Drop Down MenusCSS Drop Down MenuPure CSS Dropdown Menu




24 Ağustos 2015 Pazartesi

Mini Tatil- Erdemli :)

Başlıkta "mini" yazmış olmam sizi yanıltmasın, kooocaman bir haftalık bir tatildi bizimkisi hem de Elif ile baş başa. Karabalık iş ve izin işlerini ayarlayamayınca, biz de atladık uçağa gittik anane yanına yazlığa, Mersin-Erdemli'ye.
Babası yokken ne yaparım, çok yorulur muyum diyordum ama sağ olsun annem gece nöbetlerinde çok yardımcı oldu. "Tatil" dediysem ben tabii ki dinlenemedim ama ailecek bol bol vakit geçirmiş olduk, deniz havası aldık, bunlar da yeterli.
Annem, teyzem, Eda, ben, Elif ve tatlışko yeğenim bir balık Ayça ile güzel bir hafta geçirdik. Ara ara kuzenler de eklenince tatilimiz çok neşeli oldu.
Tatilden minik notlar da yazayım, inşallah sonraki tatillerimizde dönüp okur faydalanırım bu yazıdan.
- Ana-kız olarak bir orta boy bavula sığdık. Aslında küçüğe de sığardık ama oradan neler alırım bilemediğim için tam dolu olmasa da orta boy valizle gittik geldik.
- Uçakta Elif kesinlikle uyumadı hatta içi bile geçmedi :)
- Giderken daha rahattık, rötarsız olarak gündüz vakti kitap okuyup bir şeyler kemirerek 1 saati tamamladık. Dönüş yolculuğumuz apayrı bir yazı konusu bile olurdu ama lafı uzatmış, olayı abartmış olmayayım, 2 saat son dakika rötarıyla gecenin bir vakti eve geldik ve Elif uçakta yine uyumadı :) Adana havalimanı oldukça küçük, birkaç uçak birden rötar yapınca oturup bekleyecek yeri zor buldum. Elif sağa sola doğal olarak koşturmak istiyorken neyse ki yanımıza çocuklu birileri oturdu. Sol tarafımızda 3 yaşında bir erkek çocuğu, sağ tarafımızda 5 yaşında bir kız çocuğu, karşımızda -pek konuşmasa da- 3 yaşında bir kız çocuğu ile 2 saati tamamladık. Oh çok şükür. İlk başta gecikmenin ne kadar olacağı da söylenmedi. 1 saatin sonunda açıklama yaptılar. Duruma hiç şaşırmadım, işin aslı kızmadım da sadece biraz yoruldum. Yanımızdaki 1minik paket balık krakerin bu kadar bereketli olup 4 çocuğa yetebileceğini öğrenmiş oldum mesela. (her biri yaşı kadar kraker istiyordu da :P ) Uçaktaki gecikmeyi görüp üzülmüştüm ama sonra şunu düşündüm: 1. her şerde vardır bir hayır, 2. geç olsun güç olmasın (atasözlerimiz boşa söylenmemiştir herhalde), 3. durumdan keyif almaya bak. Eve geldiğimizde 01.30du, yattığımda saat 02.30du, bayılmışım tabii ki.
- Elif, minik kuşum Ayça'yı (6 aylık) bayağı kıskandı. Benim kucağımdayken Ayça, Elif hırçın davrandı. İkisini kucağıma alıp sevdiğimde Ayça'yı itti. Bir de Ayça ne yerse -püre vs- Elif de istedi, verdik :) Severken de illa ki gözüne parmağını soktu. Ama bence ilerde süper kanka olurlar, neticede aralarında 1 yaş bile yok.
-Elif için birkaç farklı mayo almıştım. Koruyuculu olan mayosunu giydirdim daha çok, güneş kremi de çok fazla  sürmedim. Bizim sahil pek kumluk olmadığından kovasıyla pek oynayamadı ama yine de denizi çok sevdi.

- Kedi, köpek ve kuşun bol olduğu bir yerdi, her birine ayrı çığlıklarla tezahürat yaptı Elif de.
- Tantuni, kebap ve sıkma yedim; yaşasın. Şimdi yazarken fark ettim ki bici biciyi unutmuşum. Anneme söylesem dert olur, paketleyip göndermeye kalkar :)

Adana Kebap, pilavsız olur :)

Domates ezmesi nasıl desem? Bir harikaydı mmmm :)

Sıkmalar :)
- Birtakım projelerim için taş topladım. Boyamak için değil. Daha geçen seneki taşlarım duruyor öylece. Bu senekiler minik çakıl taşlarıydı. Sebebi bu yazıda saklı. Yapabilirsem onu da yazarım buraya.
- "Elif ve uyku" konu başlığını burada açmayayım ama kısaca Elifin pek az ve zorlukla uyuduğunu, sıklıkla uyandığını, benim genelde sersem dolaştığımı yazmadan da geçemem. Yok yapamam bunu :)
- Denizi çoooook ama çooooook özlemişim. Şu herkesin kafasının bir köşesindeki emeklilik hayali olan "sahil kasabası" fikrini neden önce yap(a)madığını sorgulamaya başladım. Aklıma "Balık Tutma Dersleri" kitabı geldi. Hani şu bildik hikaye, sandalında balık tutarken mutlu bir amca var, yanına bir iş adamı geliyor ve ona bol para kazanmanın yollarını anlatıyor. En sonunda balıkçı "peki sonra ne yapacağım" dediğinde "kendine minik bir sandal alıp keyifle balık tutarsın" diyor ve balıkçı da "e zaten ben onu şimdi yapıyorum" diyor ya... Bizimkisi cidden o hesap. Sandalda balık tut,mutlu yaşa ne oluyor sanki büyük şehirde trafik strestinde cebelleşiyorken, bilmiyorum ki...
Bu yazıyı yazmaya sabah başlamıştım, fırsat buldukça yazdım ve fark ettim ki bugün en az 5 kişiye "Sana Elif'in tatil fotoğraflarını göstermiş miydim?" diyerek kızımla çaktırmadan hasret giderdim :)
Bir de bu tatilde dikkatimi çeken şeylerden biri de benim "temizlik" anlayışım ile "genel" ahalinin temizlik anlayışının pek uymaması oldu. Havaalanında Elif yere oturdu, yeri elledi, milletin oturduğu yerlere tırmandı, sandalye başlarını yaladı ve sonra aynı elleriyle balık kraker yedi. Bu beni 1 gram rahatsız etmedi. Çevredeki anneler müdahale etmeye kalkınca ben onlara müdahale ettim, "bırakınız yapsınlar" diyerek. Çocuğu yeri ellediği her seferden sonra çocuğunun ellerini ıslak mendille silen anne gördüm. Eleştirmiyorum, demek ki yüreği var. Bir de olmazsa olmaz "ayyy daha çok küçük, kreşe mi gidiyor, kış için Allah güç versin çok hasta oluyor"cular vardı. Bu türü her alanda yetişebilen bir sebzeye benzetmek istesem sanırım bu, maydanoz olurdu :)
Bu tatil de böyle geçti, güzeldi, hoştu, eğlenceliydi, Ayçalıydı, anneliydi, denizliydi...
Çok şükür :)
Devamını oku »

14 Ağustos 2015 Cuma

Wave - BDK :)

Deniz karşımda olsaydı, ona doğru koşar ve ne yapacağını hiç düşünmeden ona sarılırdım. Bir müddet de öyle kalırdım.
Ankara'yı hala sevmiyor olmamda (13 yıldır) deniz eksikliğinin etkisi çok büyük. Oldukça çorak bir arazi ve yüzleri gülmeyen mesafeli insanlar da bu sevgisizliğimi arttırdı sanırım.
Yazın gelmesi demek benim için işin aslı denizi görmekten başka bir şey ifade etmiyor.
Yıllardır yapabildiğim tatiller sadece 5'er günlük olduğu için "yaşasın yaz geldi, tatile gidelim" havasında değilim. Hatta bugün iyice fark ettim ki ben "yaz insanı" değilim :)
Hayalimde güzel bir sonbahar havası var; dışarıda ince bir hırkalık serin hava, yürüyüş yapıp yine hülyalara dalmışım sonra da eve gelip bu hülyaları çalışma masama dökmüşüm. İçinde biraz sonbahar yaprakları biraz da yapmak istediklerim, baharat niyetine de yürüyüşte keşfettiklerim var.
Sonbahar bende çalışma ve üretme duygusu uyandırıyor. Yazın uzun ama verimsiz geçen günlerinin aksine sonbaharda bir huzur var sanki.
Bu yazının konusu sonbahar sevgim değil elbette, sonunda ve inşallah denize kavuşacak olmamız. 1 haftalık Mersin anane yazlığında konaklayıp, minik yeğenim Ayça balığını çokça mıncırıp denizi izlemek istiyorum. Denize ilişkin hayalimde "yüzmek" de yok. (tamam bir ara girerim de elbette) Ama önce denizle bir hasret gidereyim bakalım, 1 yılda neler yapmış, ben yokken neler neler olmuş oralarda :)
BDK'da Wave hakkında bir şeyler yazmıştım, okumak isteyen olursa buradan bakabilir. (Wave hakkında meğer önceden blogda da yazmışım :)
İçinde "deniz" geçen, benim şimdiye kadar okuduğum en güzel kitaptır kendisi. Denize olan özlemimi bu kitapla gideriyorum bile diyebilirim. İçinde yazı yok, ki böyle bir şeye gerek de yok. Çizen kişi Suzy Lee olunca (evet bir ara Suzy Lee'nin hayal dünyasıyla ilgili beyin kıvrımlarına dalma planı da yapmalıyım :)

Bizim yazlık hikayesini de inşallah dönüşte uzun uzun yazayım.
Geçen seneki hikayemiz de buradaymış, az önce okudum yeniden, son cümlede yer alan sözümüzü tutamamışız ama bu sene umarım ki bu sözü tutacağım(z), öyle değil mi kara balık :)

Devamını oku »

12 Ağustos 2015 Çarşamba

Elif'in Kreş Günlüğü -3

Son yazıdan beri değişen şeyler oldu tabii ki.
"Ben kızımı geri istiyorum"dan sonraki gün kreşte kaldım ve uzaktan Elifi gözlemledim. Maşallah gayet de mutluydu. İçime su serpildi, keyfim yerine geldi.
Ertesi haftanın başında Elifin 2 yaşındaki iki çocuğu ısırdığını öğrendik. Bu da olabilir... Yarın Elif de ısırılabilir neticede.
Öğretmeni Elifin cesaretine hayran kaldığını kaydırak, salıncak, oyun alanı gibi şeylerde arkasına bakmadan her şeyi kendi yapmaya çalıştığını söyledi. O da güzel.
Kreşten beri normalde hiç yemediği muz ve domatesi yemeye, süt içmeye başladı. Şaşırdık. Öğretmeni "daha çok şaşıracaksınız" dedi :)
Ve geçen hafta hafif burun akıntısıyla başlayan ve yaklaşık 4 gün yoğun olarak ateşli geçen günlerden sonra anladım ki 16 aylık bir bebeği evde tek başına eylemek gittikçe zorlaşmış. Belki hasta olmasının da etkisiyle birkaç gün bir hayli zor geçti. Bu süreçte "ee çocuk büyütmek kolay değil" laflarını duyduk. Gülümsedim sadece ama inanın insan sadece "seni anlıyorum" cümlesini duymak istiyor o kadar. Geçici olduğunu ve durumumuza şükretmemiz gerektiğini biliyoruz zaten. Sadece o an, yani tam olarak "o an"larda, insan kendini yorgun, halsiz, uykusuz(belki çaresiz) hissettiğinde "seni anlıyorum", "çok yakında geçecek bu günler" cümlesi duymak kadar iç ferahlatıcı bir şey olamaz.
Elif son 1 aydır ciddi şekilde ağlama krizi, inatlaşma hareketleri gösteriyor. Kreşteki psikolog bunun gelişiminin bir parçası olduğunu söylüyor. Gerçekten bir sebep varsa önemseyin ama yoksa olayı sıradanlaştırın, dikkatini dağıtın diyor.
Kreş maşallah şimdilik iyi gidiyor. Doktoru, hemşiresi, psikologu ve öğretmeni bize güven veriyor, Elif de mutlulukla gidiyor kreşe.
İnşallah böyle devam eder.
Elifle daha az vakit geçirdiğim için üzüldüğüm zamanlarda aklıma "evde olsak, daha çok vakit geçirsek ama ben ona bu kadar sabırlı davranamasam" gibi zıt bir düşünce getiriyorum. Vicdan azabım oldukça hafifliyor.
Beni/bizi çok özlediğini görebiliyorum. Hatta dün iş yerinden biri "kreşe gitmesinin ve sizinle vakit geçirememesinin hüznünü ömür boyu yaşayacak" deyip kalbimin ortasına derin bir çizgi çekip yutkunmama sebep olsa da yaşadığımız olayın iyi taraflarına odaklanmaya ve bu durumdan keyif almaya çabalıyorum.
Kolay olmuyor ama deniyorum...

