Drop Down MenusCSS Drop Down MenuPure CSS Dropdown Menu




5 Ocak 2017 Perşembe

Bugün / Yağmur

Son haftalarda öğle arası dışarı pek çıkmıyorum. Havalar oldukça soğuk diye mi yoksa öğle arasına yapacak başka başka işlerim oluyor diye mi bilmiyorum.
Bugün bir şeyler değişti.
İş yerinde birtakım değişiklikler olmaya başladı ve ben bugün için öğle yemeğinden sonra şöyle bir yürümeye karar verdim. Yemeğimi sakince yedim, dışarı çıktığımda hava normal seviyedeydi veya ben çok üşüdüğüm için (Selcen, neden acaba?!?) bugün iki kat çorabım vardı. Yol bir de baktım beni Grano'ya götürüyor, o la la :)
İçeri girdim, aklımda Türk kahvesi vardı ama geçen sefer içtiğimde kestane suyu gibiydi ve bunu da sahiplerine söylemiştim. O yüzden de tercihim filtre kahvesi olacaktı.
Ama bir şeyi atladığım için filmi geri saralım, henüz Grano'ya girmedim. Tam önümde biri var ve yürüyüşünden mi kıyafetinden mi bilmiyorum bana çok "tanıdık" geliyor.
Grano zaten küçücük bir yer, cam kenarında taburede oturmak için paltomu çıkarıyorum, çantamı kenara koyuyorum ve yanımda cüzdanımla (hatta sadece kredi kartımla) kasaya doğru ilerliyorum. Kasada bir de ne göreyim: yeni kurabiyeler gelmiş.



Daha önce diğerlerinden yedim ve sevmemiştim, o yüzden yılbaşı ağacı şekli olan kurabiyeyi alıyorum. Yerime döndüğümde görüyorum ki az önce kapıdan giren kadın hemen hemen benim yerimi kapmış. Gülümseyerek "çantam oradaydı" derken, o da mahçup bir ifadeyle "hii kusura bakmayın" diye bana yer açıyor ve hatta ekliyor:"yanınızda biri daha varsa başka yere geçebilirim." diye. "Yok" diyorum, neredeyse yan yana oturuyoruz. O sandviç de yiyor, muhtemelen öğrenci değil. Belki benim iş yerime yakın bir yerde çalışıyor ama o da sevdiği işi yapıyor gibi hissetmiyorum.
Neyse konumuz bu değil diyerek önüme dönüyorum. Kitabım fazla süründü, bitirsem iyi olacak diye başlıyorum kaldığım yerden okumaya ama kafamı kaldırdığımda hızlıca (sağanak değil) yağan yağmuru görüp hınzırca gülümsüyorum: İşte bu! Neden bu kadar sevindim, o an bilememiştim, çıkınca anladım. Normalde yanımda şemsiye de yok diye panik olurdum şimdi oh bir yayıldım ki oturduğum tabureye.
Kitabı okuyacağım ama aklıma çok acayip fikirler geldi, başladım yazmaya. "Bir varmış bir yokmuş..."la başladım, tam o sırada:
"Haaaap-şşçççuuuu"
Yanımdaki tanıdık abla "iyi yaşayın" dedi gülümseyerek. Ben de teşekkür ettim.
İkimizde de "acaba konuşsak mı" havası bile vardı, bence okuduğum kitaba da baktı. Ben de onun yediği sandviçe baktım ama aklım "az gittik uz gittik"de. İçinde kırmızı bir kedinin olduğu hikayede. Ama o da ne? Vakit doldu, az daha kalkmazsam işe geç kalacağım.
Ben daha toparlanmaya başlamadan baktım yanımdaki gözlüklü kadın toparlanmış bile ve beni rahatsız etmeden paltosunu giymeye çalışıyor.
"İyi günler" dedi bana çıkmadan, ben de "İyi günler" dedim.
Gülümsemesine bakınca o da benden bir hikaye yazacakmış/yazmış gibi hissettim.
Hatta sanki yine yeniden görüşecekmişiz gibi...
Camdan dışarı bakınca, paltosunun kumaş olduğunu gördüm (çok ıslanmasa bari), çantasında da güzel kitaplar varmış gibi geldi, çanta şeffaf oldu içini gördüm desem yeridir :)
Çekincelerden sonra emin adımlarla yağmura karşı yürümeye başladı.
Ben de toparlanıp üzerimi giyip tam çıkmak üzereyken gördüm onu:

Sarı Şemsiye!
Kimindi bilmiyorum ama HIMYM'daki sarı şemsiye olduğunu düşünüp gülümsedim. Grano'ya "Hoşçakal" deyip çıktım.
Şemsiyem yoktu.
Yağmur sağanak veya ahmak ıslatan değildi.
Ama rüzgar vardı. Kafamı öyle güzel kapattım ki bu sene 4. sezonunu tamamlayacak olan paltomu tanıyan olmasa içindekinin ben olduğumu anlaması mümkün değildi.
Rüzgarla beraber yüzüme çarpan yağmur beni hiç rahatsız etmedi.
Aksine kendimi mutlu ve daha da önemlisi ÖZGÜR hissettim.
Yağmur da yağsa dışarı çıkıp yalnız başıma dilediğimce ve hatta 32 dişimi göstererek yürüyebilirim.
İşte bu benim.

Görsel buradan


Devamını oku »

3 Ocak 2017 Salı

Bir Zamanlar Hayat Bizimdi

Bu kitap daha çıkar çıkmaz gözüme çarptı çünkü kapak görseline bayıldım ve nedense içindeki hikayeyi de çok seveceğime dair bir şeyler hissettim ama kitabı satın alıp okumam neredeyse 1 yılı buldu. İlk satırları önceden okuduğum için çok fazla hayal kırıklığı beklemiyordum ama ilk 50 sayfa o kadar "ortalama/hatta onun altında" geçti ki, şaşırmadım desem yalan olur. Okuyorum ama hani şöyle çorba karıştırırken veya tuvaletteyken elime almak isteyecek derecede sabırsızca değil. Öyle, satırlarda göz gezdiriyor gibi okuyorum. Sonra ne oldu bilmiyorum, beni aldı bir heyecan.
"Ee sonra ne olmuş?" diye diye ve aslında kitabın en başında sonunu bildiğimiz halde bir merakla okudum. Ve bu kitap 2016 ile 2017'nin arasında arafta kaldı. Ben ilk başta savsaklayarak okumasaydım 2016'nın kapanış kitabı olabilirdi ama o zaman karabalığın 31 aralık günü mesaiye gideceğini bilmiyordum. Hal böyle olunca Elif de gece 12'ye 10 kala uyuyunca kitabın son 100 sayfası 2017'ye kaldı :) Goodreads için bu "2017"demek olsa da kitap bence hala arafta.
Kitaplarla ilgili bir şeyler yazarken neden bu kadar detaya girdiğimi merak eden varsa, cevabı benim de bilmediğimi belirteyim.
Yani sadece hikayede şunlar oldu bitti demek yerine neredeyse Big Bang'ten başlamam bazen bana da tuhaf gelse de sanki bu haliyle tam ve bütünmüş gibi geliyor. Yani ortada bir öncesi ve emek var :)
Bak hala lafı uzatıyor!

