Drop Down MenusCSS Drop Down MenuPure CSS Dropdown Menu




sohbet muhabbet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sohbet muhabbet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Nisan 2016 Salı

Solucan ve Patlıcan :)

Canım blog, bugün biraz iç dökmeye biraz da günlük tutmak için geldim buraya.
Bu ara zaman nasıl geçiyor anlayamıyorum. (ne zaman anlamış olduğumu da hatırlamıyorum gerçi)
Hayatımda çok şükür güzel şeyler olurken (annem ve teyzemin gelmesi gibi) ben HALA hiçbir şeye odaklanamıyorum.
Sorumluluklarımın tamamını ceketi üzerimden çıkarır gibi çıkartasım geliyor. Hava zaten sıcak, benim üzerimde kat kat ceketler var. Bir de atkı bere takayım tam olsun!
Fotoğraf makinesinde netlik yapmaya uğraşırsın ama bir türlü başaramazsın ve elinde hep flu bir görüntü oluşur; işte bu ara önümde böyle bir fluluk görüyorum.
Okuduğum kitaplardan hiç zevk almıyorum. Eskiden devam etmezdim şimdi sorunun kitapta değil de bende olduğunu anlayınca en azından iki satır okuyayım diye zorluyorum kendimi.
Sebep?
Kafamı boşaltmak için!
Kafam ne ile dolu, onu da bilmiyorum.
"Günün Mutluluk Sebepleri"ne odaklanmaya çalışıyorum. Bugün önüme iki adet çıktı.
Biri sabah yürürken dans figürleri yapan solucan (belki tırtıldır bilmiyorum cinsini) diğeri de öğle yemeğinde yediğim patlıcan :)
Sabah işe girmeden önce karşıma çıktığı için solucana vakit ayırdım ve dansını videoya da çektim. (kamera görünce susan çocuklar gibiydi gerçi, heyecan yaptı dansı bıraktı ama olsun) Onu görünce aklımdakilerin ne kadar bom-boş olduğunu fark ettim. Elime alabilseydim onu, daha güvenli bir yere bırakırdım ama umarım kimse ezmeden yoluna devam edebilmiştir. Hayatı o anlıktı ve o durmuş dans ediyordu. Güzel bir çıkarım oldu bana :)
Elif HALA arabada ağlayabiliyor. (istisna pek yok) Şarkı, türkü, eğlence derken yepyeni bir oyun buldum. Çok ağladığında "kim daha çok gülecek" oyununa davet ediyorum kendisini. Onun ağlama sesiyle benim zaten sinirlerim gevşemiş olduğundan gülmekte pek zorlanmıyorum.
Kaşlarımı çatıp somurtarak bir yere varamayacağım, en azından güleyim.
Geçen günkü yazıda bahsettiğim "mutsuz bir uysallık" halim devam ediyor, iş yerinde bazı insanlara Amelie filmindeki kızın manava dönüp "Sizin bir enginar kadar bile beyniniz/kalbiniz  yok Bay Gereksiz / Kibir" (öyle bir şeydi sanki) diyesim geliyor.
Bir gün ben de dilimin kemiksiz olduğunu algılayıp güzel cevaplar vermeyi başarabilirsem, üzerimdeki ceketlerden birini çıkarmış olabileceğim: haki yün ceket! (yüncü Fehmi'nin kızı olduğum da nereden belli :) Bu ceketin anlamı da şu: "başkasını üzmekten korkuyorum" sorumluluğu.
Neyse sonra yemekhanede bir de ne göreyim: patlıcan!
"Çok mu seversin?" diye soran olursa "Yooooo" derim ama patlıcanın anlamı şu: "karabalık sevmediği için evde pişmez, arada yemek de hoşuma gider, bulmuşken kaçırma, hele de yanına yoğurt da varsa" Ya da ben kendime sebep arıyorum, sadece acıkmışım, az sonra yemeğe yumulacağım :)

Bu ara elime aldığım kitapları beğenememe huyu edindim :( Belki de karabalığın dediği gibi hala Napoli'de kalmıştır aklım. Şöyle beni alıp götürecek (götürdüğü yerde de bırakmayacak, geri getirme garantili) nitelikli ve biraz da eğlenceli kitaplara ihtiyaç duyuyorum. Acil! Önerisi olan varsa yazsın lütfen.
İşte böyle blog, 1 solucan ve 1 patlıcan ile hayattan dersler çıkarmaya ve olduğum an'a şükredip, canım sıkkınsa kalkıp dans etmeye devam!
Odaklanamamayı da dert etmeye değmez, yeter ki patlıcanın yanında yoğurt olsun :)
Devamını oku »

1 Nisan 2016 Cuma

Bir Düşününce...

Kitap tanıtım yazısı yazıyordum ama aklıma geldi, bugün hissettiklerimi buraya da yazayım istedim.
Hani bazen aklınıza hiç gelmeyecek bir şey başınıza gelir ya, dün hemen hemen öyle bir şey oldu.
Karabalık da -benim tanımış olması güzel tabii- yemekten sonra verdi bu haberi. Bir insan yemekten sonraya kadar nasıl içinde tutabilir bomba haberleri ben bilmiyorum. bkz: karabalık.
Zaten giriş böyle olduğuna göre pek sevineceğim bir haber olmadığını da anladım. Şu mu bu mu derken aklıma hiç gelmemiş bir şeyin içinde olduğumuzu anladım.
Eskiden bu durumu üzerimden 1-2 gün atamazdım, ruh halim de öyle olurdu. Tamam haberi ilk duyunca gözlerim bir sulandı ama (o zaten benim normalim, dikkate almayalım) olasılıkları da gözden geçirince "ne yapabiliriz?" diye çözüm üretenin ben olduğumu gördüm!
Valla yaşandı bu!
Karabalıktan önce çözüm yolları üretebilen ve hatta bunun sonunda kendini güçlü de hisseden ben oldum. (tamam belki karabalığın dertlenmesinde olayın asıl etkilenecek kısmını benim oluşturmam da var ama olsun :)
İlk 20-30 dakika kadar olayın tam içinde yaşadıktan sonra gerçekten ilk aklıma gelen şu oldu: bunda da bir hayır var. Bunu kalben hissedince ve çözüm yolları da atla deve olmayınca rahatladım elbette.
Ama yemekten önce duysaydım kesin tadım kaçardı ve yemeğime pek dokunmazdım.(bkz: kötü dönemindeki 48 kiloluk esoş)

Görsel kaynak: postcrossing
Kısacası, alakasız bir haber/olay duyunca insan önce bir panikliyor veya hüzünleniyor ama aslında BİR DÜŞÜNÜNCE aklına farklı şeyler de geliyor, en basitinden her şeyin bir çözümü olabileceği gibi :) İnşallah bu hissiyatımı hayatıma biraz daha yedirebilirim.
Başımdan aşağı sıcak/soğuk su dökülmeden önce "Bir dakika lütfen" deyip şemsiyemi çıkarıp yağan yağmurun tadına varabilirim, ne dersiniz :)
Devamını oku »

23 Mart 2016 Çarşamba

Küçük Şeyler :)

Geçen gün beni mutlu eden/mutsuz eden, huzursuz eden/korkutan/sevinçten zıplatan şeyleri düşündüm.
Ortaya çıkan sonuç hem şaşırtıcı hem de düşündürücü oldu çünkü bu duyguları bana yaşatan şeylerin tamamı küçük şeylerdi.
Ben de son zamanlarda beni mutlu eden küçük şeyleri derleyip yazayım ve canım sıkıldığında buradan bir tane seçebileyim diye liste olarak yazmak istedim.
- Küçük müdür büyük müdür bilmiyorum ama beni mutlu eden şeylerin en başında kitaplar geliyor sanırım. Hele ki moduma uygun kitap bulabilmişsem. Mesela bu ara işyerinde kafam çok dolu oluyor, ağır kitap okuyamıyorum. (Lizbon'a Gece Treni'ni bu yüzden yarıda bıraktım) Yalnız şu malum Elena Abla'nın Napoli Romanları Serisi ne harika bir kitaptır, nasıl bir akıcılıktır yahu! En son ne zaman bu kadar uykusuz kalmayı göze alıp gece 1'e kadar veya arabada kırmızı ışıkları takip ederek kitap okuduğumu hatırlamıyorum. Karabalığa göre ise ben transa geçtim, kitap beni esir aldı veya ben büyülendim :) Bu ara 3. kitabı okuyorum, 4. kitap da bitmeden nefes alış verişim normale dönmeyecek onu anladım.
Araba yapabilen baba, candır! :)

- Günlük Tutmak/ Mektup Yazmak:
Bir ara çok daha düzenliydim. Şu ara günü gününe yazamasam da genelde boş sayfaları dolduruyorum. Bir de 3 farklı günlüğüm var, biri Elif'in olmak üzere. Haliyle kafam da karışıyor bazen :) Ama yazmaktan çok büyük keyif alıyorum. Hele ki mektuplar... Mektuplarıma geç yanıt vermemin tek sebebi ise mektubumu yazacak sakin anları bulamamam. Kafam doluyken veya Elif yanımdayken mektup yazamıyorum. Her ne kadar ne yazdığımı her seferinde unutsam da mektup bence en özel iletişim aracı :)
- Lego Minifigürler:
Geçen gün bir yazıda okudum, yetişkinler de oyun oynamaya devam etmeli diye ve buna aynen katılıyorum. Özellikle de anaokulu kreş vb. yerlere gitmeden 5.5 yaşında tüm günlük okula başlayanlara! Lego'nun mini figürlerini takıntı veya tüketim nesnesi haline getirmeden kendimce almaya başladım. Bu Kızılderili kadın ve yavrusu benim tesadüfen seçtiğim bir model oldu. Bunu yapmak belki 1 dakika sürmedi ama ben onu bozup yapıp yeniden oyun kurdum kendimce.


- Doğa:
Son aylarda o kadar çok ihmal ettim ki :/ Doğada olmayı, güzel anların fotoğrafını çekmeyi. Bu küçük güzellikler resmen içimi açıyor.


Benim Ağacım'ı tanıyan oldu mu :)
- BUIKA:
Bu konserden genişçe bahsedecektim ama malum olaylardan sonra değil konser selam bile vermek istemedim, sanırım hayatını kaybedenlerden utandım ve kendimce yas tuttum.
Daha önce gittiğimiz konser sanki daha güzeldi, daha küçük bir mekandaydı, ortam mecburen daha samimiydi. Bu konser ise ATO'daydı ve gelenlerin yüzünde "Konser var dediler, geldik" ifadesini okudum. Bir de yerimi oldukça zor buldum, önce başkasının yerine oturdum, sonra da şıkıdım giyinmiş kızları tombikliğimle ezme utancını yaşadım. Bunların haricinde BUIKA Ablacım ile yeniden buluştuğuma çok sevindim. Bir insan nasıl bu kadar içli söyleyebilir, sesine ve enerjisine hayranım.


