Drop Down MenusCSS Drop Down MenuPure CSS Dropdown Menu




17 Mart 2016 Perşembe

Mutlu Yıllar Bize :)

2013, 2014 ve 2015te neler yazmışım diye şöyle bir baktım. Zaman ne kadar da hızlı geçiyor.
Son yıllarda hep aynı şekilde kutlamışız doğum günlerimizi, sade.
Hatırlıyorum da önceki yıllarda arkadaşlarımızla bir mekana giderdik, büyük pasta alırdık, hediye alırdık.
Sanki o zamanlar çoook gerilerde kaldı.
Pazar günkü patlamadan beri Kızılay'ı ve Ankara'da nasıl yaşadığımızı düşünüyorum.
2002'de geldiğimden beri pek sevemedim aslında kendisini ama hissettiğim hep "güven" ve "huzur" duygusu olmuştu. Ankaradan uzak kaldığımda Ankarayı özlerdim. (neyini özlediğimi hiç bilemedim) Belki yılların getirdiği bir alışkanlıktı. Neticede 14 yıldır buradayım(z).
Kızılay'a normalde yolum hiç düşmez ancak geçen günkü etkinlikten önce bir saat kadar Kızılaydaydım ve normalde Dostta daha çok vakit geçirecekken içim sıkılıp kendimi opera binasına atmıştım. Herkes benzer bir cümle kuruyor zaten: "10 dakika önce oradaydım.", "İki gün önce oradaydım" gibi. Bu konuda şu yazı bence çok güzel, hislerime ortak olmuş.
Doğum günümle ilgili bir şeyler yazacaktım ama doğum varsa ölüm de var gerçeğini yine yakından hissettik. Bu konu hakkında konuşmayı hala sevmiyorum oysa ben. Daha o kadar büyüyemedim demek ki. İnsanın "var"ken bir anda "yok" olması (kalanlar için) oldukça zor. Oysa inancıma göre ölüm çok doğal bir şey ve kötü bir yanı da yok. Bu ikilemde kalıyorum çoğu zaman. O yüzden de Allah hepimize sağlıklı ömürler versin diyorum.
Geçen seneki yazımda şunu gördüm: anne ve baba olmuşuz ama bunun ne anlama geldiğini pek de anlayamamışız. Elif küçükken tek derdimiz uyudu mu, yürüdü mü, kaka yaptı mı idi :) Şimdi de benzer şeyler var elbette ama şu an karşımızda "BEN BEN BEN" diyen ve bazen ne yapacağımızı bilemeyip göz göze geldiğimiz bir kızımız var. Ki bu daha başlangıç. Daha da dillendiğinde daha da inatlaştığında bazen sahiden ne yapacağımızı hangi davranışın daha "doğru" olacağını kestirmeye çalışacağız. Şimdi bunun tam ortasındayız gibi hissetsek de çevremdeki çocuğunun yaşı Eliften büyük ebeveynlere bakınca bu durumun ortasında değil de daha başlangıcında olduğumuzu görebiliyoruz. (Selcen'in, "Elif 4 yaşına gelince beni anacaksın" lafı hala kulaklarımda :) Hepsi bir dönem elbette. Geçen sene "ah şu azı/köpek dişleri ne zor çıkıyor" diyorduk. Bu sene de "maşallah Elif bu inat keçi eti yemenden mi geliyor?" diyoruz.
Hazır doğum günüm gelmişken anneliğimin iç hesaplaşmasını da yapabilirim sanki.
İlk yıl her ne kadar daha çok zorlansam da kreşten ve benim işe dönmemden sonraki süreçte aramıza bir ayrılık girdiğini hissettim Elifle. Çok daha fazla babasına düştü Elif, ben de çok daha fazla sorumluluğun altında ezildim. (Bir ara "vıck" diye ses geldi hatta :) Kreşteki psikolog ile görüştükten sonra farklı bir yol çizdik. Anne saati, baba saati, anne ve baba saati, anne-kız saati, baba-kız saati, anne-baba-kız saati. Hepsi dengeli değil elbette ama bu bile güzel bir başlangıç oldu. Anne saati için geçen hafta iki ayrı etkinliğe bile katıldım.
Sevmediğim bir işte çalıştığım için en çok zorlandığım şey, -hala- iş çıkışlarında Elif'i almadan hemen önce bir molaya ihtiyaç duymak. Sabah 8.30da bıraktığımız kreşten akşam 18.00de alabiliyoruz onu ve bu süre bana gerçekten çok uzun geliyor.
Yaz gelince niyetimiz, ayakkabılarımızı çıkarıp ayağımızı toprağa değdirip sonra Elif'i almak.
Tüm gün yaptığım/yapmaya çalıştığım işler bana kendimi o kadar yabancı hissettiriyor ki, işten çıktığımda kendime gelip "öz Esra"ya kavuşma ihtiyacında oluyorum, Elif'i  "yabancı Esra"ya bırakmak istemediğimden. Biliyorum o da benim, Mr. Hyde& Mr. Jekyll değilsem yani :)
Bu açıdan karabalığa gerçekten hayranım. Beynindeki şalteri işe gidince kapatıp işten çıkınca açabiliyor. Belki ben de büyüdükçe bu şalteri önce bulup sonra da kullanmayı becerebilirim.
Annem telefonda bile anlayabiliyor: "iş ses tonun" diye. Normalde daha umutlu, neşeli, güler yüzlü bir insanken işyerinde aynaya baktığımda çatık kaşlarımı görüyorum, ne fena.
Bununla yaşamayı öğrenmem gerek.
Bu da yeni yaşımın yeni öğrenme becerisi olsun. (kendime ödev :)
Kendime bu sene için, "spora gideceğim, gezeceğim, acayip yemekler yapacağım" gibi hedefler koymuyorum.
Ailemin sağlıkla yanımda olduğu, güzel anılar biriktirdiğimiz ve benim istediğim kitapları okuyabildiğim bir yeni yaş diliyorum.
Son aylarda her gün 1 adet Türk kahvesi içiyorum, söylemiş miydim? Ben normalde haftada 1-2 kahve ancak içerdim çünkü ya başımı ya da midemi rahatsız ederdi. Şu an o tek kahvemi içmeden rahatlayamıyorum. Daha doğrusu o keyif anı çok hoşuma gidiyor. Büyüdükçe anneme benzedim :) Ama ben yanında bitter çikolata yemiyorum.Güzel bir çifte kavrulmuş lokum varsa yerim yoksa en güzeli kahveyi sade içmek, o an'ın tadını çıkarmak.
Geçtiğimiz yıl çok güzel insanlarla tanıştım ve ufkum bir hayli açıldı. Tek tek isim saymaya kalksam olmayacak ama bu satırları okuyanlar ne demek istediğimi anlamıştır, hepinize pek çok teşekkürler.