Bu şekil bir ağaç mı yoksa bir geyik mi :)



Devamını oku »

11 Ağustos 2015 Salı

Günün Mutluluk Sebebi- 7

Mutluluk sebeplerim git gide artıyor, çok şükür.
Ya da aslında onlar hep önümde ama ben bakmayı değil görmeyi tercih ediyorum, kim bilir :)
Geçen cuma günü Elif'in kreşini ziyaret ettiğimden beri aklım çok daha rahat, inşallah böyle devam eder. Onu ayrıca kreş günlüğünde yazayım.
Cuma günü ayrıca bir şey daha oldu ki... Kendim için bir şey yaptım. Uzun zamandır ilk defa. "Manikür/pedikür" gibi bir şey ama değil yani "kızsal" bir faaliyet değil ama bu işlemi yaptıran insanların ne kadar rahatladıklarını ve mutlu olduklarını gördüğümden ve bildiğimden bu örneği verdim :)
Aslında tam olarak önemli olan "yaptığım şey" değil. Sadece onu akıl edebilmiş olmam(düşünce), yapmak için çaba sarf etmem (kararlılık) ve bunu yapmam (eylem). Kendimi formül yazıyor gibi hissettim. Birazdan da bir şeyler çıkartıp ekleyeceğim ve puf!
Bunda son zamanlarda çok fazla Roald Dahl okumuş olmamın ve harika formüller öğrenmiş olmamın etkisi var.
Roald Dahl ile ilgili Eylül ayı için aklımda şahane bir fikir var, içim nasıl desem... Dans ediyor ama öyle tango falan değil, bildiğin latin dansı. (yasemen, aklıma sen geldin ya, bak çok güldüm şimdi :)
Bu ara okuma hızım artmış gibi görünse de yok bana yine yetmiyor bu doz... sanki bünyem "esoşçum, dozu arttıralım" diyor.
İşyerinin bahçesinde şahane bir yer keşfettim, burası o günden beri "mutluluk sebebi" deyince aklıma gelen görüntü. Sanki canım sıkıldığında bir şeyler içip (bak hala formül yazıyorum, iksirler içiyorum) buradaki delikten aşağı gireceğim(düşmeyeceğim ama) ve harika bir keşfe çıkacağım gibi hissediyorum. Son zamanlarda Alice de okumadım ama :)

"Ağaçta delik yok ki" demeyin, aslında var :)
İşyerine çantamın haricinde "kitap çantası" ile geldiğim günler kendimi çok "havalı" hissediyorum. Kitaplarım benimle olunca çok daha iyi hissediyorum, elimde olsa işyerindeki masama mini kitaplık kurardım :) Sanki oraya iş yapmaya değil de kitap okumaya gidiyorum, hayale bak.
Geçen hafta Elif 4 gün kadar 40 derece ateşliydi, bu tabii ki "mutluluk sebebimiz" değildi ama "şükür sebebimiz"di. hasta olduğum zaman neden bilmiyorum, şükretme ihtiyacı hissediyorum. "Hastalığımız sadece bu kadar olsun, çok şükür" gibi. Bunu en çok kolikte hissetmiştim. Elif ağlar ben ağlarken hep şükretmiştim başımıza başka bir şey gelmediği için.
İçimi pır pır eden bir diğer olay da 2.matruşkasınının tekmelerini yiyen sevgili Kitana  Tekmeleri yiyor olmasından hoşlanıyor değilim elbette ama tekmeleri atan bıdıktan dolayı çok heyecanlıyım..Gelişmeleri heyecanla takipteyim, hani buraya da yazmış olayım sevgili kitana :)
Bir de bu ara kafamda dönüp duran tilkiler var.Onları da daha sonra yazayım :)


Devamını oku »

4 Ağustos 2015 Salı

Yıldızkız gibi "Özgür" Hissetmek

"Özgür olmak" ve "özgür "hissetmek"
Yıldızkız'ı okuduğumdan beri aklımda olan ifadeler (sorgulamalar)
Kitap yorumumu fark ettim ki kısa yazmışım, sanırım heyecandan.
Burada yazacaklarım ise kitabı okuduktan sonra kitabın bende bıraktığı izleri, düşünceleri.
İkinci kitabı bitirir bitirmez yorumumu yazdığım için ilk kitaptan bahsetmemişim, yazık.
İlk kitabın oldukça etkileyici taraflarını atlamışım.
Bunlardan bence en önemlisi "yıldızkız hissiyatı"
Hani nasıl desem...
Çevrendeki insanlar hakkında ne düşünür ya da ne konuşur acaba diye düşünmeden gerçekten içinden geldiği gibi davranabilmek.
Kişisel gelişim evresinin üst basamaklarından biri olsa gerek.
Hoşlandığı çocuk Leo bu "özgür" hallerden biraz utanıp sıkılmaya başlayınca Yıldızkız sevdiği çocuk için "Susan" olmaya karar verir. Herkes gibi etiketi olan markalı kıyafetler giyer, makyaj yapar ancak çoğunlukla omzunda gezdirdiği sıçanı (fare değil) Tarçın'ı evde bırakır. Yardıma ihtiyacı olan insanları görmezden gelir, alışveriş merkezinde küçük çocuklar bulup sevinsin diye yere düşürdüğü (attığı) bozuk paraları unutmaya başlar ve "sıradan" birine dönüşür.
Tabii ki bu da çözüm getirmez ve neyse ki kısa sürede tekrardan  "Yıldızkız" olur. Zaten Archie de onun bu halini sevmemişti, ben de hem kızmış hem de ağlamıştım.
Karakterlerin değişimleri beni hep çok etkiler. İyi de olsa kötü de olsa bu değişimin satır aralarını okumayı severim. Aklıma ilk olarak hala hakkında yazı yazamadığım Mucizeleri Saymak kitabındaki sosyal hizmetler uzmanı çocuk geldi. Adını hatırlayamadım şimdi ama o kadar kendime benzetmiştim ki uyuşukluğunu :) Neyse kitabın sonunda totosunu kaldırmaya başlamıştı. Oh be :)
Yıldızkız zaman zaman "azize mi olmak istiyorsun" sorularına maruz kalsa ve buna üzülse de aslında  onun tek yaptığı şey, kendi gibi olmak.
Archie'nin ofisinde olduğunu sonradan öğrendiğimiz bir "iş yeri ofisi" var ve burada doğum günü olan insanlar için kart hazırlıyor.
Bulunduğu kasaba hakkında bu kadar çok bilgiye ise gazetede kimsenin okumadığı "ölüm ilanları/haberler" köşesinden ulaşıyor.
Biri yakınını kaybettiğinde ona çiçek gönderiyor ama asla hiçbir yere ismini yazmıyor. Hatta "neden yazayım ki?" diyor. "önemli olan onun mutlu olmuş olması  değil mi?"
Yazılan hiçbir satır, diyalog, anlatım yapmacık ya da uydurma gibi gelmiyor.
Bu kitabı okurken de sonrasında da "peki ben, ben ne yapıyorum" diye kendime sordum.
Çevremdeki insanları sebepli/sebepsiz mutlu etmeye çalışıyor muyum? Belki bazen.
Kendim için bunu yapıyor muyum? "Günün mutluluk sebepleri"ile biraz farkındalığım arttı denebilir.
Bu kitapla beraber "neden yapmıyorum ki" diye aklıma gelen bir şey hatta en önemli şey de gün doğumlarını kaçırmamak oldu. Bunun için daha sakin bir yere gitmeyi bekliyorum sanırım. Malum şu anki şehir hayatından değil gün doğumunu binaların yüksekliğinden güneşi göremeyeceğiz. Ama neyse ki gün batımını görebiliyorum. Aklıma yıllar önce Nemrutta izlediğim gün doğumu geliyor hep. Gecenin bir vakti titreyerek yaptığımız tırmanıştan sonra güneşin sanki üzerimize doğuşunu izlemiştik. Harikaydı. Bence enerjisi çok yüksek bir olay güneşin doğuşu. Batışta biraz hüzün de var ne de olsa ama onun da fotoğraf kalitesi için rengi harika oluyor.
Yıldızkız'ın toplamda 20 çakıltaşı ve bir adet mutluluk vagonu var. Vagonun içine mutlu oldukça bir taş koyuyor, mutsuzken de bir taşı vagondan çıkarıyor. Bu fikir çok hoşuma gitti. Kendime bir vagon yapmaya karar verdim. Bakalım yapabilirsem paylaşırım burada da.
Çok sevdiğim bir bölümden alıntı yapacaktım lakin tüm sayfa olunca fotoğrafını çektim, kolaya kaçmak böyle bir şey olsa gerek :)

Bir de insanlar için kart hazırlamak demişken sayılır mı bilmiyorum ama ben de son iki yıldır sevdiğim insanlara el yapımı kartlar gönderiyorum yılbaşında. Hatta bu sene için de çok heyecanlıyım daha Ağustosta olmamıza rağmen :)
Eskiden kendimi daha "özgür" hissederdim sanırım. Bir sorumluluğum yoktu belki de. İş hayatı, evlilik ve Elifli hayatta "ha" deyince yapamadığım şeyleri görebiliyorum. Belki önemli olan "yapabildiklerime" odaklanmaktır. Çok klasik bir laf ama doğrusu da bu değil mi? Avucumun içinde olmayan çikolatalar için ağladığımda elime ne geçiyor ki? (Bu örnek de tam yanımda olan m&m's pakedi için :)

Yıldızkız deyince aklıma biraz çakıl taşı biraz gün doğumu ve bolca mutluluk gelecek :)



Devamını oku »

2 Ağustos 2015 Pazar

Yıldızkız ve Yıldızlı Sevgi

Bazı kitaplara torpil yaptığımı hissediyorum.
Bu iki kitap da onlardan, okurken torpil yapmayı sevdiklerimden.
Bazı yerlerde daha yavaş bazı yerlerde de daha hızlı okuyup kitabı -bence- tam olarak içime sindirebildim. Banu yazdığından beri aklımdaydı ancak "baskısı olmayan" kitaplardan oldukları için birazcık peşlerine düşmem gerekti.
Kafamdaki üçlemeden sonra araya giren kitaplar beni çok da mutlu etmemişti,sanırım aradığım böyle bir tatmış.
Devam niteliğinde gibi dursalar da aslında bambaşka bir anlatımları var. Hatta neden bilmiyorum, üçüncü kitap beklentisine bile girdim.
İkinci kitabın anlatım dili daha çok hoşuma gitti çünkü Yıldızkız'ın bakış açısını birinci kitapta çokça merak etmiştim.
Kitabın konusundan da unutmazsam bahsedeyim ama öncelikle beni en çok etkileyen yerleri yazayım:
- Yıldızkız'ı "yıldızkız" yapan yani onun "kendisi" olmasına izin veren bir anne-babaya sahip olması. Babasının mühendisliği bırakıp "hep yapmak istediği bir iş olan" sütçülük yapmaya başlaması ve annesinin sahne kostümleri dikmesi bile bence harika. (Aklıma Clementine'in apartman görevlisi babası ve ressam annesi geldi :)
-Archie. Kumkurdu gibi... Böyle bir dost bir insanın hayatında kesinlikle olmalı.
- Dootsie: Kitaba neşe katan bazı yerlerde bana kahkaha attıran 6 yaşındaki küçük komşu kızı-kardeş
-Betty Lou ve bülbüller ve senede 1 kere açan -ismini unuttuğum-kaktüs
- Margie: çöreklerinin kokusu burnuma geldi. (Z.Cemali'nin Ballı Çörek Kafetaryası geçti gözümün önünden)
- Alvina: Neden bilmiyorum, siz de sormayın ama bana küçüklüğümü hatırlattı :)
- Charlie ve Grace: Büyük aşk... 6 yaşındayken aynı balığı istediklerinde tanışmışlar, ne tatlı bir hikaye.
- Huffelmeyer'lar: Keşke evlerini ben de görebilseydim.
- Tarçın: Bu harika sıçan ile burun burun yapmayı isterdim.
- Perry: İlk başta hiç sevmedim, sonra sever gibi oldum ama kitaptaki rolünü çok iyi oynamıştı, aklımda limonun çekirdeklerini Yıldızkız'a tükürüşü geldi.
- Leo? "EVET!" Kalp kalp kalp. Heyecan, merak,aşk.
-Gündönümü: Keşke ben de yapabilseydim dediğim ve bu kitabı benim için hep özel kılacak olan olay. Aklıma denizevinde güneş doğmadan önce denizi seyrettiğim zamanlar geldi.

