Drop Down MenusCSS Drop Down MenuPure CSS Dropdown Menu




19 Kasım 2015 Perşembe

Postcrossing Kartlarım-1

Aslında her şey Yasemen ve Hazan'a gelen kartları görüp "hiiii" diye iç geçirmemle başladı.
Postcrossinge üye oldum, 5 adet kart gönderdim ve kendi kartlarımı beklemeye başladım.
Hemen her gün posta kutumu kontrol ettim. Postacıya kızmaya başladım. Düşündüm ki "bana sanırım kimse kart göndermeyecek, böhüüü" Hayal kırıklığı yaşadım. Ama bir gün... Posta kutum dolup taştı :)
O günden beri de postacımız biriktirip getiriyor olsa da kartlarım çok şükür elime ulaşıyor.
Onlar da şöyle:
Sağ üstteki tatlı kız, bana ilk gelen kart :)

Şu karta yakından bakın çünkü kendisi bulmacalı kartmış, karabalık fark etti:

"Eli cebindeki yaratığı bul..." Buldunuz mu?
Benim gönderdiklerim pek şahane değil, favorilerimden biri de şu:


Bana gelen cevap da şöyleydi:“Hello!
Thank you so very, very much for the lovely card from a child with her cat. It's beautiful. I also like the stickers you used, and the stamp you enclosed, very nice. And thank you, thank you for the wonderful autumnleaf, such a nice idea to put it in the envelope! Your card with little presents is a real gift to me!
Wish you and your family all the best,
Esmeralda”


İşin aslı şu yazıda Yasemen, "Kendi acımdan Postcrossing’in sevdiğim tarafları çok fazla, bana kattıkları da öyle. Ama bunları bir kenara koyacak olursak en sevdiğim taraflarından bir tanesi sanırım kartlar ulaştıktan sonra gönderilen teşekkür mesajlarından şunu görmek: Birinin posta kutusunda kartınıza ulaştığında yaşadığı heyecanı, sizin gönderdiğiniz kart sayesinde duyduğu mutluluğu, hala bir şeyler için umut olduğunu… "dediğinde ne söylemek istediğini anlamamıştım. "Ne yazabilirler ki" demiştim. Yasemen sana sevgilerimi gönderiyorum ve mahçup olduğumu belirtmek istiyorum. Yukarıdaki mesaj çok tatlı değil mi? Resmen mutluluktan uçtum :)


"Direct swap"ın ne olduğunu bilmeden ilk kartlarımı yazdığım için insanlara şunu yazmıştım.
"Hi, How are you, dou like children books too" gibi, cevap bekleyen sohbet cümleleriydi :)
Bir de ilk başta herkese şunu yazdım: "Sorry for my bad English" :)
Şimdi bunları yazmıyorum. Kötüyse kötü ne yapayım diyorum.
Kişinin profilinde bir sıcaklık görmediysem daha basit şeyler yazıyorum. Bazıları ise sıcacık oluyor, onların kartını zarfa koyarak içine yaprak, pul gibi minik hediyeler ekliyorum.
Benim profilimde kedileri sevdiğim yazdığı için bolca kedili kartım oldu. Elif'in ellemediği kartım, sevmediği pişili kartım yok tabii :)
Bir de birkaç defa babaanne denk geldi, torunlarıyla postcrossing yapan, onlara 2 adet kart gönderdim. Çok tatlı değiller mi?
Kartlarım biriktikçe yine paylaşırım.
Çok teşekkürler Yasemen ve Hazan :)

Bir de yazmayı unutmuşum ama bana gönderen kişilerden birçoğu kütüphaneciydi ya da kitapçıydı, gerçekten şaşırdım. Hatta son gelen kartın sahibinin profilinde "çocuk kütüphanesinde çalışıyorum" yazıyordu, yoksa bunlar bana birer mesaj mıydı :)

Devamını oku »

18 Kasım 2015 Çarşamba

Yılbaşı Kitap & Kart Çekilişi- 2016 :)

Geçen seneki etkinlik çok keyifli geçmişti, katılanlar tanıdığım insanlar olunca organizasyonda hiç zorlanmadım.
Bu sene de böyle bir etkinlik yapmak istedim. İşin aslı aklımda sadece "kart" vardı ama kartlar postada kaybolabiliyor, o yüzden de kitaplı kartlı bir etkinlik olsun yine diye düşündüm.
Bilmiyorum ki katılmak isteyen olur mu, yoksa biz kkk ile ikimiz mi kalırız :)
Bu sene için aklımda "eşleşme"den ziyade kimden geleceğinin sürpriz olduğu bir kitap hediyeleşmesi var.
Hiç tanımadığı birine yeni yıl hediyesi olarak kitap ve kart göndermek isteyen,
Hiç tanımadığı birinden yeni yıl hediyesi olarak kitap ve kart almak isteyen,
Kısaca neşeli bir etkinliğe katılmak isteyen herkes,
 30 Kasım 2015 tarihine kadar
 "2balik1kedi@gmail.com"  adresine mail atsın, oradan haberleşelim :)


*Böyle sürprizli işleri aklıma getiren canım arkadaşlarıma da sevgilerle :)
Devamını oku »

13 Kasım 2015 Cuma

Önemli An'lardan Biri

Az sonra dün sözünü ettiğim buluşmaya doğru koşuyor olacağım, şansım yaver giderse ayaklarımın altındaki zemin ile bağlantım kopar ve ben biraz da uçarak buluşmaya gidebilirim.
Aman yarabbim çok heyecanlıyım.
Konuşabilecek miyim acaba yoksa sadece "kem küm" deyip sırıtacak mıyım :)
İnsanın hayatında böyle önemli an'lar, günler vardır. Bu hislerimi sonrasında yazsam muhtemelen sadece "heyecanlandım" derdim. Ama o kadar basit değil hislerim.
Hani nasıl desem, içimden miyavlayıp gaklamak geliyor :)

Benim gönderdiğim postcrossing kartlarından biri :)
Bana şans dileyin...

Devamını oku »

12 Kasım 2015 Perşembe

Günün Mutluluk Sebebi 14: Hediyeler/Yeni Kararlar

Bir önceki mutluluk sebebini okudum şimdi, aa ne güzel şeyler yaşamışım dedim :) Yazmak bu yüzden iyi bir şey, hafızama güven(e)miyorum çünkü.
Geçen zaman kısa olsa da içine bir dolu "mutluluk sebebi" sığmış meğer, hangisinden başlayacağımı şaşırdım(çok şükür)
Bu hafta galiba hediye haftasıydı, kiminle görüştüysem bana hediye almıştı. Çok şaşırdım ve çok sevindim. Ben bu ara görüştüğüm insanlara yere düşen kırmızı yapraklardan hediye ettim yalnızca :)
İlk olarak beni çok şaşırtan bir sürprizle başlayayım. Kumkurdu'nu orijinal dili olan İsveççe'den okumak istiyordum. Bir arkadaşım sana bir çocuk kitabı almak istiyorum, ne alsam bilemiyorum demişti. Ben de Kumkurdu kitabının İsveççe'sini istedim. (Yurt dışıyla bağlantısı var) Bulabileceğini açıkçası pek beklemiyordum ancak bulmuş, sahiden çok şaşırdım. "Ama İsveççe bilmiyorsun ki, bu kitabı ne yapacaksın?" diyenlerin henüz Kumkurdu ile tanışmamış olduğunu düşünüyorum :)

Geçen hafta postacımız sağ olsun biriktirdiği mektup ve kartlarımı bırakmış, kendisinin 2 haftada bir bize uğradığından şüpheleniyorum.(aslında eminim) Posta kutumda inanılmaz güzel şeyler vardı. İyi ki postcrossinge üye olmuşum ve iyi ki çok tatlı mektup arkadaşlarım var, dedim. Şirin bana "kırmızı balık" göndermiş, her gün kullanmak istiyorum ama kullanmaya da kıyamıyorum.
Balık çok tatlı değil mi?
KKK buluşmamızda Zeugma bez çantama kavuşmuş oldum, hiç aklımda yokken hem de. Yeni kitap çantam o oldu, baktıkça mutlu oluyorum.
Canım Gamze'den merak ettiğim bir kitap "Şemsiye" geldi dün, henüz Elifle okumadım ama sözsüz bir kitap olduğu için eminim favorileri arasına girecektir :)