2006'dan bir ben :)
Bu yazıya birkaç gün önce başlamıştım.
 Bugün aslında benim doğum günüm.
İçim hala buruk patlamadan dolayı. Ölenler varken kutlama yapmak bana hala çok anlamsız geliyor. Neyse ki öyle bir şey planlamamıştık. Halley üstü mum hepimize yeter de artar. Önemli olan birlikte olabilmek değil mi ki?
Yeni yaşıma yeni kararlar ile girdim.
Yazmaya kalksam uzun olacak. Uygulamaya başladıkça buraya da yazarım zaten.
Temel prensip şu: (kendine) sahtekar olma, kendine dürüst davran ve kendini önemse.
Canım karabalık, sen de hala 25'sin biliyorum ama ben yine de yarınki doğum gününü kutlayayım :) İyi ki varsın, canımsın :)

*Buruk hissetsem de "hala yaşıyoruz!" algısında olsak da, yaşamak güzel şey!
Devamını oku »

11 Mart 2016 Cuma

Yevgeni Onyegin / Bale

Bloguma gittiğim bale hakkında yorum da yazacakmışım demek, vay be!
Bale ile ilgili daha önce ne yazmışım diye bloguma baktım. Şu yazıda yeni sezon açılışını kutlamışım, bu yazıda da Elif'in şu ara "kıppır kıppır" diye telafuz ettiği kitabı tanıtmışım. Hatta bu kitap tanıtımında kendi bale gösterimden fotoğraf bile eklemişim. Önceki sezonlarda izlediğim temsilleri de keşke ekleseymişim, şu an ne izlediğimi tam hatırlamıyorum. Aklımda kalan en güzel bale Üç Silahşörler, opera da Aida ve La Boheme olmuş. (hepsini ayrı ayrı tavsiye ederim, pek güzellerdi, La Boheme'de ağlamayan izleyici yoktu sanırım)
Ev-kreş-iş koşturmacasında hiç aklıma gelmeyen bir şeydi baleye gitmek. Daha doğrusu can bu çekiyor ama saati geç, eve çok uzak, araba kullanamıyorum bahaneleriyle hiç alıcı gözle bakmamıştım bu etkinliklere. Derken Sevda'nın şu yazısını okuyunca "gitmeliyim ve izlemeliyim" dedim. Bileti etkinliğe birkaç gün kala almaya niyetlendiğim için "sadece arkalar mı var ki?" dedim ama neticede güzel bir koltuk bulabildim kendime.
İş çıkışı eve mi gitsem diye ikilemde kaldım, sanki ev bensiz olunca yapamaz gibi geldi. Karabalık sağolsun bu konularda beni hep itekleyici olmuştur.
"Sen önce beni al, baleden vazgeçtim ben, Elif'i özledim" mesajıma karşılık "Çoktan yola çıktım. Elifle "baba-kız"gecesi yapacağız, sana iyi eğlenceler, bizi düşünme" mesajını görünce yahu Esoş ne duruyorsun dedim. Koş önce Kızılay'a :) Ayak üstü yenen simitten sonra kendimi birkaç kırtasiye ve Dost'a attım. Dost'un çocuk kitapları bölümünü sahiden sevmiyorum. İnsanda "biraz daha kalayım, yeni kitaplara göz atayım" duygusu hiç uyandırmıyor. O bölümü bana verseler Kare'deki gibi, ne de güzel düzenlerim ve çocuklar için bir alan yaratırım. (olay oraya sadece iki sandalye koymak değil!) Neyse ben geç kalmayayım diye atladım otobüse ve gittim Operaya, saat 18.40 :) Görevliden biletimi aldım ama güvenlik kapının 19.00da açıldığını söyleyince etrafı izledim biraz. Eski anıları, karabalıkla gelişlerimizi andım. Güzel anılardı :)
Biraz fotoğraf biraz heyecan biraz da kitap okuma derken oyun başladı. Öncesinde konuyu okumuştum kitapçıktan (önceden konuyu hiç okumadan izlerdim, o daha iyiymiş, okuyunca beklenti oluşuyor)