İkinci kitabı henüz bitirdiğim için ondan daha çok etkilenmiş gibi olmayayım ama sanırım gerçek bu. İkinci kitap beni çok daha fazla etkiledi.
Birinci kitapta "yıldızkız" gizemdi, birden ortaya çıkıp ukulelesiyle şarkı söylüyor, o gün doğum günü olan kişiye doğum günü kartı gönderiyor, kaybeden takım için üzülüyor, çölde meditasyon yapıyordu.
Kendine "yıldızkız" diyen evde eğitim görmüş tatlı bir kızın "normal"dünyayı keşfinde aşık olma hikayesi diyebilir miyim bu hikayeye? Derim ama bu cümle çok eksik kalır.
Kitabı okurken aklıma Enginar Kalpler, Mucize Günlükleri kitapları geldi. İlkini neyse ki yazabilmiştim buraya ama ne yazık ki ikincisinden bahsedememiştim, çok etkilenmeme rağmen.
Bir kitap kişiyi nasıl etkiler diye hep düşünmüşümdür. Yani konusu güzeldir ama sana hitap etmeyebilir. Belki harika bir adı vardır ama sen hala 10. sayfadasındır (Yüzyıllık yalnızlık)
Bu kitap da benim için güzel bir tavsiye ve ardından ilk cümlesi ile "etkileyici" oldu.

Elifin güneş doğmadan önce uyandığı, bizi de uyandırdığı ve geri uyumadığı zamanlar geliyor aklıma. (mesela bu sabah :) Demek ki yavrumun bir bildiği varmış. "Uyanın, gökyüzüne bakın ve güneşin doğuşunu kaçırmayın" diyormuş, işte şimdi anladım :)

Çok sevdim ben Yıldızkız'ı.
*Berna, sana da sevgilerimi gönderiyorum :)
** Bir de acaba "Yıldızkız" İthaki Yayınlarından mı çıksaymış diye düşündüm, belki de Hayalperest'e daldım...
*** Kitap çizimimi de yapmadan yatmayayım yoksa rüyamda yıldızların arasında dolaşabilirim :)
Devamını oku »

30 Temmuz 2015 Perşembe

Elif'in Kreş Günlüğü-2


Elif kreşte 7. haftasını bitiriyor yanlış hesaplamadıysam tabii ben :)
İlk yazıdan sonra neler değişti?
Ben kendi içimde bir takım aydınlanmalar yaşadım. Aslında ilk yazıda da bunu belirtmiştim. Yani hayalimdeki şey şuydu: ben işe dönmüyorum, evimizi yine de taşıyoruz daha merkezde bir yere, Elif haftada birkaç gün 2-3 saatlik oyun grubuna katılıyor, ben işe dönmüyorum. "İş" kısmını iki kere yazmış olmam da tesadüf değil bence. Sizce?
İlk 4-5 hafta boyunca itiraf etmem gerekirse çok rahatlamış hissettim. Çünkü fazla fazla bir aradaydık, molamız yoktu ve ikimiz için de değişik bir ortam iyi olacaktı. Oldu. Ama bu süre bitti. Şimdi ben kızımı geri istiyorum.
Elifin kreşte keyifli vakit geçirdiğini henüz konuşamasa da hareketlerinden anlayabiliyoruz. Araba park ederken bile kreşi görüp kollarını kaldırıyor "yaşasıın" şeklinde :)
Kreşe gidene kadar da bir şey yedirmiyoruz ki orada kahvaltısını daha güzel yapsın diye. Arabada şarkı, türkü, oyalama, dikkat dağıtma gibi şeylere zaten alışkınım.
Yalnız akşamları ben biraz kötü oluyorum. Bu ara özellikle Elifi almamız 6'yı geçe oluyor. Öğretmeni de geliş saatinizi biliyor, mümkünse 17.30da gelin dedi ama biz buna uyamıyoruz :/ Hatta geçen gün 18.20 gibi aldık, Elif iyiydi de ben ağladım iyi mi :/ Sabahları bırakırken etkilenmesin diye hemen bırakıp çıkıyoruz, durumu anlayamıyoruz işe yetişme telaşından. Öğleden sonra bende karıncalanma başlıyor zaten. Hep bir gidip görsem halim var, uzaktan tabii. Öğretmeni Elifin maşallah sınıfta en küçük olmasına rağmen gayet sosyal, uyumlu olduğunu söyledi. Ondan büyüklerle arasında 6-8 ay var. Akşamları bize koşuşundan bizi özlemiş olduğunu hissediyorum. Ama öğretmeniyle de çok gülerek ayrılıyorlar. El sallama, öpücük seansları oluyor :)
Sonrasında "vicdan" konuşmaya başlıyor: "Elif çok küçük değil mi?", "Acaba biraz daha evde dursa olmaz mıydı?" diye.
Elifin evde durabilmesinin benim gözümde tek yolu benim de evde durmam. Yani amacım çocuğu -ne olursa olsun- evde tutmak değil, benimle evde durmasıydı. Bakıcı, aile büyükleri -yine büyük konuşmuş olmayayım- seçenek değil bizim için. "İznim varken ben biraz daha baksaydım çocuğuma" cümlesini susturamıyorum. Mücadele etmezsem belki susar, bilmiyorum.
Tabii ki bunda her gün en az 3-5 kere duyduğum "hiii, küçücük çocuk kreşte mi?", "e nasıl bırakıyorsun, ağlamıyor mu?" cümlelerinin de etkisi oluyor. Söylediğim cevap hep aynı: "Biz vicdansız anne babayız". Konu kapanıyor. Bir de insanlar ısrarla Elifin ağladığını duymak istiyor gibi. "Ağlamıyor" deyince tuhaf bakışlar oluyor ve şu cümle geliyor arkasından "evde seninle sıkılmış demek". "Evet, çok sıktım ben çocuğu, tüm gün değil dışarı çıkarmak yatağından bile almıyordum dışarı" diyorum. Susuyorlar.
Neden böylesi bir laf ebeliği mücadelesi var? Gülüp geçtiğim zamanlarda daha çok konuşma hakkı elde ettiklerini düşündüklerinden bu cümlelerin dozu da kaçıyor, daha çok canım sıkılıyor.
Ama illa sıkılıyor sanırım, yazınca daha çok anladım. Hatta yazınca biraz daha rahatladım ki benim için blogun amacı da buydu. Yani buraya yazdıklarımı günlüğüme de yazabilirim-ki bir kısmını yazıyorum zaten- ancak bir etkileşim kuramam. Aslında sen sevgili okur, yorum yazdığında/hayatından bir şeyler paylaştığında/"ben de yaşadım, üzülme geçiyor" dediğinde insanın içine cidden su serpiliyor. Yeri gelmişken teşekkür edeyim :)
Bugünlerde Elifi bir iki saatliğine uzaktan izlemek gibi bir niyetle okuluna gideceğim. Öğretmeni yanlış anlamasın diye önceden sordum, böyle bir niyetim var, ne zaman geleyim dedim. "Bizim için hiç fark etmez, siz ne zaman uygunsanız" dedi. Zaten geçen gün onun yanında ağladığım için durumumu gayet net biliyor.
İlk yazımda demiştim ya, ben bazı şeyleri geç anlarım diye. İşte bu da onlardan biri. "Normal" insanlar ilk aylarda ağlar, sonra durulur. Ben ilk başta "cool" takılırım-neden bilmiyorum- sonra da patlar.
Geçen hafta sevdiğim bir arkadaşıma şu mesajı attığımı hatırlıyorum: "bende bir sorun var sanırım, ben Elifi özlemiyorum". Bu ikisi ne yaman çelişkidir aslında değil mi? O günden bugüne neler mi değişti yani 1 haftada.
Elif son zamanlarda oldukça fazla inat, ağlama krizi, bağırma krizi, gece terörü gibi şeyler yapmaya başladı. O kadar sabrım tükendi ki aylar önce çok bunalıp ona bağırdığım zamanlara döndüm. Bu da çarpı iki vicdan demek ne yazık ki :/ Bu hafta ise gelişim süreçleriyle ilgili bir şeyler okudum ve onu anlamaya çalıştım. Yaşadığı değişiklikler, diş süreçleri, bir anda tüm gün ayrılmamız vs. Hepsi için ona daha fazla sabır göstermeliyim. Bağırarak halledebileceğim bir şey yok. Tek yapmam gereken aslında onu biraz daha anlamaya, dinlemeye çalışmak. Kriz anlarını önceden görüp dikkatini dağıtmak. Bunu yapabilmem için de işe başlamadan önce güzel bir tatile gidebilseydik tam süper olacaktı ama olmadı. Elimizdekilerle yetinmesini ve şükretmeyi de bilmek gerek sanırım. Ben de bolca bir şeyler yazıyorum, çiziyorum, okuyorum. Zihnimi boşaltacak güzel bir fiziksel aktivite arıyorum ki aslında bunun yürüyüş olduğunu da biliyorum ama yap(a)mıyorum.
Kısacası Elifi çok özlüyorum.
Eski hayatımıza dönebilme imkanımız olsa pazarlık yapar, evi değiştirmek şartıyla, bu imkana balıklama atlardım.
Elif 11.5 aylık, Avusturya gezisinden
Bir de ağlayabilmek için tuvalete yetişebilme zorunluluğu olmasa iyi olurdu :/
Devamını oku »

29 Temmuz 2015 Çarşamba

Anne(lik) Sohbetleri : Akça ve Masal









Çocuk kitapları söz konusu olunca akan suları durdururan biri ile tanıştığıma çok memnun olmuştum bundan aylar önce. Akça'nın "Kitapkurduanne" instagram hesabındaki kitap paylaşımları beni hep çok mutlu etti ancak yorumlarının kısa olmasına da içten içe biraz kızdım. Bu kızgınlığım sebebiyle de "Akçaaa, site ne zaman açılacak" sorularıyla Akça'yı bunalttım. Oh iyi ki de yaptım. Bu sayede harika bir kitap paylaşım alanı ortaya çıktı. Ama tabii ki bu paylaşımların asıl sebebi Masal'dı. Tüm bu hikayeyi 1 Balık Akça'ya sormazsam da olmazdı :)






Sevgili Akça,


Aklımda bir dolu soru varken öncelik-sonralık yapamadım, o yüzden Masal'dan başlamak istedim. İsmi çooook güzel bir kızın var maşallah. 5 yaşında olduğuna göre tüm malum krizleri atlatmışsınızdır diye ümit ediyorum. Sence en zor dönem hangisi?
a) doğum sonrası alışma-kaynaşma-süt-gaz çokgeni


b) biraz büyüdüğünde dişler patladı-aman yürüdü peşinden git kafasını kötü yere çarpmasın halleri


c) Aman Tanrım bu da ne böyle, 2 yaş sendromu


d) Yok canım büyük konuşmuşum, 3 yaş daha zormuş, "ben bunu giymem"tripleri


e) 4 ve 5 yaş konusunda bir fikrim olmadığından yorum yapamadım ama sanırım her şey süt liman olmuştur temennileri


Yani ilk sorun çoktan seçmeli :)






Esracım bu soru beni bayağı düşündürdü, çoktan seçmeyeyim de hepsini birlikte değerlendireyim dedim :) Masal, ( Allaha şükür) rahat bir bebekti kısa bir süre gaz derdimiz oldu, sonra o da geçti. Beni en çok korkutan Masal'un uykusuz bir bebek olma ihtimaliydi doğumdan önce zira ben uykuya çok düşkün ve "uykusuzken ben ben değilim" bir tipim. Şansım bu konuda yaver gitti ve kızım sabahın seherinde kalkan babasına değil de bana çekti. Sadece ilk başlarda sıkıntılı gecelerimiz oldu, hatta bir gece hiç unutmuyorum Serdar'la yorgunluktan bitmişiz Masal uyumuyor ve sürekli ağlıyor yatakta sırt sırta verip birbirimize destek olduğumuzu sırayla Masal'ı alıp bir yandan da bu böyle giderse yandık kıvamında bir konuşma yapışımızı.


