Drop Down MenusCSS Drop Down MenuPure CSS Dropdown Menu




27 Mart 2015 Cuma

Kiraz'ın Şarkıları

İletişim Yayınevinin çocuk kitapları serisini gerçekten seviyorum. Kitapların farklı bir tarzı var ve kitaplar beni hemen yakalıyor :)
Kiraz'ın Şarkıları da öyle oldu. İlk çıktığından beri okumak istiyordum, kısmet bugüneymiş.
Kısacık bir hikayede öyle güzel bir anlatım var ki.
Doğumundan kısa süre sonra annesi ölen, babası hayata küsen minik kız ona bakan anneannesini de kaybedince hayatı alt üst olur ve "hayat grevi"ne başlar. Aslında bir süredir babası, üvey annesi ve üvey kardeşi ile yaşamaktadır ve çiftlikteki hayatı özlemektedir.
Çocuklara ölümü anlatmak çok zor olmalı. Bana anlatılsa anlar mıydım bilmiyorum. Küçükken sevdiğim birilerini kaybettiğimde (tanıdık, komşu vs.) çok korkardım, üzülürdüm, ağlardım. Büyüdüm ve değişen bir şey olmadı. Hala çok tutuğum bu konuda.
Lucie'nin anneannesiyle ilişkisi o kadar naif anlatılmış ki biraz kıskanmadım desem yalan olur. benim anneannem de benim doğumumdan kısa süre sonra vefat etmiş, babaannemi az biraz hatırlıyorum o kadar. Hayatımda böyle pamuk, tatlı, tonton bir ninem olsun ve bana meyveli kek yapsın isterdim doğrusu.
Lucie hayat grevindeyken kendisini odaya kapatır ve sadece evde kimse yokken yemek yemek için dışarı çıkar o kadar. Babası ilk başta kızgındır sonra gittikçe yumuşar. Ancak öyle bir şey yaşanır ki araya yeniden buzullar girer :/ Hikayenin sonunu çok sevdim. Lucie ve büyükannesi dışında da üvey anne Isabel'i sevdim.

"Anılar çok tuhaf. Bazen beni ağlatıyorlar. Bazen mutlu ediyorlar. Bazen de her ikisi birden oluyor."
"Büyüklerle küçükler başka başka düşünüyorlar."
"Geriye dönüp eskiden akşamları fırtına çıktığında anneannemin beni sakinleştirip avuttuğu zamanlardaki küçük kız olmak istiyorum. Kalkıp yanıma gelir, bana ninni söylerdi. Daha sonraları biraz büyüdüğümde, gece yine fırtınadan korkarsam, ikimize ıhlamur ile kurabiye hazırlardı. Fırtınanın dinmesini ve uykumuzun gelmesini beklerken, yatakta edilen akşam kahvaltısı gibi bir şeydi bu."

"Anneannemin ölümünden dolayı öfkeliyim. Yine de insanlar ölünce artık geri dönüş olmadığını, onlarla ancak kalbimizde bir araya gelebileceğimizi biliyorum tabii. Buna alışmak gerekiyor, yoksa insan sürekli mutsuz olur ve ben hala öfkeli olsam da, sürekli mutsuz olmak istemiyorum."

Kısacık bir hikayede aslında öyle çok duygu var ki: mutluluk, hüzün, öfke ve hepsi bir arada.
Çizimler de harika.
Yeniden dönüp okumak isteyeceğim bir kitap "Kiraz'ın Şarkıları"
"Kiraz da kim?" derseniz bence kitabı siz de okuyun :)

Künye:
Kiraz’ın Şarkıları
Yazan: Amélie Couture
Resimleyen: Marc Boutavant
Çeviren: Bahar Siber
İletişim Yayınları, 2013, 71 sayfa, 
Devamını oku »

25 Mart 2015 Çarşamba

Londra Turuna Hazır Mısınız?

Yurt dışına hiç çıkmadım ama gidecek olsaydım elbette ki ilk tercihim Avustralya olurdu, oradan Yeni Zelanda, Hindistan... Sanki tekneyle geçiyorum kıyılardan :)
Avrupada merak ettiğim ülke ise pek yok. İskandinav ülkeleri başta olsa da bisikletli hayatı merak ettiğim Hollanda, yeşilliklerini görmek istediğim Macaristan ve tabii ki kan bağından dolayı Selanik hep kalbimde olan yerler.
Peki, Londra?
Richie Rich'in 5 çayı dışında çok fazla fikrim yoktu Londra hakkında. Ben de Özlem'in kapısını çaldım. Tık! Tık! Tık! (Bu da Elif'e kitap okurken çok kullandığım bir replik :)
Aklımda ne varsa ona sordum ve sağ olsun bir dolu yazmış o da. Lafı uzatmış olmayalım diye 2'ye böldük bu sohbeti hatta sohbetin sonunda Özlem'in sizin için harika bir sürprizi var... Ne olduğunu söylemeyeceğim ama Özlem bana bu sürprizden bahsettiğinde "Neeaaa, kimselere veremem ben onu" demişliğim var, itiraf ediyorum :)

Sevgili Özlem,
Londrayla ilgili o kadar az şey biliyorum ki. Hep yağmurlu bir ülke, Kraliçesi var ve Roald Dahl’ın kulübesi orada :) Yani senden Londra hakkında öğreneceğim çok şey var.
İlk sorum; havadan sudan aslında. Sahi, hep yağmurlu mu oralar?

Maalesef :) Şöyle söyleyeyim aslında kışın 5C yazında 20C civarında seyrediyor hava. Çok aşırı soğuklar yaşanmıyor. Tam bir ada iklimi diyebilirim, nemli ve ılık (Ankara’ya göre tabi :) Yağmur mutlaka gün içinde yağıyor ama yoğunlukla geceleri yağıyor, gündüz yağdığı da oluyor tabi. Ama bence asla kasvetli bir şehir değil, bol yeşillikten dolayı sanırım. Biz zaten yağmura çamura aldırış etmiyoruz. Kötü hava yoktur, kötü kıyafet vardır mantığıyla hareket ediyoruz. Su geçirmeyen ayakkabılarınız ve yağmurluğunuz varsa Londra dadından yinmez. Biz hiç yağmurdan bunalmadık şimdiye kadar. Hatta yağmur yağdığında çıkıp su birikintilerinde zıplamak gibi özel bir hobimiz var.




Ara ara konuşmalarımızda ya kitapçıda oluyorsun ya kütüphanede ya da müzede. (Seni kıskanıyorum tabii ama çaktırmıyorum :) Londra’ya ilk defa gelen biri hangi müzelere mutlaka gitmeli hangi kütüphanede şaşkınlık ve sevinçten bayılmalı ve tabii hangi kitapçılarda saatleri unutmalı? 

Müzeler:
Londra’nın müzelerinin her biri aslında ayrı bir yazı konusu olur. Londradaki çocuklar çok şanslı,doğduklarından itibaren okullarda işledikleri konuları müzelerde yerinde görme imkanı bulabiliyorlar. Gezerken mini mini kuzuları Van Gogh’un "Ayçiçekleri" tablosunun önünde yerde oturmuş, öğretmenlerinin acaba bu adam bu tabloyu yaparken ne hissetti sorularına cevap verirken görebilirsiniz. Yada fen derslerinde ilk buharlı makineyi yerinde görmelerine şahit olursunuz. Tarih derslerine mumyaları ve piramit parçalarını dokunarak öğrendiklerini görürsünüz.  Neyse kıskançlıkları bırakalım, kısa kısa hepsine değinelim. :)




Öncelikle Londra’nın en güzel yanlarından biri bence dünyaca ünlü birçok müzelerinin ücretsiz olması.Çok fazla müze var, ama buraya gelip de mutlaka görmeden gidilmez diyebileceklerimi ve bizim tatillerde genelde zaman geçirdiğimiz vazgeçilmez müzelerimizi yazıyorum. Klasik üçlüden başlayayım. (Bu üçlü yan yana.)