Haftanın bombalarından biri Özlemden geldi: RD Tavkimi ve Ayı Peddington. RD Takviminin ilk sayfasında "en sevdiğim RD kitabı" duruyordu. (teknik olarak bu sıralamada 1. sırayı 3 kitap paylaşıyor ama olsun :) "KSD"yi görünce çok mutlu oldum.
Pelin'in bana yy önce hediye ettiği defterleri hangi amaçla kullanacağıma karar verdim. O da çok iyi oldu. Küçük olanını "mektup defteri" yaptım, büyük olanının sırrı bende :)
Bu yazı biraz hediyelerimi sergiledim gibi oldu ama bu hafta sahiden biraz böyle gelişti ve her biri ayrı ayrı çok mutlu etti beni.
Geçtiğimiz gün iş yerinden bir arkadaşım bana elma verdi bahçeden diye. Ben de ertesi gün ona satıyor mu acaba diye gittim. Satmıyormuş çünkü başkasından almış,o kişiye gittik. O da satmıyormuş, bana bir koca poşet elma verdi karşılıksız. Biraz çekindim ama elmalar cidden çok güzel.
Geçen haftanın en şahane gelişmelerinden biri sanırım "Kürk Mantolu Madonna"yı okumuş, sevmiş ve içinde kaybolmuş olmam oldu. Hala etkisindeyim :)
Kendimle ilgili iki güzel gelişmeden de bahsedeyim. Hatta üç oldu sanırım, sayamadım şimdi. Yazınca anlarım :)
Çalışma masama "sonbahar köşesi" yaptım. Ve bu köşeyi her gün yenilemeye başladım. Yeni yapraklar getiriyorum masama, eskileri de hediye ediyorum veya geçen gün yaptığım gibi postcrossingde mektubun içine koyuyorum.(alan kişi bana deli demezse iyi tabii)
Meşhur elma :)
Kendimle ilgili olarak hastalıktan beri uygulamaya çalıştığım şey, aldığım yeni kararlar oldu. "Üşenmeme", "ertelememe", "yavaşla","sadelik" ve "kendine bakma" Tek tek altlarını doldurmayayım şimdi ama daha önce bu tarz kararlar alıp en fazla 3 gün uygulayabilmiştim. Şimdi ise 10 günü geçti :) Heyoooo :) *Kendime bir ödül vermeliyim birkaç ay geçince(bir kahve mesela)
Veee gelelim üçüncüye...
Bu daha yepyeni bir gelişme.
Dün akşam Elif'i ayağımda sallarken midemde bir bulanma kafamda bir dalgalanma yaşadım (sonradan aklıma Miguel geldi cidden :) ve ardından sahiden de kafamın üzerinde bir ampül yandı: "Neden olmasın?" diye. Elif'i uyuttum, karabalığın yanına koştum, fikrimi söyledim, çok mu saçma diye. "Yoo" dedi ve hayal kurmaya başladık. Derken saat ilerledi, arada Elif uyandı geri uyuttuk vs derken sabah bir coşkuyla uyandım. Hatta gece şöyle bir şey oldu, ben bir ara Elif'in yanında uyuyakalmışım, karabalık gelip uyandırdı, yatağıma yatınca "hii saat çok geç olmuş, sen niye hala uyumadın" diye kızdım. O da dedi ki "sen uyuyalı zaten 15 dakika oldu"!!! Ben şok tabii, içime Miguel kaçınca ne olduysam artık o heyecandan :) Ne olduğu henüz netleşmediği için şimdilik yazmayayım ama ben bu fikri çok sevdim. Özeti şu: Hayatta çok istediğin bir şeyin bir anda ve en mükemmel haliyle kucağına düşmesini bekleme, küçük de olsa bir yerden başla...
Geçenlerde bahsettiğim şu paragraf:
"Bu hafta ise "arkadaşım" diyemeyeceğim ama benim için çok özel biriyle buluşacağım(inşallah) Onu da bir sonraki sefere yazarım. Yanında "this is zemin"den öte konuşmayı becerebilirsem diyaloglarımızı da yazarım ama yanında "gaklayıp miyavlayabileceğim" biri olduğunun ipucunu verebilirim :)" henüz gerçekleşmedi, kısmet olursa yarın buluşacağız, çok aşırı heyecanlıyım, bana şans dileyin.













Devamını oku »

11 Kasım 2015 Çarşamba

Dünya Çocuk Kitapları Haftası Kutlu Olsun!

Çocuk kitaplarını çok seviyorum.
Çocuk kitaplarını okurken bambaşka bir dünyada olmayı, hayallere dalmayı(hatta bazen oradan hiç çıkmamayı), yepyeni insanlarla (karakterlerle) tanışmayı, onlarla sevinmeyi ve onlar için üzülmeyi(dertlerine ortak olmayı), baskısı bitmiş bir kitabın peşine düşmeyi, sevdiğim kitabı herkese zorla okutmaya çalışmayı (öneri diyelim biz ona), kitap sever arkadaşlarla buluşup kitaplar hakkında sohbet etmeyi, kütüphanemdeki kitaplara bazen sadece bakmayı bazen de onlarla oynamayı, çocuk kitapları sayesinde tanıştığım tatlı insanları, bu tutkuyu içimde hissetmeyi seviyorum :)

Görseli karabalıkla beraber hazırladık :)
Bir hafta boyunca (11-18 Kasım) bu yazının altına "çocuk kitaplarını neden sevdiğini" yazan 1 kişiye sürpriz bir çocuk kitabı hediye edeceğim.

Geçen sene ve ondan önceki sene de kutlamayı unutmamışım, yaşasın :)
Uzun zamandır üzerinde düşündüğüm bir şeydi, "en sevdiğim çocuk kitabı" acaba hangisi diye. İleride cevabım değişir mi bilmiyorum ama şimdilik Kumkurdu "en sevdiğim, beni en çok etkileyen, hep baş ucumda durmasını istediğim" kitap :)
Kütüphanedeki Aslan "okul öncesi" kategorisinde en sevdiklerimden biri.
Kitapkurdu Lily ise baskısı bitmiş ancak çok merak ettiğim bir kitaptı, sağ olsun Akça sayesinde ona da kavuşmuş oldum.
Yakın mıdır acaba benim kendi çocuk kütüphaneme kavuşmam, ne dersiniz :)
Devamını oku »

10 Kasım 2015 Salı

Kürk Mantolu Madonna

Bu kitabı okumadan çok önceki düşüncem:
"Herkes okumuş, okuyor, merak ediyorum ama emin değilim nasıl olduğundan, sever miyim acaba, yok ben kesin yarıda bırakırım, fazla "edebi" eser sevmiyorum, yanında kahveli fotoğrafının 5 liraya verildiği karikatürden sonra kapağın yüzü eskidi bende."
Yavaş yavaş kitabı merak edip almaya niyetlendiğimdeki düşüncem:
"Sanırım vakti geldi, Kürk Mantolu Madonna'yı kitaplığıma koymalı ve yakın bir zamanda okumalıyım. Merak ediyorum."
Biraz zaman geçer...
"Tam alacaktım ki başka kitaplar araya girdi."
Derken, günlerden bir gün siparişime "evet" dememe tam olarak 1 adım kala durakladım ve akşam Elif ile buluşacağımız aklıma geldi. Nedense ondan güzel bir kitap önerisi duyacağımı düşündüm. Akşam buluştuk ve konu tabii ki kitaplara geldik. Bu ara neler okuyorduk, bizi hangi kitaplar çok etkilemişti vs. Elif birden gözlerinde daha önce hiç görmediğim bir ışıkla "Kürk Mantolu Madonna" dedi. "Okudun mu, ben de merak ediyordum" dedim. "Beni en çok etkileyen kitaptır, ben böyle bir aşk hikayesi okumadım hiç." dedi. Aynı ışık bana da geçmişti. Gecenin 10unda nöbetçi kitapçı bulsam kitabı alacaktım. Ertesi gün siparişimi tamamlarken daha önce başıma hiç gelmemiş bir şey yaşadım. "Kürk Mantolu Madonna"yı sepetime ekliyor fakat alışveriş listemde adını göremiyordum. Başka bilgisayarlarda bile denedim, olmadı. O an şunu hissettim: Yapı Kredi Yayınlarının dükkanından kitaba dokunarak bu kitabı almalıydım!
Geçtiğimiz hafta iyileştikten sonra kalan 1 günde kendimi "YKY"de buldum. Kitapların yerini artık ezberlediğim için doğruca Sabahattin Ali rafına gittim ve elim titreyerek kitabı aldım. Neden elim titredi bilmiyorum. Çok heyecanlanmıştım.
Kitabı alıp çantamda taşırkenki düşüncem:
"Çok değerli bir hazine var çantamda, hemen mi okusam yoksa uygun bir an mı beklesem?"
O akşam kitaba başladım, ertesi gün yarısındaydım, diğer gün(dün gece) de bitirmiştim. Bölüntülü okumak resmen sinir sahibi yaptı beni. Arabada normalde asla kitap okumam, midem bulanır. Dün sabah eşime kızdım, kırmızı ışıkta hemen geçme, az bekle diye :) Dün gün boyu okuyamayınca da Elif'i uyutup yatağa uzandığımda saat 12yi geçiyordu. Çok uykum vardı ancak hiçbir uyku beni bu kitaptan mahrum bırakamaz diye düşünerek kitabı açtım ve kapattığımda saat tam 2ydi. (Saat 2 = Şirin)
Kitabı okurkenki düşüncem:
"Bir insan evladı(ben) ön yargıları sebebiyle (yok herkes okumuş yok kapağın yüzü eskimiş vs.) böylesi bir hazineyi kaçırıyor ya, ben daha ne diyeyim kendime..."
"Aman Tanrım, bu adam nasıl yazmış böyle?"
"Ben bu kadar sürükleyici bir aşk romanı, bu kadar içinde yaşadığım derinlikli bir aşk hikayesi okumadım."
Kitabı okuduktan sonra (ve son sayfalarda):
(Bolca ağıt) "Birini aramam lazım ama saat 2. Kitabı okuyan birileriyle konuşmam lazım. Ama saat 2. Elif'e çok borçlandım. Kitaba resmen onun sayesinde başladım. Elif'i arasam? Ama saat 2. Sabahattin Ali'yi kim sever? Özlem tabii ki! Özleeeemmm böhüüüüü"
O ara Özlemle mesajlaştık, yanımda olsa kesin sarılırdım. Ben bir ağla ağla.Ki bu satırlarda bile ağlıyorum  :(
Sabah sabah karabalıktan yorum: "Sen bu kitaptan çok etkilendin."
Benden cevap: "Hadi canım! Nasıl anladın?"  (Bu erkekler biraz saf mı oluyor ne?)
Bu arada kitabın yarısına geldiğimde bir de şunu hissetmiştim. Bu kitabı tüm sevdiklerime armağan etmeliyim. Bu amaçla sevdiğim arkadaşlarıma mesaj attım, Kürk Mantolu Madonna'yı okudun mu diye. Ve fark ettim ki dünya üzerinde okumamış olan bir ben kalmışım.(tamam biri daha var, ismini vermeyeyim, neyse ki birini buldum) Bu sefer de o arkadaşlarıma kızdım mı: "Neeeaaay, okudunuz, sevdiniz ve beni uyarmadınız mı? Yahu insan bir kaş gözle bu kitabı mutlaka oku yoksa geçen zaman aleyhine işliyor vs." demez mi? Demediler :)
Bak bir de şöyle bir şey olmuştu, onu yazmayı unuttum. Nilayla telefonda film, dizi sektöründen bahsediyoruz(ki ben sadece "hee" diyebiliyorum, konudan aşırı uzaktayım) Bana dedi ki "Kürk Mantolu Madonna"yı filme çekmeye çalıştılar ama olmadı. O derinliği veremezler zaten..." Yaklaşık 1 sene önceki bu bilgi, kitabı okuduğum her an aklımdaydı. (Sanırım filme yine de çekilecekmiş ama ben izler miyim bilmiyorum, Filiz sana sevgilerimle)
Kitabı hiç okumamış birileri bu satırlara kadar gelebildiyse tebrikler, kitaptan bahsetmeye şimdi başlayabileceğim :)