Masal'ın dişleri erken çıktı 4. Ayda iki dişi çıkmıştı, tabii ki o dönemler daha huysuz oluyordu ama süreçler çok uzun sürmüyordu.


11 aylıkken yürümeye başladı Masal, hep peşinde olmak son derece yorucu bir süreçti, daha önceki zamanların ne kadar da rahat geçtiğinde işte ayaklandığında daha da iyi anladım. Eve basit bazı güvenlik önlemleri koyduk masa kenarları falan ama çok da abartmadık açıkçası sürekli peşinde biri olduğu için.


Masal'ın 2-4 yaş arası ciddi sıkıntılı süreçleri oldu tabii ama ben bunlar hangi yaşın sendromuydu anlayamadım pek. 3 yaşına kadar doğru düzgün konuşamadığı için biraz onun sıkıntısı da vardı sanırım. Konuştuktan sonra bu kriz dönemlerinin atlatılması daha karmaşık oldu çünkü acayip laf yetiştiriyordu... Hiç unutmuyorum 3,5 yaşında bana çok kızdığı bir anda bana gelip biz babamla dışarı çıkıyoruz dedi, nereye diye sorduğumda " bana ev bakmaya ben ayrı eve taşınıcam" dedi.. O an anladım ki hayat bundan sonra bize daha zor olacaktı :))


Nitekim şimdi de en büyük sıkıntımız çok inatçı, dediğim dedik ve asi bir ruh olması, ha bir de papuç kadar dil tabii :))


Ben Masal'la doğduğundan itibaren çok konuştum, konuşmadığı üç sene boyunca benim çenem durmadı, konuştum, sohbet ettim, anlattım, kitap okudum. Sanırım çok sıkı bir kelime haznesi olmasının temelinde bu yatıyor. Konuşmaya başladıktan sonra bu sefer hep o sordu, her sorusuna ciddiyetle ve açıklayarak cevap verdim ( Hatta annem kızım abartma çocuk 3-4 yaşında niye bu kadar detay anlatıyorsun diye sık sık uyarırdı beni ve halen uyarmaya devam ediyor ! )






Annelik maceran nasıl başladı? Çok yoğun bir iş temposundan bir anda evde-bebekli yaşama geçmişsin sanırım?






2007 Aralık ayında eşim Serdar'la evlendik ve ben ondört senedir çok yoğun bir tempoda, bol yurtdışı seyahatli, gece yarılarına kadar çalışmacalı işimde çalışıyordum. Bir tekstil firmasında Genel Müdür Yardımcısıydım ve tüm ihracatı yönetiyordum, çok seviyor fakat çok da yoruluyordum. Evlenince de bu tempo iki sene devam etti. Hep iki çocuğum olsun istemiştim ve biran önce çocuk sahibi olmak istiyordum. Tüp bebek yöntemi ile hamile kaldım ve denemeler sırasında iş tempomu azaltıp haftada iki gün ofis, kalanı evden şeklinde danışman modelinde bir tempoya geçtim. Tüp bebek sürecinde çok şanslıydık, ilk seferde başarılı oldu, transfer edilen iki embriyonun biri hayata tutundu ve biz 2010 yılının Haziran ayında Masal kızımıza kavuştuk. Ben hamileliğimin dördüncü ayında işi tamamen bıraktım çünkü iş stresinin bana ve bebeğime zarar vereceğini düşündüm. Hamileliğim çok fazla kilo almam ve korkunç bel ağrılarımı saymazsak çok zor geçmedi.








Doğum hikayeni anlatabilir misin? İlk günlerde yanında birileri var mıydı? En çok hangi konularda zorlandın?






Çok sevdiğim doktorum Bora Cengiz ( ki geçen yıl kanserden kaybettik kendisini) tüp bebek tercihimizin başından itibaren bizimleydi. Hep beni rahatlattı, çok destek oldu. İlk baştan itibaren normal doğum istiyordum ve Bora bey beni hep destekledi. Ben her doktor kontrolüne bir sayfa soruyla gidiyordum, sorularım, endişelerim hiç bitmiyordu... Sonunda 41.haftada ben artık korkunç bir kiloya ulaşmışken gelin cumartesi suni sancıyla halledelim dedi. Gittik güle oynaya hastaneye ama suni sancı bende pek etkili olmadı, tam 24 saat gerekli açılma bekledik, sinirler bozuldu ama Bora bey gelip bana ctesi gecesi sen merak etme eve gitmeyeceğim hastanede kalıyorum dedi ve beni çok rahatlattı ( bunu yapacak çok az doktor var ne yazık ki, başkası olsa kesin ctesi akşamına sezeryana alıp evinin yolunu tutardı) Ertesi gün yani 20 Haziran ( ki babalar günüydü) saat 11 de Masal'ı hayal ettiğim gibi normal doğumla doğurdum. Üstelik ultrasonlarda çıkan gibi 3,5 kg değil tam 4,270 gr idi. Bora bey bile şaştı kaldı :) bu arada epiduralle normal doğum yaptım o yüzden çok da zor olmadı.


İlk günler heyecan içinde ve acemilik ile geçti, gündüzleri annem veya ablam dönüşümlü olarak yardıma geliyordu, ben fazlaca ürkek ve neyi nasıl yapacağım konusunda çok endişeliydim ama Allaha şükür kısa zamanda adapte oldum.Beni genel olarak en çok zorlayan kendi kendime fazla endişeli olmak oldu, yani kendi kendimi zorladım açıkçası, çok daha rahat bir anne olabilmeyi çok isterdim.






Veee gelelim çocuk kitaplarına. Masal ile ne zamandan beri kitap okuyorsunuz? Kitap okuma köşeniz, rutininiz var mı?


Masal’ı sanırım 3-4 aylıkken yumuşak kitaplarla tanıştırdım, o zaman hikaye okumuyordum ama bu kitaplar üzerinden sürekli konuşup anlatıyordum, 6 aydan sonra kitaplarımız çeşitlendi, bir çok ilk kelime kitabı edinmiştim, hepsini birlikte hatmediyorduk. Ben de kitapçıların bebek ve çocuk kitapları bölümlerine abone olmaya başlamıştım. İlk kez hikaye dinlemeye başlaması 11-12 ay civarında oldu, Bebek Koala serisi favorisi idi, kitapları teker teker çıkartıyordum ve defalarca aynı kitabı okuyup sıkılmadan diğerine geçmiyorduk. Sadece hikayeyi okumak değil de resimlerine bakıyor, üzerinde konuşuyorduk ( yani ben konuşuyordum da o gösteriyordu) İki yaşından sonra kitap sevgimiz, ilgimiz iyice coştu, gün içinde çeşitli seferler kitap okumaya başladık, bir de gece uyumadan evvel mutlaka birkaç kitap okuyorduk. Bizim kitap okumak için özel bir köşemiz olmadı, rahat ettiğimiz yerde, salonda, Masal’ın odasında hatta mutfakta hep içiçeydik kitaplarla. Masal konuşmaya başladıktan sonra kitap okumak çok daha zevkli hale gelmeye başladı çünkü hikayelerin, çizimlerin üzerine yorumlar yapıyor ve keyfini çıkarıyorduk. Bu da beni hep yeni hikayeler, iyi çocuk kitapları bulmaya teşvik ediyordu. O sıralarda piyasada çok fazla çocuk kitabı olduğunu farkettim ve başta okumadan aldığım bazı kitaplarda hüsrana uğrayınca önceden okumadan asla kitap almamam gerektiğini anladım. İçinde korkunç resimleri olan, cümlenin düşüklüğünden benim bile ne dediğini anlayamadığım, son derece bozuk bir Türkçe ile yazılmış pek çok kitaba rastladım bu dönemde.


Ben Masal’ı gün içinde hiç kitap okumaya zorlamadım, teklif ettim, isterse okuduk istemezse okumadık. Özellikle bazı dönemlerde kitap okumak yerine oyunu tercih ettiği zamanlar oldu, hala da oluyor. Hiç bir zaman ısrar etmiyorum, isterse okuyoruz yoksa bazen birkaç gün hiç okumadığımız oluyor. Ama akşamları 3 kitap rutinimiz fazla aksamadan devam ediyor, uzun pazarlıklar sonucu ulaştığımız bir sayı bu, büyüdükçe okuduğumuz hikayeler uzuyor bazen 2ye düştüğümüz, okul yoksa ertesi gün tatilse 4e çıktığımız da olmuyor değil. Kitap seçimini önce ona soruyorum, özel bir tercihi yoksa benim getirdiğim alternatiflerden seçiyor.







"Kitapkurduanne" nasıl doğdu, gelişti? Sitenin tasarımını ve kullanım kolaylığını çok seviyorum. Blog yazıların da hep güncel. Siteyle ilgili aklında başka hangi fikirler var,(tamam tamam aramızda :P )


2014 yazı bu fikir doğdu aslında, evde o kadar çok kitap oldu ve ben o kadar çok bu işin içine girdim ki, bari beğendiğimiz kitapları paylaşayım da başkaları da faydalansın diye düşündüm. Bu ciddi bir vakit işi çünkü, kitapları araştırmak, okumak, doğru Türkçe ile yazılmış düzgün kitap seçmek gerçekten zahmetli. Bir de çocuğu çok iyi tanımak gerekiyor, her çocuğun beğenisi, algısı ve beklentisi farklı sonuçta. 2014 yılı Eylül ayında Masal da tam gün anaokuluna başlayınca benim de bir hayli zamanım olunca, instagramdan bir gün açıverdim "kitapkurduanne" hesabını. Şimdi dönüp baktığımda ne kadar amatörce fotoğraflarla başlamışım diyorum, zamanla gördüm ki bu konu bir çok anne için ilgi çekici ve gelen yorumlar beni daha da motive etti. Kitapkurduanne büyüdü, ben kendimi geliştirdim ve artık daha üst yaş grupları kitaplarına da el attım. Okudukça keyiflendim, beğendikçe paylaştım... Fakat paylaştığım kitap sayısı arttıkça instagram benim bile takip etmekte zorlandığım bir hale geldi, site fikri de buradan doğdu. Eşimin bir yazılım firması olması bu noktada tabii ki çok işime yaradı ve hayal ettiğim gibi bir siteye ulaştık. Ben gene de çok mutlu değilim :) ( rahatsızım ya !) Blog’a yeterince zaman ayıramıyorum, yazmayı istediğim yazıları toparlayamıyorum, hep birşeyler çıkıyor. Hergün şunu da yapsam bunu da eklesem diye kafamda bir dolu düşünce ile yakında kendimi toparlamayı umuyorum...


Sana en çok sorulan sorulardan biridir sanırım, "bebeğim x aylık, kitap okumaya başlamak için erken değil mi?" "çocuğum x yaşında, hangi kitapları okumalıyım?" Sence cidden var mı böyle bir alt sınır ya da kategori? 5 yaş için önerilen bir kitap, 2 yaşındaki bir çocuğa keyif ver(e)mez mi mesela?


Ben bu konuda bir çok kişiden farklı düşünüyorum, bazı kitapların çok erken yaşta çocuklara okunmasının çok keyif alıyor gözükseler de bilinçaltında ilerde farklı şekillerde ortaya çıkacak kaygılara, korkulara ve gereksiz düşüncelere yol açacağı fikrindeyim. Bir yandan da her çocuk farklı, algısıyla, talebiyle, okuduklarını özümsemesi ve bunlardan etkilenmesiyle.. Masal’da ben bunu 3-4 yaş arasında çok yaşadım, kitabın çizimleri olabilir, kullanılan tek bir kelime olabilir veya bir konu olabilir, ne kadar etkilendiğini, korktuğunu, kafaya taktığını gördüm... Ve anladım ki bu konu önemli ! İşin bir diğer yanı da bazı kitapları erken okumak hikayeyi çok da iyi anlamamalarına, bir nevi kitabın heba olmasına yol açıyor. Ben bu yüzden bir fikir vermesi açısından minimum bir yaş fikri vermeye çalışıyorum, karar tabii ki annelerin ve babaların ve tabii ki çocukların :)






Yoğun bir iş temposundan yoğun bir bebek-çocuk bakımına geçtiğinde işe geri dönmeyeceğini tahmin ediyor muydun?