1-Doğa Tarihi Müzesi (Natural History Museum): Adından anlaşılacağı gibi 70 milyonluk dünyanın bugüne kadar gelen sürecini özetler nitelikte ders gibi bir müzedir. Devasa dinozor iskeletlerinden memelilere kuşlara, doldurulmuş hayvanlara,  dünyanın oluşumundan, günümüzdeki depremlere volkanik patlamalara, uzaya kadar türlü türlü koleksiyonlar içerir. 1753 yılından beri toplanan 5 ana koleksiyonda (botanik, entomoloji, mineroloji, paleontoloji ve zooloji) 80 milyon parça sergileniyormuş. En önemlilerinde biri de Darwin’in kendi çalışmalarının sergilendiği bölüm. Müze halen eğitim ve araştırma faaliyetlerine devam ediyor. Ayrıca binanın içinden çok dışından da mükemmel bir görünümü var. 1883 yılında yapılan bina mimari açıdan da çok önemli bir bina,“Waterhouse Building” olarak adlandırılıyor. Gün içerisinde çocuk etkinlikleri, hayvan incelemeleri, hikaye anlatımları olabiliyor. Geldiğinizde mutlaka etkinlikleri sorun derim.



2- Bilim Müzesi (Science Museum): Aslında bilim tarihi müzesi desek yanlış olmaz. İlk buhar makinasından, aya giden Apollo’ya, ilk arabalardan, ilk röntgen makinasına kadar tam bir bilim yuvasıdır. Hele bir mühendis için üniversitede gördüğü teoremlerin modellerini orada görmekte ayrıca bir keyiftir. Müzede hem büyüklerin hem çocukların çok şey öğreneceği türlü türlü aktiviteler interaktif sergiler vardır.  Bilim dünyası üzerine ne ararsanız bulursunuz, bir girdiniz mi uzun saatler çıkamazsınız.

3- Victoria ve Albert Müzesi (Victioria and Albert Museum): Önce Doğa Tarihi Müzesini gezdiniz, hemen yanında Bilim Müzesine girdiniz. Hemen karşıdaki Victoria ve Albert’a girmeden olmaz. Farklı medeniyetlerdeki insanlık tarihinin sanat ve tasarım alanında yaklaşık 3000 yıllık koleksiyonlarını görebilirsiniz. Rönesans heykellerinden, mücevher galerilerine, İngiliz sanat tarihinin diplerine dalabilirsiniz. Müzeyi gezerken heykellerin önünde çizim derslerine rastlarsınız. Özellikle kafesine uğramanızı ve bir İngiliz çayı yanında da kurabiye yemenizi tavsiye ederim.




4- Ulusal Galeri (National Galeri): Benim yine girip de çıkamadığım müzelerden biri. 13.-20. yy'lar arası dehşet bir resim koleksiyonu barındırmaktadır. Rembrandt’tan, Rubens’e, Michelangelo’dan Van Gogh’a Seurat’a birçok ünlü ressamın tablolarını görebilirsiniz. Müzede çok yorulup dünyaca ünlü Tarafalgar meydanında soluklanabilirsiniz.


5- İngiliz Müzesi (Biritih Museum): Yaklaşık 5.5 dönüme kurulmuş öyle 1-2 günde gezilemeyecek büyüklükte bir müzedir. Mısır hiyeroglifleri, mumyalar, Akropolisten gelen rölyefler, Rosetta taşı, mükemmel asur kabartmaları, Fethiye Ksantos’tan gelen anıt mezarlarını, suttonhoo gemi mezarlığı, tunç ve fil dişinden Afrika heykelcikleri, Güney Amerika İnka ve Maya sanat eserleri, Kızılderili eserleri, Anadolu ve Osmanlı kültürü… daha saymakla bitmez dünyanın dört bir yanını bu müzede bulabilirsiniz. Mükemmel bir mimarisi, iç holüve cam çatı çözümlemesi vardır.


6-Tate Modern: Açıkçası benim en çok keyif aldığım müzelerden biri. Eski bir enerji santralinin modern sanat müzesine mükemmel şekilde dönüşümünü bu müzede görürsünüz. Dali, Picasso, Matisse, Miro gibi eskilerin yanında yeni sanatçıların tablolarını görebilir, değişik temalar altındaki modern sanat eserlerini vay anasını diye dolaşabilirsiniz bu müzede. Ben kitapçısını çok seviyorum. Ayrıca çok güzel aile ve çocuk etkinleri mevcuttur.


Bu müzelerin dışında ufak tefek bir sürü müze var. Mesela Children Discover Story Center, Roald Dahl müzesi (gerçi tam Londra’da denemez Londraya 1 saat mesafe uzaklıkta), Pollock’s Toy Museum, V&A Museum of Childhood önerebileceğim müzelerden.

Araya gireceğim ama merak ettim, müzelerdeki sistem buradakinden farklı mı yoksa bizim sistemimizle aynı mı? (Açık/kapalı günler, ücretler, giriş kartı vb. açılardan)
Müzeler genellikle ücretsiz dediğim gibi. Bir kart vesaire almanıza gerek yok. İsterseniz bağış kutularına bağış yapabiliyorsunuz. Paralı olan müzelerde var tabi. Onlara direkt kapıda bilet alarak giriş yapıyorsunuz. Müzelerin geneli pazartesi günleri kapalı olabiliyor. Ama çok büyük müzeler çok turistik oldukları için tüm hafta açık olabiliyorlar. Gitmeden bir kontrol etmekte fayda var.

Kitapçılar,
Sokaklarda gezerken çeşit çeşit kitapçılara rastlayabilirsiniz. Büyük zincir kitapçılar var mesela Foyles, Waterstones , WHSmith, DauntBooks gibi. Bu zincir kitapçılar çok fazla yerde karşınıza çıkabilir. Ya da bağımsız olanlar var ve müzelerin kitapçıları var.Biz genelde karşımıza çıkan kitapçıya dalıyoruz. Ama Piccadilly’ deki 5 katlı Waterstones’a bir girdiniz mi saatlerce çıkamayabiliyorsunuz. Ayrıca Marylebone’ dakiDauntBooks’ u ve CoventGarden’da ki Stanfords’u da öneririm. 2. el kitap içinse Charing Cross caddesinde karşılıklı çok şirin 2. el kitapçıları zevkle dolaşabilirsiniz.


Piccadily Waterstones
Kütüphaneler:
Londra’da o kadar çok kütüphane var ki yaklaşık 360 tane olduğunu duymuştum. Her belediyeye bağlı bir sürü kütüphane var ve hepsi de iyidir diyebilirim. Biz kütüphane konusunda şanslıyız, mahalle kütüphanemiz bölgenin büyüklerinden biri o yüzden bize çok yetiyor artıyor. Ekstra kütüphane ihtiyacı duymuyoruz. Ama hani Londra’ya gelince mutlaka görülmeli dediğim kütüphane İngiliz Kütüphanesi (Britih Library)’dir. British Library her dilde her çeşit bilgi barındıran bir çeşit araştırma kütüphanesi aslında, İngilizlerin milli kütüphanesi. Shakespeare’ in ilk taslakları, LewisCarol’un Alis Harikalar Diyarında metni, John Lennon’un el yazması Beatles şarkı sözleri hep burada. Biraz prosedürü var ama reader pass denilen kartla kitap alabiliyorsunuz.