- Elifle Geçirilen Kaliteli Zamanlar:
Bu an'lar çok kıymetli çünkü ne yazık ki pek azlar. Elif genelde babasıyla oynamak istiyor veya ev işlerinden öyle denk geliyor. Birkaç defa iş çıkışında onu yalnız aldım ve hem taksiye hem de otobüse bindik. Yanımdaki 3 çanta ile bu durumda zorlansam da çok keyif aldım.
Karabalık kadar sabırlı olamayabiliyorum oyunlarda veya onun kadar el becerim de yok, iki dakikada legodan araba yapayım ya da oyun hamurundan eşek yapayım :) Ama ben de kendimce suluboya baskısı, makarnaların içinde saklanan oyuncakları bulma, canlandırmalı kitap okuma alanlarında fena sayılmam. Sanırım böylece de bir denge kurulabiliyor. Sabrım o an iyiyse tüm çamaşır ve süpürme faaliyetlerini birlikte yapmamızı da seviyorum. Bir de Elif son aylarda elimi tutarak gidiyor arabada. Ve genel olarak arabayı sevmediğinden hep konuşarak geçiyor araba seyahatlerimiz sabah ve akşamları. Son haftalarda ondan "Anne bak gri araba" ve "Baba dikkat et" cümlelerini duymak pek sevimli oluyor.

- Yeni Kararlar: 
Aldığım ve uygulamaya başladığım ilk yeni kararım, instagram hesabımı kapatmak oldu. Kendimi o kadar özgür ve rahatlamış hissediyorum ki. Aradan bir hafta geçti ve ben birkaç samimi arkadaşımın dışında hiçbir paylaşımı özlemediğimi, aslında kimsenin hayatını merak da etmediğimi ve bunun bana bu haliyle çok vakit kazandırdığını fark etmiş oldum. Kötü bir olay yaşandığında kararan ekranlar kısa sürede "hayat devam ediyor, la la la bak kitap okuyalım hayat kurtaralım" söylemine dönüyordu. Bence sadece hayatını kaybeden insanlara ve ailelerine saygı amaçlı (insaniyet adına) bile paylaşım yapmamak gerekiyor. (tabii bu, benim doğrum)
Goodreads dediğimiz ve benim nasıl kullanıldığını zamanla öğrendiğim uygulama ise şu an favori sosyal medya aracım. İçinde sadece ama sadece kitaplar var, oh be :)
Devamını uygulamadan yazmak boş geliyor. Kararları almak veya yazmak değil de uygulamak en mühimi.
- Posta Kartı Seçmek:
Postcrossinge başladığımdan beri genelde göndereceğim kartlara özen göstermeye çalışıyorum. Bu sebeple de nerede ne zaman bulursam bolca kart almaya çalışıyorum. Bu kartları seçmek ve onlara bir şeyler yazmak beni gerçekten çok mutlu ediyor.
- Öğle Araları/ Türk Kahvesi:
Öğle arası vakitlerimi verimli değerlendirmek bana öğleden sonrası için güzel bir depo oluyor. Mola bitiminde içtiğim bir sade kahvenin ise hatırı paha biçilemez :)

Bu yazı, Günün Mutluluk Sebepleri gibi oldu ama başlığı değiştirmeyeceğim.
Çünkü bunlar küçük şeyler gibi dursa da içlerinde büyük mutluluklar barındırıyor.
Doğum günü hediyesi olarak bana gelen şeylerin sanırım tamamına çok şaşırdım ve hepsine çok sevindim. Özellikle de bir tanesine baktıkça kurduğum kütüphane hayalimi daha yakından yaşayabiliyorum ve sanki kütüphanem açılmış gibi havalara giriyorum :P

Bir de geçen gün şöyle bir şey yaşadım. Benim için büyük bir gelişme. Arada okuyup gaza gelirim belki.
Postanedeyim ve 3 adet kargom var. Biliyorum ki işlemim uzun sürecek. Normalde benden sonra gelen herkese büyük bir mahçubiyetle sıramı verirdim, onlar beni beklemesin diye. Geçen gün bunu yapmadım. Arkamdaki kadın suratını astı, onun arkasındaki kadın ofladı pofladı görevlinin yavaşlığından şikayet etti, onun da arkasındaki adam boş gözlerle bakındı. Normal Esoş "Ya kusura bakmayın, işim uzadı" diye ezilip büzülürdü. Geçen gün (içime Napoli Romanlarındaki Lina mı kaçtı acaba, ne dersin Nurşen Abla :P ) ise gayet sakin bir şekilde ve hiç tepki vermeden işlemimin bitmesini bekledim. Bazı işlemlerin süresinin uzun bazılarının süresinin kısa olmasının da suçlusu ben olamam herhalde! (Gonca, ne dediğini duydum şu an: "eh yani, sonunda!" :)

Bloga yazı yazmayı özlemişim, iyi ki varsın blog :)
* Bir de tam şundan yapasım var, çamura bulanayım ve kahkahalara boğulayım istedim, ne iyi etmişsiniz Yasemen :)














Devamını oku »

17 Mart 2016 Perşembe

Mutlu Yıllar Bize :)

2013, 2014 ve 2015te neler yazmışım diye şöyle bir baktım. Zaman ne kadar da hızlı geçiyor.
Son yıllarda hep aynı şekilde kutlamışız doğum günlerimizi, sade.
Hatırlıyorum da önceki yıllarda arkadaşlarımızla bir mekana giderdik, büyük pasta alırdık, hediye alırdık.
Sanki o zamanlar çoook gerilerde kaldı.
Pazar günkü patlamadan beri Kızılay'ı ve Ankara'da nasıl yaşadığımızı düşünüyorum.
2002'de geldiğimden beri pek sevemedim aslında kendisini ama hissettiğim hep "güven" ve "huzur" duygusu olmuştu. Ankaradan uzak kaldığımda Ankarayı özlerdim. (neyini özlediğimi hiç bilemedim) Belki yılların getirdiği bir alışkanlıktı. Neticede 14 yıldır buradayım(z).
Kızılay'a normalde yolum hiç düşmez ancak geçen günkü etkinlikten önce bir saat kadar Kızılaydaydım ve normalde Dostta daha çok vakit geçirecekken içim sıkılıp kendimi opera binasına atmıştım. Herkes benzer bir cümle kuruyor zaten: "10 dakika önce oradaydım.", "İki gün önce oradaydım" gibi. Bu konuda şu yazı bence çok güzel, hislerime ortak olmuş.
Doğum günümle ilgili bir şeyler yazacaktım ama doğum varsa ölüm de var gerçeğini yine yakından hissettik. Bu konu hakkında konuşmayı hala sevmiyorum oysa ben. Daha o kadar büyüyemedim demek ki. İnsanın "var"ken bir anda "yok" olması (kalanlar için) oldukça zor. Oysa inancıma göre ölüm çok doğal bir şey ve kötü bir yanı da yok. Bu ikilemde kalıyorum çoğu zaman. O yüzden de Allah hepimize sağlıklı ömürler versin diyorum.
Geçen seneki yazımda şunu gördüm: anne ve baba olmuşuz ama bunun ne anlama geldiğini pek de anlayamamışız. Elif küçükken tek derdimiz uyudu mu, yürüdü mü, kaka yaptı mı idi :) Şimdi de benzer şeyler var elbette ama şu an karşımızda "BEN BEN BEN" diyen ve bazen ne yapacağımızı bilemeyip göz göze geldiğimiz bir kızımız var. Ki bu daha başlangıç. Daha da dillendiğinde daha da inatlaştığında bazen sahiden ne yapacağımızı hangi davranışın daha "doğru" olacağını kestirmeye çalışacağız. Şimdi bunun tam ortasındayız gibi hissetsek de çevremdeki çocuğunun yaşı Eliften büyük ebeveynlere bakınca bu durumun ortasında değil de daha başlangıcında olduğumuzu görebiliyoruz. (Selcen'in, "Elif 4 yaşına gelince beni anacaksın" lafı hala kulaklarımda :) Hepsi bir dönem elbette. Geçen sene "ah şu azı/köpek dişleri ne zor çıkıyor" diyorduk. Bu sene de "maşallah Elif bu inat keçi eti yemenden mi geliyor?" diyoruz.
Hazır doğum günüm gelmişken anneliğimin iç hesaplaşmasını da yapabilirim sanki.
İlk yıl her ne kadar daha çok zorlansam da kreşten ve benim işe dönmemden sonraki süreçte aramıza bir ayrılık girdiğini hissettim Elifle. Çok daha fazla babasına düştü Elif, ben de çok daha fazla sorumluluğun altında ezildim. (Bir ara "vıck" diye ses geldi hatta :) Kreşteki psikolog ile görüştükten sonra farklı bir yol çizdik. Anne saati, baba saati, anne ve baba saati, anne-kız saati, baba-kız saati, anne-baba-kız saati. Hepsi dengeli değil elbette ama bu bile güzel bir başlangıç oldu. Anne saati için geçen hafta iki ayrı etkinliğe bile katıldım.
Sevmediğim bir işte çalıştığım için en çok zorlandığım şey, -hala- iş çıkışlarında Elif'i almadan hemen önce bir molaya ihtiyaç duymak. Sabah 8.30da bıraktığımız kreşten akşam 18.00de alabiliyoruz onu ve bu süre bana gerçekten çok uzun geliyor.
Yaz gelince niyetimiz, ayakkabılarımızı çıkarıp ayağımızı toprağa değdirip sonra Elif'i almak.
Tüm gün yaptığım/yapmaya çalıştığım işler bana kendimi o kadar yabancı hissettiriyor ki, işten çıktığımda kendime gelip "öz Esra"ya kavuşma ihtiyacında oluyorum, Elif'i  "yabancı Esra"ya bırakmak istemediğimden. Biliyorum o da benim, Mr. Hyde& Mr. Jekyll değilsem yani :)
Bu açıdan karabalığa gerçekten hayranım. Beynindeki şalteri işe gidince kapatıp işten çıkınca açabiliyor. Belki ben de büyüdükçe bu şalteri önce bulup sonra da kullanmayı becerebilirim.
Annem telefonda bile anlayabiliyor: "iş ses tonun" diye. Normalde daha umutlu, neşeli, güler yüzlü bir insanken işyerinde aynaya baktığımda çatık kaşlarımı görüyorum, ne fena.
Bununla yaşamayı öğrenmem gerek.
Bu da yeni yaşımın yeni öğrenme becerisi olsun. (kendime ödev :)
Kendime bu sene için, "spora gideceğim, gezeceğim, acayip yemekler yapacağım" gibi hedefler koymuyorum.
Ailemin sağlıkla yanımda olduğu, güzel anılar biriktirdiğimiz ve benim istediğim kitapları okuyabildiğim bir yeni yaş diliyorum.
Son aylarda her gün 1 adet Türk kahvesi içiyorum, söylemiş miydim? Ben normalde haftada 1-2 kahve ancak içerdim çünkü ya başımı ya da midemi rahatsız ederdi. Şu an o tek kahvemi içmeden rahatlayamıyorum. Daha doğrusu o keyif anı çok hoşuma gidiyor. Büyüdükçe anneme benzedim :) Ama ben yanında bitter çikolata yemiyorum.Güzel bir çifte kavrulmuş lokum varsa yerim yoksa en güzeli kahveyi sade içmek, o an'ın tadını çıkarmak.
Geçtiğimiz yıl çok güzel insanlarla tanıştım ve ufkum bir hayli açıldı. Tek tek isim saymaya kalksam olmayacak ama bu satırları okuyanlar ne demek istediğimi anlamıştır, hepinize pek çok teşekkürler.