- Kitapçıktan bir tane alabilir miyim?
- Paralı yalnız hanfendi o!
-Tamam, var param  :)
Bu diyalog da yaşandı bu arada. Görevli kız beni lise olmadı üniversite öğrencisi sanıp param olmadığını düşündü galiba ki bu çıkışa gerek yoktu zaten parasını verecektim :)
Bu kadar girişten sonra oyundan bahsedecek olursam -daha big bang'e gitmemiştim oysa!- beni fazlasıyla tatmin etti. Başroldeki erkek ve kadın balerinin kareografilerinden daha çok mimiklerine bayıldım. Sözsüz bir oyunda hayal kırıklığı, kibir, utanma, üzüntü, mutluluk, isyan... ancak bu kadar güzel verilebilirdi. Orkestra, müzikler ise şahaneydi. Bir ara kalbimin güm gümünü duyduğuma bile eminim. (müziğe ritm tutarken)
Çıkışta Selcen ve tatlı kızı Çağla ile dönüş yolunu tamamladık. Çağla'nın baleden bahsederken gözlerindeki ışıltıyı görmeyi seviyorum.
Şunu anladım, bensiz de ev dönüyor, kaçırmak istemediğim temsilleri güzel bir ayarlama ile ben de izleyebilirim.
Zaten kendime doğum günü hediyesi aldığım bir etkinlik biletim daha var cumartesi için. Kalbim pır pır, inşallah gidebilirim ve onu da bloguma heyecanla yazarım.
Bir balerinle sohbet edebilmeyi çok isterdim bu arada, kafamda çok soru birikti. İlk sorum da şu olurdu herhalde: "Bale yaparken ne hissediyorsunuz?"
Bale deyince aklıma "Siyağ Kuğu" ve Natalie Portman'ın oyunculuğu geldi, o da harikaydı.
Bu sezon başka temsile gidebilir miyim bilmiyorum ama bu etkinlikten beni haberdar eden Sevda'ya, bana destek olan karabalığıma, yol arkadaşım Selcen ve Çağla'ya çok teşekkürler :)
* Ben mi obur biriyim bilmiyorum ama "Yevgeni Onyegin" dedikçe sizin de aklınıza "Yengen" gelip karnınızı acıktırmıyor mu :)


Devamını oku »

9 Mart 2016 Çarşamba

Ocak / Şubat 2016 Okuduklarım

Her bir kitabı buraya tek tek yazmaya niyetlendiysem de olmadı.
Yapamadım.
Ben de en azından ne okuduğumu yazayım, birkaç satır da olsa fikrimi belirteyim ki unutmayayım hislerimi.
Önce Ocak ile başlayayım.
Yılın ilk kitabı benim için öğretici olan / hayal kırıklığı da yaşatan "Denizin Dibindeki Ev" idi. Yorumum burada. 
İkinci kitap, Aralık ayında başladığım Riko ve Oskar'ın 3. kitabı Çalıntı Taş oldu. Steinhöfel ile ilgili detaylı yazım taslaklarda sürünüyor ve ben ona baktıkça üzülüyorum. Ah bir yazsam ne iyi olacak.
Ve bir diğer Steinhöfel kitabı ile devam ettim Ocak ayına:
Yazarın ilk kitabı olduğunu okuduktan sonra fark ettim. Bu kitabı sadece piknikli bölümde makarayı koyvermek ve "sanırım şimdi altıma kaçıracağım" demek için bile okuyabilirsiniz. Kitabın genelini ben çok sevdim ancak yazarın bu kitabı Riko'dan çok önce yazdığını okurken hissetmiştim.Kapağına bayıldım!
Sepulveda'nın bu kitabını 2. kez okudum. Yine çok sevdim. Zorba isimli erkek bir kedinin bu "anaç" halleri gerçekten okunmaya değer. (yorumum burada) Miks, Maks ve Meks'in Öyküsü'nü BDK'da yazmıştım.