"Şimdiye kadar tesadüf ettiğim insanlardan bir tanesi benim üzerimde belki en büyük tesiri yapmıştır." Kitap bu cümleyle başlıyor ve tek bir cümleyle beni içine almaya yetiyor. (Ön yargılarım: Hani bu kitap "edebi", "sıkıcı" olacaktı?) Bu cümleden sonra kitap nasıl ilerledi, ben kitabı okudum mu yoksa su gibi içtim mi anlayamadım. Yeniden tekrar okumak isterim kesinlikle. İşte o ara Raif Efendi ve Maria ile tanıştığımı hatırlıyorum. Raif Efendi'yi en baştan itibaren çok sevdim. O ürkek, içe kapanık, çekingen halini kendime çok benzettim. Hikayenin kurgusu da beni çok etkiledi. Dil ve üslup ise gerçekten duvara çarptırdı. Evet ön yargılarımdaki gibi "edebi" bir metindi ancak asla sıkıcı değildi. Okudukça kalbimden içeri doğru bir şeyler aktığını hissettim. Uzun zamandır böyle bir hikaye okumamıştım. Karşılaştırma yapmak ne kadar doğru olur bilmiyorum ama orta okuldayken annemin bir arkadaşı bana Kurt Seyt ve Shura kitabını vermişti. En son oradaki aşktan bu kadar etkilendiğimi hatırlıyorum. (tabii bunda benim yetişkin edebiyatından bir hayli uzak kalmış olmamın da etkisi var...)
İnsanlar hakkındaki yorumları bence çok güzeldi:
"Dünyanın en basit, en zavallı, hatta en ahmak adamı bile, insanı hayretten hayrete düşürecek ne müthiş ve karmaşık bir ruha maliktir."
"Demek ki insanlar birbirine ancak muayyen bir hadde kadar yaklaşabiliyorlar ve ondan sonra, daha fazla sokulmak için atılan her adım daha çok uzaklaştırıyor."
"Kadın sevebileceği zaman sevmiyor, ancak tatmin edilmeyen arzulara üzülüyor, kırılan benliğini tamir etmek istiyor, kaybedilen fırsatlara yanıyor ve bunlar ona aşk çehresi altında görünüyordu."
"Zaten küçüklüğümden beri saadeti israf etmekten korkar, bir kısmını ilerisi için saklamak isterdim..."(aynı ben)
"Muhakkak ki bütün insanların birer ruhu vardı, ama birçoğu bunun farkında değildi ve gene farkında olmadan geldikleri yere gideceklerdi. Bir ruh, ancak bir benzerini bulduğu zaman ve bize, bizim aklımıza, hesaplarımıza danışmaya lüzum bile görmeden, meydana çıkıyordu... Biz ancak o zaman sahiden yaşamaya-ruhumuzla yaşamaya- başlıyorduk. O zaman bütün tereddütler, hicaplar bir tarafa bırakılıyor, ruhlar birbiriyle kucaklaşmak için, her şeyi çiğneyerek, birbirine koşuyordu." (En sevdiğim bölüm)
"Bir kelime ile, ona yakın olacaktım."
"İkimiz de birer insan arıyoruz, kendi insanımızı..."
" Evden çıktıktan sonra bir şey unuttuğunu fark ederek duraklayan, fakat unuttuğunun ne olduğunu bir türlü bulamayarak hafızasını ve ceplerini araştıran, nihayet, ümidi kesince, aklı geride, ileri gitmek istemeyen adımlarla yoluna devam eden bir insan gibi üzüntülüydüm." (yazarın bu tasviri nasıl yazmış olabileceği hakkında üzerinde çokça düşündüğüm bir cümle)
"Kaybedilen en kıymetli eşyanın, servetin, her türlü dünya saadetinin acısı zamanla unutuluyor. Yalnız kaçırılan fırsatlar asla akıldan çıkmıyor ve her hatırlayışta insanın içini sızlatıyor. Bunun sebebi herhalde "Bu öyle olmayabilirdi!" düşüncesi, yoksa insan mukadder telakki ettiği şeyleri kabule her zaman hazır." (Çok doğru olduğunu hissettim)
"İnanacak adam"- (Bu ifade...)
Kitap bittikten sonra ağlamalarım arasında bir de kendime "ahmaksın sen" dediğimi hatırlıyorum :) Ön yargılarım sebebiyle kendimden uzak tuttuğum bu kitap meğerse kalbimin derinliklerinin önemli bir hazinesini saklıyormuş. Bazı kitapların farklı kapak tasarımlarını, eski baskılarını topladığımı ve onları aramaktan mutluluk duyduğumu söylemiştim sanırım. "Kürk Mantolu Madonna" da benim için onlardan biri oldu. Nadir kitaptaki uçuk fiyatlara aldırmadan hislerime güvenerek eski baskıların, kitapla ilgili notların peşine düşeceğim. Normalde paylaşmıyorum ama sanki bir insan bana güvenerek kendini en ince ayrıntısına kadar anlatmış gibi hissettiğim için, bu kitap için bir istisna yapıp, okuduktan sonra kitaba yazdığım notu paylaşacağım.

Sabahattin Ali'nin tüm eserlerini bir an evvel okuma isteği duydum, "geç kalmadım" sanırım, belki de "tam vakti"... Ne dersiniz?
*Sabahattin Ali'nin hayat hikayesini okuyabileceğim kitap önerisi olan var mı?
** 9 sene önce Sinop Cezaevinden çok etkilenmiştim ama şimdi anlıyorum ki "içim boş" etkilenmişim. Yeniden gidip görmek lazım belki.

Dışarda azgın dalgalar
Gelir duvarları yalar
Seni bu sesler oyalar
Aldırma gönül aldırma






Devamını oku »

7 Kasım 2015 Cumartesi

Hayallerimin Kitapçısı

Kitapları çok seven hemen herkesin hayalidir sanırım bir gün bir kitapçı sahibi olmak. Sıcak bir atmosferde elinde kahve kupası gelen gidenle sohbet edip kitap okumak... Kare'de çalışmamış olsaydım belki daha romantik cümleler kurabilirdim ama biraz işin içine girince romantizm ışıkları anında sönüyor ne yazık ki. Belki de bu yüzden benim hayalim bir kitapçı değil de bir kütüphane. "Çocuk kütüphanesi" hatta :) Hani mesajlar yanlış gitmesin sevgili evrene :) Bu kitabı geçtiğimiz haftalarda Yağmurda gördüm ve çok merak ettim. (Gamze, senin de tavsiye ettiğini düşünmüştüm ama yanlış hatırlamışım) Bir süredir gece kitabı olarak uykudan önce okuyorum bu kitabı. İlk sayfalarda çok zorlandım. Hikayenin içine bir türlü giremedim çünkü ortada bir hikaye göremedim :) Sonra anlatım tarzına alıştım ve kitabı sıkılmadan okudum. Kitaplığımdaki ilk Timaş yayınları sanırım bu kitap. Neden yayınevine karşı ön yargılı olduğumu okurken hatırladım. Oldukça kötü bir çevirisi var kitabın. Hani nasıl desem (saygısızlık da etmeden) sanki kitabı bir editör hiç görmemiş, kitap bize "ham" haliyle sunulmuş gibi. hemen her sayfasında imla hatası ve anlatım bozukluğu vardı, not almadım bile.
Yağmur da demişti, "biraz blog okur gibi okuyorum" diye. Ben de bir süre sonra mücadeleyi bırakıp "kitap okuma" hevesinden çıktım, blog okuyorum diye yaklaşınca keyif aldım:)


Kapağı bence çok güzel tasarlanmış olan bu kitapta Petra Hartlieb, eşi Oliver ile birlikte işlerini bırakıp Viyana'da küçük bir kitapçıyı nasıl satın aldıklarını ve işlettiklerini detaylıca anlatıyor. "Bir gün kitapçı açmak istiyorum" diyen herkes bence bu kitabı okumalı.Kültürel farklılıklar çok fazla olsa da (Noel zamanı gibi) bence yine de fikir verecektir. Yazar biraz daha kronolojik sırayı gözetseymiş belki hikaye daha güzel olurmuş. Zaman ve olay olarak herhangi bir sıralama tercihi yok. Yazar sadece anlatmış :) Hayalinde kitapçılık olmayanların sıkılabileceğini bile düşündüm okurken. İnternette kitap yorumlarına bakarken bu bloga denk geldim. Orada yazar ile ilgili daha detaylı bilgiler var. (*Görsel de bu blogdan)

Kitap, beklediğim kadar iyi değildi ama aklıma yazdığım yerleri de vardı. "İyi ki okumuşum" diyebilirim bu sebepten bu kitap için.

Hayallerimin Kitapçısı
Özgün adı: Meine wundervolle Buchhandlung
Yazan : Petra Hartlieb

Çeviren: Sevgi Tuncay
Timaş Yayınevi, 2015, 200 sayfa, karton kapak
Devamını oku »

Hoş Geldin Kasım :)