2006'dan bir ben :)
Bu yazıya birkaç gün önce başlamıştım.
 Bugün aslında benim doğum günüm.
İçim hala buruk patlamadan dolayı. Ölenler varken kutlama yapmak bana hala çok anlamsız geliyor. Neyse ki öyle bir şey planlamamıştık. Halley üstü mum hepimize yeter de artar. Önemli olan birlikte olabilmek değil mi ki?
Yeni yaşıma yeni kararlar ile girdim.
Yazmaya kalksam uzun olacak. Uygulamaya başladıkça buraya da yazarım zaten.
Temel prensip şu: (kendine) sahtekar olma, kendine dürüst davran ve kendini önemse.
Canım karabalık, sen de hala 25'sin biliyorum ama ben yine de yarınki doğum gününü kutlayayım :) İyi ki varsın, canımsın :)

*Buruk hissetsem de "hala yaşıyoruz!" algısında olsak da, yaşamak güzel şey!
Devamını oku »

11 Mart 2016 Cuma

Yevgeni Onyegin / Bale

Bloguma gittiğim bale hakkında yorum da yazacakmışım demek, vay be!
Bale ile ilgili daha önce ne yazmışım diye bloguma baktım. Şu yazıda yeni sezon açılışını kutlamışım, bu yazıda da Elif'in şu ara "kıppır kıppır" diye telafuz ettiği kitabı tanıtmışım. Hatta bu kitap tanıtımında kendi bale gösterimden fotoğraf bile eklemişim. Önceki sezonlarda izlediğim temsilleri de keşke ekleseymişim, şu an ne izlediğimi tam hatırlamıyorum. Aklımda kalan en güzel bale Üç Silahşörler, opera da Aida ve La Boheme olmuş. (hepsini ayrı ayrı tavsiye ederim, pek güzellerdi, La Boheme'de ağlamayan izleyici yoktu sanırım)
Ev-kreş-iş koşturmacasında hiç aklıma gelmeyen bir şeydi baleye gitmek. Daha doğrusu can bu çekiyor ama saati geç, eve çok uzak, araba kullanamıyorum bahaneleriyle hiç alıcı gözle bakmamıştım bu etkinliklere. Derken Sevda'nın şu yazısını okuyunca "gitmeliyim ve izlemeliyim" dedim. Bileti etkinliğe birkaç gün kala almaya niyetlendiğim için "sadece arkalar mı var ki?" dedim ama neticede güzel bir koltuk bulabildim kendime.
İş çıkışı eve mi gitsem diye ikilemde kaldım, sanki ev bensiz olunca yapamaz gibi geldi. Karabalık sağolsun bu konularda beni hep itekleyici olmuştur.
"Sen önce beni al, baleden vazgeçtim ben, Elif'i özledim" mesajıma karşılık "Çoktan yola çıktım. Elifle "baba-kız"gecesi yapacağız, sana iyi eğlenceler, bizi düşünme" mesajını görünce yahu Esoş ne duruyorsun dedim. Koş önce Kızılay'a :) Ayak üstü yenen simitten sonra kendimi birkaç kırtasiye ve Dost'a attım. Dost'un çocuk kitapları bölümünü sahiden sevmiyorum. İnsanda "biraz daha kalayım, yeni kitaplara göz atayım" duygusu hiç uyandırmıyor. O bölümü bana verseler Kare'deki gibi, ne de güzel düzenlerim ve çocuklar için bir alan yaratırım. (olay oraya sadece iki sandalye koymak değil!) Neyse ben geç kalmayayım diye atladım otobüse ve gittim Operaya, saat 18.40 :) Görevliden biletimi aldım ama güvenlik kapının 19.00da açıldığını söyleyince etrafı izledim biraz. Eski anıları, karabalıkla gelişlerimizi andım. Güzel anılardı :)
Biraz fotoğraf biraz heyecan biraz da kitap okuma derken oyun başladı. Öncesinde konuyu okumuştum kitapçıktan (önceden konuyu hiç okumadan izlerdim, o daha iyiymiş, okuyunca beklenti oluşuyor)

- Kitapçıktan bir tane alabilir miyim?
- Paralı yalnız hanfendi o!
-Tamam, var param  :)
Bu diyalog da yaşandı bu arada. Görevli kız beni lise olmadı üniversite öğrencisi sanıp param olmadığını düşündü galiba ki bu çıkışa gerek yoktu zaten parasını verecektim :)
Bu kadar girişten sonra oyundan bahsedecek olursam -daha big bang'e gitmemiştim oysa!- beni fazlasıyla tatmin etti. Başroldeki erkek ve kadın balerinin kareografilerinden daha çok mimiklerine bayıldım. Sözsüz bir oyunda hayal kırıklığı, kibir, utanma, üzüntü, mutluluk, isyan... ancak bu kadar güzel verilebilirdi. Orkestra, müzikler ise şahaneydi. Bir ara kalbimin güm gümünü duyduğuma bile eminim. (müziğe ritm tutarken)
Çıkışta Selcen ve tatlı kızı Çağla ile dönüş yolunu tamamladık. Çağla'nın baleden bahsederken gözlerindeki ışıltıyı görmeyi seviyorum.
Şunu anladım, bensiz de ev dönüyor, kaçırmak istemediğim temsilleri güzel bir ayarlama ile ben de izleyebilirim.
Zaten kendime doğum günü hediyesi aldığım bir etkinlik biletim daha var cumartesi için. Kalbim pır pır, inşallah gidebilirim ve onu da bloguma heyecanla yazarım.
Bir balerinle sohbet edebilmeyi çok isterdim bu arada, kafamda çok soru birikti. İlk sorum da şu olurdu herhalde: "Bale yaparken ne hissediyorsunuz?"
Bale deyince aklıma "Siyağ Kuğu" ve Natalie Portman'ın oyunculuğu geldi, o da harikaydı.
Bu sezon başka temsile gidebilir miyim bilmiyorum ama bu etkinlikten beni haberdar eden Sevda'ya, bana destek olan karabalığıma, yol arkadaşım Selcen ve Çağla'ya çok teşekkürler :)
* Ben mi obur biriyim bilmiyorum ama "Yevgeni Onyegin" dedikçe sizin de aklınıza "Yengen" gelip karnınızı acıktırmıyor mu :)


Devamını oku »

25 Şubat 2016 Perşembe

Bu Aralar : Dalga / Bu Dünyadan Olmayan Biri

Bu aralar biraz değişiğim, tuhafım, farklıyım, kararsızım, yorgunum, düşünceliyim ama özünde iyiyim.
Elif'in ay dönümlerinden birkaç gün önce Elifte "büyüme atakları" hissederiz hep, 22 aydır bu böyle. (belki de şartlandık, bilmiyorum) ben de acaba dedim, doğum günüme birkaç hafta kalmışken kendi büyüme atağımı mı yaşıyorum?
Neden olmasın?
                                                                         ***
Wave'deki gibi sıcak bir günde deniz kenarına gitmiştim oysa ve orada -ki aslında kalabalıkla- şakalaşıyordum. "Hava da ne sıcak değil mi?" , "Denize mi girsek yoksa?"
Kendimi bir anda denize girerken buldum, etrafımdakilerin bana attıkları suyla eğleniyor, onlar önümden ilerlerken sudaki güneş parıltılarının ani renk değişimlerine bakıyordum. Kafamı kaldırdığımda üzerime doğru hızlıca gelen kocaman bir dalga gördüm. (bunu defterime yazıyor olsaydım burada zigzaglı lacivertli mavili bir dalga çizimi olurdu sadece benim anlayabileceğim) O an aklıma küçükken yaşadığım bir olay geldi. Sahil kenarında bizi bekleyen annem ve komşumuz. Komşumuzun benimle yaşıt ikizleriyle denize girdiğimde böyle bir dalgayla karşılaşmış ve sonunda kendimi yüz üstü taşların üzerinde yatarken bulmuştum. Dalga savurmuştu hepimizi.
Bu kez gördüğüm dalgada eksik bir şeyler de vardı (gücü azdı) fazla bir şeyler de vardı (daha hızlıydı) Ya da tam tersi, ben yavaştım. Dalganın gelişini geç fark edebilmiştim. Daha az önce gülüşüp şakalar yaptığımız insanlar neredeydi? Sadece silüetleri kalmıştı şimdi. "Esraaaa" diye seslendiklerini duyuyor ancak cevap vermek için ağzımı açtığımda ağzımdan çıkan balıklar konuşmama engel oluyordu: sakız balıkları! İşte onlarla bu şekilde tanıştım. Rengarenk ve yapış yapışlardı. Neden orada olduklarını bilmiyordum ama boğazımda bir düğüm onları yutmamam gerektiğini hatırlatıyordu. Bu hisse güvenerek kendimi denize, dalgalara bırakacaktım ki... Sıcak bir el dokundu sol koluma, beni nazikçe tuttu ve o an gördüm bana gülümsediğini. Saçlarında az önce gelen dalgadan bir tutam vardı, daha önce yaşanmış bir anının hatırası gibi, ve bana bir şeyler fısıldadı...
                                                                     ***
Yaşadığım dalga/durulma böyle bir şey. Ya da belki tam anlatamadım. "Geçti" diye düşünüyorum ama geçmediğini görebiliyorum. Eskiden olsa değil dalgayı fark etmek, denizin karanlık dibine giderdim de "aa nereye geldim?" derdim, ne yaşadığımı anlayamazdım. Şimdi biraz daha -görece- anlayabiliyorum bazı şeyleri. Belki büyümek budur. Kim bilir :)
                                                                        ***
Tam da bu günlerde çok acayip biriyle tanıştım. "Acayip" kelimesinin bendeki karşılığı: "bu dünyadan olmayan biri". MY bu satırları okuduğunda gülecek misin  bilmiyorum, umarım seni "acayip" bulduğum için bana kızmazsın :)
İnsan hani hayatı boyunca yüzlerce insanla tanışır ve hepsi de birbirinden farklıdır ancak hepsinin bir yeri vardır. Daha önce hiç yeri olmayan biriyle tanışmamıştım. "Kitap kahramanı gibi mi?" dedi benim şaşkınlığımı anlayan bir arkadaşım. Düşündüm, "aynen" dedim. Demek ki onun yeri de kitaplarmış. Hem de kitapların tam içi...
                                                                       ***
"Sorgulama" diyor karabalık, bu gazla bir süre sorgulamadan şalteri indirip kaldırarak günlerimi geçirmeye çalışıyorum. Ama bir terslik de var, biliyorum.
geçen gün ne olduğumu bile anlayamadan kendimi uyuşmuş buldum. Sol kolum tamamen uyuşmuştu. Ertesi gün Elif ayağını basmamakta diretti. Bugün oturduğum sandalye kırıldı. Yazarken bile gülüyorum. Şalteri indirip kaldırırken yanlış bir düğmeye de basmış olabilir miyim acaba diye.
Yasemen'in hislerini takip ederek yeni bir kitaba başladım. Ben MOMO'yu Duman Adamlardan kaçmak için yeniden okumuyordum. Bu kitap ve şu cümleyle aslında bir şeylerle yüzleşmem gerektiğini düşündüm.
"Çünkü insanın bir tane hayatı vardır, bir tek hayatı."
Saçında dalga izi olan kadının fısıldadığı cümle bu muydu yoksa bana sadece "kendini unutma" mı diyordu, onu da zamanla göreceğim :)