Gazeteci Çocuk hakkında detaylı yazmıştım burada. Amerikanvari havası fazlaca hissedilse de konuşma bozukluğu üzerine yazılmış güzel bir hikaye olduğunu düşünüyorum.
Veee gelelim Kipri'ye. Tam bir öğle arası atıştırmalığı kendisi! Pek neşeli pek keyifli. Yorumumu da buraya yazmıştım.

ŞUBAT AYINDA OKUDUĞUM KİTAPLAR
Bu ay biraz daha İran Edebiyatı üzerine düşünme imkanım oldu :) Reçel Kavanozu Kermani'nin okuduğum ilk kitabıydı (sanırım sonuncu olacak) Yazarı tek kitap üzerinden değerlendirmeyi pek doğru bulmasam da Reçel Kavanozu ile bir hayli sıkıldığım için yazarın diğer kitaplarını okuma isteği bende hiç uyanmadı ne yazık ki.
Veee gelelim Şubat ayının en güzel okumasına: Özgürlük Hapishanesi. Detaylı bir yorum yazmıştım hakkında. Geçen gün aklıma bir şey geldi ve bunu nerede okuduğumu düşündüm. Sonra hatırladım: Mişraim'in Katakompları isimli bölümde geçiyordu diye. Ende'nin Momo'su şüphesiz harika bir kitap. Çok daha az bilinen "Özgürlük Hapishanesi" ise bence yazarın baş yapıtlarından sayılabilir. Sahafta peşine düşmeye değer!
Türk yazarlardan pek fazla kitap okumuyorum derken bir anda karşıma "Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku" çıktı, burada da yazmıştım okuma maceramı. Filmini internetten izleyemedim telif hakları sebebiyle. DVD'sini bulursam kaçırmam artık. Çok merak ediyorum bu kitabı nasıl senaryolaştırdıklarını. İletişim Yayınlarının son dönem çıkan kitapları özellikle heyecanla okunuyor :)
Benim için hayal kırıklığı olan bir kitaptı: "Başka Zaman Kütüphaneleri". Hakkında yazı yazacaktım ama fırsatım olmadı. Hazan çok sevince merak etmiştim. Belki yanlış bir dönemime denk geldi veya Özgürlük Hapishanesinden sonra cidden çok "hafif" geldi, bilmiyorum ama ben kitap hakkındaki çoğu olumlu görüşün aksine kitabı sevmedim. Hatta itiraf edeyim, "boşa geçirilmiş bir zaman dilimi" olarak yorumladım. Konu güzel ve değişik evet ama konunun işlenişi o kadar sığ ki. Yazarın sonraki hamlelerinin tamamını doğru tahmin ederek okumak bana keyif vermedi. Hikayelerin sonu şaşırtmadı ve hatta şişirilmiş bir kitap olduğunu düşündüm."Gece Kütüphanesi" bölümünde bir gece kütüphanesi olması fikri hoşuma gitti. KKK bana Adana'da Nöbetçi Kütüphane olduğundan bahsetmişti, onu hatırladım. İçinde "kütüphane" kelimesinin geçmesi kitapta tek hoşuma giden şey oldu desem abartmış olur muyum bilmiyorum :)
Bu kitaptan sonra zaten bir müddet canım kitap okumak istemedi. Daha doğrusu elime hangi kitabı aldıysam 10. sayfadan öte gidemedim. Ve bu döngüyü "Seçilmiş Kişi" ile kırdım, çok şükür. Hakkında uzunca yazmak istemiştim ama olmadı. Buraya bir şeyler yazayım. Bu kitabı bana iş yerinden bir arkadaşım hediye etti. Aradan geçen zamanda -kapağı sebebiyle- hiç ama hiç ilgimi çekmedi kitap. Okuyamama döngüsündeyken şöyle bir elime alınca da bırakamadım. Meğerse oldukça akıcı bir dili olan, güzel bir distopyaymış. (hiç söylemiyorsunuz :) Kitap, favorilerim arasına girmese de konu, kurgu, dil açısından beni tatmin etti. "Seçilmiş Kişi" çevirisinin doğruluğundan ("the giver") emin değilim. Kitaptan sonraki ütü seansıma filmini ekledim. Film, vasatın altındaydı. Goodreads yorumlarına bakınca kitabı çok sevenler ve hiç sevmeyenler olduğunu gördüm. Ortası yok gibiydi :) Goodreads'in faydası olarak da (anlayabildiğim İngilizcemle) kitabın alt metinlerine ilişkin değişik yorumları okudum. Kitabın bir klasik olduğundan, Platon'un Devlet kitabından ve hatta Matrix'ten bahsediyorlar. Kitaptan daha çok hakkında yazılanlar ilgimi çekti :)

Goodreads'i bana aylar önce Gözde söylemişti ama ben pek anlayamamıştım işleyişini ve cepten de girememiştim okuduğum kitapları. Şu an en sevdiğim sosyal medya mecrası oldu. Benim hesabım 2balik. Darısı Mart ayında okuduklarımı yazmaya :)