Evde gerçekten Türk kahvesi bitmiş, tek içimlik kahvelere sarıldım :)
Lola ve Mathias İspanya'da küçük ve minik bir kitapçı dükkanı işletirlerken onları gizlice takip eden ve raflara kitap bırakıp sonra da bunları satın alan Alice'ten habersizdirler. Bir gün Alice ve Lola tanışıp sohbet etmeye ve beraber Patiska Saçlı Kız isimli anı kitabını okumaya başlarlar. Bu kitapta yer alan Rose Tomlin yoksa Alice midir? Bunu neredeyse en başından beri biliriz ancak Lola durumu anlayamaz. Farklı bir oyun içerisinde geçmiş yaşamlara ve Dünya Savaşlarına ve en nihayetinde İspanya İç Savaşı'na tanık oluruz. Hepsi birbirinin içerisine geçmiş bu hikaye beni zaman zaman hüzünlendirse de içerisinde kendime ait bu kadar çok anekdot bulacağımı düşünmüyordum. O yüzden de şaşırdım.
Rose'un etkileyici bir hikayesi var, muhtemelen bir Latin yazsa daha da etkileyici olurmuş, bu haliyle yüzeysel geçilmiş bile denebilir. Kitapta yer alan Henry yaptığı iş tamamen farklı olsa da (yazar-çevirmen) bana karabalığı anımsattı.

"Sakin, dürüst ve sabırlı." 

Kitapta beni en çok etkileyen, Rose Tomlin'in kendini ait hissedeceği bir aile, kişi veya bir şeyi arayışı oldu. Bunu da Henry'nin omzunda buldu, bu kısım evet çok romantikti.
Tam bu noktada "neden sadece kendi başına olmaya çalışmadı veya bu ona yetmedi?" denebilir ama bebekliğinden beri farklı ailelerde ve yetimhanelerde büyümüş biri için o gerçek sıcaklık, nasıl bir değerdedir, sanırım yaşamadan bilmek zor.
Rose'un gayrimeşru bir çocuk olması ve babasının kim olduğunu bir süre sonra öğrense de annesini oldukça sonra öğrenmiş olması ve anne-kız ilişkisinin gelgitleri bana Iza'nın Şarkısı'nı ve canım Etelka'yı anımsattı.

"Bir de keşfetmeye çalıştığımız şeyin hayatın kendisinden başka bir gizem olmadığını."

"İlk kez dudak dudağa değil, bakışlarla öpüşülür."

"Alışkanlık, yaratıcılığın en büyük düşmanıdır."

"Gerçeklik, hele ki size sırtını döndüğünde çok ama çok kırılgan bir şeydir."

"Sonra aileyi düşündüm, sevgi ve uzlaşmazlığın bir arada bulunduğu o dar çemberi."

"Yaşam değişken bir şeydir ve bizler de onunla beraber değişiriz."

"Barış değildi kutladığımız, savaşın yokluğuydu."

"...deniz uzanıyor, gözleri kadar mavi ve derin."

"Bence mutluluğun da uyuşturucu gibi bir etkisi var; seni uyuşturuyor ve uyandığın zaman artık pek de bir şey hatırlamıyorsun."

"Bir şeylerle meşgul olduğunda hayat daha basit oluyor."

"Kontrol kaybı nedir, biliyordum, kontrolü yeniden ele geçirmek nasıl bir şeydir, biliyordum. Yaşamayı öğrenmiştim." 

"Bir zamanlar hayat bizimdi." Lola'nın kurduğu bir cümle ve umarım biz de bu cümleyi kurmak zorunda kalmayız, okurken bile içim sızladı.

Bu kitapta ayrıca pek çok yazar ve kitap ismi de not ettim. Bilmediğim kelimeleri sözlükten bulup not aldım ve bunları yeni kitap defterime not etmeye başladım. Böyle bir defteri satın almayacağımı biliyordum çünkü yeni bir şey almak gereksiz olacaktı, lakin canım Yasemen'in gönderdiği Jip ve Janekeli defter o kadar cuk oturdu ki bu iş için. Defterle beraber uyuyabilirim :)
Hikayede Coco Chanel ve Pablo Picasso da vardı, geçen yüz yıla ait dönem kitaplarını ve anı yazılarını daha çok okumak istiyorum.
Son olarak kitabın çevrisinin, redaksiyonun ve kapak görselinin çok başarılı olduğunu söylemeden geçmek istemedim.

Müzik bilgim pek olmadığı için Debussy'i tanımıyordum, bu kitapla öğrendim, şuradan eserlerini dinleyebilir ve son cümlenin tadını çıkarabilirsiniz:

"...sadece hayatta olmanın verdiği mutlulukla" 💗

Devamını oku »

2 Ocak 2017 Pazartesi

Bazen Olur Öyle - 2

Yeni yılın ilk yazısı da mı aceleyle yazılacaktı?
Olsun, ben unutmadan aklımdakileri yazayım da varsın acele olsun.