Sona saklayıp şimdiden iç geçirmeyeyim diyordum ama yapamadım, çocuk kütüphaneleri nasıl? Çocuklar özgürce yere oturup kitaplarını-başlarında bir görevli olmadan- okuyabiliyorlar mı? Kaç kitap ödünç alınabiliyor ve kitapları geri verme süresi ne kadar? Son çıkan yayınlar kütüphaneden temin edilebiliyor mu?
Aslında tam bir çocuk kütüphanesi kavramı yok. Her mahallenin kendine ait büyük kütüphanesi ve bu kütüphanelerinde çocuklara ayrılmış bölümleri var. Görevliler pek etrafta dolaşmıyor kütüphanelerde, çok ta sessiz yerler değiller aslında bence. Bir tarafla kitap grupları okudukları kitapları tartışır, diğer tarafta ücretsiz haftalık etkinlikler olur.  Özellikle çocuk bölümü baya şenlikli diyebilirim. Bizim kütüphane için örnek vereyim mesela, çocuklar gelir hemen bir kitap seçer yere yayılır, ya da annesine babasına oku diye sokulur, seçimlerini kendileri özgürce yaparlar. Burada da üyelik sistemi mevcut. Kitap alacak herkes üye olmak zorunda. Çocuk kitapları için bir kerede 6-7 kitap alabiliyorsunuz ve 20 gün boyunca sizde kalabiliyor. Son çıkan yayınların çoğunu bulabiliyorsunuz. Ek bilgi olarak kütüphaneler verdikleri hizmetleri, yenilikleri hep bölgede yaşayan insanlara sorarak onların ihtiyaçlarına göre yapıyor. Kütüphane mantığı sadece kitap hizmeti vermek değil İngiltere’de bölgedeki insanların sosyalleşmesini, daha aktif olmasını destekleyen kurumlar.

Bizim mahalle kütüphanemiz
Kütüphaneler bu kadar yaygınken belki de kitapçılar sinek avlıyordur :) Sanırım orada da zincir mağazalar var, buradakine benzer. Sence fiyatlar nasıl? Burada –ne yazık ki- insanlar “paramız yok” yakınmasıyla ya kitap okumuyor ya da korsan kitap alıyor. Orada kitaba erişim daha mı çok/rahat? Korsan kitap diye bir şey var mı sokaklarda? Bir de unutmadan sahafları sorayım, sahaflar yaygın mı?
Kitap okuma kültürü bence eğitim sistemiyle alakalı birazda. Eğitim sistemi de toplum kültürü yaratıyor. Tabi eğitim sistemi dediğim dayatma anlayışıyla ödev olarak verilen okunması zorunlu kitaplarla oluşturulan bir kitap okuma alışkanlığı değil. Burada gördüğümü anlatayım: Çocuklar çok küçük yaşlarda ücretsiz kütüphanelerde kitaplarla tanışabiliyorlar. Kütüphaneye gitmiyor mu kreşte veya okulda haftada 2 kez okul kütüphanesinden öğretmenleri tarafından verilen kitaplarla eve geliyorlar. Çok düşük gelirli bir ailenin çocuğu hiç kütüphaneye veya kitapçıya gitmese bile ayda 8 kitap evine getiriyor. Bence bu da kalıcı bir okuma kültürü oluşturuyor. Ayrıca kütüphaneye gidenlerde yine ücretsiz kitap edinebiliyorlar. Tabi bu devletin eğitime, kitaba, kütüphaneye ayırdığı bütçelerle de alakalı bir durum.
Başka bir açıdan ele alalım. Kitapçı sayısı ve basılan kitap çok fazla olduğu için kitaba ulaşmanın daha kolay olduğunu söyleyebilirim. Fiyatlar için de şöyle bir örnek vereyim. Türkiye'de 1000 TL maaş alan bir kişi en düşük 25 TL civarına orijinal kitap bulurken; burada 1000 Pound kazanan birisi 10 pound civarına aynı kitaba ulaşabiliyor. Burada alım gücü bizim ülkemize göre daha fazla. Korsan kitaba hiç rastlamadım, öyle bir mantık olduğunu sanmıyorum. Genelde yeni kitap fiyatları zincir mağazada olsa, küçük bir kitapçıda olsa aynı. 2. el kitap çok yaygın,  2. el pazarlarında bile enteresan kitaplara rastlayabiliyorsunuz. 

Gezmek, görmek elbette ki bambaşkadır ama farklı şehirlerde/ülkelerde yaşayanlar ile konuşmak beni hep mutlu etmiştir. Merak ederim, orada insanlar ne yapar ne yer ne içer ve neler okurlar? Müzelerin bu kadar yaygın ve sayıca çok olması, ücretsiz ulaşılabilmeleri bence harika. Kütüphane ve kitapçılar da öyle. 
Bu yazının 2. bölümünde de genel olarak Londra'da yaşam, bisikletli hayat, metroda kaybolmadan yolu bulabilme, ana yüreğinden sorular: kreş gibi konu başlıkları var. 
Sürpriz hediyeyi de 2. bölüme saklayacağım ;ayrılmak biraz zor gelecek ama hadi bakalım söz verdim bir kere :) 
*Görsellerin tamamı Özlem Korçak'a aittir, lütfen izinsiz kullanmayın.
Devamını oku »

Çöplük

Kitap siparişlerim geldiğinde resmen kendimle mücadele veriyorum ya da kitaplar kendi arasında tartışıyor bilmiyorum, "önce beni okuyacak", "haayııır, beni" şeklinde sesler duyuyorum :)
kendimce bir liste yapıyorum ve sonra okuyacaklarımı kitaplıktaki "sonra okunacaklar" rafına diziyorum keyifli oluyor. Çöplük de onlardan biriydi hatta elimde gayet de güzel bir kitabım vardı bile. Kitaplıktan geçerken "oku beniii" diye seslendiğini hep duymazdan geldim. Ama baktım olmuyor pes ettim. Kitap resmen beni mıknatıs gibi kendine çekti.
yazarın diline, zekasına, kurgu gücüne, hayal dünyasına hayran kaldım. Zihnimde o kadar net görüntüler oluşmuştu ki tam da o günlerde filminin olduğunu öğrendim. henüz izlemedim, hem merak ediyorum hem de "acaba kitap tadında mı bıraksam" diyorum.
Kitabın bence en çarpıcı tarafı benim gözümde "mucizevi" olan bir şeyi "soğukkanlılıkla" anlatmış olması ve benim kitabı okurken heyecandan kalp atışlarımı duymuş olmam. Güm! Güm Güm Güm! Gümmm! şeklindeydi sanki...
Kapağına bakınca "çöplükte yaşayan 3 oğlanın başından geçen bir hikayeye benziyor" diye düşünmüştüm. Kitabı okuyunca bu hikayeyi ne kadar küçümsediğimi fark edip utandım.
Kitap gerçekten de bir çöplükte başlıyordu ve hikayede 3 oğlan vardı. Burası doğru ama oldukça eksik.
Hikaye devamlı olarak farklı kişilerin ağzından anlatılıyor ve bunu o kadar güzel kurgulamış ki yazar hikayede hiçbir kopukluk yok.
Görmediğimiz, bilmediğimiz bir dünyada meğer neler yaşanıyormuş diye kalakaldım kitap boyunca.
Manila'daki bu çöplüğe gidecek olsam sanırım ben de aşık olur ve gönüllü olarak orada kalmak isterdim. peki bunu yapabilir miydim? Sanmıyorum.
Hikayenin ne kadarı gerçek bilmiyorum, yazarın son notunda aslında açıklayıcı bir bilgi var ama yine de kafam karışık.
Bundan sonra okuduğum kitaplarla ilgili yazacağım yazılar hakkında bir karar aldım:
vaktim olmadığı için detaylıca yazamayacağımdan burada birçoğunu paylaşmıyordum :/ Yani ya hep ya hiç demiş oluyordum. Şimdiyse şöyle bir orta yol buldum: Kitap biter bitmez aklımda kalanları, çoğunlukla duygularımı, azıcık da hikayeyi anlatıp ortadan kaybolacağım :) Çünkü buraya da yazmazsam iyice unutuyorum. En son okuduğum kitabı hala yazamadım "Mucizeleri Saymak".
O yüzden de "Çöplük" ne anlatıyor derseniz:
"Çöplükte ne bulacağınızı asla bilemezsiniz" cümlesiyle başlayan arka kapağından alıntı yapabilirim.
Raphael, Graco ve Jun-Jun çöplükte yaşayan 3 arkadaş. Bir gün çöplükte içi para dolu bir çanta bulurlar. O günden sonra hayatları değişir çünkü polis de bu çantanın peşindedir çünkü çantada sadece para yoktur, ülkenin kaderini değiştirecek bir harita ve anahtar da bu çantadadır.
Hikayenin başlarında çocuklarının devamlı olarak "kaka" bulmalarına çok üzülmüştüm. hele Jun-Jun'un farelerle yaşadığı yer tüylerimi ürpertmişti. meğerse çok daha çarpıcı hikayeler beni bekliyormuş.
Neredeyse her satırda heyecan, şaşırma, hüzün, inanamama(şaşırmadan farklı bir tür bu), isyan etme gibi değişik duyguları bir arada yaşadım.
En sevdiğim karakter Jun-Jun, Kahya ve Olivia oldu galiba.
Hikayenin sonunda kendimi sorguladım: "Ben böyle bir şeyi yapabilir miydim?" "Cesaret edebilir miydim?" Yok, yapamazdım :/ Ama bu cesarete sahip insanların var olduğunu bilmek (kurgu bile olsa ki bence değil) bana umut verdi.
Filmi izlemek konusunda hala kararsızım ama yazarın tüm kitaplarını okumazsam çatlayabilirim. "Okula Dönüş" ve "Yaşam Tehlikelidir" kitaplarının Roald Dahl "En komik kitap" ödülüne aday olduklarını okudum, kaçırmamam lazım :)