Sanırım bazen "dağılmak", toplanmak için gerekli olan bir şey.
29 Ekim tatili için aklımdan geçen hemen hiçbir şeyi yapamamış olmama üzülmedim.
Üzülecek vaktim olmadı:)
Meğerse 3 gündür yanan kaloriferden vücudum tir tir titrerken tesadüf eseri haberimiz oldu. Uşak'ın Sesli battaniyelerinin altında kedi gibiydim oysa.
Elif'e "el-ayak-ağız" hastalığının başlangıcı demişti doktor,kreşe göndermedik. Kaç kişiye sordum(doktorlar dahil) bu hastalığın büyüklere geçmediğini söylediler. Ben de buna inandım.
Bir gün uyandığımda yüzümde tam 14 (sayıyla on dört) saçlarımda iki adet sivilce vardı ve acayip kaşınıyordu. (Gregor Samsa gibiydim :) Ellerim ve ayaklarımda kızarıklıklar vardı,yürürken ya da bir şey tuttuğumda acıyordu. Bunların hiçbirini bir araya getiremedim çünkü gripte 4. haftayı bitiriyordum. Tam 4 hafta maşallah burnum aktı ve boğazımın acıması normal-di. Doktora sordum, boğazıma bakınca teşhisi koydu: el-ayak-ağız hastalığı diye. Fener alıp boğazıma baktım ve ahtapotun kolları gibi kabarcıklar gördüm. Iyy çok kötü. O ara hep ertelediğim dişçiye de 2 kere gidip (teknik olarak 3 kez gittim) orada da tatlı bir acı yeyince "Allah'ım bu kadar olsun" dedim :)
Doktor: "uyuşturmadan da yapabilirim"
Ben: "En yüksek doz neyse onu verin."
Ben (iç ses): "Anestezi boşa icat edilmedi herhalde" (Burcu, seni çok andım)
Bir gün kaçamak yaptım bir saatlik boşluğumda itiraf ediyorum. Yanıma defter almayıp, not tutmayıp,yapılacak listesiyle kendimi boğmayıp sadece çay içip tutunamayan amca oğuz atayı okudum. iyi hissettim. (amca tutunamamış, ben niye iyi hissettim bilmiyorum :)
İşin aslı bu hastalık sırasında daha iyi bir şey oldu, ben biraz aydınlandım ve kendim için yepyeni kararlar aldım.
Bunlardan en önemli iki tanesi de: kendine bakma (ruhen ve fiziksel olarak) ve yavaşlama.
"Bunu en son 4 sene önce yapmıştım" dediğim şeyler çok olunca "4 sene önce ne olmuştu?" diye düşündüm. Ve çabucak buldum. Hayatımızda farklı bir yolda yürümek için karar almıştık ancak uygulayamadık (not yet). Peki benim kafam neden hala orada kalmış? Ve ben bunu anlayamamışım. Değişik geldi. Uyanmışım gibi hissettim. Özellikle doğumdan sonra iyice artan beyaz saçlarım tanıdık tanımadık herkesin dilindeydi, kesinlikle kötü görünüyordum. Lakin ben öyle hissetmiyordum. Ve bu baskıların kararımı etkilemesine izin vermek istemedim. Bu hastalık zamanında ise beyaz olan tenim sanırım iyice beyazladı ve aynaya baktığımda kara kaşlarımdan başka sadece çok yorgun gözler görmeye başladım. Buna üzüldüm. Karabalığın dediği şu laf ise çok doğruydu: "Seni hasta gösteren beyaz saçların değildi, kendini bırakmış olmandı..." Doğru.
Ben de kimsenin etkisinde kalmadan saçlarımda bir takım değişiklikler yaptım. Sanırım fena olmadı. 4 sene önceki ruh halimi fark etmiş olmak ve ondan çıkmak bana iyi geldi. Lafı uzatmış olmayayım, kendimle ilgili başka değişiklikler de yaptım :)
İkinci en önemli karar ise, yavaşlamaktı. "Yavaş ebeveynlik" kitabını ilk çıktığında okumuştum, sevmiştim de (Eda, kitap hala sende) ama uygulama şansım pek olmamıştı. Son zamanlarda kitaplar konusunda yaşadığım açlık/saldırma hallerinden sonra bu karar iyi oldu. Ne kadar çatlarsam çatlayayım aynı anda en fazla 2 kitap okuyorum artık. (10 gün önce bu sayı 5ten fazlaydı ve cidden kafam dolmuştu)
İşte tam da bu yüzden gezdiğim sahaflardan sadece çok acayip istediklerimi aldım. Bu sayı da 20'den fazla olmadığına göre başlangıç için fena değilim :) Ankara'da olanlar Karanfil pasajındaki 3 sahafı mutlaka gezsin derim. 1. baba-kız 2. onların bitişiği: özgür 3. onun karşısı prensipli çocuk. 3. çocuğu son gittiğimde dövecektim, beni çok sinir etmişti hatta içimden daha da uğramam buraya demiştim. Ama o kadar gıcık biri ki çocuk kitaplarını dışarı koyuyor ve ben Özgürün dükkanında gezerken gözüm oraya kayıyor ve kitapları seçmeye başlıyorum gözlerimle. Sipariş asla almıyor, ikinci el olduğu için kitaba etiket basmıyor ve başka başka kuralları var. Bu sefer biraz daha muhabbet ederken fark ettim ki dükkanı hakikaten ganimetlerle dolu :)
Aldığım bir diğer karar ise SADELEŞME. Bunun için de zihnimin çöp kovası çalışma masam ile işe başladım. Öncelikle masamın yerini değiştirdim. Duvara bakıyorum artık :) Serra gelse de bana güzel bir çalışma alanı yapsa diye bekliyorum :) Bir de pek yakında inşallah yeni yıl kart yapımına başlıyorum. Sevdiklerime kart göndereceğim, şimdiden başlasam ancak yetişir. Aklımdakiler 60'ı geçiyor çünkü :)
Sarı horozun içindekiler postcrossing kartlarım. Hatta onlara yenileri de eklendi ama onlar başka yazının konusu. Bir de kitaptan bahsedecektim ama konu çok mu dağıldı ne :)
Ekim ayında "okuma listesi" oluşturmuştum ve tabii ki uymadım ona. Bundan sonra "okuduklarım" listesi yazarım aylık, o daha mantıklı.
Bu ayın dilekleri de burada olmuş olsun. Kısacası Hoş geldin kasım.
Senden beklediklerim:
1.kendine bakma konusunda özen ve bunun devamı
2.yavaşlama
3. sadeleşme

Hani neredeyse "iyi ki hasta olmuşum" diyeceğim ama yok en iyisi "her şerde vardır bir hayır" diyeyim :) Aydınlanma böyle bir şey olsa gerek değil mi?
Bir de bu yazıyı okuyan sevgili Serra bir gün bize Buse ile gelip çalışma odası tüyoları mı verse ki:)
*Hasta oldum diye kapıma çorba getiremeyip bana kırmızı balonlar gönderen can arkadaşımı da öperim :)
Devamını oku »

29 Ekim 2015 Perşembe

Bu Aralar: Biraz Dağıldım

Sanırım biraz dağıldım.
10 milyon tane işe yetişmeye çalışırken kimseden yardım istemeden kendi halimde dolanıp durmak biraz yordu beni.
3. haftanın da bittiği sümüklü halimiz, burun tıkanıklığının tetiklediği baş ağrılarım, iş yerinde yetiştirmem gerekenler, evle ilgili yapmam gereken işler derken biraz fazlaca dağılmışım.
Bu tatil için kafamda çok güzel planlar vardı oysa.
Bugün doktora gittik ve Elif'in bulaşıcı bir hastalığın başlangıç evresinde olduğunu duyduk.
Aman ne güzel:)
Evet her şeyin başı sağlık.
Ama önce "anne" kişisi iyi olacak,lafını yeniden andım durdum.
Biliyorum bu da geçecek ama ben bu sefer kendimi ihmal etmeden çözüm bulmaya çalışıyorum.
İnterneti tamamen farklı bir sebep için 5 dakikalığına açmışken kendimi bu satırları yazarken buldum.
Sanırım yetişemediğimi kendime itiraf etmekte zorlandım.
Ama bunu kabullenince de rahatladım.
Sağlığımı çok ihmal ettiğim için -eğer bir mani çıkmazsa- haftaya gitmem gereken tüm doktor kontrollerine gitmeyi planlıyorum.(Başta da hematoloji ve diş doktoru var) Buraya yazayım da kaytarmayayım artık.
Okumak istediğim kitaplar konusuna bir "yavaşlama" getireceğim. "Koşarak" okurken yoruluyorum. Biraz daha "yürüyerek" okumaya ihtiyacım var. Bu arada niye oturarak okumuyorsam? Bilmiyorum...
tabii ki vaktim az, bu yazı da bu kadarlık olsun.
Yeniden görüşmek üzere sevgili blog, iyi ki varsın.

Görsel eskilerden. Maksat, umudumuz hep olsun diye. Yoksa evde ceketli halimle bile tir tir titrediğimden falan değil :)
Devamını oku »

27 Ekim 2015 Salı

Günün Mutluluk Sebebi: 13 / Arkadaşlık

Aklımdaki "mutluluk sebepleri"mi yazıp kendimi daha da mutlu hissetmeye şu an çok ihtiyacım var. Bir acayip sümüklüyüm ve kafam kazan gibi..Hani nasıl desem kafamın içinde filler halay çekiyor :)
Geçen hafta çok acayip bir şey oldu ve her gün bir arkadaşımla buluştum. Hatta birkaç gün hem öğlen hem de iş çıkışında görüştüm. Fark ettim ki arkadaşlık sahiden de güzel bir şükür sebebi. Önceki yıllarda biraz daha yalnız ya da erkeklerle takılıyordum. Yalnız takılmak işin aslı hala en sevdiğim şey :) Çünkü yalnız hissetmiyorum, kitaplardaki karakterler sağ olsun hep yanı başımda. (Bu ara çok abartmışım, aynı anda okuduğum kitap sayısı 5i geçti ve karakterler kafamda birbirine değmeden yürüyemiyorlar :) İş yerindeki yeni birimimde yine erkek sayısı daha fazla, mesela bizim kattaki tek kadın benim :) Ama başka bir kattan arkadaşım oldu, bazı günler onunla yemeğe gidiyoruz, keyifli oluyor. Geçen hafta ise 5 günde 8 kişi ile buluşmuşum, yaşasın :) Bir tanesi Rus idi hatta. İş yerinden bir arkadaşımın eşi, birkaç hafta sonra doğum yapacak. Ona sürpriz bir buluşma ayarladık başka bir arkadaş ile. Kendisinin sade ve mütevazi tavırlarına gerçekten hayranım. Giydiği tüm kıyafetleri kendisi dikiyor(gelinlik dahil), tüketen değil de üreten biri. Ona sorduk "Doğum hakkında ne düşünüyorsun? Normal doğum mu istiyorsun sezaryen mi?" diye. Bizce mantıklı bir soruydu ama bize şaşkınlıkla baktı, "Bir şey istemem mi gerekiyor, doğum anı gelir, hastaneye giderim ve doğururum" dedi. Sanırım benim onca zaman "normal doğum" takıntım, kitaplarla odaklanmam, yaptığım yürüyüşler falan bu cümleyle beraber bir balona binip uçup gitti. Kız çok haklıydı..Bizim sorumuz ne kadar saçmaydı, daha iyi anladım (k).
İki kuzenimle de buluştum. İkisi de kıvırcık ve ikisinin de sohbetini seviyorum. Biriyle piknik yaptık, ötekiyle de hayaller kurduk :)
Yağmurlu bir günde de ismi "Yağmur" olan bir arkadaşımla buluştum. Sanırım zaman olsa akşama kadar konuşabilirdim. Ortaya söylediğimiz keki yememiş olması ve kekin hepsinin bana kalmış olması da acayip bir mutluluk sebebiydi :)
Akşam buluşmalarında ise bir adet 3 çocuklu Selcen ile yanına çırak olarak başlayacağım Elif vardı. Selcen'in 3 çocuklu dünyası beni bayağı rahatlattı. Sıkıntı tek çocuklu hayattaymış onu gördüm. Tek çocuğa odaklanıyorsun çünkü. İki tane ablası ortada bale, egzersiz yaparken en küçük 14 aylık Mehmet Efe "hayatta kalma" dersini alıyordu. Birkaç defa ortadan kaybolduğunda ya da minderden balıklama yere atladığında da kimse panik olmadı. İki çocuklu hayat hakkında bir fikrim yok ama 3 çocuklu hayatın neşesi çoktu, yani o ortamda sıkılmak mümkün değildi :)
Bundan sonra daha çok "pratik tarif" yazabilirim buraya, hepsi de Elifin sayesinde, ondan not ettiğim tarifleri deneyip bloga yazmayı düşünüyorum. Maksat unutmayalım :) Bir de şöyle bir şey oldu, bebeleri babalarına satıp (ki döndüğümüzde ev benim beklediğimden iyiydi) eve 300 metre mesafedeki bir kafeye gittik. Oradayken bir hesap yaptım ve en son bir arkadaşımla ne zaman akşam dışarı çıktım ben diye. Matematiğime güvenmiyorum ama sanırım bu olay en son 4 sene önce kardeşim Eda ile yaşanmış. Vay be :) Bir 4 sene daha beklemem umarım...