Öncelikle ülke ve dünya gündemi ile ilgili iki kelam edesim var. Haber izlemiyor halimle bile birçok şeyden haberim oluyor. Bu durum iyi mi kötü mü tartışılır tabii. Neyse konumuz o değil.
Ankaradaki ilk patlamadan sonra "korku" gelmiş ve yüreğimin ortasına yerleşmişti ama o zaman bu kadar sıklıkla tehdit altında yaşayacağımızı bilmiyorduk. Safmışız belki. Sonra çeşitli yerlerden haberler gelmeye devam edince işin rengi değişti ve yüreciğime yerleşen korkunun esiri olmaya başladım(k). Metroyu sık kullanmasam da arada biniyorum ve her seferinde gözlerim etrafı tarıyor, "şüpheli" var mı diye. Ne yapacağım acaba? Göz göze gelsem ne diyeceğim? Allah korusun tabii ama neticede birileri ölüyor ve bu birileri hep masum insanlar oluyor. Ülke, din,dil ayrımı zaten yapmıyorum. Dünyada yaşanan herhangi bir olay için de aynı hislerle üzülüyor ve bir süre kabuğuma çekiliyorum. Sonra geçen gün yaşanan bir olaydan sonra şunu düşündüm: Yaşanması gereken yaşanıyor sadece. Biz de tanık oluyoruz en basit ifadeyle. Evet bu bilgi yeni değil ama benim aydınlanmamı sağladı. Bu korku hissi ile yaşamak kolay değil elbette ama kendimizi eve kapatacak halimiz de olmadığına göre, tedbirimizi alıp gerisini bırakacağız sanırım. Her şeyin bizim elimizde olmadığını/olmayabileceğini görüyoruz ve bu belirsizlik hali bizi düşündürüp yıpratıyor. İşte o aydınlanmadan sonra şunu düşündüm. Ya bundan sonrası bembeyaz, temiz ve güzel bir sayfa ise? Belki bu inanca tutunmak istedim. Öteki türlü olduğunda insanın cinnet geçirmemesi veya depresyona girmemesi işten bile değil. Dünya genelinde bir değişim & dönüşüm var. Tam bu noktada akıl sağlığımızı ve ruh dengemizi koruyabilmek için bilinçli olarak bir şeyler yapmalıyız gibi hissettim. "meli/malı" da bu ifadenin tadını kaçırdı biraz ama olsun, demek istediğimi ancak böyle anlatabildim. Yani bir şeylerden vazgeçmek yerine yaşamaya devam etmek ve bizi an'a bağlayan ne varsa onları yapmak. Zarar gören kişiler için dua etmek, yardım toplamak veya bir şeyler yapmak... Zihnimde şekillenen pek fazla şey olmadı bu satırları yazarken ama "pasif bir kabullenicilik"ten çıkmak gerektiğini gördüm. Hiçbir şey yapamıyorsak başımızı göğe kaldırıp bulutlara gülümsemek ve şükretmek de insana kendini iyi hissettirebilir.*

Şimdi bambaşka bir konuya geçiyorum.
Bazen Olur Öyle bu gidişle seri olacak gibi duruyor. İlkini buradan okuyabilirsiniz.
Yeni yaşadıklarımı da madde madde yazayım:

- Adanadayız. Elif'i kuaföre götüreceğiz, bir planlama yaptık sabah kısaca. Karabalık bizi bırakacak, yeri tam bilmediğimiz için de kuaföre yakın bir yerde kuzen bizi karşılayacak. Annem o ara sordu, "Eda gelmiyor mu?" diye, ben de "Hiç haberleşmedik, bir fikrim yok, sanırım gelmeyecek." dedim. 5 dakika sonra kapı çaldı (ki evden çıkmış olsaydık Eda beni ne yapardı bilmiyorum) Eda gelmiş, bizi kuaföre götürecekmiş. Şaşırdık tabii. "Sana akşam mesaj attım ya." dedi, ben de "Görmedim o zaman" diyordum ki, "Cevap verdin sen de, tamam dedin hatta" deyince, tüm bakışlar bana çevrildi: Kafam dalgın olamaz mı ya Allah Allah :)

- Hala Adanadayız. Bir mekandan çıkarken annem evin anahtarını bana ver-miş. Yaklaşık 5 dakika sonra ben panikle: "Bu anahtar da ne, kimin bu, benim değil ki?" diye irkildim. Kuzenim sakince "Annen az önce sana verdi, sen de tamam dedin ya" dedi. Ama o bilgi bende yok!

- İş yerindeyiz. Işıkları kapatıp yerime geçmişim. Ve ardından kurduğum cümle: "Elektirikler gitti, inanmıyorum!" oldu. Oda arkadaşım şaşkınlıkla "Işıkları sen kapattın ya" dedi. O bilgi de bende yok!

- İş yerindeyiz. Koordinatörüm bir evrak istedi ve ne hikmettir ki ben de hatırlıyorum, yakın tarihli bir şey bu. O da öyle dedi zaten. Ama ben sistemde ısrarla bulamıyorum. Neredeyse 3 ay da geriye gittim ve tüm evraklara tek tek baktım. "Bulamadım" dedim. Çok şükür ki hala benden bezmemiş koordinatörüm sakince "Gel beraber bakalım" dedi, eskiye dönük gittiğimiz ilk evrak yani sadece geçen haftaki evrakta aradığımızı bulunca benim surat kıpkırmızı. Neyse ki kızmadı kendisi :)

- Bir de son dönemde mail, mesaj vb. şeylere cevap verdiğimi sanıyorum ama vermemiş oluyor-muşum. Kızmayın veya küsmeyin bana, bilerek yapmıyorum çünkü :)

Bunları not almışım, not almadan unuttuklarım da varsa bilmiyorum, unuttum çünkü :)
Baktırdım B12'im de iyi, bir ara iğne de vuruluyordum ama şimdi çok şükür ki iyi.
Aklım nerede? Veya o kayıp halkalar nerede bilmiyorum.
Önceden olsa kendime kızardım bu durumdan dolayı ama şimdi kızgınlık hissetmiyorum.
"Olur öyle şeyler" diyorum.
Bazen de fıstık yapıyorum kendime, geçiyor.
:)

Görsel şuradan
*Bu yazıyı yazma amacım biraz da korkunun daha çöreklendiği zamanlarda açıp okuyup umut etmeye devam edebilmek için. (Ki umuyorum buna gerek duymam.)
Devamını oku »

28 Aralık 2016 Çarşamba

2016 / Dönüşüm / 2017

Bu yazıyı her zamanki gibi 1 günde yazıp geçerek değil de ara ara yazarak tamamlamaya niyetliyim.
Aklımda uzun soluklu bir yazı var.
O yüzden sıkı durun ve hazır olun.
Ya da tam tersi rahat olun ve arkanıza yaslanın :)

demişim ve orada bırakmışım. Demek ki fazla rahatlık da iyi değil, o da bu da olsun'a takılıp ortaya hiçbir şey çıkarmamak da...