* Şubat ayında başlayıp bitiremediğim bir diğer kitap da Lizbon'a Gece Treni. Bu içsel yolculuğu son dönem havam kaldırmadı ama kitabın okuduğum ilk 60 sayfasını çok sevdim.Umarım bir gün tamamını okurum :)
Devamını oku »

8 Mart 2016 Salı

Özgürlük Saatleri /Dünyanın En Acayip Hayvanı / Guido Sgardoli

Dünkü yazıdan sonra kendimi maşallah çok daha iyi hissetmeye başladım.
Belki bu değişimin içinde olmak hoşuma gitti, bilmiyorum.
"yeni kitap almayacağım" sözümü yutalı çok oldu ve bir daha böyle bir söz vermemek için kendime söz verdim :)
Kitaptan bahsetmeden önce bugünden bahsetmem lazım, yoksa bu yazı eksik kalır.
Geçenlerde internet üzerinden kitap siparişim için sitede biraz dolanırken dikkatimi bir kapak çekti. Kitapçıda olsam kitabı elime alıp detaylıca incelerdim ancak öyle bir şansım olmayınca kitabı sepetime attım hemen. (tüketim toplumu olmanın bu yönünü gerçekten sevmiyorum. ama bazen de iyi oluyor. bu konuda kararsızım)
Siparişim büyük bir kutuda gelince çok heyecanlandım (unutkan ben). Sanırım en çok merak ettiğim kitaplardan biriydi "Dünyanın En Acayip Hayvanı". Kapaktaki kızın tek gözünü kırpmış, dili dışarıda hali beni resmen yaramazlığa davet ediyordu. Öğlen hemen okuyayım diye çantama attım.
Sabah iş yerime geldiğimde de şunu fark etmiştim: telefonum karabalıkla beraber gitti.
Hiç üzülmedim aksine bana bir rahatlama geldi.
Sanki tutsakmışım da bunun farkında değilmişim gibi.
Sorun şu ki whatsuptan haberleştiğim insanlar vardı. (1 gün haber alamazlarsa polise gidecekler sanki :P ) Aklıma hemen Feride geldi, bugün kargoya gidecek ve benden haber bekliyor, amanın. Neyse ki mail diye bir iletişim aracı var. Sabahtan niyetim öğle arası için simit ayran eşliğinde piknik-yürüyüş-kitap okuma aktivitesi vardı .
Öğlen iş yerinden çıktığımda değişik hissettim.

- Etkinlik detayları için Selcen'i arayacağım.
- Telefonum yok!

- Aa ne güzel bir ağaç, fotoğrafını çekeyim.
- Telefonum yok!

- Saat kaç oldu ki, işe geç kalmayayım.
- Telefonum yok! Saatim zaten yok!

İyi o zaman, dedim. Yoluna devam et, günün tadını çıkar, saati de unut. (erkenden dönmüşüm zaten peh :)

İşte bundan sonra keyifle kitabıma gömüldüm. (simit de Yasemen canın çekmesin ama fırından yeni çıkmıştı :)
Bu ara "Televizyona Düşen Çocuk Gip" okuyorum- ki araya kitap almaktan bitiremedim onu da- bir de ne göreyim Sgardoli de İtalyanmış. Bak şu işe! (ckk anladın sen onu :)
Kitaba başlamadan önce mutlaka yazarın özgeçmişini okurum. Sgardoli'nin veteriner olması bir hayli ilgimi çekti. "Hayvanlara duyduğu sevgiyi, sözcüklere ve onların oluşturdukları biçimlere olan tutkusuyla bütünleştirdi. Okumanın kendisine yetmediği zamanlarda da yazmaya koyuldu." Bu cümle çok hoşuma gitti. Yazarın dünyasını daha da araştırmalıyım diye notumu aldım ve ithaftaki "Gerçek Miriam'a" notuyla kitaba başladım. Kısacık resimli bir hikayeyi öğle arasının keyif zamanına bırakmakla ne kadar doğru bir şey yapmış olduğumu da anladım. (hatta sırf bunun için kendime yeniden sipariş listesi hazırlıyorum, bitirince paylaşabilirim, 1 solukta okunabilir çocuk kitapları diye)
"Dünyanın En Acayip Hayvanı" son sayfasına kadar heyecan ve merak dozunu hiç kaybetmeden ilerliyor. Miriam'ı zaten çok sevdim. Annesinin kardeşini emzirdiği bölümün resimlenmesini de açıkçası takdir ettim. (her ne kadar bu paylaşımın özel olduğunu düşünsem de bazı tabuları da yıkmak gerek)
Kitap, gecenin bir vakti iki atın çektiği bir arabayla şehir meydanına gelen adamın hikayesi ile başlıyor. Şehir meydanına ertesi gün sarı mavi çizgili koca bir çadır kuruyor ve içeride "Dünyanın En Acayip Hayvanı"nı sergiliyor.
Yalnız bu işte bir tuhaflık var çünkü bu sergiye insanlar birer birer girebiliyor ve dışarı çıkan herkes bu acayip hayvanı farklı tanımlıyor.
Kitabın bu bölümleri oldukça neşeli, her cümleden sonra kendimi tahmin yaparken buldum:
- Afrikadan mıymış? Fil mi?
- Kocaman mıymış? Ne olabilir ki?
- Eczacı da mı görmemiş? Çatlayacağım, ne ki bu hayvan?