* Bir sonraki yazıda da tatlı bir fili anlatayım :)

Devamını oku »

17 Şubat 2016 Çarşamba

Günün Mutluluk Sebebi :17

Önceki mutluluk sebeplerime baktım az önce, duygulandım resmen.
İyi ki yazmışım bloga, böyle dönüp okuması pek keyifli oluyor.
En son yazdığım mutluluk sebebinden bu yana o kadar çok şey oldu ki aslında, bir an bunun bir rutine döndüğünü ve artık yazamayacağımı düşünmeye başladım.
Ama öyle olmadı, işte bu da ilk mutluluk sebebim :)
Bir şeyin "mutluluk sebebi" olmasının benim açımdan en önemli kriteri farkındalık yaratması.
Yıllardır kendim için aldığım ve biriktirdiğim kırtasiye malzemelerim, kitaplarım, kartpostallar ve el emeği ürünler. Paylaşmak konusunda hiç iyi olmadığımın farkına varıp şu an büyük bir çoğunluğunu sevdiğim insanlarla zevkle paylaşıyorum. Kitaplar konusunda hala katıyım çünkü kendi kütüphanemi kurmak istiyorum inşallah ileride.
2. mutluluk sebebim de paylaşmanın zevki o yüzden. Başkaları için minnak şeyler belki ama benim o nesnelere yüklediğim anlam büyük oluyor genelde. Onları paylaşıma açtığımı gören karabalık zaten hayretler içerisinde: "Bunu da mı veriyorsun?" diyor (elinde tuttuğunu yazsam gülersiniz, ufak tefek maddi değeri olmayan bir şey) Benim için değerli olan bu şeyleri vermeye yeni başladım sayılır. Bu da bir farkındalık sonucu oldu. İnsanlara onları sevdiğimi söylemenin bir yolu benim için (onlar bunu bilmese de :P )
Evrendeki döngü tam olarak nasıl bilmiyorum ama ben verdikçe, daha çok almaya başladım. Bir gün tahta bir kutunun içinden tatlı bir deniz yıldızı çıktı mesela. Detayı çok olduğundan buraya yazamam ama deniz yıldızı benim için çok kıymetlidir ve bana onu gönderen kişi bu bilgiden habersiz bir şekilde onu benimle paylaşmıştı. Aldıklarım benim için çok kıymetli, herkese çok teşekkür ederim.

Bir diğer mutluluk sebebim, öğle aralarım. Önceden planlama yapınca genelde 5 günüm de dolu dolu geçiyor. Öğle arası biterken de sade kahvemi hüpletip son yazı-çizi işime bakıp ofiste kaldığım yerden hayatıma devam ediyorum. Fotoğrafta da var aslında, en sevdiğim şeylerden biri mektup yazmak.
Mektuplar konusunda belki ayrı bir yazı da yazabilirim ama mektup bence en büyülü iletişim aracı. Kağıda el yazın ile bir şeyler yazıyorsun, bu bir şeyler senin için özel cümleler oluyor elbette :), mektubunu süslüyorsun ayıcıklarla fillerle mesela ve gidiyorsun ptt'ye. Orada mesai yapan memurla neyse ki arkadaş olduk, derdimi anlatabiliyorum. Mektubun büyüsü hem satırlarda hem de onu bekleme sürecinde. Ama asıl melodi zarfı açıp kağıda dokunup ilk satırları okumaya başladığında ortaya çıkıyor.

El emeği göz nuru iki kitap ayracım o günkü defterime eşlik ediyor. Bu defter de çok özel şeyler yazıyor, 1 kedinin balık düşleri ya da tam tersi bilmiyorum.
Geçen gün canım yine irmik helvası çekti ama nasılsa beceremiyorum deyip yapmaktan vazgeçecektim. Sonra aklıma harika bir fikir geldi: tarifleri karıştırmak ve bunu Serra'ya sormak. Oldu valla bu sefer oldu. Hayatım boyunca (31 olmama da az kaldı, yaşasın :) 7 veya 8 defa denedim ve yok o kıvam tutmadı diyordum ki ilk defa geçen gün sahiden yapabildim ve ilk defa tabağa koyup komşuya verebildim.
Serra ile diyalog:
"Pilav yapmak gibi aslında esra"
"Sorun da o ya zaten, ben pilav yapmayı yeni öğrendim serra."

"Suyunu koyunca çok sıçrar dikkat et"
"Napayım, koruma kalkanı mı takayım?"

Başka bir arkadaşımla diyalog
"Çam fıstığı da koy."
"Piştikten sonra üzerine mi?"
"Yok pişmesi lazım önce"
"Pakette pişmiş satmıyorlar mı?"
"!!!???"

Annemle diyalog:
"Sence yapabilir miyim anne?"
"Neden yapamayasın? Birkaç seferde tecrübe kazanırsın, sonra kendi tarzını bulursun."
"Tatlıdan konuşuyoruz değil mi?" (iç ses)

Gibi gibi cümlelerle yaptım bu tatlıyı, afiyet olsun :)
Bir de hayatıma yepyeni bir arkadaş girdi, çok sevdim onu.
Fondaki kitap fırından sıcak çıktı, pek yakında bloga yazacağım, Neil Geiman hayranlarına duyurulur :)
Bir de "doğa arkadaşımın kutusu", doğayle ilgili bir şeyler var ama onları buraya eklemeyeyim.
Kısacası, bir ara "rutin"e mi döndüm kaygısı yaşadım (Züleyha sana selam :) sonra anladım ki her gün yeni bir gün ve ben aynı şeyleri yaşasam bile farklı şeyler hissedebiliyorum.
Paylaşmanın tadına vardım. Klasik olacak ama paylaşmak güzeldir diyeyim :)
Hayatımın en yenebilir irmik helvasını pişirdim, birkaç defa daha yapabilirsem bu iş oldu demektir.
Bu ara geçmeyen /kendini yenileyen migren ile uğraşıyorum, Elif geceleri -hala- ağlayarak uyanıyor, yaptığım/yapmak istediğim hiçbir işe yetişemiyorum, tam da bu yüzden kendime mutluluk sebepleri arıyorum, buluyorum, minik filim de bana yardımcı oluyor :)


Devamını oku »

12 Şubat 2016 Cuma

Postcrossing Kartlarım -2 (ilk 6 ay)

Postcrossing, sanırım 2015'in son aylarının en heyecan veren gelişmelerinden biriydi. Bunun için Yasemen ve Hazan'a ne kadar teşekkür etsem az :)
Üyeliğim tam 6 ay olmuş, ben de genel bir durum değerlendirmesi yazayım dedim, aklımdakileri unutmamak için buraya yazmak çok iyi oluyor.
"Neden daha önce kayıt olmamışım?" demeyeceğim, çünkü her şeyin bir zamanı var, 6 aylık süre zarfında bu siteyi, kart etkinliğini çok sevdiğimi söyleyebilirim.
6 aylık istatistikte,
36 adet kart aldığımı, 37 adet gönderdiğimi (7 tanesi de yolda) gördüm.
Bunlar tabii ki kayıtlı olanlar, ben bir de bana kart atan herkese (ilk 10 karttan sonra aklıma geldi bu da) teşekkür amaçlı kart atıyorum, adreslerini verirlerse (ki çoğu veriyor) Yani benim gönderdiğim kartların istatistiği biraz daha fazla.
İstatistik ve matematik, anlayan için güzel şeyler olsa da benim için çok fazla bir şey ifade etmiyor. (para üstünü yanlış almadığım, dolmuşta eksik para vermediğim sürece !)
O yüzden de ben, işin bana hissettirdiklerine odaklanıyorum.
O da son derece keyifli maşallah.
İngilizcem bile ilerledi, artık kimseye "sorry for my bad English" yazmıyorum. Doğaçlama bir şekilde kendimden bahsediyorum, ülkesine göre soru bile soruyorum: "Who is your favourite writer?" en sevdiğim soru :)
Gönderdiğin ve aldığın kişiler farklı olunca açıkçası çok fazla etkileşim beklemiyordum ben. Ama pek öyle olmadı. Kişilerin ilgi alanına göre kart seçmeye çalıştığım için -bazı istekleri abartılı bulup rastgele de gönderiyorum gerçi- çoğunlukla güzel mesajlar alıyorum. Bazı büyükanneler torunlarıyla birlikteyse onlara kesinlikle torpil yapıyorum :)
Bana gelen kartlar temel olarak 2'ye ayrılıyor: kedili kartlar ve diğerleri :)