2016 için genel bir yazı yazmasam olmazdı, beni maazallah "blog dünyası"ndan atarlardı :) Hala en sevdiğim sosyal mecra burası sanırım ilk gözbebeğim olmasından da kaynaklanıyor, "kimse okumazsa ben okurum" rahatlığı da var tabii :) (Bu arada blogdaki anlaşılamayan istatistik yükselmesi devam ediyor, Polonya'dan beni takip eden kim var, lütfen söylesin, merak ettiğim bir ülke zaten, belki yanına gelirim. 2500 tıklanmayı geçiyorum bu ülkeden, hayırdır inşallah)

Madde madde gideyim yine, böyle daha rahat yazıyorum:

- Eliften başlayalım. Elif için apayrı bir yazım var ama onu tamamlayamadım, hazır yazıyorken içimdekileri döküleyim.
2016 yılı Elif için elbette ki büyüme dönemlerinden biri oldu. Bebeklikten çocukluğa geçti, akıcı ve anlaşılır konuşmaya başladı, boyu ve saçı uzadı (ki geçen hafta kestirdik, tatlı bir küt modeli oldu) Hala en sevdiği renk MAVİ, açık mavi hatta. Yeni kreşine alıştı (buraya yazdım mı hatırlayamadım, kreşini 3 ay önce değiştirmiştik), çok yerinde bir karar vermişiz eskisinden ayrılarak. Mama sandalyesini kaldıralı birkaç ay oldu, bizimle masada minder vb. de kullanmadan oturuyor. "Ben de kocaman çatalla yicem" evresindeyiz. Çok şükür yemeklerini kendi yemeye devam ediyor ama karabalık yine dayanamayıp arada kendi de yediriyor. Ben hala sanki bu çocuğun anası değilmişim gibiyim. "Ne kadar yiyorsa o" Görenler Elifin kilo verdiğini söylese de biz ana-baba olarak bunu "boyu uzadı" şeklinde yorumluyoruz :)
Tüm bunların haricinde klasik ve genel bir durum olan "yaş dönemi krizleri/inatları/ağlamalar" ile ilgili geçen haftalarda biraz zor bir süreç yaşadık. Sanırım tek bir krizden ziyade insanı birikim dediğimiz şey yıpratabiliyor. Elif, kolikle başlayan süreçte "kendini ağlayarak ifade eden" bir çocuk ve bunda bizim "aman ağlamasın" tavrımızın çok büyük katkısı oldu. Tutarlı davranılmaması, kreşe erken başladığı için kıyamama halleri de eklenince durum biraz-cık çığrından çıktı, biz de bu konuda destek almaya karar verdik. İsim arayışındayız, sonrasında belki burada yine yazarım.
Uyku konusunda gelişmeler yok diyemem ama sanırım insan hep daha fazlasını istemeye meyilli bir canlı. Ya da bize Elif'in hala 2.5 saatte ve ağlayarak uyuması normal gelmiyor diyebilirim.
Bu kadar kısa yazmamın sebebi konuya çok da hakim olmamam. Geçenlerde "Elifle aranız nasıl?" diyen birine "Birbirimize alıştık sanırım" deyince gülüşmüştük ama bir dönem gerçekten böyle geçti. Şimdi ise bu alışma evresini çay-kahve içebilecek samimiyette görüyorum :)
Revize: Geçen haftaki gelişmeden sonra bu hafta sanki hepimiz daha dinginiz, inşallah öyle devam eder. Harvey Krap'ı neredeyse 1.5 yıl önce okumuş ve taktiklerini unutmuştum, meğerse aklımdaymış. İnatlaşmaların tee en başında yakalayabilirsem durumu "Elif bu duruma/bana çok kızdın değil mi?" diye başlayan yansıtıcı ifadeler çok işe yarıyor-muş.
Birkaç gündür Elif ağlamadan önce "Bana öyle söylemene çok üzüldüm." diye kendini ifade etmeye başladı. Valla ben de sevinçten ağlayacaktım ahahaha :)
Tam bu noktada vaktim daha çok olsa sosyal medya hakkında düşüncelerime de geniş bir yer ayırırdım ama yapmayacağım, sadece insanların sosyal medyada "like"lanmak için çocuğunun bbg evinden farksız 24 saatlik hayatını paylaşmasını ama arada da "mahalle baskısı gereği" teröre lanet okumasını anlamamaya devam ediyorum diyelim, bitirelim.
                                                                           ***

- Bu sene kitap konusunda kendi rekorumu kırdım sanırım, Goodreads öyle diyor :) Önceki yıllarda Goodreads hesabım olmadığı için üzgün hissediyorum. Harika bir arşiv çünkü. Canım goodreadste 2016 için "70 kitap okurum" iddiasında bulunmuştum ama sanırım 100ü geçtim. Bu sene için de aklımdaki rakam yine 70 :) Çünkü kitap okumak için ayırdığım vakitlerden biraz çalmaya karar verdim. Sebebi az sonra aşağıda!
Best of'lara geçeyim,
Yetişkin kitabı olarak toplam 29 kitap okumuşum (gerçekten haberim yok desem inanır mısınız, bakınca anladım)
Aralarından 2 tanesi kişisel gelişim, 3 tanesi de ebeveyn kitapları olmuş.
İyi ki okumuşum dediklerim:

- İza'nın Şarkısı
- Eva Luna
- Acı Çikolata
- Sirk Müdürünün Kızı
- Ağaçların Özel Hayatı
- Elena Ferrante *4 kitap

Pek benim tarzım değilmiş/pek sevmedim dediklerim:
- Bayan Peregrine (çok abartılmış bence bu kitap, evet heyecanlı okunuyor ama kurguda öyle noksanlıklar var ki)
- Çocuk Yasası (belki yanlış zamanda okudum kim bilir, beni hiç etkilemedi)
- Denizkızı Olmak Çok Önemlidir (kitabı sevmeyen sanırım sadece benim :)
- Başka Zaman Kütüphaneleri (bir acayip kötüydü :)

Kalan 70 kitap da çocuk ve gençlik edebiyatından, onun detaylarını LÇK'de yazacağım ama bu yıla damgasına vuran kitapları yazayım:

- Farklı (Andreas Steinhöfel tamm olarak benim kafadan :)
- Şair Kısakulak (aşırı aşırı aşırı güldüm, çok çok çok sevdim.)
- Solucanlı Ay (hikayenin tamamı neredeyse hala aklımda, epey etkilenmişim)
- Babam Çalılığa Dönüşünce (savaşı anlatan en naif kitap olabilir)
- Parantez (enfes bir çizgi roman)

Bu oranı en azından yüzde 40'a yüzde 60'a çekmek hedeflerimden biri.Bunda Nurşen Abla'nın şahane önerilerinin payı büyük. (Saçında Gün Işığı ve Kuş Kadın kitaplarında ilk 5 sayfadan sonra ilerleyemedim ama tekrar tekrar deneyeceğim çünkü devamını seveceğimi düşünüyorum.)