Yaptığımız, yediğimiz, konuştuğumuz her şey bir tarafa insanın kendi hayallerini paylaşabileceği ya da sansürsüz bir şekilde kendinden bahsedebileceği arkadaşlarının/kuzenlerinin olması çok güzel-miş.
Bu satırlara geldiğimde kafamdaki filler de Trabzon yöresinden çıkıp Malatya havasına geçtiler, belki yazı biterken düğünün sonuna bile gelirler :)
Yüz yüze görüşemediğimize hala inanamadığım ama bazı cümlelerinden beni benden daha iyi tanıdığına şahit olduğum birkaç arkadaşıma ise sevgilerimi göndereyim. Demek ki önemli olan fiziksel sınırlar değilmiş.
Geçen hafta tüm bu güzellikler için çokça şükrettim.
Bu hafta ise "arkadaşım" diyemeyeceğim ama benim için çok özel biriyle buluşacağım(inşallah) Onu da bir sonraki sefere yazarım. Yanında "this is zemin"den öte konuşmayı becerebilirsem diyaloglarımızı da yazarım ama yanında "gaklayıp miyavlayabileceğim" biri olduğunun ipucunu verebilirim :)
Arkadaşlık konusunda daha önce de yazmıştım, öyle görünüyor ki yazmaya devam edeceğim.
Bir de bu ara yeni yıl coşkusu kapladı içimi, geçen seneler gibi yeni yıl kartlarımı kendim hazırlayacağım. Evdeki malzemelere baktım, emin olamadım. Evin yanındaki kırtasiyeye uğradık dün, çok güzel şeyler aldım. Kırtasiyeci amcaya bir sonraki sefere ortak olalım mı demeyi düşünüyorum. Para almayayım ben gelip çalışayım burada, ne dersin diyeceğim. Bir de aynı yerden Elif'e minik bir vileda aldık. Çok acayip seviyor bu temizlik işlerini. Janjanlı mağazalarda neredeyse 5 katı fiyatına satılan viledayı oldukça uygun fiyatlı görünce de ben çok sevindim.
*Bu arada filler de molaya geçti :)
Bu yazıyı hangi arkadaşlarım okur, bilemiyorum tabii ama umarım yine sıklıkla görüşüp muhabbet ederiz. Bana gerçekten iyi geliyor bu buluşmalar, ufkumu açıyor, hayallerime bir adım daha yaklaştırıyor sanki...
Devamını oku »

26 Ekim 2015 Pazartesi

Az Malzemeli Çok Pratik Aşure :)

Geçen seneki "aşure çorbası" macerasından sonra bu sene açıkçası yapmaya hiç niyetim yoktu. Ben yine Esen'in ve annemin gazına geldim. Annem kolay kolay "sen yaparsın" demez :)
Instagramda paylaştığım fotoğrafın altına "sen aştın kendini" yazan arkadaşlara da buradan selam vermiş olayım. Benim yaptığım aşure sahiden oldukça pratik. Pilav yapmayı başaralı son birkaç ay olduğu göz önüne bulundurulursa bence ben de aştım kendimi.
İşin aslı bu seneki aşure ile olan en güzel şey, kendime olan güvenimin artmış olması oldu. Bir de aşureyi yaptıktan sonra hissettiklerim. Onları en sona yazayım, önce "az malzemeli çok pratik" aşureyi yazayım.
Malzemeler:
1 su bardağı aşurelik buğday
yarım su bardağı kuru fasülye
yarım su bardağı nohut
1 adet limonun kabuğu
2 paket vanilya
1 yemek kaşığı bal
2 su bardağı şeker (ben 1.70 gibi koydum)
üzeri için: tarçın ve fındık (isteğe bağlı)
Yapılışı:
1 gece önceden buğday, fasülye ve nohutu sıcak suya koydum, ertesi gün onları biraz kabarmış buldum :)
Evdeki en büyük tencereye buğdayı koydum ve üzerine sıcak suyu ekleyerek altını açtım. (saat: 09.45)
Buğday kendi halinde pişerken kuru fasülye ve nohutu ayrı ayrı düdüklüde (sırasıyla 20 dak. ve 30 dak.) pişirdim.
*Püf noktası, buğday devamlı su çektiği için su ısıtıcısında devamlı sıcak su bulundurdum.
Yaklaşık değil, tam 3 saat sonra buğday iyice kendini açmıştı, ben de yalnız kalmasın diye yanına kurufasülye ve nohutu koydum.
Bir yarım saat de öyle kaynattım, böylece iyice kaynaştılar. (kaç taşım kaynattım bilmiyorum tabii :)
Bu karışıma limon kabuğunun rendesini, balı ve 2 paket vanilyayı ekledim. Tadına baktım, bence güzeldi ama yine de 1.70lik şekeri de ekledim.
Yarım saat de böylece geçti.
4 saatin sonunda küçük bir kaseye aşureden koydum ve acaba donacak mı diye "fındık testi" uyguladım.
*Fındık testi: Aşurenin üzeri donarsa fındıklar dibe düşmüyor, donmamışsa (demek ki kıvam olmamış) fındıklar dibe düşüyor. (bu yöntem benim uydurduğum bir şey)
Fındık testinden başarıyla geçen aşureleri kaselere boşalttım.
Üzeri donduğunda biraz tarçın ve fındıkla süsledim.
Afiyetle yedim(k)

Mutfak Sırları adresinde de oldukça pratik görünen bir tarif var, biz yumuşak malzemeleri aşurede sevmediğimizden bizimki az malzemeli oldu :)
Normalde hangi tatlı olursa olsun çok ön yargılı yaklaşırım: "ben yapamam" ve "vaktim yok" diye. Aşure neden bilmiyorum, bana mutluluk veriyor.
Gözümde büyüttüğüm kadar bir zorluk derecesi de yok.
Sabah oldukça hasta uyandım ve canım hiç yapmak istemedi işin aslı, lakin yaparken daha iyiydim. Bitirdikten sonra da sanki evimizde güneş açtı, kendimi süper hissettim. Komşulara da dağıttım(hepsine değil maalesef). Az malzemeli olunca biraz çekindim vermek için ama önemli olan niyet değil mi ki :)
Unutmasaydım nar da güzel olurdu aslında, ne diyeyim o da başka sefere...


Devamını oku »

21 Ekim 2015 Çarşamba

Küçük Hanım

Birinin tavsiyesi ile bir kitabı alıp okumuş ve beğenmişsem mutlu oluyorum. Bazı güzel kitapları kendim keşfettiğim zaman ise çok acayip mutlu oluyorum. Arada biraz fark var yani benim açımdan. Çünkü hızlı bir devirde yaşıyoruz ve ne yaparsak yapalım kitapçıda görmesek bile sosyal medyada ya da bir tanıtım broşüründe kitapların kapağına illa ki rastlıyoruz. Bende bu şekilde olup yüzü eskiyen ama aslında hiç okumadığım kitaplar var. "Okumuş kadar oldum" bu demek herhalde :)
Son dönemlerde ise ne yazık ki kitapçılardan alış veriş yapamıyorum. Bu durum için üzülüyor olsam da maddiyat olarak bunu karşılayamıyorum çünkü internetten aldığımda en az 1 kitabı ücretsiz almış gibi hissediyorum. Ama bazen de kitapçıda gezerken "hiç kaçırmamam gereken", "o an okumam gereken" bir kitap varsa onu mutlaka alıyorum. Hatta yanımda o kitabı çalmaya gelen biri varmışçasına kitaba sarılarak kasaya gidiyorum sanırım, sonradan fark ettim :)
İki hafta sonu önceydi galiba, eve yakın minnak bir kitapçı var (eve yakın dediysem 7 km falan :) orayı gezmeyi seviyorum çünkü fazla satışı olmadığından kıyıda köşede kalmış kitaplar oluyor, ben de onları karıştırıyorum. İşte o karıştırma sırasında bir kitaba rastladım. İletişim Yayınlarının olunca hemen durdum çünkü benim için bu kırmızı alarm demek oluyor. İletişimden okuyup da sevmediğim kitap hatırlamıyorum :) İsmi güzel, kapak güzel, ilk paragraf şahane derken kitaba şöyle bir baktım. Ve ne göreyim? Kitap resimli. Amanın tadından yenmez ki şimdi bu! "Okul Çağı" dönemi kitaplar içinde bulunabilecek en güzel şey resimli olması bence. Koştum yine kasaya ve hemen aldım kitabı. O gün okumaya başladım ve ertesi gün de bitirmiştim zaten. Bazen büyük çelişkiler yaşıyorum kitap okurken "okumalıyım çok merak ediyorum" ile "okumamalıyım, bitti bitecek" arasında kalıyorum. (Manolito'yu ısrarla bitirmedim bu yüzden ehehe) Şu ara okuduğum Gizli Bahçe kitabı da öyle. Neyse konuyu değiştirmeyeyim. Bu kadar girişten sonra kitaptan bahsedebilirim sanırım :)