Profilime kedi sevdiğimi yazdığım için olabilir mi tüm bu tatlı kedili kartlar acaba :) Diğerlerinden favorim şu an 3 tane. Ördekli kız (bana ilk gelen kart), Gökkuşağına bakan kız (bana umut veriyor) ve tabii ki kangurulu olan.
Onun hikayesi de şöyle, kartın arkasında tam 7 adet şahane pul var ve doğal olarak hepsinde de "Australia" yazıyor. Ben algılarımı nasıl kapatmışsam onu Avusturya olarak okuyorum ve neden kanguruyu seçtiklerini anlayamıyorum. "Ah be" dedim hatta, "bir kart da Avustralyadan gelse..."
Karabalığa kartları gösterdim, o da "aa ne kadar şanslısın bak Avustralyadan kart gelmiş" dedi. Ben şok, "hani nerede" diyorum. Demem o ki, insan bir şeyi çok isteyince gözünün önüne kadar gelse bile göremeyebiliyor-muş.
Bana yazılan pek tatlı teşekkür mesajlarından örnek yazsam mı yazmasam mı acaba diye tereddütte kaldım ama vazgeçtim. Onun yerine size Monika'dan bahsedeyim.
Monika bana bir gün mesaj attı ve aynı gün doğduğumuzu, benim sayfamı da tesadüfen gördüğünü, kart atmak istediğini söyledi. Benim ona gönderdiklerim ulaştı, onunkiler ne yazık ki hala ulaşmadı ancak Monika benim blogumu da okuduğundan ve sevdiğinden bahsedince sahiden kızardım, yine algılarım kapalı olunca, "Türkçe mi biliyorsun?" dedim bir de! Bu satırları da okursan Monika, pek çok teşekkür ederim sana :)
Farklı kültürleri tanımak için bence bulunmaz bir nimet postcrossing. Kartın yapısından ülkesini tahmin etmeye başladım. En çok etkileşimde bulunduğumuz ülke de Rusya :)
Birkaç kartın arkasında Almanca yazıyordu, onu anlamaya çalışmak bile bir çabaydı benim için, zevkliydi.
Olumsuz diyebileceğim 1 mesaj aldım, ona da güldüm zaten. Pul eklemeyi unuttuğumuz (postanedeki arkadaş ile birlikte hareket ediyoruz artık :) bir genç, bana mesajında öfke dolu bir şekilde "bu nasıl bir şey, pulsuz kart mı olur" şeklinde dolu dolu bir mesaj atmıştı. Güldüm sadece, insanız değil mi? Hepimiz unutabilir, hata yapabiliriz. Bu mesaj iyi oldu esasen, daha dikkatli davranıyorum artık pul konusunda.
Postcrossing ne ola ki yazım(ız) burada, ilk heyecanım da burada yazmaktaydı :)
Devamını oku »

10 Şubat 2016 Çarşamba

Anne(lik) Sohbetleri: Hazan & Ege & Deniz (İkizler :)

İnstagramdaki kitap paylaşımlarını ve ikizlerle aktivitelerini görüp profiline hayranlıkla bakıyordum Hazan'ın, derken bir gün "mektup arkadaşım olmak isteyen var mı?" demişti de hemen atlamıştım bu soruya, "Beeeen" diye :) Kitap paylaşımlarımız, çocuklu hayata ilişkin kıkırdamalarımızla geçen sürede farklı şehirlerde olsak da yüz yüze olabilmenin kıyısından dönünce, "ikizlerle birlikte büyümenin sırrı nedir acaba" diye -mecburen- sanal ortamda sordum Hazan'a, hayalimde lokumlu Türk kahvemiz eşliğinde :)

Sevgili Hazan, annelik sohbetlerinde ilk defa ikizler yer alacak, kendi adıma çok heyecanlıyım ve sorularla dopdoluyum :) O yüzden de ilk sorum, "ikiz annesi olmak nasıl bir duygu" olacak. Neler hissettin doğum anından itibaren bir anda iki bebeğin birden sorumluluğunu alınca?
“İkiz annesi olmak” tek bir duyguyla ifade edilebilir mi bilemiyorum aslında. İkizlerime sahip olduktan itibaren o kadar karmaşık duygular denizinde yüzdüm ki boğulmadan şu günlere gelebildiğimiz için şükrediyorum :) Bu yüzden illa ki bir sıfat istersen benden ikiz annesi olmak kesinlikle ‘mucizevi’ derdim! Düşünsene, hayatta şimdiye kadar sahip olduğun her duyguyu artık iki kez deneyimliyorsun. Adımlarını çifter çifter atıyorsun. Kalbin çift çarpıyor!


Annelik maceran nasıl başladı?
Eşim de ben de bebek için bekleme taraftarıydık çünkü deneyimsiz genç anne ve baba olup da bebeğimizi “yanlış” yetiştirmek istemiyorduk; bu yüzden tam 5 yıl bekleyerek bu hakkımızı dibine kadar kullanıp anneanne, babaanne ve dedeleri isyan ettirdik :) Ama sonradan öğrendim ki istersen on çocuk getir dünyaya, yine de ebeveynlik konusunda hep öğrenilecek bir şeyler buluyormuş insan. Çocuk sahibi olma kararımızdan sonra biz bir bebek beklerken (kendimizi hem manevi hem de maddi anlamda buna hazırlamışken) iki bebek geleceğini öğrendiğimizde büyük bir şaşkınlık yaşadık. Fakat aynı zamanda iki tane mini minnacık insan yavrusu kulağa inanılmaz cazip geliyordu. Böylece karnımda iki minik iribaşla annelik maceram başladı :)

Doğum hikayeni anlatabilir misin? (İkizler olduğu için planlı bir sezaryen mi oldu?)
Ne yazık ki yukarıda bahsettiğim cazibe doğum esnasında yaşadığımız bir takım sağlık sorunları (erken doğum, 2 aylık kuvöz dönemi, bu süre zarfında ikizlerimin yaşadığı sağlık sorunları, hayata tutunma mücadeleleri) nedeniyle durum cazibesini yitirdi. Ama yılmadık. Bir tarafta ikizlerimiz diğer tarafta eşim, ben ve bizi yalnız bırakmayan sevdiklerimiz hep savaştık. Öyle ki bebeklerim doğduktan ancak 2 ay sonra onları kucağıma alabildim. Nihayet hastaneden eve çıkma vakitleri gelip de bebeklerimin ılık nefeslerini göğsümde hissettiğim zaman “anne oldum” dedim :)

Karnındaki bebişlerin ikiz olacaklarını öğrendiğinde neler hissettin? İki çocuğunun olması başka bir şey, ikizlerinin olması ise bambaşka olsa gerek.
Sorudaki tespitin çok yerinde olmuş! İki çocuk sahibi olmak ve ikiz sahibi olmak birbirinden çok farklı. Çocukların arasında bir yaş dahi olması büyük farklar yaratabiliyor. Ben ikiz annesi olacağımı öğrendiğimde önce çok korktum tabi. En son 17 sene önce pörtlek gözlü et bebekten başka kucağıma bebek almamışken, kanlı canlı, ağlayan, gaz çıkaran ve ne yazık ki başka derdini anlatma yolu bilmeyen iki bebekle ne yapacaktım? Sonra büyüklerin yatıştırması, okuduğum ebeveynlik kitapları ve en önemlisi birbirinden renkli bebek alışverişleri sayesinde korkumu çabuk atlattım.

İlk günlerde hatta ilk aylarda çok zorlandın mı? Sanırım yanında en az bir kişi daha olmuştur, değil mi?
İkiz söz konusu olunca değil ilk bir yıl en az ilk üç yıl bir kişi daha çelik kuvvet ekibi olarak yanınızda yer almalı ve maalesef ben o kadar şanslı değildim. İlk bir yılda üç bakıcı değiştirdik ve birinci yılın sonunda bakıcısız kaldım. Eşimin ve benim ailelerimiz İstanbul dışındalar; bu süre zarfında destek olmaya çalıştılar fakat ikizler onların gücünü aştı :) Yani zaman zaman ikizlerle yalnız kaldığım dönemler oldu (sinemada tek başınıza korku filmi izlemek gibi bir şey!). Biri uyurken diğeri uyanıp ağlıyor ve kardeşini uyandırıyor. Sonra öbürü uyurken bu sefer diğeri aynı şeyi yapıyor. Biri gaz sancısından apartmanı inletirken diğeri sütü genzine kaçırıp kusmaya başlıyor. Ya da en iyi ihtimalle ikisi aynı anda emmek istiyor :)

Bebek bakımı, çocuk eğitimi başlı başına bir konuyken, ikizlerle hayat apayrı bir dünya olsa gerek. Bu konuda kitap okudun mu? Faydalandığın kaynaklar oldu mu?
Önce annemin ve kayınvalidemin deneyimlerini dinledim uzun uzun fakat şimdi anlıyorum ki tek çocuk hiç çocukmuş, yani deneyimleri çok faydalı olamadı maalesef. Yanı sıra kitaplardan yararlandım tabi ki; Özlem P. Şinik’in (kendisi Sıra Dışı Annelik Derneği’nin kurucusudur) blog yazılarından ve İkiz Anneliği kitabından faydalandım; yanı sıra Çocuğunuz Büyürken Sizi Neler Bekler kitabı da destekçim oldu. İkizler ele avuca gelmeye başladıkça ebeveynlik kitaplarını okumayı da sıklaştırdım.