Ve gelelim kitaplarla ilgili diğer bomba kararlarıma. Bu kararları almak ve uygulamaya başlamak için yeni yılı beklemedim, diyetler için pazartesiyi beklemek gibi geliyor bana yeni yıl kararları. O yüzden aldığım kararları sindirince hemen başladım uygulamaya. Yazıyorum, okuyunca şoka girmeyin:
-Başka hiçbir şeye vakit ayırmayıp delice ama gerçekten delice kitap okuduğumu fark ettiğimde şunu anladım- ben bir şeyden kaçıyorum! Bu kaçma işini de kitap okuyarak yapıyorum. Bu sebeple ne mektup yazıyor ne film izliyor ne de yemek yapıyorum. Kaçtığım şeyin kendim, zihnim vb olduğunu da daha sonra fark ettim. Bu sebeple DAHA SAKİN okumalar yapmaya karar verdim. Kana kana su içer gibi değil de yudum yudum tadına varır gibi okumak. Ve hayatı kitaplar haricinde de YAŞAMAK. Sinemaya gidemiyorsam da evde film izlemek, daha uzun ve sık mektuplar yazmak, oturup sadece müzik dinlemek gibi. Bunların neredeyse hiçbirini yapmamaya başladığımı (ajandamı bile nadiren yazar oldum) ve sadece kitap okuduğumu gördüm. Öyle olunca da duraksadım.
Tam da bu sebeple aşağıdaki kararları uygulamaya başladım:
- Öncelikle kitaplığımda 'okunmayı bekleyen'leri 'okumak istediklerim/istemediklerim' olarak ayırdım. İstediklerimi ayrı bir rafa dizdim.
- Batıkentteki Selene Kitapçısına gidince aklıma "Neden daha çok 2. el kitap almıyorum ki?" fikri geldi. Ve bunu "Neden daha da çok ödünç kitap almıyorum ki?" sorusu devam ettirdi.
- Son geldiğim noktada aylık kitap limitimi sadece 2 kitap olarak belirledim. Bunda az önce anlattığım "tüm zamanımı kitap okumaya ayırıyorum"un maddi hali olarak "tüm paramı kitap almaya harcıyorum" dan dolayı yaptım. Kendime en ufak bir şey aldığımda bu "kitap" olmadığından suçluluk duymaya başladığımı söylesem? Ne noktaya gelmişim yahu! :)
- Hediye alacağım kitapları da çoğunlukla sahaftan almaya karar verdim. Önceden olsa bunu utanç verici bulurdum, şu an hiç de öyle gelmiyor. Zengin bir memleket değiliz ama zengin-miş gibi yaşıyoruz. Paramız yok ama borcumuz çok. Arabalar, telefonlar, televizyonlar vb. hep lüks ve hep son model. Hediye aldığımız kitabın da "sıfır" ve gıcır gıcır olması tam da bu açıdan yani bu tüketim çılgınlığına kapılmamak adına çok mantıklı değil mi? Bunu sadece çok yakın arkadaşlarıma yapıyordum çünkü sahaftan aldığım kitapların kokusunun harika olduğunu onlar da benim gibi biliyor diye düşünüyordum. Şimdi bunu genele yaymaya karar verdim.
- Ödünç kitap alamam diyordum, çünkü o kitabın benim olması duygusu ve çizerek okuma hali olmazsa okuyamam sanıyordum. Şu an öyle düşünmüyorum. Hatta 53 numaralı posta kutusunun sahibi Selcen ile bu sistemi başarıyla götürüyoruz. İlla yüz yüze olmamıza da gerek yok yani, evlerimiz yakın, posta kutusuna kitapları koyarak ödünç kitap işini tamamlayabiliyoruz :) (maksat yüz yüze görüşmeyelim değil tabii :P )

- Ve ayrıca bunun için Goodreadste bir alt kategori bile oluşturdum. "Ödünç alabilirim dediğim kitaplar" diye. Sizde bu kitaplardan varsa Ptt Kargo ile bana karşıdan ödemeli gönderin (1 kitap için 3tl zaten) ben de okuyunca (en geç 1 ay içinde) geri göndereyim. Mantıklı değil mi?
- Geri gelmeyen kitaplarım için ağıt yakma boyutuna geliyordum. Şu an öyle hissetmiyorum. Elimde bir liste var, istediklerimi yeniden okuyabilirim. "Kalan sağlar bizimdir" :)
- Daha da yüzsüzlük yapıp Goodreadste "Bana hediye alabilirsiniz" bölümü yaptım :) Eskiden olsa değil bu kategoriyi oluşturmayı bunu cümle içinde kullanmayı bile kendime yediremzdim. Gururlu kadın, peh! Sonra şunu fark ettim, "Esra sana kitap almak çok zor, neyi okumadığını veya okumak istediğini bilmiyorum. Keşke söylesen!" diyenler o kadar çoktu ki... O halde bu kategori çok da "edepsiz" veya "ruhsuz" olamazdı :) Ama bunun haricinde kişiye özel seçilen kitapların yeri elbette ki bambaşka oluyor, canım Kumkurdu Mervecim son yolladığın ve kapağına dahi rastlamadığım kitap bir harika!
- Ve yine fark ettim ki hep benzer kitapları okuyorum. Yazar okumaları evet güzel ama her zaman gerekli bir şey de değil veya keyifli. O sebeple anı, mektup türü gibi zaten sevdiğim türlere daha çok yer açacağım. Ocak için aklımda neredeyse yıllardır almayı istediğim "Başın Öne Eğilmesin"kitabı var. Ocaktaki 2 kitaptan 1'i belli oldu o halde, bakalım diğeri ne olacak? :) (belki Kapı'yı alırım)
- Almak istediğim kitapları seçerken şunu soruyorum artık kendime: "Sadece indirimde gördüğün için mi alıyorsun?", "Hemen okumayı düşünüyor musun?", "Ödünç bulabileceğin bir yer var mı?"
- Bir de son bomba şu: Asla vazgeçemem dediğim bir çok şeyin vazgeçilebilir olduğunu keşfettikten sonra kitaplarımı da köy okullarına bağışlamaya başladım. Kütüphane projem için bana gelenler sağlamca duruyor çünkü onlar -henüz- benim değil, arafta yani kütüphane projesi için gönderilmiş olduklarından onlara elbette ki dokunmadım. Ancak yıllar boyu sahafta veya orda burda indirimde görüp veya 'bir gün okurum' diyerek aldığım onca kitapla yavaş yavaş vedalaşmaya başladım. Bu durum beni üzecek diye düşünüyorken tam tersi bir ferahlama yaşadım. ve yaşamaya devam ediyorum. Evrene mesajı doğru göndermiş olmalıyım ki tam o sırada Siirt ve Nevşehirden iki köy okulundan mesaj geldi ve doğru kitaplar doğru adreslere gitti. Onlar mutlu ben mutlu :)
- Ve de son olarak şunu söylemem gerek, bu kararları karabalığa söylediğimde "Asla yapamazsın" dedi. Ben de kendimden emin bir şekilde "gayet de güzel yaparım" dedim. Çünkü bu bir iddia/gaza gelme veya dış etkenli bir karar alma süreci değil; tamamen kendi gözlemim, hislerim, tecrübelerim ve dönüşümüm için yapmaya niyet ettiğim ve başladığım bir şey. Dolayısıyla kendimi baskı altına almıyorum.
Hala gayet keyifli bir şekilde kitapçıları geziyor, hoşuma giden kitaplardan notlar alıyorum ama ona "hemen" sahip olma konusunda bilinçli ve farkında davranıyorum :)
Kitap konusunda çok radikal görünen kararları NASIL aldığımı da yazmamı ister misiniz?
Bunun için bu yazının başlığında da yer alan "Dönüşüm" kısmına bakmamız gerekecek.
Ki asıl amacım onu yazmaktı ama zaten buraya kadar sıkılmadan okuduysanız devamını da okursunuz. Ama blog yazmaktaki asıl amacıma bakınca bunun daha ilk başta "okunmak" olmadığını gördüm, "yazmak istediğim için yazıyorum/ arşiv tutmak hoşuma gidiyor / yazmak beni rahatlatıyor ve yazarken farkına vardığım şeyler bana yol gösterici oluyor." diyebiliriz :)