Eski işime geri dönmeyeceğimi biliyordum, çünkü çok yorulmuş ve yıpranmıştım ve bence tüketmiştim kendimi. Farklı bir şeyler yaparım diye hep düşündüm, aslında hedefim Masal 3 yaşına geldiğinde çalışmaya başlamaktı ama beceremedim, hep kendim birşeyler kurayım istedim, erteledim, üşendim...İyi ki de üşenmişim "KitapkurduAnne" ciddi vaktimi alıyor şu an, ve ilerde çocuk kitapları ile ilgili birşeyler yapabilirim diye düşünüyorum, neden olmasın?


Sence "anne" kime denir?


Bence anne bir sabırtaşı ile delilik arasında, aşkların en büyüğü ile cinnet arasında gidip gelen insanüstü varlıktır ! Nokta.







Bu da çok merak ettiğim bir sorudur, annende görüp "asla yapmam" dediğin ama yaptığın ve gülümsediğin bir şeyler oldu mu?


Annemde görüp değil de etrafta görüp yapmam dediğim pekçok şeyi yaptım hala da yapıyorum.. Çocuğum yokken ayıpladığım, aa anneye bak çocuk kendini yerlere atıyor bir şey yapmıyor dediğim, elinde tablet gördüğüm çocukların anne babalarına kızdığım çok oldu. Yapmam dediğim pek çok şeyi şu veya bu şekilde yaptım, pişman değilim gene olsa gene yaparım :)


Masal'ın ve senin favori kitaplarınızı soracağım ama çok mu uzun olur bu liste, ek olarak da koyabilirsin :)


Masal’ın çok sevdiği bir çok kitap var tabii ki, dönem dönem favorileri değişiyor bir de hiç bir kitaba “beğenmedim” diyemiyor, kıyamıyor onun yerine “bunu daha az beğendim” diyor mesela çok hoşuma gidiyor. Son dönemde bana yazarları ve çizerleri de sorar oldu, bir yazar ismini duyunca daha evvel bu yazarın başka kitabını okuduk mu diye soruyor mesela. Bir de güzel çizimli kitaplarda hayran kalıyor çizimlere ve “anne yaa bir insan nasıl bu kadar güzel çizebilir” gibi yorumlar yapıyor.Liste çok uzun olacak ama ben gene de Masal’ın en favorilerinden yazayım.


Rengarenk Kasabası, Kitapkurdu Lily, Rüzgarın Üzerindeki Şehir, Ben Ne Zaman Doğdum, İki Utangaç Panda, Memo ve Ay, Leyla Fonten serisi, Büyükanne ve Miyop Ejderha, Pezettino, Masal Battaniyesi, Sakar Cadı Vini serisi, Meraklı Tavuklar serisi, Kedi Adası, Üç Kedi Bir Dilek, Annemin Çantası, Farklı ama Aynı, 5 Çocuk 5 İstanbul ( bu aralar en favorisi) , Murat Bey ve Işıltı Hanım, Zuzu serisi, Kütüphanedeki Aslan, Büyük Sözcük Fabrikası,Oliver, Dodo’nun Komik Karışımları, Değirmenler Vadisi, Mış Gibi, Nokta, Çilli Begonya.







Bana göre oldukça tecrübelisin, sence,bebeği henüz 15.5 aylık bir anne, yavrusunun hangi dönemlerinden korkmalı, hangi an'ları kaçırmamak için gözünü dört açmalı ve özünde nelere dikkat etmeli?


Valla bu iş bence çocuğa göre çok değişen bir konu ve inan günü gününe uymuyor, tam neyse oldu bir düzen oturttuk diyorsun yeni bir şey çıkıyor karşına. Akışına bırakmak, yaşayıp da görmek en iyisi sanırım. Ben biraz mükemmeliyetçi ve pimpirikli bir tipim, o yüzden şimdi geriye dönüp baktığımda kendime kızdığım çok nokta var. Örneğin bu yemek işini beceremedim, blw falan haberim yoktu ve hep ben yedirdim, hala bunun cefasını çekiyorum o yüzden..Eskiden Masal’la ilgili notlar alırdım, ilerde unutmayayım bakarım diye, uzun zamandır yapmıyorum bu da kendime kızdığım ayrı bir konu. Bir de çok yufka yürekliyim, ağlamasına dayanamıyorum ve böyle durumlarda kendimi çok zorluyorum, doğru olduğunu bildiğim şeyleri yapamayabiliyorum.Özellikle inat ve öfke krizleri için hazırlıklı olmak, sağlam bir sabır, konu büyümeden ilgiyi başka yöne çekmek önemli sanırım. Bir de her dönemin geçici olduğunu kendine hatırlatırsan ( yani başarabilirsen) geçiyor çünkü eninde sonunda...Erken yaştan kendi yemeğini yiyen, özellikle üç yaşından sonra kendi kendine kimseye ihtiyaç duymadan belli süreler kendini oyalayabilen bir çocuk yetiştirmek önemli sanırım. En önemlisi de çocuğu adam yerine koymak, konuşmak, anlatmak ve söylediği şeyi dinlemek


Masal ile ilgili olarak “iyi ki yapmışım” dediğin neler var?


En başta iyi ki ama iyi ki doğurmuşum diyorum tabii ki :) Masal’la hep çok konuştum, anlattım açıkladım, küçüktür anlamaz demedim, iyi ki de yapmışım çünkü kelime haznesi çok gelişti ve pek çok konuda şimdiden fikir sahibi oldu. Kitap okumak, kitaplar içinde büyümesini sağlamak ve kitapların tadını almasını görmek benim için çok önemliydi. Şimdilik başardım ama tabii kendi okumaya başladığında nasıl olacak bilemiyorum :) İyi ki işi bırakıp Masal’a kendim bakmışım ve birebir vakit geçirmişim diyorum bir de...






Anne adaylarına ve benim gibi acemi annelere neler tavsiye edersin?


Her çocuk farklı, çocuğu iyi tanımak, nerede ne tepki verdiğine dikkat etmek, hoşlanacağı, hoşlanmayacağı şeyleri bilmek ve buna göre olası krizleri bir nebze de olsa azaltmak. Sürekli olarak ben birşeyleri yalnış mı yapıyorum hissinden kurtulmak, çocuğunu hiç bir çocuk ile kıyaslamamak, her dönemin keyfini çıkartmaya çalışmak, doya doya yaşamak, bol sarılmak, öpmek koklamak ve herkesi de çok dinlememek :) veee akışına bırakmak...


Katıldığın için çook teşekkür ederim.


Esra’cım esas ben sana çok teşekkür ederim güzel blog’unda bana da yer verdiğin için... iyi ki seni tanımışım....






Sohbetler bitince biraz hüzünleniyorum ben. Keşke daha çok hatta daha da çok soru (kumkurduna sevgilerle) sormuş olsaydım diyorum. Ya da daha iyisi bu sohbette neden karşılıklı kahve içemedik ki diye hayıflanıyorum. Ama asıl üzüntüm bu sohbetlerin kaynağı olan bal yanakları sevemedim diye oluyor, itiraf edeyim. Masal'ın ismi o kadar güzel ki yanımda olsa Masal'a hep ismiyle hitap ederdim sanırım :)


Çocukları biraz daha büyümüş annelerle konuşmak, yazışmak, haberleşmek bana çok iyi geliyor.


Akça'nın "Sürekli olarak ben birşeyleri yalnış mı yapıyorum hissinden kurtulmak, çocuğunu hiç bir çocuk ile kıyaslamamak, her dönemin keyfini çıkartmaya çalışmak, doya doya yaşamak, bol sarılmak, öpmek koklamak ve herkesi de çok dinlememek ve akışına bırakmak.." satırlarının altını çizdim bu sohbette.


Yazmayı unutmuşum Akça, sen de iyi ki varsın, tatlı balık arkadaşım benim :)





*Bir dolu "annelik sohbeti"ni güzel bir kahve eşliğinde okumak isteyebilirsiniz :)
Devamını oku »

28 Temmuz 2015 Salı

Günün Mutluluk Sebebi- 6

Üniversitede "Halkla İlişkiler" okudum ama zorunlu dersler dışında tüm dersleri Sinema bölümünden seçtim. Ki bu arada ben uzun yıllar "Gazetecilik" okumak için çalışmıştım. Masamda -kendisi evet benim meşhur çalışma masam olur- hep Ankara/Gaztecilik yazardı. Hedefim oydu. Tek tercih yapacaktım. Niyetim de oydu. Meğerse kader ağlarını örmüş, haberim yokmuş. Tercih günü bir şeyler değişti ve ben "halkla ilişkiler" yazdım. Hala gülerim bu tercihime çünkü bence oldukça asosyal biriyim :)
Bu yazının konusu tabii ki benim üniversite tercihlerim değil ama üniversitede çok sevdiğim bir bölüm olan; sinema.
"Dünya Sinema Tarihi" diye bir kitap vardı, Dost kitabevinden taksitle aldığım ilk kitaptı. Nasıl mutlu olmuştum, yurda kadar sarılarak gitmiştim.
Nejat Hoca iyiydi hoştu ama Hint sinemasını çok severdi. Ben daha çok senaryo derslerini severdim, Ali Hoca ile. Demek o zamandan belliymiş benim yazmaya olan hevesim.
Bir de okurken Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivalinde çalışmıştım. (Çok alakasız ama kabak mücverden orada nefret etmiştim, hala barışamadım kendisiyle) Elif Şafak'ın söyleşisine katılmış, azıcık kem küm ile yanına gidip "merhaba" diyebilmiştim.
Sinema deyince hep aklıma üniversite yıllarım gelir."Film, sinemada ve yalnız olarak izlenir." Bilin bakalım bu şahane cümle kime ait :) O zamanlar hep "sanat" filmleri izlerdim ve yanımda birilerinin olmasına, mısır bile yenmesine dayanamazdım. Bir de nedendir bilinmez korku filmlerini de izlemekten hoşlanırdım. Şimdi fragmanına bile bakamıyorum. Haftada 1 kez sinemeya gitsem kendimi eksik hissederdim. Bak yazınca bile çok değişik geldi. "Bu ben miyim?" dedim. Metropol sinemasının karşısında da içinde tavşanları olan bir çocuk kitapçısı vardı. Sinema öncesi rutinlerimden biriydi. AVM olmadığından sinemaya hep Kızılayda giderdim. Hele ki Kızılırmak sineması. Eskidir ama bence gerçek sinema orasıdır.
Hatta o dönem Sinema dergilerim vardı, satır satır okurdum, notlar alırdım. İleride sinemayla ilgili bir şeyler yapacağımdan da çok emindim. Bak şimdi :)

Zamanla sinemadan biraz uzaklaştım. Bana göre "nitelikli" yapımlar azaldı, bilet fiyatları çok arttı, Kızılaydaki sinemalar kapandı... Uzaktan bir izleyici haline geldim.
Vizyonda ne olduğunu, oyuncuları, bağımsız yapımları hep takip etsem de son yıllarda bu durumda da azalma olmuştu.
2013 yılının Aralık ayı(galiba 26sı falan) Hobbit'i izlemeye gittik, Elif karnımdayken.
Bir daha da sinema yüzü göremedik :/
Ta ki...
Dün akşama kadar.
Çeşitli faktörlerin de etkisiyle şimdiye kadar Elifi bırakıp bir yerlere gidemiyorduk (merkeze uzak oturmamız, Elifin biberon almaması, uyku problemleri vs)
Annemler buradayken 19 ay sonra filme gidelim dedik. Tam da o gün yani dün öğretmeni çıkışta "bugün sizi aradı" deyip içimi cızlatana kadar :/ Vicdanımla başbaşa kalacak vaktim pek olmadı, kendimizi sinemada bulduk.
Aklım hep Elifte kaldı, zaten tüm gün görüşemedik diye.
Film tercihimiz Marvel'den oldu: "Antman"
Bir x-man değil tabii ki ama yine de 19 ay sonra sinemada olmak ve film izlemek çok güzeldi.
Eski düşüncem çoktan değişti: "Film, mısır yenerek izlenir"e evrildi. Bana sinemadaki mısırlar çok yağlı ve tuzlu gelir, o yüzden evde yağsız tuzsuz patlatırdım, onu götürürdüm sinemaya ama dünkü mısır çok hoşuma gitti :) Çıkışta bir de baktım çenemde şahane bir mısır yağı sivilcesi çıkmış bile :)
Kısacası dünkü mutluluk sebebim 19 ay sonra sinemaya gitmek oldu :)
Darısı inşallah bir 19 ay daha beklemeden gideceğimiz diğer filmlere.
Yok hani bir kıvırcık bize doğum günü hediyesi olarak "Ben Elife bakarım, siz sinemaya gidersiniz" diye söz vermişti.
Evinde hem kedisi hem köpeği de olduğuna göre Elife bakmasına bile gerek yok, üçünü salona salsa Elif oyalanır zaten :)
Bir de dün etrafta çok havalı bir şekilde dolandım, bana özel çizim bir çantam vardı çünkü, yaşasın Özlem :)