Bir yazında okumuştum, ikizler aynı giyindikleri için başkalarını kandırabiliyorlar ama beni asla kandıramazlar diye; bir anne kolay kolay kanmaz değil mi :)
Kesinlikle! Aslında Ege ve Deniz (ikizlerimin işte şimdi tanımış oldunuz) ilk yıllarda birbirlerine hiç benzemiyorlardı (zaten çift yumurta ikizleri) fakat son zamanlarda bebeklikten çocukluğa doğru yönelirken yüz hatları, saç renkleri çokça benzemeye başladı. Anaokulunda ilk hafta Ege’ye Deniz Deniz’e de Ege dedikleri çok oldu ve fark ettim ki işlerine geliyorsa arkadaşlarının bu hatasını hiç düzeltmiyorlar ama bundan hoşlanmazlarsa “hey ben Denizim, Ege değil!” diye hemen karşı çıkıyorlar :) Ama dediğim gibi 80 yaşına gelip de gözlerime katarakt inmeden beni kandıramazlar :D

İkizler şimdi 5 yaşında ve sen 5 yıldır onlarla birliktesin. Bu süreçte zorlanmadın mı ya da destek almak istemedin mi?
Çok zorlandım, öyle ki Allahım ben neredeyim, kimim, ne yapıyorum şeklinde hayatı sorguladığım dönemler oldu. Neyse ki ilk 1 yılda bulamadığım bakıcı teyze, ikizler 18 aylıkken çıktı karşıma ve de ikizler 3,5 yaşına gelip de onunla tuvalete gitmez ve onun yaptığı yemekleri yemez ve hatta onunla oyun oynamaz olana kadar da sürdü bu birlikteliğimiz. 3,5 yaşından bu yana (tam 2 senedir) de tek bakıyorum. Neyse ki konuşmaya başladıkları andan itibaren inanılmaz iyi arkadaş olduk, böylece günlerimiz oldukça eğlenceli geçiyor. Hatta kendimize üç silahşörler diyoruz :)

Çok klasik olacak ama bir gününüz nasıl geçiyor? Bolca kitap okuyup parkta koşturup sonra eve gelip bayılıyor musunuz?
Aslında gün içinde neler yaptığımız kış ve yaz dönemine göre değişiyor. Yazları dışarıda daha çok vakit geçiriyoruz: parkta çokça vakit geçiriyoruz, piknik yapıyoruz, top oynuyoruz, bisiklet ya da scooter’a biniyoruz, küçük plastik havuzumuzda yüzüp güneşleniyoruz, gezmelere gidiyoruz; yani daha çok dışarıda vakit geçirip eve gelince bir duş alıp bayılıyoruz. Böyle sayarken çok kolay gözüküyor bu aktiviteler ama inan parka kadar iki bisiklet, bir sırt çantası ve iki çocukla yürümek başlı başına bir olay!

Kış döneminde ise kendimizi entellektüel dünyaya adıyoruz :D Okuma saatleri, etkinlik saatleri, resim çizme, lego, puzzle, kek-börek yapma, ince motor işleri, vs. Artık işin içine bir de anaokulu girdi tabi :)
Elimden geldiğince gününüm büyük bir bölümünü onların hem fiziksel, hem zihinsel hem de duygusal ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde ayarlamaya ve her türlü işin içine muhakkak bir oyun katmaya çalışıyorum. Böylece yaptıkları işi severek yapıyorlar.

Hep çocuklardan konuşmak olmaz, mutlu bebeğin formülü mutlu anne bu çok açık :) Sen kendine vakit ayırabiliyor musun? Koltukta ayaklarını uzatıp bir "oh" diyebiliyor musun?
ilk üç yıl bunu yapamadım maalesef, banyo yaparken bile kapımda bekliyorlardı çünkü. Ama sonrasında yavaş yavaş bir düzen oturttuk. Artık hobilerime daha çok zaman ayırabiliyorum fakat yine de işin içine bir ucundan onları da dahil ediyorum. Film izleyeceksek Charlie’nin Çikolata Fabrikası ya da Kutup Ekspresi gibi üçümüzün de sevdiği bir film seçiyoruz mesela veya okuma saati düzenliyoruz, böylece 15 dakika bile olsa sağlıklı bir okuma yapabiliyorum :) Gerçi koltuğa uzanıp şekerleme yapabilme seviyesine gelemedim henüz, ikisinden biri muhakkak dürtüklüyor :):) Dediğin çok doğru yalnız; ben kendimi daha huzurlu, mutlu ve enerjik hissettiğimde onların da daha neşeli bir ruh hali içerisinde olduklarını gözlemliyorum; bu yüzden gün bitmeden muhakkak sadece kendim için bir şeyler yapmaya çalışıyorum, bu bazen sadece bir dosta bir iki satır yazmak bile olsa :)

Kitap okuma rutinlerini çok seviyorum. Kahvesiz kitap okumuyorsun sanırım değil mi :) Sevdiğin tarz, yazarlar, favori kitapların hangileri? Çevirmen olarak kötü çevrilmiş bir kitabı okumakta zorlanıyor musun?
Kitap okurken elimin altında kahve ya da çay bulunduruyorum, yanı sıra çikolata, lokum, kurabiye gibi eşlikçilere de hayır demiyorum! Özel olarak sevdiğim bir tarz yok aslında, tarzı ne olursa olsun önemli olan kitabın o an beni içine çekebilmesi. Bazen hiç sevmediğim bir kitabı beş yıl sonra elime aldığımda ne de güzelmiş diyebiliyorum mesela. Biraz da ruh halime bağlı yani. Favori yazarlarım olarak Orhan Pamuk, Murat Gülsoy, Sabahattin Ali, Haruki Murakami, Alejandor Zambra, Paul Auster’ı sayabilirim. Daha çok tabi, bunlar ilk aklıma gelenler. Favori kitaplarım o kadar çok ki yine ilk aklıma gelenleri sayayım: Kürk Mantolu Madonna (ig’deki kahveli fotolardan çok önce vuruldum kendisine), Masumiyet Müzesi, Sahilde Kafka, Lütfen Anneme İyi Bak, Ağaçların Özel Hayatı, Beni Bulduğun Zaman ve de illa ki Kumkurdu :) Çevirmen olarak kitap okumak çok zor aslında, aklın sürekli şu şekilde çalışıyor: “acaba burada bu kelime yerine şu mu olsaydı, bu cümlede bir düşüklük mü var, acaba orijinali nasıldı?” gibi. Bu da kimi zaman duraksatabiliyor beni. Ama kitabın içinde kaybolmayı bir kez başarmışsam çevirmen kimliğim okuyucu kimliğime yeniliyor :D

Anne adaylarına ve özellikle ikiz bebek bekleyenlere, acemi annelere neler tavsiye edersin?
Zaman ve sabır diyorum. Bu ikiliye güvenirseniz yeni yol arkadaşınız/arkadaşlarınızla hayat daha güzel olacak! Bir de ne olursa olsun, nasıl yavrunuzu sütünüzle besliyorsanız, bir yandan da ruhunuzu beslemeyi asla ihmal etmeyin. Besili bir anne = besili (mutlu) bir bebek :)

Mutlu Ege ve Deniz'in formülü çok açık, Mutlu anne yani Mutlu Hazan. 
Hem çalışıp hem de çocuklara vakit ayırıp hem de kendini unutmamak bence zor olanı. Hazanla konuştukça uykusuzluğum da yorgunluğum da hafifliyor benim. "Bu günler geçici", "baksana ilerisi çok keyifli" mesajlarıyla beni çok mutlu ediyor.
Her fotoğrafında hangisi Ege hangisi Deniz acaba diye tahmin yürütmeye çalışıp arada yanılsam da bu tatlı ikiliyle lego oynayıp, bolca kıkırdayıp Hazanla kahve içeceğimiz an'ı merakla bekliyorum :)
Çok teşekkürler Hazan, güzel arkadaşlığın ve çok değerli sohbetin için...

*Annelik Sohbetlerinin öncesi de burada
Devamını oku »

5 Şubat 2016 Cuma

Öğle Arası Esoş :)

Öğle araları benim için çok kıymetli, o kısacık anda rahatlayamazsam öğleden sonra geçmek bilmiyor. O yüzden de mümkün olduğunca an'ın tadını çıkarmaya çalışıyorum. Bazen tek oluyorum bazen arkadaşlarla bazen de kuzengillerle, her biri ayrı keyif veriyor bana.
Bugünkü öğle aram da oldukça keyifliydi, öğlen yemek pek hoşuma gitmeyince pastaneden bir şeyler alıp yakındaki bir parka gittim, okuduğum kitabı hafif rüzgar eşliğinde bitirdim: Reçel Kavanozu. Sonra da bir arkadaşımla buluşup yürüyüş yaptık, yanımızda minnak bir bebekle: henüz 3 ayını doldurmamış Maria :) Anne Rus olduğu için konuşmalarımız daha çok karşılaştırma içerse de benim genel gözlemim şu: anneliğin dini, dili, milleti yok, hepimiz minicik bir rüzgarda yavrumuz için endişelenebiliyoruz :) Aklıma kendi yaşadıklarım geldi (Elif 3 aylıkken) doğal olarak, tam o sıralarda anneler dönmüş, Elifte kolik geçmemiş, gündüz toplamda 30 dakikayı geçmeyen uykular, slingle tuvalete oturma çabalarım... Çok zorlanmama rağmen yüzümde mutlulukla hatırlayabilmek de iyi hissettirdi. Demek ki 22 ayını doldurmasına 4 gün kalan zottirik kızımızın gece hala uyanıp ağlamasını da yüzümüzde gülümsemeyle hatırlayacağız ileride :)
Arkadaşımla buluşmadan önce biraz park gezintisi yaptım.

Kozalaklar gerçekten çok güzel doğa harikaları değil mi? Ben çok seviyorum onlara dokunmayı :) Bir de şöyle bir ağaç vardı, yıllar önce çektiğim bir fotoğrafı getirdi aklıma. Bu fotoğrafın adı: verici ağaç :)
Bu ara sevdiğim bir diğer şey de pastaneden bir şeyler alıp, iş yerinde pek de diyalogumun olmadığı kişilere ikram etmek. "Hayırdır?" diyorlar, "öylesine" deyince şaşırarak bakıyorlar. "Damladaki Okyanus" etkiliğini okuduğumdan beri ben de kendimi daha iyi hissediyorum, belki ondandır.
Dün de "doğaarkadaşımınkutusu" için park saz ekibi arkadaşlarımla köpek kakalarına varana kadar incelemede bulunduk, dönüşte ellerimi yine yıkamadım Fatma :)
Derken parkta çok acayip bir bitki ile karşılaştık ki benim o parka 235478. kez gidişimdir.