DÖNÜŞÜM:
Nedir bu?
Mayıs ayından beri yaptığım bir çalışma aslında.
Bu çalışmanın asıl adı: Bilinçli Farkındalık.
Hayatımda hep bir "mutluluk" arayışındayken ve acıdan/korkudan kaçarken ama bu kaçma sürecinin dahi farkında değilken tanıştık Tüten* ile. Benim asıl amacım yerlerde gördüğüm özgüvenimi biraz yükseltmekti o kadar :) Başka da bir şeye karışmasını veya değiştirmesini istemiyordum. Hayatımdan memnundum bence. Saklandığım masa altı oldukça korunaklıydı ve benim o masa altından çıkmaya da niyetim yoktu. İşte bir Tüten geldi ve birçok şeyi altüst etti, ilk aylar "en fazla 1 ay daha yaparım ben bu çalışmayı" ve "bu kadın kim oluyor ki?" söylemleri ile geçti :) Yüzüne de söylediğim için buraya rahat yazıyorum, bazı günler o kadar sinirimi bozdu ki yazdıkları... Aslında tüm bunların kulağımı kapadıklarım olduğunu da sonradan gördüm.
Bu çalışmanın sevdiğim bir diğer tarafı "mutluluk pompası" olmaması. Yani "Kendinizi Mutlu Edecek 89654 Yöntemi Keşfedin" başlıklarına o kadar çok takılmışım ki, "Mutsuz OLmak" kitabında bahsettiği gibi "kötü" olarak adlandırdığım an'ları bir durup dinlememişim, onu anladım.
Bir de "yaptık/bitti" gibi bir çalışma değil, hayat boyu sürecek bir keşif. Bu kısmı çok hoşuma gitti.
İnsanlarla kurduğum iletişimde biraz daha "yetişkin" boyutuna geçtim. "Aman kimse üzülmesin" algım epey farklı bir boyuta geçti. Bu yüzden sanal veya gerçek dünyada yapmaktan/ söylemekten çekindiğim şeyler epey azaldı. Tam da bu noktada kendimi daha çok sevmeye ve saygı duymaya başladım :)
                                                                                       ***
Sadece kitap konusunda değil hayatımın genelinde bir sadeleşme hareketi başladı hem de öyle karar alıp uygulamaya başlayarak falan değil, kendiliğinden!
Buna fotoğraf çekme de dahil. Cep telefonlarında arka arkaya 15 pozun bir benzeri var ve bunlar biriktikçe sadece hafızalar doluyor, o yüzden yedekleme yaptığım fotoğrafları işyerinde zaman buldukça silmeye başladım.
İnstagram ve whatsup kullanımımı bazı günler sıfıra indirmeye başladım, internetin olmaması birçok şeye daha fazla vakit ayırmamıza sebep oluyor.
Kıyafetlerimin ve evdeki yatak örtüsü, nevresim vb şeyleri ihtiyaç sahiplerine bölüştürdüm. Birkaç basic bluz daha aldım mı ne giyeceğim derdim kalmayacak, toplam 40 parça ile mevsimi geçirebildiğimi gördüm çünkü. (basitvemutluyaşam'a buradan bir selam vereyim :) "Kapsül gardrop" dediğimiz şeyi yapıyormuşum galiba ama benimkiler oldukça "uyumsuz" olduğundan bana yine pek bir şeyim yokmuş gibi geliyordu, şimdi onları birbiri ile uyumlu hale getirmeye çalışıyorum. Bunun için illa yeni bir şey almaya da gerek yok aslında, "kesinlikle birlikte giyilmez" dediğim parçaları denesem yeterli, bazı kombinasyonlar meğerse cuk diye oluyormuş :)
Modadan anlamıyor olmayı seviyorum ama uyumsuz giyinmek konusunda kendime çok yükleniyordum. Şimdi çok daha şefkatliyim. :)
                                                                                      ***
Bu sene yemek konusunda da gelişme göstermeye başladım, devamı da gelecek gibi duruyor. Mutfak Sırları'nın tarifleri sayesinde gerçekten cuk oturan şeyler yapmaya başladım. Komik gelecek belki ama biri de tava böreği :) Tarif net olursa daha iyi yapıyorum, malzemelerden anlamadığım şeyleri (kakuleta gibi) henüz araştırmıyorum, çok gerekli değilse zaten koymuyorum ehehe:P Yalnız geçenlerde Serra'yı arayıp "bana elmalı kıtırlı mı pie mi crumble mı neyse tatlı olan bir tarif versene" dedim. Canım Serra da sesli mesaj atmış. "Sonra tereyağını ekle..." diye devam ediyor, en az 5 kere dinlesem de anlamadım, neyi nereye ne kadar koyacağımı bana yönergeler halinde söyleyin/yazın. Öyle kabalama şeyleri bilemiyorum ahahaha :P


Bu kısırı ben yapmadım. 2017 veya belki 2018 için "sulanmayan kısır" yapmak hedefim var. Olmadı marul tarafından çekerim fotoyu kimse anlamaz :P
Elifle kek ve kurabiye yapmaya başladık bir de, o anları gerçekten çok seviyorum. Aramızdaki bağı güçlendirdiğini hissediyorum. Anne-kız olmak böyle an'larda daha da keyifli 💙 Tarif verirseniz şöyle kolayından, kargoyla size bile yollarım :)