Kitabın sonu ve Miriam'ın Dünyanın En Acayip Hayvanı'nı görme çabası bence gerçekten çok güzeldi. Yüzümde kocaman bir gülümsemeyle işe döndüm. Telefon yanımda olsa o an'ı blogumla paylaşabilirdim. Ama bu hali de çok güzel oldu çünkü o an "asla unutmaman gereken"ler bölümüne kaydedildi. "Sil Baştan" filminde bir karakter olsaydım, bu bölümü de korumaya alırdım  :)
Kitabı 7-8 yaşlarında bir çocuğun gözüyle yeniden okumaya çalıştım (ne kadar başarabildim tabii bilmiyorum) ve o haliyle de kitabı çok sevdim. İkinci okumada yine heyecanlandım :)
Yazarın diğer kitaplarını farkında olmadan sepetime atmış ama son anda vazgeçmişim. Şimdi bekle  bakalım Esoş diğer kargoyu :)
Hatta şu an aklıma geldi, ben bir yazar okuması yapayım Sgardoli'den, off ne heyecanlandım şimdi, kargo falan bekleyemeden ilk kitapçıya koşasım geldi.
Haydi sonra görüşürüz!
:)

Dünyanın En Acayip Hayvanı 
Özgün Adı: La piu straordinaria bestia del mondo
Yazan: Guıdo Sgardoli
Resimleyen: Roberto Lauciello
Çeviren: Filiz Özdem
Yaş grubu: 7+
YKY, 2016, 48 sayfa, karton kapak


Devamını oku »

7 Mart 2016 Pazartesi

Bu Aralar : "Yeni"

Kendimi dolaba kapattığım bir dönemden merhaba :)
"Dolap" demek, "her şey çok üst üste geldi, biraz sakinleşmeye ihtiyacım var" demek gibi.
Daha önce hiç ard arda "bu aralar" yazısı yazmamıştım, ikinciyi yazana kadar toparlamış oluyordum genelde.
Olmadı.
Bunu fark etmem de güzel.
Kendimi zorlamamam ya da "yoo ben gayet iyiyim" diye inkar sürecinde olmamam da güzel.
İki hafta önceki "dalga" beni yere serdikten sonra ben kalkar ve hayatıma kaldığım yerden devam ederim diyordum ki...
Yerimden pek kalkamadığımı gördüm.
Bunu itiraf etmek de güzel. (her şey güzel de :)
Perşembe ve cuma günleri tavan yapan sinir katsayım cuma günü -pek de hoş olmayan- bir bağırtıyla sonlandı.
Daha doğrusu sinir, yerini kabuğuna dönme ve sakinleşmeye bıraktı.
Bağırdığım kişinin Elif olmasını hiç istemezdim ama sanırım bunun da yaşanması gerekiyormuş.
İnsan kendini yaşadığı yeni durumlarda çözebiliyor bence.
Başına gelmemiş bir olay hakkında sadece fikrin veya yorumun oluyor; tecrüben olamıyor.
İki gün üst üste Elif arabada ateşli ve huysuzken -dışarıda da sağanak varken- arabamız bozuldu. İlkini daha kolay atlattık, ikincisinde kendime "birkaç gün sonrasını hayal et, elinde kahven/kitabın huzurla oturuyor olacaksın, bu an da sadece bir anı olacak" dedim.
Evet bunu söyleyebilmek ve o an bu hayalle teselli bulmak güzel.
Ancak arka arkaya gelen diğer şeylere de benzer tepkileri gösterebilecek gücüm kalmadı.
Kalmamıştı.
O an yanımda biri olsaydı Elif'i ona bırakıp "Ben şu sağanak yağmur altında bir koşup geleyim" derdim. Hani filmlerde katarsis sahnesi olur, yağmurla beraber her şey normale döner, belki onu umdum.
İşte o ara bir bağırtı koptu içimde.
23 ayda bu belki 2 veya 3.dür benim için.
Elif de bana bağırdı ilk başta ancak sonrasında durdu ve şoka girmiş gibi bana bakınca ben de kendime geldim.
Sonrası zaten kucaklaşmalar, ağlaşmalar ve bolca vicdan azabı.
Her şeyi anladığı ama kendini tam olarak ifade edemediği geçiş döneminde olmak biraz zorluyor bizi. Ya da hala kesintisiz uyumaması.
Bunlar hep olan şeyler-di gerçi.
Son haftalarda benim için değişik olan biraz bir şeylere ilgimi kaybetmek oldu.
Canım bloga yazı yazmak istiyor ancak kendimde kelimeleri bir araya getirecek gücü bulamıyorum.
İnstagramı eskiden seviyordum ancak şu an yaptığım şey "bir şeyler paylaşmak" veya "timeline'da insanlar neler yapmış" diye bakınmak o kadar saçma geliyor ki.
Gereksiz bir alışkanlığa dönmüştü instagram hesabıma bakmak, son haftalarda oldukça az bakındım etrafa. Çünkü merak etmedim kim-nerede-ne yapıyor.
Takip ettiğim çizerler ve ne okuduğunu ilgiyle takip ettiğim insanlar olmasa hesabımı daha kolay kapatacağım. Şu an hala ikilemdeyim. (bu da bir hayat memat meselesi değil elbette)
Kendimi dolaba kapatmamın neticesinde birtakım değişim rüzgarları fark ediyorum.
"Hiç öyle biri değilim" dediğim konu başlıklarını kendimde görüp şaşırıyorum.
Belki büyüyorum, şunun şurasında yeni yaşa ne kaldı :)
O yüzden de kendimi depresif gibi değil de bir değişimin içinde hissediyorum.
Bunu ilk başta "dalga" olarak nitelendirmiştim ancak şu an "yeni" geliyor her şey.
Biraz daha tepeden bakınca olaylara aslında kendimizi ne kadar fazla önemsiyoruz diyorum.
Günlük dertlerimizin de tam bu sebeple içi bomboş geliyor.
İnstagram hesabından takip ettiğim, blog yazılarını da okuduğum bu adreste yazılanları okudukça kendimi daha iyi /umutlu hissediyorum.