Künye:
Çöplük
Andy Mulligan
Çevirmen: Arif Cem Ünver
Tudem Yayınları, 216 sayfa 

Devamını oku »

21 Mart 2015 Cumartesi

"Where is my mind?" :)

Duyan, gören varsa haber versin :)
Radiohead ile ve o tarz gruplarla Çitos (ünideki oda ve ev arkadaşım) sayesinde tanışmıştım, o dönem çok da sevmiştim şimdi sanırım aklıma bile gelmiyorlar.
Yalnız bu ara sahiden o kadar çok unutma/şaşkınlık yaşıyorum ki "where is my mind" şarkısını hemen üzerime alabilirim.
Kafamda bir dolu şey var yani aslında çok katlı ve çok odalı bir apartmanın hem yöneticisi hem çalışanı gibiyim. Her bir katta ve odada beni bekleyen işler ve sorumluluklar var. Bir kısmını biraz ötelesem birkaç gün sonra daha da büyümüş olarak karşıma çıkıyor sanki. Belki bu satırları okuyan birçok anne böyledir, bilmiyorum. Bunların tek sebebi çocuklu hayat değil aslında çünkü öncesinde bu tuhaf durumu tecrübe ettiğimi hatırlıyorum. Sadece belki o zamanlar uykum bölünmeden uyuyabildiğim için ertesi güne kadar kendimi toparlayabiliyordum. Şimdiyse kendime çizdiğim rotada ilerlemeye çalışırken araya giren fırtınalara dayanmaya çalışıyor gibiyim. İlginçtir umutsuz değilim. Yani yaşadığım şey bu değil. Bir nevi anlam(landırma) karmaşası diyelim. Benzer duyguları 20lerimdeyken yaşadığımda fırtına daha çok girdap oluyordu. Belki 40larımda aynı fırtına bu kez rüzgar olur sadece :) E buna da şükür, bende gelişme var demek ki.
Yaklaşık 1 yıldır kesintisiz olarak uyuduğum en fazla süre -ki o da iki elimi toplasam belki olur- 4 saattir. uzmanlar yazıyor hani az uykunun insanı etkileyebileceğini, bu ara işte ben ondan oldum :) Elif doğmadan önce kendime vermeye çalıştığım bir söz vardı: şikayet etmeyecektim. Aslında genel olarak sadece durumumu paylaştığıma göre şikayet ediyorum denmemeli ya da bu sadece laf ebeliği.
Bu ara yaptıklarımdan aklımda kalanlara örnekler:
- Pilav yaparken şehriye yerine bulgur koydum.
- Mutfak havlusunu kirli olduğu için bulaşık makinesine teptim, bir de tabak gibi dizmeye kalksaydım da tam olsaydı :)
- Elife farklı renk çoraplar giydirmiş olduğumu karabalığın fark etmiş olması
- Altı yanan/tutan yemekler
- İğne düşse kendisine yer bulamayacak kadar dolu bir çalışma masası.(hatta iğne düşerken şöyle diyebilir: ayy düşüyorumm ama amanııın nereye, düşeceğim yer bile yok, kurtarın beni anacım)
- yakın arkadaşlarımın doğum gününü unuttum, çok mahçubum
- Elife bir şeyler aldığımız yerdeki satış görevlisinin "2 tane aynı renk almışsınız" diye beni uyarması
Unuttuklarım acaba nelerdi, hiç bilmiyorum.
Biri bir şey söylerken sanki bir bulutun arkasından konuşuyor gibi geliyor. "Nasıl?", "Anlayamadım?" bu ara sık kullandığım cümleler.
Yapmam gerekenleri yazdığım kağıtları/defterleri kaybediyorum evin içinde, yeniden yazıyorum ona da bakmayı unutuyorum.
Tüm bunların arasında karabalıkla ladese tutuştuk. Bilin bakalım kim kazandı? Benim şimdiye kadar ladesi kazandığım hiç görülmemiştir. Kişi dalgınsa ona lades yapmaya kıyamam en başta, içim acır. Kaybetmem çok normal yani. Neyse ya halley ya dondurma yiyeceğiz demektir bu :)
Geçen gün "İsminiz nedir?" diyen bir görevliye "Benim ismim mi, kızımın ismi mi?" dedim ki konu benimle ilgiliydi :)
"Hayatta her şey bizler için" annemin sevdiğim laflarından biri. Unutkanlık da öyle olmalı. Kiminde az kiminde çok.
Aklımın başımın üzerinde gezintiye çıktığı şu günlerde yaptığım ekstra unutkanlıklar da affola diyeyim.
Bu ara en büyük heyecanım ve beklentim Pera Günlüklerinin 4. kitabının çıkacak olması. Aynı gün okumam lazım yoksa çatlayacağım :)
Bir de bu satırları okuyan ÖTEKİ arkadaşlarıma selam göndereyim, iyi ki varsınız :)


Devamını oku »

17 Mart 2015 Salı

Hoş geldin 30 :)