Devamını oku »

27 Temmuz 2015 Pazartesi

İzleyin Mutlaka: Suits :)

Yabancı diziler arasından aklıma yatan bir dizi bulmak benim için epey güç oluyor.
Favorim hala Friends olsa da yeni dizi önerilerine açığım.
Bir dönem Gilmore Girls izlemiştim, çok sevmiştim. Daha az "kızsal" bir şeyler izleyeyim, içinde bir heyecan olsun ama "vurdu, kırdı" olmasın, başrolde de Harvey abimiz olsun derseniz SUİTS dizisini cidden tavsiye ederim.
Çok oldu ben izleyeli, yeni bölümlerin geldiğini fark edemeyecek kadar uzun zamandır da dizi dünyasında değildim :) Ta ki geçen gün "canım kitap okumak istemiyor, eskiden dizi izlerdik" deyip dizilerin olduğunu sayfayı açana kadar. Suits'in yeni bölüm haberini görünce heyecanlandım tabii.
Çok bölüntülü olsa da yeni bölümleri su gibi içtim.
Hukuk bürosunda geçen bu dizide beni en çok güldüren karakter Louis Litt. Şahane bir oyuncu(luk) bence.
Hani insan bazen kafamı boşaltayım ama boşaltırken de çok saçma bir şey izlemeyeyim ister, bence SUİTS tam bu kategoride yer alıyor.
Bazıları bu diziyi Harvey Specter için izlediğimi söylese de, yoo yok öyle bir şey :)

Görsel Kaynak: buradan
Devamını oku »

26 Temmuz 2015 Pazar

Günün Mutluluk Sebebi-5

Hafta sonu biraz yine evi yerleştirmeli geçince taşındığımızdan beri kullanamadığım çalışma masama da kavuşmuş oldum. Son günlerin en büyük mutluluk sebebi bu olmalı.
Bir çalışma masası demek sadece basit bir masa değil benim gözümde. Bir arkadaşımız evde bir "çalışma odası" olduğunu duyunca anlayamadı,"ne çalışacaksınız ki" dedi :)
İlkokul zamanlarımdan beri hep bir masam oldu ve ben orada çalıştım. Kardeşim gibi kitabı yatağın içinde okuyup orada mayışarak çalışamadım hiç.Ben masada olmalıyım. Önümde takvimim, kağıdım kalemim olmalı. Lisede ve üniversitede de bu geleneği devam ettirmiştim. Sadece bir ara devlet yurdundayken değil çalışma masası, yemek masası bile görememiştik :) Öğrenci evimizde bile masam vardı. Hatta evlenmeden önceki 2+1 evimin bir odası tamamen kıvır zıvır ve çalışma alanıydı, aman ne güzeldi. Elif doğana kadar da bu geleneği bozmadık. Elif doğduktan sonra ise çalışma odamız Elifin odası oldu ve karabalıkla ben ortada kaldık :) Benim tüm eşyalarım salona taşınıp duruyordu ki bir müddet sonra oraya yerleştiler. Masa o kadar dolmuştu ki eve gelen misafirleri yemeğe almak istemiyordum masamı boşaltmayayım diye. Tabakları önlerine sehpada versem ayıp olmayacak kişilerle görüşmeye başlamam  tesadüf değil yani.
İşte tam da bu sebeplerden, bir çalışma odamızın olması ve kendimize yepyeni çalışma masaları almak en başından beri aklımızdaydı. Masaların yapımına sıra geldi ancak oturmaya fırsat olmamıştı. Ta ki bu hafta sonu ben bu zinciri kırana kadar.
Çalışma masası demek, zihnimi dökebileceğim bir alan demek. Hiç öyle pinterestte yer alan acayip uçuk fikirliler gibi değil.Bildiğimiz bir masa ve kıvır zıvırdan oluşan kendi halinde bir masa şu haliyle ama ilerisi için şahane fikirlerim var yapabilirsem. Duvara karşı olsam bu fikirlerim daha kolay yapılabilirdi ama olmadı, karşımda karabalık var :)
Odamızın en sevdiğim iki tarafı:
1. Gün batımı şahane güzel bir ışık yapıyor, saat 19.30-20.00 arası, yakalayabilirsem.
2. Akşamları pek tatlı bir rüzgar esiyor ve masamdaki rüzgar gülü fır dönüyor, çok neşeleniyorum.
Benim masam hep doludur,karışıktır ve bana ilham verir. Nedense takvimim yok yalnız. Alsam mı dedim ama zaten Ağustos ayına geldik, sanki yıl sonu gibi...Karar veremedim. Çok kötü çekilmiş bir fotoğraf ile masamı az buçuk anlatmış olayım. Sonra daha güzel fotolarını eklerim. Sol baş köşede kitap ayraçlarım var. Hemen yanındaki tavşan, nasıl desem, benim neşe kaynağım. Ne zaman baksam püskürtmeli gülesim geliyor :) Notlarımı alacağım 3-5 defter illaki, bir tane olursa eksik hissederim. Şimdilik ana merkezde bilgisayar var ama normalde bilgisayar pek olmaz. O gün gönlüm ne isterse onun işi olur önümde. Çekmecem bile var bu masada, durup durup açıyorum, ayy ne büyük mutluluk. Arkamda ise kıvır zıvırlarımın olduğu bizim eski kitaplık var. Çaprazımda müzik setimizden Joy Fm çalıyor.
Bu alanı özlemişim. O yüzden de bu kadar büyük mutluluk duydum sanırım.Bir müddet burada takılacağım ben, hani ararsanız :)

Devamını oku »

25 Temmuz 2015 Cumartesi

Çalışmak Değil Üretmek İstiyorum

Bugün bunu fark ettim. "Günün mutluluk sebebi" etiketime yenisini ekleyecek olsam onun da adı "günün farkındalığı" olurdu sanırım.
İşyerine döneli sanırım 1 ay olmadı ama birkaç haftayı geride bıraktım.
Neler yaşadım, neler hissettim onları da yazmak istiyorum biraz zaman geçicince ama işe başlayınca ilk hissettiğim şey bu olmuş lakin ben bunu yenice adlandırabiliyorum. Bugün yine öğle arasında şapkamla çıkıp kendimi en sevdiğim parkın favori bankına atınca fark ettim. O kadar güzel bir yer ki benim için. Kuruma yakın olmasına rağmen kimse o parka gelmiyor, ağaçlar koyu gölge yapıyor ve ben kuş sesleri eşliğinde bazen kitap okuyorum bazen de sadece oturuyorum, öylece hiçbir şey yapmadan. Bu eylemi sevdiğimi biliyordum ancak önemini anlayamamıştım evdeyken. Şimdi daha iyi anladım.
"hiçbir şey yapmadan öylece oturup etrafı izleyebilme"lüksü diye bir şey girdi hayatıma :)
ama şimdi konumuz bu değil.
Sadece bazen bir ortamda insanın aklına bir şey geliverir ve bu durum onu heyecanlandırır, işte benim yaşadığım böyle bir şey-di. Bu da onun yazısı.
Biraz "işimi neden sevmiyorum acaba" diye kendimi kurcaladım. Çünkü -en azından bildiğim kadarıyla- tembel biri değilim yani çalışmayı seviyorum.
Geçen günkü yazıda bahsettiğim 1. pozisyondaki işimde bu "sevmeme" halini neredeyse hiç yaşamamıştım. Oradaki fark sadece insanlar mıydı? İkinci görev yerimi apayrı bir kategoride tutuyorum zaten. Keşke hakkında daha çok şey yazabilsem :)
Ve şimdi...
Parktaki aydınlanmayı yaşamamın sebebi işe ilk başladığım günden beri hissettiğim "ben burada geçiciyim nasılsa" hissi olmuştu (bence) Bunu da 17 aydır çalışmıyor olmama bağlamıştım. Bir de hala vaktimin çoğunu 17 aydır görüşemediğim arkadaşlarımla çay, çorba içerek geçirmemin de etkisi olmuştur. Kimseye "hayır, gelemem" diyemediğim için katlar arasında dolanıyorum. Çayocağındaki çocuk "yine mi siz" bakışı atıyor ve ıhlamuru hemen benim önüme koyuyor :) Benim için çok şükür ki bu açıdan yavaş bir geçiş oldu.
Ama bu his...
Hani nasıl desem, "benim burada ne işim var" hissi geldi çöreklendi üstüme. Hep oradaydı da 17 aydır raftaydı gibi. Neden bilmiyorum doğum iznine giderken "nihahaha" nidalarıyla kurumdan ayrılmış, yakın zamanda da dönmeyeceğime kendimi ikna etmiştim. Kısmet olmadı :)
Parkta yaşadığım aydınlanmaya göre(ki bir zahmet, artık o konudan bahsetmeye başlasam iyi olacak, neredeyse yazı bitti) ben "çalışmak değil üretmek" istiyorum.
Birinci yaptığım işte -saflığım da etkisiyle- işim yoğun da olsa kendime yeni iş yaratırdım. Tek başıma çalışıyordum ve direk olarak büyük patrona bağlıydım, dolayısıyla rahattım. Tek derdim yeni bir şeyler ortaya çıkarmaktı hatta iş dışı bovling turnuvası bile düzenlemiştim :)
Oradan sonrası benim için hep "çalışma hayatı" oldu çünkü ortam ve insanlar motivasyonumu nasıl düşürdüyse üretmek içimden hiç gelmedi. Sadece bana verilen iş bile günlük mesaimi fazlasıyla geçiyordu ki çoğunda evde, tatilde, haftasonu da çalışıyordum :/
"Üretmek" ile neyi anladığımı sorguladım bu kez de. Yani dikiş makinesi alıp çanta, yastık mı üretmeliydim ya da 3 metre uzunluğunda çok şeker mini cupcake'ler mi yapmalıydım?
Tabii ki hiçbiri :)
Üretmekten benim anladığım, zihnimin gıdıklanmaya devam etmesi.
Yeni bir şeyler peşinde olma heyecanı ve isteği sanırım zihnimi oldukça dinç tutar.
Bu da belki biraz "proje bazlı" çalışmakla olur. Gerçi bu tamlama bile çalışma hayatından bir cümle gibi.
Sanırım en çok özlediğim şey, özgür düşünebilme yetisi.
Sınırları, insanları, çevreyi bir müddet yok sayarak hayal bile kuramadığımı fark ettim.Hep bir kısıtlanmışlık hali ne yazık ki.
En son üniversitedeyken ve mezun olduktan sonraki 1 yıl işsiz gezerken bu kadar rahattım. Sanki dünya benimdi, istediğim her şeyi yapabilirdim.
Ancak hep bir güçsüz hissediyordum. Olay dönüp dolaşıp maddiyata geldiğinde sıkışıp kalıyordum. "İşimi sevmesem de olur, kazandığım parayla kitap alırım,mutlu olurum ben" demiştim bir müddet sonra. İnsanın ne istediğine de dikkat etmesi gerekiyormuş, onu anladım.
Küçük Joe'nun şu yazısını dönüp dönüp yeniden okuyorum. "Ne istediğini bilmek" fiili/eylemi/durumu benim için oldukça uzak bir zaman diliminde kalmış, onu fark ettim. Kendimi sadece "yaşıyoruz işte" modunda rüzgara kaptırmış gidiyormuşum.
Gerçekten istediğim şeyin "çocuk kütüphanesi" olduğunu düşünüyorum aslında ama bu fikrin de kendi içinde evrilmesi lazım. Sadece çocuk kitapları okuyarak kendi kütüphanemi açmaya çalışsam ... Yapmak istediğim şeye ulaşmak için emek vermeliyim ve bunun için de bolca beyin gıdıklanması yaşamalıyım. Bence tam olarak ihtiyacım olan şey bu.

