlemediğimi, aslında kimsenin hayatını merak da etmediğimi ve bunun bana bu haliyle çok vakit kazandırdığını fark etmiş oldum. Kötü bir olay yaşandığında kararan ekranlar kısa sürede "hayat devam ediyor, la la la bak kitap okuyalım hayat kurtaralım" söylemine dönüyordu. Bence sadece hayatını kaybeden insanlara ve ailelerine saygı amaçlı (insaniyet adına) bile paylaşım yapmamak gerekiyor. (tabii bu, benim doğrum)
Goodreads dediğimiz ve benim nasıl kullanıldığını zamanla öğrendiğim uygulama ise şu an favori sosyal medya aracım. İçinde sadece ama sadece kitaplar var, oh be :)
Devamını uygulamadan yazmak boş geliyor. Kararları almak veya yazmak değil de uygulamak en mühimi.
- Posta Kartı Seçmek:
Postcrossinge başladığımdan beri genelde göndereceğim kartlara özen göstermeye çalışıyorum. Bu sebeple de nerede ne zaman bulursam bolca kart almaya çalışıyorum. Bu kartları seçmek ve onlara bir şeyler yazmak beni gerçekten çok mutlu ediyor.
- Öğle Araları/ Türk Kahvesi:
Öğle arası vakitlerimi verimli değerlendirmek bana öğleden sonrası için güzel bir depo oluyor. Mola bitiminde içtiğim bir sade kahvenin ise hatırı paha biçilemez :)

Bu yazı, Günün Mutluluk Sebepleri gibi oldu ama başlığı değiştirmeyeceğim.
Çünkü bunlar küçük şeyler gibi dursa da içlerinde büyük mutluluklar barındırıyor.
Doğum günü hediyesi olarak bana gelen şeylerin sanırım tamamına çok şaşırdım ve hepsine çok sevindim. Özellikle de bir tanesine baktıkça kurduğum kütüphane hayalimi daha yakından yaşayabiliyorum ve sanki kütüphanem açılmış gibi havalara giriyorum :P

Bir de geçen gün şöyle bir şey yaşadım. Benim için büyük bir gelişme. Arada okuyup gaza gelirim belki.
Postanedeyim ve 3 adet kargom var. Biliyorum ki işlemim uzun sürecek. Normalde benden sonra gelen herkese büyük bir mahçubiyetle sıramı verirdim, onlar beni beklemesin diye. Geçen gün bunu yapmadım. Arkamdaki kadın suratını astı, onun arkasındaki kadın ofladı pofladı görevlinin yavaşlığından şikayet etti, onun da arkasındaki adam boş gözlerle bakındı. Normal Esoş "Ya kusura bakmayın, işim uzadı" diye ezilip büzülürdü. Geçen gün (içime Napoli Romanlarındaki Lina mı kaçtı acaba, ne dersin Nurşen Abla :P ) ise gayet sakin bir şekilde ve hiç tepki vermeden işlemimin bitmesini bekledim. Bazı işlemlerin süresinin uzun bazılarının süresinin kısa olmasının da suçlusu ben olamam herhalde! (Gonca, ne dediğini duydum şu an: "eh yani, sonunda!" :)

Bloga yazı yazmayı özlemişim, iyi ki varsın blog :)
* Bir de tam şundan yapasım var, çamura bulanayım ve kahkahalara boğulayım istedim, ne iyi etmişsiniz Yasemen :)














Devamını oku »