Kaynağı hatırlamıyorum
Bu süreçte arkadaşlarımla da rutinin haricinde çok fazla iletişim kuramıyorum. Sanki ne desem eksik kalacak veya yanlış bir şeyler söyleyip onları kıracakmışım gibi geliyor.
Bu yüzden de "dolap" bana biraz güven veriyor.
(yazmanın faydası) Şimdi fark ettim neden "güvende olma" ihtiyacı hissettiğimi.
Tüm bu gelişmelerin başlangıcında bir ay önceki patlama var sanırım.
O gün içim çok sıkılmıştı, bulunduğum yere yakın bir bölgede biz ayrıldıktan 1 saat sonra patlama olunca insan bazı şeylerin ne kadar yakın olduğunu, her an her şey yaşayabileceğini fark ediyor.
Ve şunu da ekliyor: Dünyada bu hisle yaşayan milyonlar var ama sen günlük rutininde bunu görmüyorsun bile. O akşam çok korkmuş ve bencil hissettiğimi hatırlıyorum.
Yazınca kırılma noktamı buldum iyi oldu.
Teşekkürler blog!

O kırılma noktasından sonra nerelere geldim. Birkaç hafta hiçbir şey okuyamadım. Okuduğumu anlamıyordum çünkü. 15 kere de okusam yazılanlar yabancı bir metinden farksızdı çünkü aklım başka yerdeydi. Çok şükür bu durumu bayağı toparladım. Okuduğumu anlar hale geldim. Lizbon'a Gece Treni'ni -hazır olmadığımı hissedince- bıraktım.
İçsel yolculuk, şu an gerçekten beni daha da dağıtırdı.
Son dönemde okuduğum kitapları ayrıca yazayım ama çocuk kitaplarına geri döndüm diyebilirim.
Bu ara gece yatmadan yanıma cips ya da muzır bir şey + elma alıp komik bir şeyler okumak ve bunun için heyecan duymak çok iyi hissettiriyor.
Bir de bu hafta 2 ayrı etkinliğe biletim var.
Of çok havalı!
Son 3 yıldır toplamda 2 kere sadece sinemaya giden biri için "etkinlik" demek, "karnım çok aç ama bu sefer sade makarna ile doymam sen bana beyaz peynirli, cevizli, kurutulmuş domatesli, kekikli bir spagetti hazırla" demek gibi. (böyle bir sosu hiç denemedim, karabalık sen aldın notunu :P )
Sonrasında da doğum günüm var zaten, yaşasın.
Gelsin pastalar gitsin börekler (gerçekler, sade bir halley üstü mum :)
Belki bir yoldur bu yaşadığım, keşif yolu.
Belki sonrasında anlayacağımdır bana ne olduğunu.
Ama YENİ olan bir şeyler filizleniyor ruhumda, ben de soranlara "bunu kendim yaptım ben" diyorum. (ya da soran olursa derim artık :)

Devamını oku »