Bu da üretme sürecinde beynimi çalıştıracak olan fındık :)

* Bu yazıya işyerinde başlamıştım. Oda arkadaşım "bu kadar heyecanlı ne yazıyorsunuz" dedi, güldüm, ara verdim, eve geldim, komşum kahveye davet etmişti ona gittim, orada başka bir komşu tarafından oldukça canım sıkıldı, migren tuttu, ilaç aldım, Elif ısrarla çok uyandı, ben de uyumaktan vazgeçip blogumu açtım ve yazıyı tamamladım.

Devamını oku »

24 Temmuz 2015 Cuma

Günün Mutluluk Sebebi-3

Günün mutluluk sebeplerini aynı gün yazamasam da mutlaka yazmaya çalışıyorum çünkü bu bakış açısını seviyorum.
Daha önce minicik bahsetmiştim, tatlı bir grubumuz olduğundan. Dünün mutluluk sebebi de işte o gruptan arkadaşım olan Balyanak Ailesinin "anne" kişisi :)
Yeni taşındığımız yer ile onların yeni taşındığı yer arası mesafe çok yakın, bu demektir ki sıklıkla görüşebileceğiz.
Balyanak Anne'nin sıcakkanlılığı, hoş sohbeti, pozitif enerjisi ve yanakları sıkılası 3 çocuğunun varlığı dünkü(ben yazıyı yayınlayana kadar gün geçti tabii)  mutluluk sebebim oldu.

Sağdaki meraklı kişi de Elif

Bir diğeri de annemin yaptığı pirinçli börekti.
Göçmenlerde her bayram sabahı yapılan pirinçli börekten biz bu bayram mahrum kalınca bu hafta bizde olan annem ve teyzem bize bayram sabahı neşesi yarattılar :)

 Haberler, gelişmelerden dolayı canım çok sıkkın aslında bugün. Sadece "BALIK" kitabındaki gibi umudumumu kaybetmemek istiyorum. Hayat, biz çok üzülsek de çok sevinsek de geçiyor, zaman akıyor ve geçen zamanın geri dönüşü olmuyor.  Birileri üzülürken zil takıp oynamak istemiyorum elbette, sadece umudumu kaybetmemek ve kalbim sıkışmadan nefes alıp vermek istiyorum. Hayatımda olan/olmayan her şey için de şükrediyorum.
Günün mutluluk sebepleri bu açıdan benim çok işime yaradı/yarıyor, tavsiye ederim herkese.







Devamını oku »

22 Temmuz 2015 Çarşamba

Elif'in Ek Gıda Süreci / Devam

"Biraz zaman geçsin istedim açıkçası bu yazıyı yazmak için. Çünkü bebekler büyüdükçe huylarıyla beraber yedikleri içtikleri de değişiyor. Tam "işte bunu çok seviyor" diyorsunuz ama ertesi gün bir de bakıyorsunuz ki o çok sevdiği şeyin yüzüne bakmamış. Anne kişisi şokta hatta panik halde. "Neeaaay, napacağım ben şimdi????" Hehehe yok yok, çok şükür henüz o kişi ben değilim. İlk satırlarda yazdıklarım Elif ama bak, onu kaçırmayalım.
Neyse ki şimdiye kadar "yemezsen yeme cicim" hallerimi bozmadım. İnsan bebeğini büyütürken hem kendi de büyürmüş hem de içindeki daha önce hiç görmediği yerleri keşfedermiş ya; işte o hesap bizimkisi. Elif büyüyor, ben büyüyorum. (ki tam buraya uygun bir parantezim var; yakında tammmm 30 yaşında olacağım yehuuu, yani Elif'in ilk yaşından daha önemli değil de ne :) Ve tabii ki keşfediyorum, nasıl bir anneyim acaba diye. Bu da düşünerek olmuyor. Olaylar karşısında verdiğin tepkilerle, kendini gözlemleyerek ve biraz da çevrenin "e sen şöyle şöyle bir annesin" demesinin harmanıyla bir şeyler şekilleniyor. Misal, Elif'in küçük düşme ve çarpmalarına "hadi canım, yoluna devam" dedim hep. Dün ise Elif ilk defa yataktan düştü :/ Yanında değildim ve o sesle beraber sanırım aklım, kalbim başka bir yerlere uçtuuuu sonra geri geldi ki bu 1 saati falan buldu. Hani nerde o "hadi canım, yoluna devam" annesi? Çok çükür bir şey olmadı ama resmen Allah korudu kızımızı. Eliften çok ağladığımı ve sonra Elif'in bana sarılıp sırtıma pışpış yaparak beni sakinleştirdiğini söylememe gerek var mı bilmiyorum...
Yemek işi de bundan farklı değil."
                                                                             ***
Yukarıdaki satırlar şubat ayında yani yaklaşık 5 ay önce yazılmış, yanlış hesap yapmadıysam. Oysa şimdi durum çok farklı, 30 yaşına girdim, Elif 1. yaş gününü geçti ve hatta 15.5 aylık oldu, kreşe başladı... Gelişmeler çok yani.
Ek gıda hakkında genel bir yazı yazmak hep aklımda olan bir şey, neler yaptım nelerden kaçındım arşivimde olsun istiyorum. Ek gıda sürecinin ilk yazısı burada
Ek gıdaya başlamadan önce okuduğum kaynaklar aklımı daha da karıştırmıştı, kimisi muhallebi diyor kimisi "o tabak bitmeyecek" diyor bazıları da rondoyu asla kullanmayın diye parmak sallıyordu. Bizim ek gıda maceramız nasıl olacaktı, meraktaydım çünkü tariflerde yazılan şeyleri anlayamıyordum. Basit bir sebze püresi bile gözümde büyüyordu.
Şimdi dönüp bakınca kendimi tebrik ettiğim konulardan biri de elifin ek gıda sürecinde kendi annelik hislerime güvenerek tamamen içimden geldiği gibi davranmış olmak diyebiliyorum. "de" eki fazla olmuş çünkü kendimi tebrik ettiğim başka bir konu yok. Uyku mu dediniz? Onu da yazacağım, orada ben başkalarını tebrik edeceğim zaten :)
6-8 ay: Ek Gıda Ne Demek, Tanışma & Kaynaşma
Elif 5.5 aylıkken yaşadığı çok yoğun ishalde -ki bence gerek yoktu ama- yoğurda başladık. Elifin yediği şeyleri her zaman önüne bırakmaya çalıştım. Yemeği bir oyun olarak görmesini, yemek sürecinden sıkılmamasını istedim. Başladığımızda hava şartlarından dolayı üstünde bir dolu şey de oluyordu ama ben sonrasında temizlik yapmayı daha pratik buldum hep.
Bu aylarda önerilen aslında 3 gün kuralı ile başlayıp patates, havuç, elma vs. yi rendelemek/haşlamak/püre yapmak gibi şeyler. İlk günlerde ne yapacağımı hiç bilmediğim için bir cam rende ile elmanın püresini verdim. patatesi haşladım, ezdim çatalla. havuç, brokoliyi buharda pişirip önüne koydum. Yemeklerden yarım saat öncesinde emzirmiş olduğum için neyi ne kadar yediğine hiç bakmadım. Sanırım baksaydım da anlamazdım. Bu iki ay biraz tanışma&kaynaşma evresi oldu. Kabakları parmak yiyecek kıvamında hazırlayıp önüne koydum, en çok onu sevdiğini hatırlıyorum.
Kahvaltı olarak yumurtanın sarısı, tuzsuz lor peyniri, biraz ekmek veriyordum.
İlk zamanlarda evde yoğurdu kendimiz yapmaya çalıştık. Pelin Hanım, Pelin Hanııım, uğraştık heralde :) Baktık olmadı, makinesini aldık. Makinedeki yoğurt da ayran kıvamında olunca 8. ayda bu işi bıraktık. Tuzsuz peynir yapmak çok daha kolaydı. Kaynayan süte biraz yoğurt atınca süt kesiliyor ve peynir kıvamına geliyor. Bu peynir işini biraz daha devam ettirdim.
"O tabak Bitecek mi?" kitabını ben biraz abartılı buldum. Çok keskin çizgilerle ayrılıyordu yiyecekler. Çocuğa kaşıkla bir şey vermek mi? Amanın ne kadar saçma, gibi. Ben biraz orta yolda aklıma yatanı yaptım. Yoğurda hep bulandı Elif. Hatta anneme göre çok da iyi beslenemedi :) Ama bence yeterince eğlendi :)
8-10. ay: Özgürlüklerin tadını yavaştan çıkarmaya başladığımız zamanlar. Bu dönemde önüne kuru fasülye, nohut, bezelye gibi taneli yiyecekler koymaya başladım. 8 aylıkken de diş çıkardı Elif.
Elifin öğürme ve böğürme reflekslerini öğrenirken panik olmamaya çalıştım. Neticede o da bu şekilde yutkunmayı öğrenecekti.
6-8 ay arası birkaç defa rondoyu kullandım, rondodaki kıvamı sevmedim. "öz"ü bulamadım açıkçası, bir de ben çok "çorbacı" biri değilim. O yüzden de yiyecekleri Elifin yiyebileceği kıvamda, bazen çatalla az ezerek bazen de ezmeden direk önüne koyarak verdim.
Rahat olmamın sırrı Elifin aç kalmayacağına olan inancımdı. Annesine çektiyse onda da hiç aç kalacak gözün olmayacağını biliyordum. Elif de benim gibi az yer sık yer. Az yediği için ananesi arada panik olur :) Bu aylarda Elife özel olarak yaptıklarımın oranı azaldı ve ortak yiyeceklerimiz arttı.
10-12. ay: Elif için ekstra bir şey hazırlamayı bıraktığım zaman dilimi. Elif az uyuyan bir bebek olduğundan işleri hep pratik olarak halletmeye çalışmamın da etkisi oldu.
Bu aylarda Elif önündeki yiyecekleri çoğunlukla yere atma, fırlatma halindeydi ki hala öyle. Eskiden masanın hemen altından toplayabiliyorduk yiyecekleri, şimdi uzun atma yarışında gibi mutfağın enn dip köşelerini hedef seçiyor kendine.
Bu aylarda kaşar peynirli, omletli kahvaltı, öğlen daha hafifçe bir şeyler, öğleden sonra atıştırmalık meyve ve akşam yemeği gibi bir menüsü vardı.
Atıştırmalık şeyler benim kafamda hala net değil, biraz ne bulursam ondan bundan gidiyor. "Asla yapmam" dediğim pek bir şey olmadı. Tuz ile de bu aylardan itibaren yavaş yavaş tanıştı. Şeker konusunda eskiden daha katıydım, şimdi daha esneğim. Karabalığa kalsa tabii çocuk nutellaya bulanarak büyüyecek :) Paketli, dondurulmuş, hazır gıdaların sağlığımıza ne kadar zararlı olduğunun farkında olarak orta yol bulmaya çalışıyorum.
1 yaş ve sonrası : Tralalala dönemi
Yasaklar tamamen ortadan kalkınca ben de rahatladım. Yumurtanın beyazı, bal, süt gibi yiyecekleri rahatça tüketmeye başladık. Elif hala kaynamış yumurta ise önündeki beyazını tercih eder. Sarısı bazen mideye gider bazen elinde hamur olup şekillenir olmadı yeri boylar. Süt konusu biraz değişik bizde. Ben geç verdim sanırım, aklıma yatmamıştı emzirirken inek sütü vermek. Elif de çok sevmedi zaten. Kreşten gelen notlarda hep "sütü az içti" yazar. Bir de sebze yemeklerinde seçicidir, onun notları da şöyle "tadına baktı/ az yedi/ hiç yemek istemedi" gibi. Normalde canım mı sıkılmalıydı bilmiyorum, her şeyden yememesine ben takılmıyorum. Benim mottom şu: "ekmek seven çocuk can'dır" :) "Sebze yemiyorsa ekmek-yoğurt yer" :)
İlk zamanlarda evde mutlaka yedekte bir şeyler tutuyordum, son aylarda bundan da vazgeçtim. Aç kalacak hali yok, elbet birinden yiyecek. Her öğünde çok dengeli beslenmesi iyi olurdu ama benim o "denge"yi hazırlayacak vaktim olmuyordu ki, zottirik hanım uyumadıklarından :) Kendime ayılmak için yaptığım kahvenin telvesinden veriyordum bir ara, bak ne kadar "denge"liymişim :)
Elif için yaptığım en iyi şey Makarna Lütfen'den aldığım sebzeli makarnalar, erişteler oldu sanırım. Son aylarda tabii ki beyaz un da yiyor, normal makarna da. Bana asıl denge buymuş gibi geliyor.
Kreşteki yemek listesine bakınca bizim karabalıkla klasik diyalogumuz şu : "gitsek bize de yemek verirler mi?" İlerleme kaydediyorum kendi mutfak deneyimlerimde ama her gün için 4 çeşitli muhteşem sofralar hazırlayamıyorum. Hatta yaz geldiği için bizim menü karpuz,peynir,ekmek üçlüsüne döndü. Elifin karpuzu önce eliyle sıkıp gücünü gösterdiği an'ın videosunu da bir yakalasam fena olmaz. Elif son birkaç aydır yemeklere böyle yaklaşıyor: güç gösterisi :) suyunu sıkmak, en uzağa fırlatmak, yüzümüze tükürmek falan. Arada da yiyor. Ki anneme kalsa çok az yiyor, biz yedirelim. Pilavını da Hintliler gibi yiyor Elif. Çatal, kaşık ve tabak onunkilerse yeri boyluyor, bizimkilerse çok kıymetli oluyor.
Uyku konusunda yapamadığım tüm o "cool" anne havalarımı yeme-içme işinde atabiliyorum. Havayı da başkasına değil kendime atıyorum bu arada :) İnsan bir yerde şunu hissetmek istiyor sanırım: oh rahatım, rahatladım.
"Elif yemek yiyor mu?" Aslında ne yediğine ve ne kadar yediğine takılmazsan bence yiyor. Normalde kesinlikle domates yemezdi, kreşten sonra masadaki domatesi gösterince biz ilk başta anlayamadık neyi istediğini :) Son zamanlarda Elif'in düzeni de şöyle: çabuk yiyor ve hemen masadan kalkmak istiyor. Yani biz daha ara sıcaklardayken Elif çoooktaaaan yemeğini yemiş, suyunu içmiş, kalkmaya hazırlanıyor.
Çok şükür şimdilerde "ek gıda" diye bir şeyimiz kalmadı, hepimiz evde ne pişiyorsa hatta pişmiyorsa paylaşıyoruz.
Israrcı olduğum bir konu Elifin mama sandalyesinde bir şeyler yemesi olmuştu, hala da öyle. Mutfaktan aşırıp kaçtığı bir şeyler yoksa elinde genel olarak İKEA mama sandalyesinin çok faydasını gördük diyebilirim. Çok pratik olduğundan anane-babaanneye giderken yanımıza alabiliyoruz.
Uzun bir süre yere poşet sermiştik. Boya yaparken serilenlerden. Her yemek sonrası onu kaldırıp atıyorduk. Şimdilerde Elif o poşedin sınırlarını çok aştığı için yerde halı dahil her şey kalktı, yemek sonrası ekmek,yoğurt vs ne varsa süpürülüp(basit bir çekçek) atılıyor.
Çorbadan bahsetmeyi unutmuşum. Bir ara ben içiriyordum ancak Elif kendisi yemeye o kadar alıştı ki elinde kaşık görünce parmağıyla önünü işaret ediyor,oraya koy diye. Şehriye çorbasının şehriyeleri, çorbaya konan ekmekler, minnak köfteler de böylece yenilebiliyor.
Görsel Elifin omleti olsun dedim ama omletin bu minnoş halini bir daha gören duyan olmadı, o yüzden özenip yaptığım arşivlik bir omlet kendisi :)