                                                                                   ***
2016'ya genel olarak baktığımda hiç hoş hadiseler görmesem de "haydi bitsin bu yıl" ve "hoş geldin yeni yıl" diyemiyorum hatta bu yaklaşım bana şu açıdan saçma geliyor. Yılın suçu ne? :) Bu beklentide olduğumuzda yaşanan en ufak olumsuzlukları "bak bu yıl da kötü başladı" diye yorumlama eğiliminde olacağız. Dolayısıyla kendi açımdan kovaladığım veya dört gözle beklediğim bir yıl yok. Olaya biraz geniş çerçeveden bakınca sadece "yaşananlar ve bizim onlara gösterdiğimiz tepkiler" var. Tek tek saymayacağım ama ülke olarak yaşadığımız onca "kötü" olaya karşı 24 saat haber başında durmak da elimizde farklı tepkiler geliştirmek de. Kötü enerjinin bu açıdan kimseye faydası olduğunu da sanmıyorum hatta tam bu noktada Serra'nın şu alıntısını da paylaşmadan geçemeyeceğim.
"İnsanlar veremi 5 bin yıl lanetledi, bir şey değişmedi. Çözüm aşıydı çünkü."

Dolayısıyla bu sene geçen sene yaptığım gibi yoğun  bir 2017 dilek listesi hazırlamadım sanırım buna ihtiyaç duymadım.
Aklımda zaten var olan kitap, film, gezi, tiyatro vb şeyler için minik notlar alıp akışına bıraktım. Bu da "teslim oluyorum" demek değil, sadece "gözlemci" kalmayı deneyimlemeyi seçiyorum.
Ve evet yine her şeyden önce SAĞLIK, HUZUR ve KEŞİF dolu bir yıl geçirmeyi dilerim.
yeğenim Ayça: bence hayatın anlamını çözmüş :)

*Tüten kimdir ve nasıl çalışır diye merak eden varsa bana mail yazabilir :)
** Geçen seneki kitap günlüğüm de buradaymış.

Yazdığım enn uzun yazı bu mu oldu acaba? Buraya kadar okuyan oldu mu sahiden? Onları ayrıca öperim :)
Devamını oku »

21 Aralık 2016 Çarşamba

İza'nın Şarkısı

Bu kitabı Leylak Dalı Nurşen Abla sayesinde öğrenmiş ve bir yere not etmiştim, baskısı yoktu sahaflarda aranıp bulunacaktı. Yalnız neyi aradığımı unutunca kapağında tavşan fotoğrafı olan ve adı üç harfli olan bir kitabı bu özellikleriyle sormak biraz tuhaf kaçacağından kitabı Yasemen bana sorana kadar resmen unuttum.
"Bu kitabı bulabilir miyiz?" diye mesaj atınca, "A-ha, tabii buluruz hem de 2 tane" diye havamı attım.
Atmasam iyiymiş :)
Nadirkitapta 60 liraya buldum ve şok oldum.
Sonrasında "Baskısı Olmayan Kitapların Dedektörü" Kırvırcık Kuzen Merve yayınevinin sitesinde son 1 adet bulduğunu söyleyince havalara uçtum. (GECE, sen demiştin değil mi, pdf var diye, ben henüz pdf kitap okumaya başlamadım 🙈 )
Peki bu kitap kimin olacaktı?
Dırın dırın...
Tabii ki Yasemen'e verecektim ama öncesinde "okuyabilir miyim?" dedim, o da "sakın dokunma bile" demek yerine "istediğin gibi not al, çiz" deyince (ki bunu demese iyiydi) kitapta ağladığım yerleri bile not aldım. (tam burada ağladım gibi :)
Kitap bana ilk başta "ağır/anlaşılmaz" gibi görünüp gözüm korkmuştu çünkü çoğunlukla çocuk edebiyatı okuduğumdan ağır veya ağdalı dile alışmakta zorlanıyorum.
İlk 50 sayfada korktuğum başıma geldi ve kendimi bir yol ayrımında buldum.
Tamam mı devam mı?
Bu noktada Nurşen Ablaya kulak verdim ve devam ettim, içimden bir ses devamının daha akıcı olacağını söylüyordu veya ben dile alışacaktım.
Tam da öyle oldu, iyi ki devam etmişim.
Kitabın içerisinde neredeyse hiç diyalog yok ve "aksiyon" olarak yaşanan sadece birkaç olay var: öldü-taşındı-gezdi-geri döndü gibi (ölen ve gezen başka kişiler tabii yoksa zombi kitabı olurdu) Kitapta 4 ana bölüm var: Toprak, Ateş, Su ve Hava (5. element tahta demeyeceğim, kitabın ruhuna ayıp etmiş olurum :P )
Hikayenin içerisinde de toplamda 9-10 karakter olsa da asıl olay yaşlı amca Vince, onun karısı Etelka, kızları Iza ve onun eski eşi Antal arasında geçiyor diyebilirim. Ama daha da özelinde ben bu kitabı anne-kız kitabı olarak yorumladım.
Vince öldükten sonra İza annesini yaşadığı şehir Budapeşte'ye götürür ve ikisi de bu yeni duruma alışmaya çalışır.
Nadiren İza'ya da hak vermeye çalışsam da yok ana yüreği kalbim yine ihtiyar anasından yanaydı. İkisi neden oturup düzgün şekilde konuş(a)madılar bilmiyorum. Onların yerine kitap boyunca ben konuştum, Yasemen bu notları okurken eminim çok gülecek :)


İlk olarak eşine ölesiye bağlı bir kadının hasta da olsa eşini ani bir şekilde kaybetmesi beni çok etkiledi:
"Yaşlı kadın ona daha dikkatli bakınca, önceki günden bu yana değişenin burnu değil, çukurlaşan yanakları olduğunu anladı. Beni terk etti diye düşündü. Beklemedi beni. Kırk dokuz yıl boyunca bütün düşüncelerinden haberdar oldum. Ve şimdi, öteki tarafa ne götürdüğünü bilmiyorum. Beni terk etti." 

Sonra Etelka İza'nın yanına taşınır ve onun için bir şeyler yapmaya çalıştıkça daha da dibe batar.

"Bunu da açıklamayı beceremem ona diye düşündü ihtiyar kadın. Ona sevgisinden ötürü iyi bir kahya rolü oynamak, eve göz kulak olmak, onca zahmetle kazandığı parayı koruyup arttırmak istediğini nasıl anlatacaktı ki İza'ya?"

Tam buralarda gözleri kör olmuş anasının yaptığı şeyleri görmeyen İza'yı bir acayip dövesim geldi, hele ki o yazar bozuntusu sevgilisi Domokos'a iki çift lafım bile hazırdı :)

"Terez'e fedakarlığını kabul edemeyeceğini, yük olduğunu hissetmektense ölmeyi yeğleyeceğini anlatamadan, yeniden sokaklarda aylak aylak dolaşmaya koyuldu."