25 Şubat 2016 Perşembe

Bu Aralar : Dalga / Bu Dünyadan Olmayan Biri

Bu aralar biraz değişiğim, tuhafım, farklıyım, kararsızım, yorgunum, düşünceliyim ama özünde iyiyim.
Elif'in ay dönümlerinden birkaç gün önce Elifte "büyüme atakları" hissederiz hep, 22 aydır bu böyle. (belki de şartlandık, bilmiyorum) ben de acaba dedim, doğum günüme birkaç hafta kalmışken kendi büyüme atağımı mı yaşıyorum?
Neden olmasın?
                                                                         ***
Wave'deki gibi sıcak bir günde deniz kenarına gitmiştim oysa ve orada -ki aslında kalabalıkla- şakalaşıyordum. "Hava da ne sıcak değil mi?" , "Denize mi girsek yoksa?"
Kendimi bir anda denize girerken buldum, etrafımdakilerin bana attıkları suyla eğleniyor, onlar önümden ilerlerken sudaki güneş parıltılarının ani renk değişimlerine bakıyordum. Kafamı kaldırdığımda üzerime doğru hızlıca gelen kocaman bir dalga gördüm. (bunu defterime yazıyor olsaydım burada zigzaglı lacivertli mavili bir dalga çizimi olurdu sadece benim anlayabileceğim) O an aklıma küçükken yaşadığım bir olay geldi. Sahil kenarında bizi bekleyen annem ve komşumuz. Komşumuzun benimle yaşıt ikizleriyle denize girdiğimde böyle bir dalgayla karşılaşmış ve sonunda kendimi yüz üstü taşların üzerinde yatarken bulmuştum. Dalga savurmuştu hepimizi.
Bu kez gördüğüm dalgada eksik bir şeyler de vardı (gücü azdı) fazla bir şeyler de vardı (daha hızlıydı) Ya da tam tersi, ben yavaştım. Dalganın gelişini geç fark edebilmiştim. Daha az önce gülüşüp şakalar yaptığımız insanlar neredeydi? Sadece silüetleri kalmıştı şimdi. "Esraaaa" diye seslendiklerini duyuyor ancak cevap vermek için ağzımı açtığımda ağzımdan çıkan balıklar konuşmama engel oluyordu: sakız balıkları! İşte onlarla bu şekilde tanıştım. Rengarenk ve yapış yapışlardı. Neden orada olduklarını bilmiyordum ama boğazımda bir düğüm onları yutmamam gerektiğini hatırlatıyordu. Bu hisse güvenerek kendimi denize, dalgalara bırakacaktım ki... Sıcak bir el dokundu sol koluma, beni nazikçe tuttu ve o an gördüm bana gülümsediğini. Saçlarında az önce gelen dalgadan bir tutam vardı, daha önce yaşanmış bir anının hatırası gibi, ve bana bir şeyler fısıldadı...
                                                                     ***
Yaşadığım dalga/durulma böyle bir şey. Ya da belki tam anlatamadım. "Geçti" diye düşünüyorum ama geçmediğini görebiliyorum. Eskiden olsa değil dalgayı fark etmek, denizin karanlık dibine giderdim de "aa nereye geldim?" derdim, ne yaşadığımı anlayamazdım. Şimdi biraz daha -görece- anlayabiliyorum bazı şeyleri. Belki büyümek budur. Kim bilir :)
                                                                        ***
Tam da bu günlerde çok acayip biriyle tanıştım. "Acayip" kelimesinin bendeki karşılığı: "bu dünyadan olmayan biri". MY bu satırları okuduğunda gülecek misin  bilmiyorum, umarım seni "acayip" bulduğum için bana kızmazsın :)
İnsan hani hayatı boyunca yüzlerce insanla tanışır ve hepsi de birbirinden farklıdır ancak hepsinin bir yeri vardır. Daha önce hiç yeri olmayan biriyle tanışmamıştım. "Kitap kahramanı gibi mi?" dedi benim şaşkınlığımı anlayan bir arkadaşım. Düşündüm, "aynen" dedim. Demek ki onun yeri de kitaplarmış. Hem de kitapların tam içi...
                                                                       ***
"Sorgulama" diyor karabalık, bu gazla bir süre sorgulamadan şalteri indirip kaldırarak günlerimi geçirmeye çalışıyorum. Ama bir terslik de var, biliyorum.
geçen gün ne olduğumu bile anlayamadan kendimi uyuşmuş buldum. Sol kolum tamamen uyuşmuştu. Ertesi gün Elif ayağını basmamakta diretti. Bugün oturduğum sandalye kırıldı. Yazarken bile gülüyorum. Şalteri indirip kaldırırken yanlış bir düğmeye de basmış olabilir miyim acaba diye.
Yasemen'in hislerini takip ederek yeni bir kitaba başladım. Ben MOMO'yu Duman Adamlardan kaçmak için yeniden okumuyordum. Bu kitap ve şu cümleyle aslında bir şeylerle yüzleşmem gerektiğini düşündüm.
"Çünkü insanın bir tane hayatı vardır, bir tek hayatı."
Saçında dalga izi olan kadının fısıldadığı cümle bu muydu yoksa bana sadece "kendini unutma" mı diyordu, onu da zamanla göreceğim :)


* Bir sonraki yazıda da tatlı bir fili anlatayım :)

Devamını oku »