İnanamıyorum, vay canına resmen 30 oldum :)
Yaşasın yuppi...
Kendimi daha "yaşlı" hissederim diye düşünüyordum 30 olduğumda ama öyle olmadı, belki bir olgunluk geldi(annelikle beraber) ama gerisi hep küçük çocuğun elinde gibi. belki sürekli çocuk kitapları okumamın da bunda bir payı vardır.
30. yaş bence birçok açıdan dönüm noktası. Bir "son" gibi değil elbette ki, bambaşka bir kapının aralanması gözüyle bakıyorum.
20 ve 30 arası nasıl geçmiş genel bir özetleme yapacak olursak,
17 yaşında üniversiteye başlamıştım.(Ankara İletişim)
18 yaşındayken babam aramızdan ayrıldı. Ben bu durumu anlamlandırabilmek ve bir yere koyabilmek için uzun yıllar uğraştım ki bu yaklaşık 5-6 sene yapıyor.
17-21 arası üniversitedeyken çeşitli yurtlarda çeşitli oda arkadaşlarıyla birlikte yaşadım ve sonunda 3 arkadaş bir eve çıktık. Bir tanesiyle şu an görüşmesek de diğer arkadaşımın hayatıma çok şey kattığını söyleyebilirim.(Çitos) Aklıma geldi de buraya yazmazsam olmaz, hayatımda ilk defa bakla yedim-çitos yapmıştı- yarım saat sonra acillik oldum, meğerse böbrek taşı döküyormuşum ama hastaneler yer yok diye beni içeri almamış, en sonunda birine girebilmişiz ama durum anlaşılana kadar bana ağrı kesici de vermiyorlar, bağırmalarımdan beni doğum yapıyor zannetmişlerdi, çitosun elini sımsıkı tutmuşum o sırada güvenlik geldi "refakatçi kalamaz" diye. Ağrının etkisiyle adama nasıl küfettiğimi hatırlamıyorum, "bu kız burada kalacak" diye :) Hatırladın mı çidem?
17-21 arası tam bir aileden kopuş, ayakların üzerinde durmaya çalışma, insanlardan gerçekten farklı olduğunu anlayıp ne yapacağını bilememe, yakın arkadaşım dediklerinden yenilen kazıklar gibi şeylerle beraber geçti ve ben üniversiteden mezun oldum. (Belki ben de kazık atmışımdır, hakkımı yemeyeyim :)
Hani her şey güllük gülistanlık olacaktı?
Üniversite -bence- bizi hayata ve iş ortamına hiç hazırlamadı, her şey hep "kuramsal" ilerledi, "teorik" dersler oldukça azdı ve kontenjanı hep sınırlıydı.Aklımda kalan 2 hoca var, biri Ali Hoca(senaryo), diğeri de Siyasaldan gelen Ayhan Hoca(dersleri bahçede işliyordu)
mezun olduktan sonra sudan çıkmış balık misaliydim. "Hiii, onca zamanı ben boşa harcamışım" dediğim zamanlar çok oldu. "Peki ben şimdi ne yapacağım?" süreci de yaklaşık 2 sene sürdü. Yapmak istediklerimin sanki Türkiyede bir karşılığı yoktu. mezun olduğum bölüm de -bence- bana çok fazla bir şey katmamıştı.
23 yaşında işe girdim ki aslında 24 olmama az bir süre kalmıştı. O zamandan beri de çok da sevmediğim ama kendimce bir düzen oturttuğum, ülke şartlarına bakacak olursak bir işim olduğu için şükrettiğim bir yerde çalışıyorum.
O arada sevdiğim adamla evlendim ve Eliftrişko doğdu yani ben anne oldum.
30 yaşımdan az önceki en büyük gelişme ise "teyzoş" olmuş olmam olabilir.
Yaklaşık 3 sene önce de bu blogu açtım. "Kahvenin yanında" idi o zamanki ismi, sadece "merhaba" deyip çıkmıştım. İlk yazılarım da haliyle şimdikilerden oldukça farklı. O yazılarda "ses" demeye korkuyormuşum sanki :) Şimdiyse canım ne istiyorsa yazıyorum. Blogun "okunurluk" ve "istatistiksel" değerlerine arada bakıp gülümsüyorum ama kim neyi ne kadar okuyor, bilmiyorum. Bilmek istediğim bir şey değil zaten, benim amacım sadece içimden geleni yazmak. Gerisi güzel bir etkileşim.
Blogda da yenilikler oldu, 1 Kitap 1 Mektup etkinlikleri düzenledim, Annelik sohbetleri ile sevdiğim annelerle muhabbet ettim(ne yazık ki hepsi sanal ortamda), farklı mecralarda yazılarım yayınlandı, çocuk kitaplarından ve Elifli hayattan bahsettim aslında genel olarak. Aralara da kendimi sıkıştırdım sanırım.(kaç kişi ile sohbet ettim, bir ara saymak istiyorum :)
Fiziksel olarak da bence çok değiştim. 20li yaşlarda daha kiloluyken işyerindeki stres ile 48 kiloya kadar düştüm, üfleseler uçabilirdim :) neyse çabuk toparlandım, hamilelik vs. derken de hala "fazla" kilom olsa da halimden çok şikayetçi değilim. Bu arada saçlarım bir acayip beyazladı. 20li yaşlarda ve üniversitedeyken bolca farklı renklere boyattım(kırmızı, mor, kızıl) ve sonunda şu an saçlarım beyazladı :) Karabalık ve birkaç kişi hariç herkes boyatmamı söylüyor hatta bu konuda ısrar ediyorlar, çok kötü görünüyor-muş diye. İşin aslı ben halimden gayet memnunum. Sadece insanlardan bu lafları duymaktan yoruldum ve sıkıldım. Keşke insanların ne söylediğinden bu kadar çok etkilenen bir yapım olmasaydı. Gerçi öyle olsa kendimi kuaförde bulmaz mıydım :) Bu ne yaman çelişki :) 20li yaşlarda daha sivilceliydim, şimdi onların izleri var sadece. Yani fiziksel olarak "çökmüş" diyemem kendime, değişmişim diyebilirim.
Ruhen de çok değiştim aslında. 20li yaşların başındaki esoş, daha karamsar biriydi ve özgüveni daha azdı. Şimdiyse çok daha aydınlık birini görüyorum aynaya bakınca. Arada darlandığım oluyor elbette ama neticede ben de insanım :)
Hala inanamadığım diğer bir şey de hayatıma bir adet kedinin girmiş olmasıydı. Kedi ve beni yan yana gören arkadaşlarım photosop yaptığımı sanmışlardı. Lokum gitti halbuki :/ Evde olsaydı Elifle ne kadar güzel oynarlardı diye hep aklıma geliyor. Hala konserve kutusu açarken koşup içeriden gelecek sanıyorum...
Kendime mektup yazsaymışım diyorum şimdi, açar okurdum. Ne söylerdim acaba o zamanlar 30. yaş günüm için? Hiç tahmin edemiyorum. Bunu 40. yaş günüm için düşünmeliyim sanki, 10 yıl sonraki Esoşa mektup yazmak, neşeli geldi kulağıma.
30. yaşıma az bir zaman kala Ö.T.E.K.İ'lerden biri olmak bana büyük mutluluk verdi. İçimde onun heyecanı var bolca :)
Yazıların hızına yetiştiğinden şüpheli olsam da bu yazıyı er ya da geç okuyacağını bildiğim sevgili karabalık, hayal arkadaşım, arada kaynadı zannetme, senin de yarın doğum günün. Biliyorum hala 25 yaşındasın ve yaş alan sadece benim :) İyi ki doğmuşsun, büyümüşsün, gezmişsin bir dolu ve sonra tanışmışız, arkadaş olmuşuz ve hayatımıza Elif girmiş. İyi ki varsın :)
Bu sene galiba en az kişiyle kutladığım doğum günüm olacak. Karabalık, eliftirişko ve ben :) yeter mi yeter aslında ama alışmışım hep aile ya da arkadaşlarla kutlamaya, annemden kart almaya. özlediğim insanlar var, burnumda tüten mink yeğenim var... Yok canım ağlamıyorum zaten.
"Sanal" da olsa -ki bana hiç öyle gelmiyor- çok güzel arkadaşlarım oldu, canım sıkıldığında ya da aklıma bir şey takıldığında "pist" diyip sorabiliyorum, paylaşabiliyorum. Ankarada olanlarla bir ara görüşmek de istiyorum aslında, anneleri unutup bebeleri sevmek için :))
Dolu dolu geçti son 30 yıl :) Hoş geldin sevgili 30.
Güzel şükür ve mutluluk sebepleri ver bana/bize, olur mu?
Birkaç yıl önce çektiğim ve sevdiğim bir fotoğraf; GÜLÜŞ (bence) :)
30. yaşıma not: Biraz yorgunum ve molaya ihtiyacım var gibi hissediyorum ama maş. genel olarak keyfim yerinde ve ailem için şükrediyorum.

Devamını oku »

11 Mart 2015 Çarşamba

Anne(lik) Sohbetleri : Selcen & Çağla & Damla & Mehmet Efe :)

Başlığı yazarken bir an isimler hiç bitmeyecek gibi geldi :) Selcen ile aslında BDK'tan tanıyoruz birbirimizi ama sanırım bu durumun ikimiz de farkında değildik. Konu çocuk kitapları olunca er ya da geç karşılaşma ve kaynaşma oluyor elbette ki. Selcen'in instagram profiline bakarken "ne tatlı bir kızı var.", "galiba 2 iki kızı var.", "inanamıyorum, selcen'in 3 çocuğu var" diye giden cümleler kurmuştum. Hepsi de birbirinden tatlı gülümsüyordu ancak 3 çocuklu hayat acaba nasıldı, kafamda bir dolu soru ile Selcen'in kapısını çaldım.