Devamını oku »

21 Temmuz 2015 Salı

Günün Mutluluk Sebebi-2

Etrafımda olana bitene odaklanacaktım ya hani, daha iyi bir şey oldu bugün.
Kendimde bir gelişim tanesi gördüm.
Parıldadı ve sönmedi, hala orada duruyor. o oradayken de yazmak istedim.
İşyerimden bahsederken 3 çeşit yerden bahsediyor olacağım.
1. ekipte çok kişi, çok iş, iyi patron, iyi arkadaşlıklar, bir dolu sosyallik
2. ekipte az kişi, bol entrika, çok aşırı iş, kötü patron, yüzüne gülüp arkandan iş çeviren arkadaşlıklar, sıfır sosyallik
3. ekipte az kişi var ama diğer detayları yaşayıp göreceğim. insanlar çoğunlukla 1. ekipten ama birlikte çalışmak genellikle apayrı bir deneyim oluyor, yaşayıp göreceğiz, sadece iyi düşünmek istiyorum.
dolayısıyla bu tabloda aslında neden 2. ekiple çalışmaya dönmediğim de ortada oluyor sanırım :) Fazla söze gerek yok. 2. ekibin "hava"sı daha çoktu bir de(1'den daha az olsa da) insanlar o sebeple o işi kendi rızamla bıraktığıma bir türlü inanamadı.
Bunları neden yazdım?
Daha önceki yazlarımda ara ara yer verdiğim bir konu var kendimle ilgili, hani şu hazır cevap olamama hali. İşte onu yavaştan kırıyorum ve inanın bu süreçte bana en çok "büyüklerle dalga geçme dersleri" kitabı faydalı oldu diyebilirim :)
Saçlarımdaki beyazlar kimselere zarar vermeden -benim bildiğim kadarıyla en azından- kendi hallerinde takılırken insanları endişelendirmeye başladı."Hiii bu yaşta bu kadar beyaz?" "E ama saçında çok fazla beyaz var!" "Bu çocuk senin saçlarını beyazlattı" gibi gibi.
Normalde gülümseyerek sessizliğimi korurdum ve bu huyuma da kızardım.
Bugün ne oldu?
Sessiz kalmadım.
"Ben beyaz rengi çok sevdiğim için kendim özellikle gittim boyattım beyaza" dedim. Bak yazarken bile gülüyorum çünkü söylediğim kişinin 10 saniyelik yüz ifadesini en iyi aktör gelse yapamazdı :)))
Karabalığın bana hep söylediği bir şeydi bu aslında, sadece ben yapamıyordum. Ki kendisi harika cümlelerle karşılık veriyor, ben hayranlıkla izlyorum onu. Okuyan çoğu kişiye çok basit bir cümle gibi gelecek ama benim kişisel gelişimim açısından önemli bir adım bu cümle.
"aman kimseyi kırmayayım" zincirinde bir halkayı kendi gücümle kırabilmiş olmanın verdiği süper-güç hissi. Bir de "amman ayıp olmasın" diye selam verip zoraki gülümseyip konuştuklarım var-DI.
İşte bugün o halkadaki zincirden de bir adet kopardım. Kimseye kabalık yapmadım, sadece önemsemediğim insanları önemsiyormuş gibi yapmak zorunda hissetmedim. İşte sana özgürlük. Oh be, rahatladım.
Bu iki his bile "günün mutluluk sebebi" olmaya yetecekken aslında iki şey daha oldu.
İki tane öğle arası yemeği.
Biri dün iki tane erkek arkadaşımla yediğim, biri de bugün küçük kıvırcık kuzenimle (kısaca "kkk") ile yediğim. Birincisinde erkeklerin düz mantığı sayesinde sadece an'da kalıp güldüm, eğlendim(ki garson gelip "sizde zengin kahkahası var" dedi, cidden dedi bunu!) ikincisinde de uzuun zamandır görüşemediğim kkk ile özlediğimiz öğle arası muhabbeti yapmış olduk.
Öğle araları benim için bolca rahatlama zamanı, biraz kitap okuma, biraz yemek yeme, sevdiğim insanlarla sohbet, hava çok sıcak değilse de yürüyüş yapma imkanı. Hepsini bir arada yapmaya çalışmıyorum. Bazı günler cidden yalnız olmak istiyorum, parka gidip kuş-böcek-kedi izliyorum; bazen de konuşarak rahatlıyorum.
Bu aralar hava çok sıcak olduğu için serinleten bir görsel ile bu yazıyı sonlandırayım.


*Şu yazı gerçekten çok güzel, tavsiye ederim :)
Devamını oku »

20 Temmuz 2015 Pazartesi

Günün Mutluluk Sebebi -1

İlk önce galiba Yeliz'in blogunda görmüştüm buna benzer bir etkinlik, hoşuma gitmişti. Bugün de sevgili mutlu keçide görünce dayanamadım ve ben de katılmaya karar verdim. İngilizcem çok iyi değilken yabancı dilde bir başlık atmak istemedim açıkçası, ben de zaten instagram hesabımda kullandığım bir etiket olan "günün mutluluk sebebi" başlığı ile bir şeyler paylaşmak istedim.
Blog yazmak beni bu kadar çok mutlu ederken blog yazamamamın sebebini buldum sonunda. Vakitsizlik değil, hayır. Çünkü bence insan isterse her şeye vakit bulabilir, vakti kendisi yaratabilir.
Yazamamamın asıl sebebi aklımdakileri bir araya toparlarken zorlanmam yani bir anda her şeyden bahsetmek istiyorum, şu bir türlü yazamadığım Elifin 1 yaş, ek gıda, uyku vs yazıları hep bu sebepten beklemede. Kitap yazıları da aynı sebepten duruyor, taslaklara baktıkça üzülüyorum. Üzüldükçe de bloguma karşı vicdan azabı duyuyorum ki bu ara vicdan dediğimiz canlının sesini iş yerinde bolca dinlettikleri için "15 aylık bebeği tüm gün kreşe mi verdiniz, hiii" şeklinde, cidden doluyum.
Ben de bloguma bir hareket ve renk katar, ben de canlanırım ve yazmaktan uzaklaşmamış olurum diye kendime bir "challenge" yaptım (yazılışı doğru mu onu bile bilmiyorum)
Her güne birkaç mutluluk sebebi ile blogumu şenlendireceğim, böylece geri dönüp baktığımda -canım sıkkınsa bile- bir acayip mutluluk duyacağım, hedefim bu.
Bunun için Yeliz ve mutlu keçiye teşekkürlerimi sunayım, hiç aklıma gelmezdi böyle bir şey.
İlk mutluluk sebebi paylaşımım da yazılarını okumayı çok sevdiğim iki blogdan gelsin.
Bir tanesi sevgili Gece, diğeri de Küçük Joe. Yeni yazılarını heyecanla bekliyorum, ne yazık ki çabucak okuyup bitiriyorum ama neyse ki eski yazılarını dönüp dönüp okuyabiliyorum. (neyse ki, ne yazık ki :)
Gece'nin yazılarında en sevdiğim şey, pozitifliği. İki çocuklu hayatı öyle "basit" anlatıyor ki, tek çocuklu halde kafayı yediğim zamanlarda "amanııın nasıl yapabiliyor" dediğim çok oluyor :) Eminim ki zorlandığı zamanlar oluyordur ama işleri biraz da pratik tarafından halledebiliyor. Ve tabii ki sıklıkla yazıyor bloguna. Blog tanıtımı yapıyormuş gibi olmayayım çünkü "blogunuzu çok sevdim, bana da beklerim" diyen "misafirperver" bloggerları pek sevmiyorum ama özellikle annelik hakkında Gece'nin yazılarını okumanızı tavsiye ederim.
İkinci blog ise "İyi Geceler Küçük Joe". Nasıl anlatsam? Joe sanki karşımda oturuyor ve bana usulca birşeyler anlatıyor gibi yazıyor, herhangi birşey öğretme kaygısı da yok, sadece deneyimlerini kişisel blogunda paylaşıyor. Bazen satranç oluyor bu bazen bir konser. Son zamanlarda değişim & dönüşüm içinde ve bu yazılarını çok seviyorum.
Etrafta gerçekten o kadar olumsuz şey oluyor ki, daha geçen hafta Elif 39.5 idi, bayramda ben 39.5 ateşliydim, işyerindeki komediler, memlekette dönen dolaplar derken şu ara tatile de gidemediğimize göre bakış açımı değiştirmek ve kendime günün mutluluk sebepleri bulmak istedim.
Bir de baktım ne göreyim, onlar hep karşımda duruyormuş.
Bu görsel de iş çıkışı gölge-ışık oyununa hayran kaldığım yeşillikten.


*Saçma bir sevgi pıtırcığı hali değil bu, sadece "aslında var olan ama benim bir şekilde gözümden kaçan güzel şeyleri kendime gösterme çabam" diyelim bu başlığa.
Katılmak isteyen olur mu bilmiyorum, sanırım bloglarda ciddi bir durgunluk var ama ben yazmak istiyorum. Yazdıkça rahatlıyorum.
Hani olur da katılmak isterseniz diye, adlarınızı buraya yazayım: Filiz, Pelin, Kitana, Aslı, Yağmur, Özlem, Selcen, Ayşegül, Serra, Yasemen :)

Devamını oku »