Kitapta pek tatlı bir kız var, ismi Lilly. Dediğim gibi çizimleri de olduğundan zihnimde canlandırmak çok daha keyifli oldu bu hikayeyi. Lilly'nin ailesi kapısında altın bir çörek olan yeni bir apartmana taşınırlar. Ve orada Lilly Küçük Hanım ile tanışır.
"Arka avluda oturuyor. Boyu yetişkin bir penguen kadar, hava nasıl olursa olsun safari kıyafetini giyer ve şemsiyesi sayesinde istediği zaman bukalemun gibi renk değiştirebilir. Bukalemun gibi renk değiştirmek mi?"
Bundan sonraki kısmı yazmayayım ama Lilly ve Küçük Hanım'ın başından geçen tatlı bir hikaye olduğunu söyleyebilirim. Bir ara ben de bukalemun gibi renk değiştirebilir miyim diye çok düşündüm ama yapamadım sanırım, Elif "anne" diye ebeledi beni :)
Bahçenin en güzel yerine "çocukların girmesi yasaktır" yazan Leberwurst (ciğer sucuğu) isimli apartman görevlisini gerçek hayatta tanımadığıma çok sevindim. Yoksa kesin kavga ederdik. (ya da ben en fazla: pardon bakar mısınız, lütfen o yazıyı kaldırır mısınız, derdim. O da "yooo" derdi. ben de ona bir şey diyemeden çok kızardım içimden, gözlerimden kocaman alevler çıkardı falan :) Zihnimde bile canlandırdığıma göre bu ciğer sucuğu amca beni bayağı etkilemiş olmalı.
"Adam uzun boylu ve zayıftı, ama en kötü yanı, içinden süpürgesininkiler gibi siyah kılların çıktığı devasa burun delikleriydi."
Çizim yine sevimli hani :)
Kitapta Lilly'nin annesini de çok sevdim.
"Koşarak mutfağa girdi, annesi masanın başında durmuş, hamur yoğuruyordu. Mikserle değil, elleriyle. Hamur parmaklarının arasından fışkırıyordu. Ellerine, saçlarına ve burnuna yapışıyordu. Çünkü annesi hamur yoğurduğunda, bunu bütün kalbiyle yapardı."

paragrafın yanındaki "mmmm" ağzımın sulandığının ifadesi :)
Ben de istiyorum Küçük Hanım ve Lilly ile cengelde salafariye çıkmak ve tofoğraf çekmek. Ben de ben de :) Sanırım bu hikayede en çok kıskandığım yer de 8 yaşındaki Lilly'nin böyle tatlı bir arkadaşı olması ve onunla yaşadığı macera. Bu ara hep bahçeli kitaplara denk geldim, çok mutluyum. Laf yine "Gizli Bahçe"ye gitti bu arada :)
Lüçük Hanım'ı okurken şemsiyesinden mi yoksa içinde tatlı sihirli şeyler geçtiğinden mi bilmiyorum aklıma Mary Poppins geldi. 
Kısacık, keyifli, hani pasta olacak olsa tek lokmalık çifte kavrulmuş kıvamında, bukalemunlu, çörekli neşeli bir hikaye oldu benim için Küçük Hanım.
Çizimleri ise inanılmaz güzeldi, dönüp dönüp baktım diyebilirim.

Resim yazısı ekle

Bu hikayeyi okuduktan sonra şunları düşündüm/sordum kendime:
- Yazar acaba bir zamanlar Küçük Hanımla tanışmış mıydı?
- Bukalemun Chaka oldukça tatlı değil miydi?
- Lilly'nin yerinde ben olsam ne yapardım, bu sırrımı aileme söyler miydim?
-Kitabı daha da çekici kılan şey yoksa çizimlerinin başarısı mı?
- Küçük Hanım karakteri yazarın aklına nereden geldi?
- Ben de böyle renk değiştirmek ister miydim istediğim zaman? (Kesinlikle evet!)
- Yakın zamanda yine böyle tatlı bir kitap keşfedebilecek miyim? (işte bu çok önemli...)
* İletişim yayınlarına ayrıca sadece 1 sayfada imla hatası yaptıkları için teşekkür ediyorum, son zamanlarda okuduğum kitaplar bu açıdan beni zorluyor...
** Kitabı kendim keşfettim gibi yazmışım ama internette şöyle bir bakınca aslında BDK'da Yıldıray'ın Küçük Hanımdan bahsettiğini okudum, belki de bilinç altı böyle bir şeydir :)

Küçük Hanım
Özgün Adı: Die Kleine Dame
Yazan: Stefanie Taschinski
Resimleyen: Nina Duleck
Çeviren: Ayça Sabuncuoğlu
Yaş grubu: 8+
İletişim Yayınları, 2013, 116 sayfa, karton kapak

Devamını oku »

20 Ekim 2015 Salı

Günün Mutluluk Sebebi-12

Önceki yazılara bakmama rağmen, bu sayma işini hala yanlış yapıyorum ama olsun :) Önemli olan niyet sanırım.
Bu yazıyı dün yazmaya niyetlenmiştim ama iyi ki yazmamışım, meğer ekleyeceklerim varmış bugün, haberim yokmuş.
Bu kısmı sona saklayacak olursam,
Geçen hafta iş yerine yakın bir parkta kendi çapımda yaptığım birkaç piknik etkinliği bana nasıl iyi geldi anlatamam.
Elimde Manolito'nun devamı olmadığı için son 1-2 sayfayı okumayı erteliyorum. O kadar çok güldüm ki Can Çocuk'tan İpek'e şöyle bir mesaj yazasım geldi: "Sevgili İpek, lütfen Manolito gibi kitapların kapaklarına şu ibareyi yapıştırın: aşırı dozda kahkaha içerir, parkta yalnızken okursanız sizi deli sanabilirler/çocuğunuz uyurken okumayın, gülme sesinizden uyanabilir" Bence bazı kitaplara buna benzer bir işaret yapıştırılmalı. Buraya bir ara çok aşırı güldüğüm kitapları da yazayım. Aklıma ilk gelen "Osuruk Tozu" oldu. Tamam ismi de komik ama ilk 2 kitap sahiden çok bombaydı. Karabalık o ara beni ne zaman gülerken görse "Sen yine osuruk tozu mu okuyorsun?" diyordu :)

İkinci sefer çok daha güzel geçti, bu kez şalımı serip yere oturdum. Simidimi paylaştığım kuşlarla neredeyse sohbet ettik, kaçmadılar. Lakin heyecanla giden kitabımı okuyamamaya başladım çünkü baskı hatası vardı :( Ve normalde en az bir yedek kitap yanımda taşımama rağmen o gün yanımda yedek kitabım yoktu. Peki dedim, defterim illa yanımdadır, bir şeyler yazayım, not alayım, resim çizeyim(kendimce). Defter vardı ama kalem yoktu yanımda iyi mi. Ben de oturdum ve "hiçbir şey yapmamanın" tadını çıkarttım. Bunu yapamam sanıyordum, bana kaşıntı basar çünkü, illa bir şeyler yapmam gerektiğini düşünürüm. İlginçtir o gün kafamı kaldırıp ağacın dallarını seyretmek bana çok iyi geldi ve aklıma başka da bir şey gelmedi.
Kaybolduğundan emin olmaya başladığım postalarımın bir gün aniden posta kutumu tepeleme olarak doldurduğunu görünce gözlerime inanamadım. Mektup arkadaşlarım var benim, onların ne yazdığını heyecanla bekliyorum. Postcrossing devam ediyor. Bana gelen kartları bir ara buraya da koyayım. Soldaki de can kuşum balığım Ayçam (Eda'yı sayma zaten :P) Sağ taraftaki pandaları hatırlayanınız oldu mu bilmiyorum ama hikayeleri şöyleydi. Sağ üstteki kablo da karabalığın masasından benim tarafa taşanlar. Benden ona sadece kalemler taşıyor oysa ki :)

Bu da bu sabahtan. Elif'in kreşinin tam çaprazındaki parkta kendi haline bırakılmış Japon Elması ağacından. İki tane koparmıştım, birini düşürdüm. Ötekini de keyifle yedim, tadı müthişti. Şalımda kalan saç telini görmezsek elmanın şalım ile uyum içinde olduğunu söyleyebiliriz. Çok mutlu oldum kendisi ile tanıştığıma :)

Veee en sona sakladığım bir haber. Haber yazınca heyecan uyandırdı belki ama "haber değeri" olan bir şey değil. Sadece bir keşif. Yazılarını keyifle takip ettiğim bu blogdaki şu yazı. Bu defteri "mutluluk sebeplerim" ile ben de mi yapsam acaba? Çok heveslendim... Bu yazıda yer alan bir cümle beni bu ara biraz fazla iyi anlatınca kendime bir "dur" demek istedim. İşte şurası:
"Her şeyin bir dönem üst üste kötü gittiği zamanlar olur ya, o zamanlarda hayatımızla ilgili genellemeleri daha çok yaparız. "Çok yorgunum, hep yorgunum. Enerjim yok. Kendime vakit ayıramıyorum. Zaten ben hiç... Zaten sen hiç..." gibi şeyler söylemeye yatkın oluruz ve kalan güzelliği de biz kaçırırız. O zamanlarda açtım defterimi ve baktım. Hayır hiç de öyle olmadığını gördüm. Sonra insan şükür okuya okuya şükreder hale yeniden geliyor. O işe de yaradı."