Selcen Merhaba,
Biliyorum annelik hakkında konuşacaktık ama ilk sorum çocuk kitaplarından. Senin ennnn sevdiğin çocuk kitapları hangileri?
Hmmm zor bir soru :) hepsi desem :) kitapçıya gidipte çocuk kitapları bölümüne uğrayınca kendimden geçiyorum :) ama şöyle bir düşününce ilk aklıma gelenler; Küçük Prens, Büyük Sözcük Fabrikası, Yanlışlıkla Dünyanın Öbür Ucuna Uçan Çocuk, Harry Potter serisi, Kızıl Ağaç, Değirmenler Vadisi, Şuşu ve Üçtekeri  

Annelik maceraların nasıl başladı ve devam etti?
Annelik maceram 6 yıl önce Çağla'nın doğumu ile başladı. Şimdi düşününce nasıl da acemiydim. Talihsiz bir bakıcı deneyimimiz olmuştu. Sonra bakıcılara olan güvenimi kaybedince hayatımıza kreş girdi. Çağla 2 yaşına geldiğinde Damla aramıza katıldı. Damla'ya 4 ay ben baktım, 4 ay anneanne ve dede baktı sonra Damla'da ablası ile kreşe başladı. Tam düzenimizi oturttuk derken Mehmet Efe Bey aramıza katılmaya karar verdi. Damla'ya uygulanan formül Mehmet Efe'de de tekrar etti. Bir hafta sonra Mehmet Efe'de kreşe başlayacak şimdilik onun telaşı içindeyiz :)

Doğum hikayelerini anlatabilir misin?
Aslında doğumlarımın hepsinde (sonuncusu hariç) eğlendim diyebilirim :) bence çok farklı, keyifli deneyimlerdi. Yalnız geriye dönüp bakınca ben çok cahilmişim. Çağla'da iken çok okudum ama tek yönlü okumuşum. Modern tıbbın sunduğu hizmetleri sorgulamak hiç aklımdan geçmemiş. Tek bildiğim normal doğum yapmak istiyordum ama doğal doğum nedir hiçbir fikrim yoktu. Çağla'da 40. haftam dolduğunda doktorum bebeğin çok büyüdüğünü artık daha fazla beklemek istemediğini söyledi ben de tamam dedim. Tası tarağı topladık sabah 8'de gittik hastaneye, suni sancı takıldı, NST'ye bağlandım, arkadaşlarım geldi gitti, hatta çok yakın bir arkadaşım, eşim ve ben otururken hemşire beni kontrole gelmişti o sırada da karnım sertleşmişti ve NST'de 120'li rakamlar görünüyordu. Ben de bizimkilere dönüp "bakın Çağla poposunu dikince bu alette sayılar yükseliyor" demiştim. Hemşire bana bakıp "popo değil o doğum sancısı o rakam da sancının şiddeti" dediğinde hepimiz şaşırıp kalmıştık. Acı eşiğim biraz yüksekti, o yüzden epidural için kateteri taktılar ama ilacı vermediler. Dayanamazsam anestezi uzmanının hemen geleceğini söylediler. Ama bilmedikleri bişey vardı anestezi uzmanına ağzıma geleni saymıştım. Çünkü o kateter denen şeyden çok korkuyordum ve kadıncağıza bu doğumun en sevimsiz karakterinin o olduğunu söylemiştim. Zaman ilerledikçe sancılar dayanılmaz olmaya başladı, hemşire düzenli aralıklarla gelip kontrol ediyordu, annem, Ahmet hep yanımdaydılar. Sancılar dayanılmaz olduğunda anestezi uzmanı çağırıldı ama söylediklerimin etkisinden mi işi olduğundan mı bilmem bir saat geç geldi. Şimdi düşünüyorum da keşke hiç gelmeseymiş. Saat 4 civarında doktor artık ıkınmaya başlamamı söyledi ve gitti. Ahmet ile ben de bu işin nasıl olacağını bilmediğimizden kendimizce bir yöntem geliştirdik. NST'deki sancı 90'lara çıkıncaya kadar ben kendimi tutuyordum, sancı 90'ı geçince ıkınmaya çalışıyordum, ama bi terslik vardı bu iş böyle çok zor oluyordu, doktor gelince siz ne yapıyosunuz dedi yok öyle şeyler uydurmayın sancı başlayınca ıkınmaya başla dedi. Biz de halimize gülüp tamam dedik. Bir süre sonra doktor gelip tamam doğum başlıyor dedi, karanbolde annem de yanımda kaldı,tüm olaylar boyunca annem dibimde Ahmet ise karşımdaydı. Sanıyorum üçüncü ıkınmamda doktor ve Ahmet'in sakın bırakma geliyor diye bağırdıklarını hatırlıyorum ben de bi güç bırakmadım ve işte o an herşey bitti, inanılmaz bir rahatlama, bir ağlama sesi... Bu muymuş? Bu kadar mıymış? diye düşündüğümü hatırlıyorum. Çağla'nın ilk muayenesi yapıldı, üzeri giydirildi ve benim kucağıma verildi. Çağla emerken doktor da kendi işlerini tamamladı. Çağla 3900 gram doğdu, doktorum Çağla iri olduğu için epizyo uyguladığını söyledi. Hastanede 1 gün kaldıktan sonra eve geldik.
Damla'da ise 38. hafta bitiminde rutin kontrolümüze gittik, 13 dakikada bir sancım geliyordu. Doktor istersen hastanede kal sana belli olmaz dedi ama ben istemedim, daha Ahmet ile açık havada kahvaltı yapacak, kitapçı gezecektim. Kahvaltı yaparken sancılar belimden gelmeye başlayınca işkillendik, kitapçı gezmeyi iptal edip eve gittik. Hastane çantamızı hazırladık, sonra da açtık bir film izledik, sancılar hala 13 dakikada bir geliyordu ama sıkıntı vermiyordu tek hissettiğim karnımın şişip inmesiydi. Biz de ikinci bir film daha açtık, onu da izledik saati akşam üzeri 5 yaptık. Doktoru aradım gel artık dedi. Çağla'yı en yakın arkadaşlarımıza bırakacaktık ama doğum olur mu olmaz mı bilemediğimizden onlara da haber vermemiştik sadece ne olur olmaz Çağla'ya da bir sırt çantası hazırlamıştık. Kreşten Çağla'yı alıp hastaneye gittik hemşire NST'ye bağlayacaktı doktorum gerek yok dedi, muayene etti ve 4 cm açıklık var hemen doğum odasına gidiyorsun dedi. Ahmet alelacele Çağla'yı aldı arkadaşımızın evine bırakmaya gitti, ben de doğum odasına. Olaylar o kadar çabuk gelişmişti ki... Annemi aradım başladım ağlamaya, annem hemen otobüse biniyorum sabaha yanında olurum dedi ama doğum odasında tek başıma öyle bir korku sardı ki... Arkadaşımı aradım doğuruyorum yanıma gelir misin dedim. O da şaşkın eşi ile birlikte hemen geldiler... Bana yine suni sancı takıldı, yine kateter takıldı ve yine epidural verilmedi. Doktorumun hakkını yemeyeyim bence epiduralsiz yaparsın dedi ama ben cesaret edemedim. Kateteri takalım duruma bakarız dendi. Yakın arkadaşlarım yine yanıma koşmuşlardı, sağolsunlar hep yanımdaydılar, sancı çekerken yalnız değildim.  Akşam 8:30 civarı sancılar şiddetini arttırınca epidural verildi ben de rahatladım. Doktorum gece 12 gibi Damla gelir ben kafeteryaya gidiyorum dedi biz de televizyonu açtık Kavak Yelleri izliyoruz, saat 9 civarı karnımda bir gariplik aşşağı doğru inanılmaz bir baskı oldu, hemşireye söyledim doktorum geldi ve sakın ıkınma ortalığa doğuracaksın dedi. Yatak hemen doğum yatağına çevirildi, arkadaşım dışarı alındı, Ikınmaya başladım, ilk ıkınmamda doktor beş dakikaya doğar dediğinde inanmadım. İkinci ıkınmamda galiba yapamayacağım, bu sefer olmayacak derken yine Ahmet ve doktorumdan sakın bırakma sesleri yükselmeye başladı ve ben tam bu iş olmayacak derken Damla'da dünyaya merhaba dedi. Bu sefer epizyo yoktu, epidural son yarım saat takılmıştı.
Mehmet Efe'de ise durumlar farklı gelişti. Doktorum ile konuşmuştum ve herşeyi ile doğal doğum istiyordum, suni sancı, epidural, epizyo hiçbirisi olmayacaktı ama hayat benim için çok farklı bir senaryo hazırlamıştı. 35. hafta civarı Mehmet Efe'nin boynuna kordon dolandığını öğrendik. Her şeye rağmen belki çözülür diye 40. haftanın sonuna kadar bekledik ama olmadı. Mehmet Efe 4200 gram olmuştu boynunda da kordon vardı, doktorum ben risk almak istemiyorum dedi ben de tamam dedim sonuçta ilk iki çocuğumda yanımda olan doktorumdu ona güveniyordum. 40. hafta bitiminde sezeryane alındım ama o kadar çok korktum ki doğuma ayık girdim ama doğum sırasında tamamen uyutuldum. Ahmet'in anlattığına göre Mehmet Efe'nin boynuna kordon üç kez dolanmış. Bizim tosuncuk 4200 gram doğmuş.
Çenem düştü yalnız anlattıkça anlattım :) 