Sonrasında annenin 76. yaş gününde yaşananlar ve kuru pasta detayı ile bende gözyaşları durdurulamadı, Etelka'ya misafir olup tombala oynayasım geldi.

İza'nın annesini oyalamak için bulduğu saçma sabuk yöntemleri her seferinde "bunları bulacağına dışarı çıkartıp bir Türk kahvesi içip annenin gözlerine bakıp sohbet etsen daha iyi küçük hanım" diyesim geldi.

"İza annesinin dönen oyunu anladığını tahmin etti: Onu meşgul etmek istiyorum, ama yeleği asla giymeyeceğimi, mağazalardan çok daha güzellerini aldığımı biliyor. Ne yapmalı?" 

Ah teyzecim, ver sen o yelekleri ben giyerim...

Ama en sonunda Etelka Teyzecim patlar: "Boş ver! Yarın sabah gidiyorum işte, azarlama beni..."

"Eve dönüş, geçmişle buluşma. Canlı bir varlık olan evi ona kendi hikayesini anlatıyor, hiçbir soruyu yanıtlamayan yaşlı kadın ona dilsiz cevaplar veriyordu."

Daha da yazacaktım ama okuyacak olanlar için spoiler olmasın diye kendimi tutuyorum.
Anne-kızın rol değişimleri, Iza'nın hayata karşı bencil ve soğuk tutumu, Etelka'nın içsel konuşmaları, tedirginlikleri, çekinceleri, üzüntüleri beni çok etkiledi.

Bu kitaptan nerelere gittiğimi anlatsam ayrı bir yazı konusu olur :) Ama şunu hatırlayacağım, anacım benim için yelek örecek olursa onu mutlulukla giyeceğim. Nokta. Benim ördüğümü Elif giymezse de ona bu kitabı okuturum :P

Yazarın KAPI kitabı ile devam etmeyi düşünüyorum.

Kitap Yasemen'e gitmeden önce Yağmur ile buluşacak, bakalım o ne notlar yazacak kitaba.
Canım Nurşen Abla, nitelikli kitaplar tavsiye ederek bize ne kadar iyilik yaptığının farkında mısın bilmiyorum.
Bilmiyorsan diye yazıyorum: İYİ Kİ VARSIN!


Devamını oku »

19 Aralık 2016 Pazartesi

Hikayebaz Oldum!

Bir süredir "hikaye anlatıcılığı" ile ilgili bir şeyler ilgimi çekiyor ama hani böyle oldukça uzaktan. Bu ilgi ile ilgili "ne yaptın" diye sorsalar "hiçbir şey" diyebilecek boyuttayım.
Bunu bilen bir arkadaşım Hacettepe Üniversitesi'nin Çocuk Gelişimi bölümü öğrencilerinin (HUCGET) organizasyonuyla düzenlenen "Tuğba Canşalı ile Hikayeler Eğitimi"ni bana söylediğinde ilk tepkim "Ama nasıl olur ki?"den ziyade "Hemen gitmeliyim" oldu.
Aradaki minik detayları atlıyorum ve 17 Aralık Cumartesi günü katıldığım bu etkinliğe geçiyorum.
Öncelikle ortaya konan nesnelerden bizim için bir şey ifade eden bir nesneyi seçmemiz istendi ve tabii ki benim tercihim Elifin favori hayvanı ZÜRAFA oldu :)

O kadar çok oyun oynadık ki bir an kendimi Elifin kreşinde hissettim :) Onlardan biri de arkadaşından devraldığın cümleyi içinde kartındaki simge geçen bir şekilde bir iki cümle ile tamamlayıp bir sonraki kişiye devretmekti.

Denizatının anlamını son dönem tanıştığım canım Arzu "aile simgesi" olarak hayatıma kattığı için, ona gönderme yapan bir şeyler söyledim.
Ve ardından yine gruplara ayrıldık ve çektiğimiz kartlara göre "hikaye" yazdık:
Sonlara doğru "çocuklar" için "renkler"i nasıl anlatabileceğimiz üzerine bir hikaye yazdık ve şu an içeriğini tam da hatırlayamadığım bir dolu oyun oynadık :)
Resmen çocuklar gibi şen'dim!
Sabah eğitim başlamadan hemen önce Kayseri'den gelen haberden sonra herkesin yüzü düşmüştü ama gerçekten bir şekilde de olsa devam etmezsek "yaşayan ölüler" olma yolunda ilerleme ihtimalimiz olacağından çalışmaya devam ettik.
Ve günün sonunda ben Hikayebaz oldum :)
Daha detaylı yazacak kadar vaktim yok, vakit bulduğumda da unutabilirim diye düşünüp kısaca ekledim. Facebookta muhtemelen bir dolu fotoğraf vardır ama hesabım olmadığından göremedim.
Tuğba ve Eda Hoca ile tanışmış olduğum için mutlu hissettim ama en çok yaşları benden en az 10 yaş küçük bir grupla bir arada olup güldüğüm ve an'da kaldığım için şanslı buldum kendimi.
Bizim nesil çoktan umudunu kaybetme eğilimine girmişken bizden sonraki nesilde umudun yeşermeye devam ettiğini görmek bana da iyi geldi.
Eda Bayraktar'ı Albayrak ile karıştırıp Bidigago kitabını imzalatmaya götürmem ise biraz komikti ama neyse bu da oyunun bir parçası olarak görülebilir diyelim :)
Keşke tüm öğretmenler ve eğitimciler bu atölyeye katılabilse dedim.
Çocuklar için "gezegenler" konusunu anlatan ekibi hiç unutamayacağım mesela, içinde AŞK bile vardı :)
Bir de kartında Nuri Bilge Ceylan çıkan bir ekibin bunu "yönetmen" olarak vermemesi ve Nuri, Bilge ve Ceylan arasında bir aşk üçgeni yaratması beni benden aldı, kahkahayı koyverdim :)
Bu yazıya denk gelir misiniz bilmiyorum ama canım ekip arkadaşlarım neredeyse tüm gün "Elif de şöyle yapar" diye başınızın etini şişirmeme müsade ettiğiniz için ayrıca teşekkürler.

Kayra, Kezban, Şeriban, Ali ve Yusuf'un "değerler" temalı hikayesi ise hala aklımda. Burada yazmayayım ama yüz yüze geldiğim arkadaşlara bu hikayeyi kesin anlatacağım, tepkilerini merak ediyorum.

*Tuğba Canşalı'nın web sitesi şurada, Eda Bayraktar'ın web sitesi de burada. Eğitim takvimini takip etmenizi öneririm :)
Devamını oku »