Evren bana mesaj mı veriyor acaba, defterime hemen başlamam için? Bu yazıyı "yayınla" demeden az önce (30 saniye kadar) postacı amca bu pakedi getirdi. Ben şok oldum açıkçası. Hiç beklemiyordum böyle bir kutu. İçindekileri çeksem sanırım neden inanamadığımı anlardınız :) Canım kitapkurduanne arkadaşım Akça göndermiş bana, nasıl mutlu oldum anlatamam. Kattaki herkese kutuyu gösterdim sanırım :) Kutunun yanındaki defterim "her şey" defterim oldu ama aslında blog defterim. Kutunun üst tarafındaki çantayı ise bana canım Özlem çizmişti, onu kullanmaya kıyamıyorum ama kullanmayınca da üzülüyorum. Kısacası bugünün şükür sebepleri bir dolu :) Öğlen de kkk(küçük kıvırcık kuzen) ile piknik yaptık, heyooo :)

                                                                                ***
Blogda birkaç değişiklik yaptım ve "evim" dediğim yeri biraz daha düzenlemiş oldum. Bunları tek başıma yapmayı beceremediğim için Sevgi Hanımdan yardım aldım. Aklımdaki birkaç ufak değişiklik dışında blogun son hali böyle, kategorili :)
                                                                                ***
O değil de üzerinde ismim yazılı kutum var artık benim ya, ben uçmayayım da kimler uçsun... Bir de içini görseniz :)
Devamını oku »

19 Ekim 2015 Pazartesi

Elif'in Kreş Günlüğü- 5

Bir önceki yazımı okudum şimdi, yine gülümsedim. İleride inşallah fikrim değişmezse çok şükür kreş hayatımız iyi gidiyor. Kreşi biz de seviyoruz. Hatta daha bu sabah "keşke ben de en azından bir yıl kreşe/anaokuluna gitseymişim" dedim. Beni de alsalar içeri, gireceğim sanırım :) Anaokuluna gittiğim ilk gün şişmanca bir kız beni köşeye sıkıştırmıştı, ondan korktum ve "oraya bir daha gitmem" dedim. Ve gitmedim. Anneme bu konuda hala kızıyorum. Sanki her dediğimi yaparmış gibi :) Gel bir konuş benimle, sebepleri, çözümleri, zorlukların üzerine gidilmesi vs hakkında. Şimdi bile zorluk görünce kaçışımda belki o ilk günün etkisi var :) (Abarttım evet)
Bence en güzel okul, çocuğun kendini mutlu hissettiği ve senin de anne baba olarak çocuğunu güvenle bırakabildiğin okul.
Kreşte bu ara en çok şarkı öğreniyorlar. Elif'in hareketlerinden "değiştir"şeklinde şarkıları biz de öğrenip söylüyoruz. Favoriler "anneni seviyorsan alkışla", "bak postacı geliyor", "ali babanın çiftliği", "otobüs gider döne döne" , mini mini bir kuş"ve "baby finger" Her birinin anlatımı farklı Elif açısından. alkış yapıyor, el sallıyor, minik kuşu camdan getiriyor, "baba-pişi" diyor, baş parmağını oynatıyor vs.
Geçen hafta uzaktan gördüğümüz bir öğretmen gelip bizimle konuştu. "Hi, I'm İrem Teacher." ile başlayan diyaloglar öğretmen açısından İngilizce, bizim tarafımızdan da Türkçe devam etti çünkü biz ne olduğunu anlamadık. Ben bu okulda İngilizce öğretildiğini bilmiyordum çünkü sormamıştım, böyle bir şeye gerek yoktu. Meğerse haftalardır ana öğretmenlerin dışında bir adet İngilizce öğretmeni varmış ve gün boyu onlarla berabermiş. "Baby finger"ı da o öğretmiş sanırım. İsminin "İrem" olduğunu duymasam tarzı ve aksanıyla yabancı biri zannederdim. Biz ısrarla Türkçe konuşunca -ne olduğunu anlayamadığımızdan- "Çocukların yanında Türkçe konuşamam" dedi. Biz de "hııııı" dedik :)
İngilizce konusunda -ileride fikrim değişir mi bilmiyorum- ben biraz daha farklı düşünüyorum. Özellikle küçük yaş gruplarında okulun yani kreşin amacının "mutluluk" ve "oyun" olması sanki yeterli. Çocuğa devamlı bir şeyler öğretmeye çalışmak (şarkılar hariç) gereksiz geliyor bana. Ama bir taraftan kızı 2 yaşında olan bir baba görüyoruz. Parkta da devamlı karşılaştığımız için diyalogları çok net duyuyoruz. "Salıncak ne renk?" diyor. "Mavi" değil de "Blue" yanıtını istiyor mesela. Eleştirmek midir bunun adı bilmiyorum ama sanki çocuk orada sadece salıncağa binse, yeterli değil mi? (ya da belki de ben sadece o an gördüklerimden dolayı adamcağızı yargılıyorum :)
Uşak-köy
Geçen ay yazmayı unutmuşum, hemşire emekliye ayrıldı. O kadar üzüldük ki. Nasıl desem, ben bu kadar güler yüzlü ve işini aşkla yapan başka bir hemşireye daha önce hiç denk gelmemiştim. Çocuklara resmen annelik yapıyordu. Onun yerine gelen hemşireye alışmaya çalışıyoruz hala.
Bu ara en yeni gelişme Elif'in saltanatının bitmiş olması :) 14,5 aylıkken başlamıştı ve en küçük oydu kreşte. Şimdi ise iki minik daha geldi. 13 aylık olan kız 2 ay erken doğduğu için, 12 aylık olan çocuğun da annesi vefat ettiği için özel durumları var. Elif de onları kıskanıp kendini yere atıyormuş. "Bırakın atsın, öğrenir zamanla" dedik ama zaten kime diyorum... Öğretmeni maşallah o kadar iyi biri ki. Aralarındaki dengeyi çok güzel kuruyor ve eminim Elif konuşmaya başladığında arkadaşlarını eve de getirmek isteyecek. Öğretmeninde en çok sevdiğim şey de pozitif ve çözüm odaklı olması. Uyku konusunda yaşadıklarımızda "İnanın bu da geçiyor, bir de şunu deneyebilirsiniz eğer isterseniz" gibi öneriler getiriyor. Birçok konuda böyle olunca, ben de ona danışıyorum ve hepsinde de haklı çıkıyor. Kendisi benim de öğretmenim gibi :) Sağduyulu ve asla kesin kurallarla bizi boğmuyor. Bir şeyin çocuğa göre olması ve ailenin otoritesi hususlarında çok güzel denge sağlıyor. İki tane kızı var, üniversitede okuyan. Kaç yaşında olduğunu bilmiyorum ama onun enerjisi bende yok, onu biliyorum. Onu görmek beni mutlu ediyor. Sanırım Elif'i de öyle :) (Çok şükür ve maşallah diyeyim)
Bir de unutmadan ve utanarak şunu yazayım: yemekler o kadar güzel görünüyor ki(isimlerinden) karabalıkla hep şunu konuşuyoruz; gitsek bizi de yedirirler mi :) Elif evde yaptığı birçok yemek yememe hareketini (eskiden yapmıyordu pek) kreşte nadiren yaptığından, gönlümüz rahat. "Tavuk suyuna çorba" yapacağım diye çok kasmıyorum kendimi işin açığı, evde ne varsa onu yiyor Elif de.
İnşallah günlerimiz hep böyle güzel geçer, Elif'i okula erken vermenin vicdan azabını hafifletmiş oluruz...

Devamını oku »

16 Ekim 2015 Cuma

Elif ve Uyku :)