Çağla’nın doğumunda belki daha yalnızdın (bilmiyorum) ama sanırım diğer doğumlarda yanında birileri olmuştur. İlk günlerde, aylarda en çok hangi konularda zorlandın?
Üç çocuğumda da üç haftadan sonra tek başımaydım diyebilirim. Çağla'da acemilik zorladı, Damla'da Çağla zorladı, Mehmet Efe'de ise sezaryen zorladı :)
Çağla (5,5 yaş), Damla(3,5 yaş) ve Mehmet Efe(6 aylık)’nin aynı anda bir şeyler istediği mutlaka oluyordur. Bu durumlarda ne yapıyorsun?
:)  Şimdilik annem, babam yanımda o yüzden bir şekilde hallediyoruz. İki hafta sonra gidiyorlar o zaman neler olacak yaşayıp göreceğiz :)

Bebeklerdeki gaz problemi mi yoksa 2 yaş krizleri mi :) Seçmen gerekse hangisini tercih ederdin? Ve yeri gelmişken tecrübelerinden faydalanmak isterim. 2 yaş civarı bizi neler bekliyor, neler yapsak bu süreç daha az hasarlı geçer?
2 yaş krizini tercih ederim sanırım. Gaz problemini Mehmet Efe'de tecrübe ettim pek fena bir şeymiş. Küçücük bebek morarırcasına ağlıyor hiç bişey yapamıyorsunuz pek fena... İki yaş krizi de kötü elbet ama gaz daha bir fena... Çağla'da iki yaş krizi ile Damla'nın bebekliği çakıştığından mı bilmem daha fenaydı ama Damla'nın iki yaş krizi pek olmadı ya da ablasının 4 yaş krizinin yanında güme gitti bilemiyorum :) 2 yaş civarı krizlerde pek mümkün olamasa da anne babanın sabırlı ve sakin kalması işe yarıyor sanırım. Bir de çocuğun üstüne gitmemek, ağlamak istiyorsa ne yaşamak istiyorsa o duyguyu yaşamasına biraz izin vermek... Tabi kastım burada çocuğu bırakalım sabaha kadar ağlasın değil ama az bir süre, 5 dakika mesela çocuğa izin vermek. Şu hep söylenen çocuğa seçenek sunun o seçsin muhabbeti de her zaman olmasa da işe yarıyor... Korkutmak gibi olmasın ama ben en çok 4 yaştan çektim bu arada :)) her çocuk farklı tabi :)

Seninle yolumuz BDK ve çocuk kitapları sayesinde kesişmişti. Çocuklara kitap okumaya ne zaman başladın? Şimdi ne sıklıkta kitap okuyorsun? Ve kızların favori kitapları hangileri?
Çağla ile 14-15 aylıkken başladık, Damla ile 2 yaş civarı, Mehmet Efe ile şimdilerde başladık ama ne olur nasıl devam eder, eder mi bilemiyorum...Kızlarla  genelde her akşam uyku öncesi okumaya çalışıyoruz, hafta sonları gündüzleri de okuyoruz, onun dışında kızlar yatmadan önce yataklarında kitapları ile kendileri de vakit geçiriyorlar. Kızların favorileri sürekli değişiyor Damla bu ara Minik Tohum'a takmış durumda, Çağla bana benim sevdiğim kitapları okuturken babasına klasik masalları okutuyor, canım çok sıkkınsa mesela Shaun Tan'ın kitaplarını seçiyor falan :) Favori kitaplarını yatağının başucuna ayırıyor ve bu kitaplar hep değişiyor :)

Kardeş kıskançlığı sizin eve de uğradı mı? O durumlarda neler yapmıştın, yapıyorsun?
Oyyy uğramaz olur mu? Şimdilerde Damla'yı esir almış durumda mesela :) Mehmet Efe'yi deli gibi kıskanıyor... Ne yapıyoruz? Mehmet Efe'nin her işine onu dahil ediyoruz, bezini getiriyor, alt değiştirme bezini seriyor, kremini sürüyor falan, onun dışında da çocuğun elinden tüm oyuncakları alıyor içimiz gitse de ses etmiyoruz olabildiğince... Çağla artık kıskançlığını sesli olarak dile getiriyor beni de sev diyor gidip seviyoruz :) Bi kucağımda Mehmet Efe emerken diğerinde de kızlar oluyor onları kucaklıyorum. Şu anda evde dengeler değişik, Çağla'nın Mehmet Efe ile arası çok iyi ama Damla'yı kıskanıyor, Damla ablasına hayran ama Mehmet Efe'ye kıl falan :)

Bildiğim kadarıyla iş hayatına da döndün. Bu kararı vermek zor oldu mu? Çocuklar kreşe mi gidiyor? Mehmet Efe’yi slingde görmüştüm bir ara. Onu da sen mi işe götürüyorsun :)
Üç çocukta da 4 ay sonra işe döndüm. Hem hepsine aynı davranmak istedim hem çalışmam gerekiyordu hem evde olsam daha az mutlu olurdum. Süt izinlerimi öğle yemeği tatili ile birleştirip çocuklarımla öğle arasında 2,5-3 saate yakın birlikte oluyorum iyi geliyor hem onlara hem de bana. Hem iş yerinde verimimi de arttırıyor. Çocuklar kreşe gidiyor, Mehmet Efe'de bir hafta sonra başlayacak. Sling benim artık vazgeçilmezim :) üç çocukla baş edebilmek için birini kendime bağlamam gerekiyor :) eee evde yemek, çamaşır, bulaşık gibi işleri de yapmak lazım :)

Çalışmıyor olmayı tercih eder miydin?
Bilemiyorum, bazen çok içim gidiyor, bazen de yok diyorum benim için çalışmak daha iyi.

Evlatlar arasında sevgi/ilgi ayrımı yapamaz anneler, derler. Diğer taraftan da ilk göz ağrıları hep olmuştur. Ne dersin?
İlk göz ağrım yok gerçekten :) yani annenin yeni bir çocuğu olunca sevme kapasitesi de katlanıyor sanırım :) çocuklarımı kesinlikle eşit sevmiyorum ama şu çocuğumu daha çok seviyorum da diyemem hepsini farklı seviyorum, Çağla'ya olan sevgim farklı, Damla'ya olan farklı, Mehmet Efe farklı karşılaştırılabilir bir şey değil sanırım :)

Bebek bakımı hakkında kitaplar okudun mu, okuyor musun? Önerebileceğin kitaplar var mı?
Uzun zamandır okumadım, okumak isterdim ama kısıtlı olan kitap okuma zamanımda öncelik hep başka kitapların oluyor :) çocuklarımı okumaya çalışıyorum bir de diğer blogger annelerin yazdıklarını :)

Üçüncü çocukta anne/baba çok daha rahat davranıyor, diyorlar. Bu söze katılıyor musun?
Evet, kesinlikle. Çağla'nın her şeyini problem ederdik yemedi, uyumadı, çiş yapmadı. Oysa ki su akıp yolunu buluyor bazen tek gereken çocuğa biraz zaman tanımak oluyor...