Toprağa düşen tohumları toplamaya çalışırken Reyhan, senin yanımıza gelen kediye "ne bakıyorsun, tek senin mi sandın bu ağaç?" diye soruşuna hala gülüyorum :)
Havaları + derece görünce kendini parka atan masum şehir insanlarıyız aslında. İki ağaç görünce kendimizi ormanda, birikmiş su birikintisi görünce de göldeyiz sanıyoruz. Yazık be bize :)
Arada da gözümüz ne park ne bahçe görüyor, atıyoruz kendimizi kafelere kahve içmeye (yalan aslında, çok nadiren oluyor bu :) Caribu kafeye bir kez pek sağlam küsmüştüm ama yine barıştım, Türk kahveleri ve yanında verdikleri lokum kutusu şahane.
Aç gözlü olduğum için değil bu kutuların fazlalığı, onlarla minik bir projem var. Bu kutuyu gönderdiğim şahane arkadaşlarım, içindeki notta yazan yönergelere uyarlarsa aklımda güzel bir oyun var. İşi gücü bıraktım kutulara oyun yazıyorum :)
Bazen de yemeğimi hemencecik yiyip kendimi odama kapatıp bir şeyler okuyor veya yazıyorum.
Elifle beraber evdeyken de sanırım en çok ihtiyaç duyduğum şey, 1 saatlik bir "your time"imiş.
Sizin öğle aralarınız nasıl geçiyor, hiç yazmıyorsunuz :)

Mutlu Tatiller herkese ...
Devamını oku »

3 Şubat 2016 Çarşamba

Hayaller Deniz Kenarı, Gerçekler Angara Kırsalı :)

Çok tatlı bir kitap hakkında yorumumu yazıyordum bloga, gelen son bir haber ile aklımdaki bu yazıyı yazmaya karar verdim. Sosyal medyada daha çok "Hayaller paris" ile başlayan bir ifade var, çok seviyorum, durumu anlatmaya o kadar uygun ki :)
2002 yılında Ankara'ya geldiğinde çok farklı hayallerim vardı. Dün de dediğim gibi "ben zaten gazeteci olacaktım". (Çok merak ediyorum bu utangaçlık, çekingenlik ve heyecanlandığında konuşamama halimle nasıl yapacaktım bu mesleği) Ama öyle magazin falan da değil, ben bildiğin "savaş muhabiri" olacaktım. Sırf bu yüzden Coşkun Aral ile de tanışmıştım hem de Adana'da (hatırladın mı Nilo :) "İyi ki olmamışım" diyorum şimdi. Hem ben yapamazdım hem de basın sektörü "özgün(r)"bir ortamda çalışmadığı için mutsuz olurdum. "Halkla İlişkiler" okudum da ne oldu? Kişisel gelişimime katkısı olduğunu söyleyemem ancak diplomam sayesinde bir işe girdim, para kazanıyorum ve istediğim kitapları taksitle de olsa alıyorum :) En önemlisi de bir işim olduğu için şükrediyorum. Yaptığım işin benim ilgi alanıma uygun olmaması işin suçu değil esasen. Kendimi suçladığım çok oldu (Gonca, sana tam buradan selamlar) ama o da değil. Benim gibi hisseden de eminim çok fazla kişi vardır. Bizleri yarış atı yapan eğitim sistemimizi, iş bulma kaygısını, iş beğenmeme halimizin şımarıklık sayıldığını ve sadece 1 şeyin uzmanı olmaya çalışıp aslında "ot" kıvamında yaşadığımızı yazacaktım bu satırlarda ama vazgeçtim. Tekrar etmek, gerçeği değiştirmediği gibi açıkçası beni olumsuza sürüklüyor, orayı da sevmiyorum.
Hadi çözüm odaklı olayım diyorum. Bunu diyebilmek için de az önceki olay gibi bir itici güç gerekiyor yoksa unutuyorum. Yine arada hatırlamak için de işte şimdi buraya yazıyorum. Büyük şehirde yaşayan çoğu insanın hayali bir gün -muhtemelen emeklilikte- sahil kasabasına yerleşip deniz kenarında bahçeli bir evde oturmak. Buradan kasıt da, trafik çekmeyeyim gürültüden hırslardan uzak durayım, kendi içsel huzurumu yakalayayım. (En azından benim anladığım bu.) (ikinci parantez: zaten deniz kenarında yaşayan arkadaşlarım buradan sonrasını okumasın, hele ki sen Banu :)
Birkaç yıl önce çok kararlı bir şekilde farklı bir hayata doğru rotamızı çizmişken kader-kısmet ile bugün baktığımda hala Angarada olduğumuzu görüyorum. O yüzden de "hayaller deniz kenarı, gerçekler Angara kırsalı" :)
Kendime süper notlar alıyorum,havada uçuşan fikirlerimi yakalamaya çalışıyorum, acayip gaza geliyorum, "işte bu kez tamam" diyorum ama sonuç?
Sonu gelmiyor...
Hayal kurmaya devam ediyorum sadece.
Bazen de bu durumun tam tersi bir şey yaşıyor, hayallere o kadar kapılıyorum ki gerçek dünyadan uzaklaşıp yaşadığım an'dan keyif almamaya başlıyorum.
"Dur bakalım Esoş!
Tam orada dur." diyorum böyle anlarımı yakaladığımda.
Kısacası bu yazıyı bana yazdıran şey aslında unutkanlığa düşmeyip hayallerimin peşini bırakmamak,lakin bunu yaparken de an'dan kopmamak (ve hatta o an yaptığım şeylere sinir olmamak) Tam bu sebepten az önce bir haylayf açtım kendime. Kendimce yeni bir karar aldım çünkü, yılmadan peşinden gideceğim inşallah.


Aldığım kararın ilk aşaması sevdiğim şeyleri detaylıca listelemek. Bunu gözle görünür elle tutulur yapmak için de yazarak çalışmak, uçuk hedeflerden uzak durmak.
Sadece ve sadece "sevdiğim şeyler" listesi yani bu. "Git, şunu yap, onu getir" görev planı değil.
Sıradaki şeyleri de zamanı gelince paylaşayım.
Başlık ve yazının sonu biraz alakasız kalmış gibi görünse de tüm bunlar zihnimde halay çeken tilkigillerin suçu :)
Devamını oku »

21 Ocak 2016 Perşembe

Annem Gelince / Bu Kış Kimse Üşümeyecek :)

Dün akşam annem geldi, evde bir bayram havası :)
Elif halinden çok memnun, her şeyini ananesiyle yapmak istiyor, saçını o tarasın tokasını o taksın, ayakkabısını o giydirsin, Elif de onu milyon kere öpsün, oh ne ala. Bizimle abartısız 1-1.5 saate ağlayarak uyuyan bebe, ananesiyle 5 dakika içinde ağlamadan uyudu ya! Bu ne arkadaş, bu ne nazmış bize böyle. Maşallah böyle giderse bizim tatilimiz başlamış demektir. Zaten tatilden anladığım, aşağı yukarı böyle bir şey.
Annem gelince,
- Evin havası bir anda değişti. Eve çok acayip leziz yiyecekler de gelmiş oldu, hangisinden yiyeceğimizi şaşırdık, ben birkaç farklı börekle sarmayı aynı anda ağzıma tepiyordum en son :)
- "Eşyaları kendi yerlerine koy Esra" İşte bu, yandığımın da resmi tabii. Temiz, titiz anneye sahipsen eşyaları rastgele etrafa atamıyorsun.
- Ertesi günün yemeğini düşünmemek ve eve geldiğinde sıcak bir sofrayla karşılaşmak ise bizim için paha biçilemez.
- Elifin ananesiyle oynamak için can atması ve annemin de zaten Elifi çok özlemiş olması, ballı lokma tatlısı değil de nedir? Elifin 2 adet minderi var, kırmızıyı kimseye vermez kendi oturur, yeşili de karşı tarafa koyar ve 8-9 tane arabasını gönderir, geri ister;bu oyunla bayağı oyalanıyor. (Kırmızı balonu da kimseye vermez, biz ancak mavi balonla oynayabiliyoruz :)
- Annemin gelmesi demek, bana göre çok normal olan yeleksiz ve çorapsız takılmanın Elif açısından bitmiş olması demek. Anneme çok itirazı yok gerçi, babasını peşinde sürüklüyor. Ben uzaktan izliyorum, "haydi kendin giy" dediğimde giyiyorsa giyiyordur, giymiyorsa üşümüyordur mantığım var.
- Evin genel düzeniyle ilgili annemin şahane zihni sinir projeleri oluyor. Eskiden çok acayip itiraz ederdim, tartışırdık, üzülürdük, annemin dediği olurdu :) Şimdi itiraz etmiyorum, uyguluyoruz, sevmezsek annem gidince değiştiriyoruz :) Böylece kimse kırılmamış oluyor. Bir dahaki gelişinde ortaya çıkan acı gerçekleri pek önemsemiyor neyse ki çünkü bizim evde her şeyin her an yeri değişebilir :)
- Annem gelince yeniden evin küçük kızı havasına geçiyorum, annemin yeme-içme-dinlenme vs. konularda beni şımartması çok hoşuma gidiyor.
Bu sene -uzun zamandan sonra- bir ilk olarak bana kitap hediye almış annem. Çok şaşırdım, genelde "sende olmayanı bulamam" deyip kitap almıyordu bana. Bu sene kitap fuarına gitmiş, son çıkan kitapları sormuş, bu kitabı beğenmiş ve bana almış. Satıcı "kızınız kaç yaşında" dese ne derdi acaba, "31 olacak ama biz onu 2 yaş gibi seviyoruz" mu derdi :)

Farenin cezerye ile ısınacağına inanan bir ben miyim :)
Kitap hakkında minnak bir yorum yapacak olursam, Feridun Oral'ı İstanbul Kitap Fuarında tanıyıp Lokum adına kitap imzalattığımdan beri seviyorum. Kitaplarının tarzı, naifliği de hoşuma gidiyor. Sadece bazı kitaplarının metinlerini kendime çok yakın bulmuyorum. Ancak resimleri beni her daim ısıtıyor. "Bu kış kimse üşümeyecek" kitabını okuyunca metinlere resimler kadar emek verilmediğini düşündüm, belki biraz daha şiirsel bir dil ve farklı/detaylı bir son ile daha da güzel olabilirmiş.
Banu da tesadüf bugün bu kitabı anlatmış, Elif de dün Tayga gibi ipinden kitabı çekiştiriyordu. Hikayede anlatılmak isteneni anladığını çok sanmıyorum ama bu kitaba böyle bir ipin konulmuş olması bence oldukça yerinde. İpimin ucuna neleri bağlayacağımı henüz bilmiyorum. Çalı çırpı yerine cezerye ile başladım. Geçen gün hatırladığım Selanik kökenim de bir anda silindi gitti sanki, "Adanalıyık, kebap yerik, şalgam içerik" havası esti içimde :)
Yarın inşallah kuzenler, kardeş ve en önemlisi teyzoşum Ayçişko ile ekip tamamlanacak, hepsini karda yuvarlayıp kar savaşıyla coşasım var.
E ne de olsa eve dönünce annem sıcak bir ıhlamur verir :)


Devamını oku »