Elif ve uyku konusu ne zamandır aklımda olan bir konuydu, yazarsam belki biraz daha rahatlarım bu konuda.
Elif doğmadan önce okuduğum "bebek büyütme kitapları"nda "uyku" bölümünü sahiden anlamıyordum. Okuduğunu anlayamama... O kadar çok cümle vardı ki, hepsinde de bir "yöntem"den bahsediliyordu. Aman sallamayın çocuğu, sakın emzik vermeyin, ya da bir dakika verseniz mi acaba, yok siz en iyisi ucundan koklatın gibi. Tüm bunlara ne gerek vardı bilmiyorum çünkü Elif gayet de yatağına koyunca uyuyacaktı. Tüm bebekler öyle değil miydi yoksa? (yazar burada saflığına gönderme yapmaktadır)
Doğum ile 10. gün arasında yaşadığımız sarılık sebebiyle Elif devamlı uyuyordu ve biz onu uyandırmak için burnunu sıkıyorduk. O zaman şu cümleyi hatırlayacağımı bilmiyordum tabii: "İleride acaba Elif'i uyandırmak için değil de uyutmak için çaba harcar mıyız?" Deme işte. Merak da etme değil mi.
10. gün başlayan ve yaklaşık 4.5 ay süren kolik sebebiyle Elif akşamları 17-23 arası ağladı ya da bağırdı. 23'ten sonra biraz bayılıyordu ancak sonra yine acıkma/gaz/uyku sürecine giriyorduk. Bu arada 2.5 ay boyunca anane-babaanne dönüşümlü olarak yanımızda olduğu için ben "görece" biraz daha uyuyabiliyordum.
Gündüz uykularında ise hiçbir zaman 30-45. dakika döngüsünü kıramamıştık.
İki aydan sonra Elifi bolca slinge koydum ki evde kimse yokken resmen kurtarıcım o oldu, üretenlerden Allah razı olsun :)
Elif 5 aylık olunca okuduğum tüm "uyku" kitaplarından da aldığım gazla uyku eğitimine karar verdim. Ancak birkaç hafta sonrasında tatil planımız olunca bu eğitimi tatil dönüşüne erteledim. (yazarken aklıma geldi de 1-2 hafta kadar "Tracy" denedim, başarılı olamadım)
Elif 6 aylık olduğunda Kim West ile uyku eğitimi denemelerine başladık. O günleri biraz daha iyi hatırlıyorum aslında, iyi niyetli bir çabamız vardı. Elif şimdikine kıyasla daha az direniyordu ve ağlıyordu. Sadece yanında durarak (1 saati bulsa da) onu uyuttuğumuz zamanlar oldu. (belki 1 ay falan)
7. ay civarı bir şeylerin tam olarak yolunda gitmediğini fark edip uyku danışmanlığı aldık ama sadece 1 saatlik olan seanstan. Çünkü bence biz bayağı yol kat etmiştik kendi çapımızda, sadece cilamız eksikti :) O görüşme bizim açımızdan çok başarılı geçti. Nelere dikkat edeceğimizi çok daha iyi kavradık. O saatten sonra bizi kimse tutamazdı.
Ya da tutar mıydı?
Çünkü unuttuğumuz bir şey vardı: DİŞLER !
Dırın dırın.
Biz ki Elif'in uyku saati aman kaçmasın diye sıfır sosyal hayat yaşayalım, sen gel bize "dişim çıkıyor" de. Oldu canım :)
Elif maşallah ve sağolsun dişlerini tek tek çıkarmadı. Mısır patlağı gibi iki seferde çıkardı. İlki 8. ay civarı, ikinci patlama da Avusturya tatilinde ağrıları başlayan ve 13. ay gibi kendini gösteren, kreşe başladığında da devam eden köpekler ve azılardı. O dönemlerde ağlamasını ve huysuzlanmasını normal karşıladık çünkü ortada bir "sebep" vardı. Buna şükürdü.
Lakin dişlerden sonra düzelmesini beklediğimiz, gündüz iyice yoruluyor kreşte gece de iyi uyur dediğimiz hatta üzerine kreş çıkışlarında parka götürdüğümüz, her gece yatmadan banyo yaptırdığımız, sakinleşsin diye kitap okuduğumuz bebemiz, Elif'imiz bizi yanılttı.
Kreşte oldukça sorunsuz ve çoğunlukla aralıksız uyuyan kendi değilmiş gibi davranıyor. İşte ben ona sinir oluyorum. Geçen gün öğretmeni "Elifi ben bir gece eve götüreyim, siz de lütfen uyuyun" dedi. İşte ona o an sarılmak ve şunu sormak istedim: "Şaka yapmıyorsunuz değil mi?" :) Tabii ki şakaydı.
Elif gündüzleri daha güzel uyusun diye 5. ay civarı odasını ayırdığımızda ona kalın perdeler almıştık. Ben ona klasik müzik, Barış Manço'nun ninnileri gibi cdler alıp dinletiyordum. Şarkı ile uykuyu bağdaştırsın diye. Pek olmadı.
Uyku ile en çok bağdaştırdığı şey uyku oyuncağı "nana" oldu. Rossman'dan tamamen öylesine bir pembe bir mavisini aldığım tavşancıklar Elif'in vazgeçilmezi. Mavisi kreşte hatta. Pembe tavşanın yanına bir de minik Minnie başlıklı uyku oyuncağını ekledi. Onların adı "nana" Neden böyle diyor, bilmiyorum.
16 aydan beri emzirme ile ilişkimiz de kalmadığı için (ikimizin de) memeye uyanıyor da diyemiyorum.
7-8 aylık mıydı tam hatırlamıyorum, geniz eti büyümesi olabilir demişti doktor, kbb'ye gittik. O da değilmiş.
Bir şeye alerjisi mi var acaba dedik ama gece ağıtının dışında çok şükür belirtisi yok. Reflüsü olsa gündüz kreşte uyuyabilir mi? Bilmiyorum.
Hafta sonu evde gündüz uykusu da hala 30. dakikada uyanma şeklinde.
Yatağında ve odasında mı bir şey var acaba dedik, yatağını kaldırdık, yer yatağı koyduk hatta daha önce üzerini hiç örtmediğimiz halde ayaklı uyku tulumu aldık, yumuş yumuş uyusun diye. O da olmadı.
Acaba bizi mi arıyor diye yanına uzandık, onu bizim yanımıza aldık... Onlar da fayda göstermedi. Uyandığında bizi görmesine rağmen şiddetli bir şekilde ağlıyor.
"Uykuya nasıl geçerse uyandığında da onu arar" tezini görmek için sabırla ve inatla kendi kendine uyuması için bekledik. Bekledik. Ve bekledik. O da olmadı.
Şu an biraz kucak, biraz ayakta sallama yöntemiyle, saç kurutma makinesi açık olarak, karanlıkta, uyku oyuncağıyla, yer yatağında uyutuyoruz.
Eve girişimiz 6.30, yemek yenmesi ve kalkış 7.30, banyosu vs. derken saat 8.30 oluyor. O ara biraz kitap okuyorum. Ve odanın ışığını kapatıp dışarıya bakıyoruz. "Kediler de uyumuş, köpekler de uyumuş, uyku vakti geldi Elif, bak herkes uyumuş" şeklinde onu uykuya hazırlamaya çalışıyorum. İşte tam o ara ağlamaya başlıyor.
"İyiydik böyle, ne uykusu" şeklinde. Bahaneleri bertaraf edebiliyorum ancak yarım saatin sonunda sabır seviyem inmeye başlıyor ve ben kendimi çok kötü hissetsem de ona bağırıyorum :( Bazen susuyor bazense daha da çok ağlıyor. Babası uyutuyorsa beni, ben uyutuyorsam da babasını arıyor. İkimiz de odada olalım diye denedik, onda da dedesini çağırıyor :) O yüzden tek başımıza uyutuyoruz.
Yazmayı unutuyordum, 17. ay civarı ben çok kararlı bir şekilde Ferber denemeye başladım. "Zaten ağlıyor"du vicdanımı rahatlatmaya çalıştığım şey ancak kreşteki psikolog yakın bir zamanda emzirme ilişkimiz de kesildiği için bu yöntemi tavsiye etmedi. Ve zaten kreşte de olduğu için -gündüz pek göremediğimizden- karabalık bu yönteme hiç sıcak bakmadı.
İnsanların laflarından kurtulmak amacıyla ve denemiş olmak için Elif'i geç saatlere kadar ayakta tutup iyice yorgun düşmesi yöntemini de denedik. O da olmadı ki zaten bu bana hiç mantıklı gelmiyor-du.
13 aylık olana kadar gündüz leri çift uyku ve bazen şekerleme ile geçirdi. Sonrasında kreşe başlamadan -ve farkında bile olmadan- gündüz uykusunu öğlen 12ye çektim ben. Gündüz daha az uyuduğundan gece uyur mu diye düşündük. O da olmadı.
"Geç uyursa geç uyanır" tezi de bizde geçerli olmadı. 1 yaşına kadar 6'da uyanıyordu Elif, şimdilerde de 7 civarı ağlayarak uyanıyor.(çünkü tabii ki uykusunu tam alamıyor ancak geri uyutmaya çalıştığımızda da uyumuyor)
Bir bebeğin yemek yememesi de oldukça kötü (Elif akşam yemeklerinin ya suyunu sıkıyor elinde, köfte bile olsa ya tükürüyor ya da yere atıyor, ona rağmen bence "fena değil" yemesi) ancak bebeğin uyumaması sadece bebeği etkilemediği için anne babayı oldukça zorlayan bir şey.
Kolik zamanından beri kurduğum bir cümledir: "Allah'ım buna çok şükür... " Ne kadar isyan edersek edelim, dünya üzerinde çok daha kötü şeyler yaşayan anne babalarla karşılaştıramayız bile kendimizi. İşin bu kısmına odaklanıp "bu günler de geçecek" diyorum. Bazen bu söylediğime gerçekten inanıyorum bazen de "ama ben sadece uyumak istiyorum" diyorum. İnsanım neticede :)
Tüm uykusuz annelere gelsin bu minik fincan kahve :)
Dün gece ağlamaktan kustu Elif, canım sıkıldı biraz. Yeniden bir doktora gidip "biz aslında iyiyiz ama Elif neden bu kadar çok ağlıyor?" demeyi planlıyoruz. Bitki çayı mı verir tahlil mi yapar yoksa "sebebi çok basit, formülü de bu" deyip bizi mutluluklara mı nakşeder, onu da yazarım. Onun haricinde önerisi olan varsa lütfen yazsın. (Uyku danışmanlığı fikri hariç maalesef)
* Uykusuzluğumu gören oda arkadaşlarımdan birinin yorumu: "Bu da geçiyor be Esra, büyüyorlar". Bugün bu cümleye, sağlığımıza ve şükretmeye odaklanayım ben biraz :)

Devamını oku »

15 Ekim 2015 Perşembe

Annenin Hasta Olma Hakkı

Böyle bir hakkımız var mı acaba?
Pek yok aslında.
Çoook acayip devrilmedikçe çoğu anne hastalığını ayakta geçiriyordur diye tahmin ediyorum.
Evde 3. bir kişi yoksa, baba kişisi ne yapsın, hangisine yetişsin değil mi :)
18 ayda ilk defa ben bu hakkı doya doya yaşadım. Çok şükür öncesinde daha hafif geçiriyordum hastalıkları (soğuk algınlığı vs.) Geçen hafta pazar günü Elifte başlayan burun akıntısı elbette ki bağışıklık sistemi diplerde gezen beni bulmakta zorlanmadı. Salı günü iş yerinde oldukça kötüydüm. Ertesi gün aile hekimine gidince 2 gün rapor verdi. Evdeki iş birikimini düşününce çok sevindim. "Heyoo işleri hallederim" diye. Kağıda yazmadım ama kafamda şahane bir liste yaptım. Öncelikle kahvaltıyla başladım.


Çarşamba günü için niyetim ütüyü bitirmekti ama baktım ki değil ütüyü kolumu bile kaldıramıyorum, içtiğim ilaçların da etkisiyle devrilip uyumuşum. O gün bir de şöyle bir şey oldu. Bana gönderilen mektuplar elime ulaşmayınca apartman görevlisiyle görüştüm, hafiye edasıyla "Ben bir bakınayım etrafa, bulursam getireyim" dedi. Meğer bizim posta görevlisi A bloktaki kutuya atıyormuş. Toplamış geldi, aman ne kadar sevindim. Ve aynı zamanlarda kendime de "anne çorbası" yapmıştım. İkisinin mutluluğu beni motive etti :)


Ama... İkinci gün tüm bunların acısını çıkardım. Önce ütüyle başladım. Evde artık "Elifi ben uyutmayayım ne olur, ütü yapayım" cümleleri duyuluyor :) Ütü madem hayatımızın bir parçası. Ben de kendisini keyfe dönüştürmeye karar verip yanına müzik açıyorum, bir de neşeli bir fincana kahve koyuyorum.
O gün işlerin çoğunu bitirdim ama akşam yeniden kötü oldum tabii. Cuma günü işe gittiğimde pestil gibiydim. Bugün Perşembe yani aradan 1 hafta geçti, ben hala hastayım :( Burnum akıyor ısrarla.
Geriye dönüp bakıyorum, aslında işler her zaman olur(du), ikinci gün dinlense miydim? Hem evet hem hayır. Mutfaktan çoraplar, bizim odadan patatesler çıkıyordu evdeki taşıyıcı Elif sayesinde. Bu açıdan içim açıldı, bir dolu şeyi de attım, kafam ferahladı. Lakin şööyle ayağımı uzatıp kitabıma da gömülsem fena olmazdı :)
Kısacası, bir annenin "hasta olma hakkı" teoride varmış gibi dursa da pratikte aslında böyle bir şey yok-muş.
*Özlem, Pelin ve Gonca'ya bana ısrarla "iş yapma, sakın kalkma, yat dinlen" dedikleri ve ben onları dinlemediğim için sevgilerimi göndereyim :)
Devamını oku »