Üç çocuklu hayatta evde otorite kurmak zor oluyor mu?
Olmaz mı? Mehmet Efe ilk doğduğunda evde bir otorite boşluğu oluştu ve kızlar dibine kadar faydalandılar bu durumdan. Şimdilerde yeniden olayları kontrol altına almaya çalışıyoruz :)

Dışarı çıkarken ya da tatile giderken yanınızda kaç çanta oluyor :)
Geçen sene 7 aylık hamileyken sadece hafta sonu kalmak üzere çadır kampına gittik ve arabanın bagajı ağzına kadar doldu :) ya hava sıcak olursa ya çok soğursa derken derken valiz sayısı artıyor...

Gerçekten de merak ettiğim bir soru: kendine vakit ayırabiliyor musun?
Eh diyelim :) bakış açımı değiştirdim biraz :) mesela kızlarla kitap okurken ya da bale gösterisine gitmişsek bu zamanları kendime vakit ayırmış sayıyorum :) ya da bir parkta kızlar oyun oynarken kocamın omzuna beş dakika yaslanmışsam bu da kendime ayırdığım vakit oluyor :)

Uyku konusunda zorlandığınız zamanlar oldu mu? Uyku eğitimini gerektirecek bir "uykusuzluk" yaşadınız mı :)
Anneler belki bana kızacak ama Çağla'yı ayağımda sallayarak uyutuyordum sonra 1 yaş civarı Çağla istemedi bu durumu, bir süre sırtına masaj yaparak, bir süre şarkı söyleyerek uyuttum sonra da dedim uyku eğitimine başlamalı, 2 ay uğraştım, her akşam belli bir rutin denedim, kitabını okudum biraz elini tuttum, ışığını kapatıp çıktım, başlarda çok ağladı sabretmeye çalıştım, 2 ayın sonunda belli bir gelişme kaydettik sonra Çağla çok hasta oldu, geceleri ateşi çıktı ben de ayrı odalarda yatmaya korktum, ateşi yükselir ve ben farketmezsem diye yanımda yatırdım, kaydettiğimiz bütün gelişme sıfırlandı,sonra 2. hamilelik derken yok ya dedim uyku eğitimi falan vermiyorum zaten kardeş de geliyor, her akşam kitabımızı okuduk sonra da sarılıp uyuduk. Damla doğduğunda Çağla babası ile uyumaya başladı. Çağla 3 yaşına geldiğinde evin en büyük odasında babasının liseden kalma genç odasını Çağla için süsledik, babasının bütün eşyalarını çıkarttık, Çağla'nın kitaplarını yerleştirdik, dolap kapaklarına ve çekmecelere Çağla'nın seveceği sticker'lardan yapıştırdık en son da Çağla ile gidip yatak örtüsü beğendik. Yatak örtüsünü de yatağına örttüğümüzde dedik bu oda artık senin ve sen artık kendi başına yatacak kadar büyüdün. Geçiş çok kolay oldu, Çağla odasını çok sevdi ve her akşam kitabını okuyup ışığı kapatıp çıktık :)
Damla ise ablasına göre çok farklı bir çocuk, daha inat ve hacıyatmaz denen türden :) 1.5 yaşına kadar o uyuyana kadar yanında yatıyordum ve tabiki ben de onunla birlikte uyuyakalıyordum. Hayat kalitem baya düşmüştü. Çağla kendi odasında yatmaya başlayınca Damla'yı da alıştıralım dedik. Önce Damla'nın yanında yatmak yerine o uyuyuncaya kadar yanında oturmaya başladım çok itiraz ettiyse de kararlı durmaya çalıştım, yanında oturmama alışınca odanın başka yerinde oturmaya başladım, yavaş yavaş odanın dışına çıkmaya çalıştım bi ara o uyuyuncaya kadar koridorda yürüyordum :) sonra zamanla o da tek başına uyumaya alıştı. Ama hala uyku konusunda çok başarılı değiliz. Damla uyumamak için her yolu deniyor. Önce su içiyor sonra çiş diyor sonra öpücem diyor sonra yarın ne günü diye soruyor sonra tekrar başa dönüp su diyor... Bazı akşamlar Damla'yı dokuzda yatağa gönderiyoruz ama uyuduğu saat gece onbir buçuğu bulabiliyor. Damla'yı uyutmak için çelik gibi sinirlere sahip olmanız lazım :) çocuk uykuyu sevmiyor...

Tuvalet iletişimi/eğitimi (bu konu bana henüz yabancı olduğundan, adını tam koyamıyorum) hakkında bilgi ve tecrübelerini paylaşabilir misin?
Tuvalet eğitimine iki kızımda da 2 yaşını bitirdikten sonra başladım, kreşe gittikleri için kreş ile birlikte başladık. Çağla'da tuvalet eğitimine başlamaya biz karar verdik, bezi çıkarttık 1 hafta içerisinde de gündüz tuvalet olayını çözdük, geceleri kuru kalkma olayını halletmemiz ise 3-4 ayı buldu. Damla 2 yaşını doldurduğunda ise bezi kendisi takmak istemeyerek eğitimini başlatmış oldu. Damla'nın da gündüzlerini halletmek kolay oldu ama geceleri kuru kalkmada zorlandık. Gece bez takmaya devam ettik, sabahları da "aaaa kim takmış bu bezi ah babası" diyerek suçu babasına atıp bezi çıkardık. Geceleri bez kuru kalana kadar bu yöntemle devam ettik sonra bezi de bıraktık. Mehmet Efe'yi yaşayıp göreceğiz :)

“Yemedi, uyumadı, düştü, hastalandı” vs. hangi aşamadan sonra daha rahat karşılanmaya başlanıyor?
İkinci çocuktan sonra :) ilkinde her şey ilk kez yaşandığı için onun her şeyi hep sizin için yeni oluyor ve panik havası devam ediyor :)

İkinci/üçüncü çocuğu düşünen/planlayan annelere neler tavsiye edersin? Tabii acemi annelere ve anne adaylarına da önerilerin varsa, mutlaka yaz :)
Bir çocuk bir çocuk iki çocuk çok çocuk demişler ya çok doğru cidden :) iki, üç çocuk kolay değil insana kafayı yedirtiyor, sadece çocuklarla değil aralarındaki ilişkilerle de uğraşıyorsunuz ama diğer taraftan da çok keyifli. İnanılmaz bir emek veriyorsunuz zaman zaman yeteri kadar ilgilenemediğiniz için kendinize kızıyorsunuz ama sevgisi, tadı da çok ayrı bambaşka :)
Annelik bambaşka insana farklı bir bakış açısı getiriyor, çocukluğunda hesaplaşamadığı yönleri ile barışmasını sağlıyor, büyütüyor ama küçültüyor da :) içindeki çocuğa daha bir korkmadan sahip çıkmasına olanak sağlıyor, ne biliyim bence çok güzel bir şey baksanıza üç çocuk doğurduğuma göre :)

Katıldığın için çok teşekkürler.
Ben çok teşekkür ederim :)


Annelik sohbetlerine katılan diğer anneler bozulmasınlar ama 3 çocuklu hayatı -bence- başarıyla götüren sevgili Selcen, "kahramanımsın" :) Bu sohbetten aklımda kalan en önemli şey "çok fazla takılmamak"  gerektiği, sanırım bu da zamanla oluyor. İnsan daha önce yaşamadığı bir konuda "rahat" olamayabiliyor. Hele ki söz konusu olan çocuklarımızsa.
Maşallah diyeyim öncelikle, Selcen'in 3 çocuklu hayatı depresif cümlelerle anlatmaması, yaşadıklarını olduğu gibi anlatması ve gözlerinin içinin gülmesi bana mutluluk verdi. Zor günler yaşayabiliriz elbette ama bunu nasıl göğüslediğimiz (de) oldukça önemli.
Buraya yazmazsam da çatlarım, sevgili Selcen, belki Eymirde belki Arkadaş Kitabevinde ama inanıyorum bir gün tanışacağız ve o gün için şimdiden özür diliyorum; Çağla, Damla ve Mehmet Efe'yi görüp seni unutabilirim :)
Ne diyeyim, iyi ki BDK var :)
Devamını oku »