14 Ocak 2016 Perşembe

Bu Aralar

Dikkatimi toparlayamıyorum.
Tek bir konuya odaklanamıyorum.
Her şeyden parça parça var aklımda, o parçalar bir bütünü oluşturmuyor.
"Bütün" olmak istiyorlar mı gerçi onu da bilmiyorum.
"Eksik Parça" ve "Pezzettino" kitapları geliyor aklıma.
Kendimi kötü hissetmiyorum (çok şükür) sadece içimde yaşıyorum bazı şeyleri.
Geçen gün okuduğum bir hikayeden de çok etkilendim, hikayede pek de tatlı olmayan bir kuş vardı-ismini vermeyeyim- ve benim kuşlarıma çok benziyordu. Sanırım bu kuşları kovalamanın ve kendine az daha güvenmenin vakti geldi.
Gelmeli.
Gelsin.
Gelmiş.
Mi?
Bilmiyorum.
Bu ara yine yazar okuması yapıyorum, çok keyif veriyor.
Aklımda bir dolu yazı var bloguma yazmak istediğim, son cümle hiç gelmiyor, taslaklar doluyor. Sanırım ben bu sistemi yanlış anladım, word gibi kullanmaya başladım blogu :)
Elif ise "ay-deede" peşinde. Salatalığından ısırık alıp onun "aydede" olduğunu söylüyor. Arabada eve giderken tüm camlardan aydede kovalıyoruz, görünce de bol öpücük yolluyoruz ona. Gece ağlamalarını susturan tek şey uydurma "aydede" masalları. Hele ki dolunay falan varsa Elif, "hiiiii" diye büyülenmiş gibi bakıyor gök yüzüne. Bir gün aydede kılığına girip çıksam karşısına ne yapar acaba :)
Kitap fuarına gittim, yine gitmeyi planlıyorum. Sahaf gezmeyi çok seviyorum. İstanbuldaki Sahaf Festivaline bir gün gitsem ne yaparım acaba, aydede görmüş Elif gibi "hiiiii"der miyim? Yoksa o saf duygular çocuklukta mı kalıyor :(
Geçen gün okuduğum o kuşlu hikayede bir de gözleri parlayan bir çocuk vardı, bana ne kadar bencil biri olduğumu anımsattı.
Haberleri hiç takip etmiyorum ama nasıl desem hiç...
Bunu akıl ve ruh sağlığımı koruyabilmek için savunma amaçlı yapıyorum ancak çok bencil bir şey olduğunu da biliyorum.
Örnek, Sultanahmetteki patlamayı oda arkadaşlarımdan duydum ancak detayını bilmiyordum, ölenlerin Alman turist olduğunu daha yeni ve tesadüfen öğrendim :( Utandım valla kendimden :(
Kendimce iyi bir şeyler yapmaya da çalışıyorum ama bence hep havada ve eksik kalıyor. Deli Anne'nin şu yazısı çok hoşuma gitti.
Bu ara güzel bir ajanda tutuyorum hem Elif için hem kendim için. "Neden uyumuyor bu çocuk?" sorusunun cevabını bulmaya yaklaştık belki de.
İnsanlar, çocuklar öldürülürken benim 2016 dileklerime "barış"ı eklemeyi unutmam çok normal tabii, fazla içime dönmüşüm.
Sosyal medyanın -blogu saymazak- instagram ayağından da çok uzaklaştım. Samimiyetsiz/tekdüze paylaşımlar bana zaten bir şey katmazken benim okuduğum kitabı paylaştığım görseli kim ne yapsın? Yani böyle bir şeye ne gerek var?
Güneş görünce mutluluk depolayan bünyemin yağmur yağdığında bazı günler evde kalıp kahve yudumlamaya, olmuyorsa da çiseleyen yağmur altında yürümeye ihtiyacı var.
Kendimi geliştirmek için yaptığım minik bir adımın geri dönüşleri başladı, üretmek insanı sahiden dinç tutuyor.
İş yeri bazen çok yoğun oluyor ve ben gerçekten bana söylenenleri birkaç kez tekrar ettirip öyle anlayabiliyorum. Bir evrakta evlilik tarihimiz soruluyordu ve ben yanımdaki kişiden utanıp eşimi arayamadım. "Bir bahar ayıydı" diye başlayan akıl yürütmelerim sonunda sadece Elifin doğumuyla bağlantı kurarak evlendiğimiz yılı bulabildim. Gün, ay ortada yok.
Bugünlerde fazla mı Riko'landım yoksa cidden ben de derin yetenekli olduğumu bile anlayamayacak kadar derin yetenekli miyim?
Yoksa tüm bunlar bingo toplarından mı kaynaklanıyor :)


Haftaya annem gelecek inşallah, Edoşum ve teyzoşum Ayçayla; ben onları mı özledim yoksa?
Hmmmm :)
Devamını oku »

5 Ocak 2016 Salı

Şaşkınlıklarım & Dağınıklıklarım & Unutkanlıklarım & Tuhaflıklarım :)

Bana artık normal gelen bazı özelliklerimin başka insanlarla karşılaşınca pek de normal olmadığını zaman içerisinde anladım.
Herkesin eminim vardır böyle huyları.
Ben de bir süredir kendiminkileri not ediyordum, buraya da yazmış olayım.
- Kışı palto giyebildiğim için seviyorum çünkü paltomun ceplerine dünyayı sığdırabiliyorum. İçinde hiç kullanılmamışından pek az kullanılmışına kadar geniş bir yelpazede peçeteler, kim bilir ne zamandan kalma alışveriş fişleri, kurum kimliği, eldiven, Elif'in tokası, bozuk para (toka ve paranın aynı yerde durduğunu annem duymasın :) , kağıt parçası, kalem, sap,yaprak, vs. şeyler oluyor ki son zamanlarda Gonca sayesinde dudak koruyucusunu bile buraya koyuyorum.
Mont alırken illa ki kapşonlu ve cepli olmasına çok dikkat ederim ve bir montu sevdiysem o beni bırakana kadar ben onu bırakmam.
Bir de şunu yapıyormuşum: sadece ilk düğmemi ilikliyormuşum, karabalık devamlı hatırlattığı için gerçi artık 2.yi de ilikliyorum.
Dışarı çıkınca önüm açık diye üşüdüm diyelim, önümü kapatmak benim aklıma gelmiyor, gelse de şunu düşünüyorum: "yeterince üşümüşümdür zaten, daha ne kadar üşüyebilirim ki?" :)
- Aynı şekilde giydiğim ayakkabıları da "tam" giyememe gibi bir durumum var. Botumun fermuarı genelde yarım çekilmiştir ya da spor ayakkabımın bağcığı yarım açıktır gibi. İlla böyle yapayım diye değil ama sanırım bir şeyi "tam" yapınca içim sıkılıyor,komik :)
- Kıyafette uyum yakalamak benim oldukça zorlandığım konulardan biri. Yazın rahat oluyor hafta sonları kot ve t-shirt ile ama kışın... Dışarıda çantası, ayakkabısı, kemeri, saç tokası aynı ton (renk de değil, ton) olan insanlar görüp şaşırıyorum. "Bunu nasıl yapabiliyorlar, nasıl denk getirebiliyorlar ki?" diye ama çok uzağa gitmeme gerek yok, Edoş da böyledir (bkz: birbirimize hiç benzemediğimiz kardeşim :) Mesela bugün(31 Aralık) hani yeni yıl havası olsun diye HIMYM Ted'in kırmızı çizmelerinden giyeyim dedim. 5-6 yıl önce almıştım ve bu benim onu 3. giyişim :) Onu giyeceğim ama çıplak ayakla giyemem. Uzun zamandır da biliyorum ki evde sadece mor ve kahverengi çorabım var.(haftalardır böyle, bir git al kendine çorap değil mi?) Derken bir de baktım, hiç açılmamış siyah çorabım var, yaşasın! (marie kondo görse benim çekmecelerimi sanırım ağlar) Neyse bir şekilde uyum yakalabilmiş ve çizmelerimi giyebilmiş olmanın mutluluğundayım :)
Dolabıma baktığımda kıyafetlerin tek tek fena olmadığını ama bir araya gelince pek de ahenkli görünmediklerini fark ediyorum. Kırmızı ve yeşil bence güzel oluyor ama her zaman değil galiba.
Yıllar sonra üniversiteden tanıdığım biriyle karşılaştığımda "beni hatırladın mı bilmiyorum gerçi" demiştim de verdiği cevabı hala hatırlıyorum: "kış boyu kırmızı kadife pantolonun üzerine fıstık yeşili (Aslı aklıma sen geldin :) kazak ve mor palto giyen birini unutmak mümkün mü?" Hııııııı... O ben miydim? Kıyafet konusunda rahatlık takıntım var doğru. Bir kıyafeti giyebilmemin ilk şartı onun rahat olması. Boğazlı, batan, dar bir şey olmayacak, içinde nefes alamam yoksa. Ayakkabı seçimlerimde kriterim de şu: "Ev terliği kadar rahat olmalı". Karabalık benimle alışveriş yapmaktan nefret ediyor bu yüzden. En güzel alışveriş, tarzınızı bilen ve alışverişi seven/bilen birine kendinizi teslim edip soyunma kabininde beklemek oluyor. Bu yüzden Eda ve KKK sizlere teşekkür borçluyum. Canım kardeşim, bana geldiğinde neyse ki "şu şununla giyilir" kombinlerimi de yapıyor ki çok uğraşmayayım.
- Kıyafetlerin ve bir takım şeylerin ismi bende tam bir yün yumağı. Bot ve çizme, jaluzi ve jakuzi, şiyonyer ve çekmece, deodorant ve parfüm, palto ve mont... Hangisinin hangisi olduğunu öğrensem de yine unutuyorum.
Hatta november ve october'ı ısrarla karıştırdığım için anne ve yavrusu sistemi uygulamaya çalıştım, yok olmadı, her halükarda karışıyor. Ne yapmalı buna Edoş :)
- İnsanların isimlerini de karıştırıyorum. Yüzlerini asla unutmuyorum, sebebini az sonra yazayım. Bir arkadaşımın eşinin adı Pınar, ona ısrarla Burcu diyorum.
Kendimi en kötü hissettiğim olay ise geçen gün sevgili Züleyha'nın oğlu Civan'ın doğum gününü kendimce kutlamaya çalışırken ona ısrarla "Cenk" demem :(
İsimleri hafızamda tutmak için eşleşme yapmaya çalışıyorum.
"Merhaba ben Ayşe" dedi diyelim birisi, Ayşe = babaannemin adı = severim = yaşlı birini hatırla (hatırlama kodu) , kızı tekrar gördüğümde bu kodu anımsarım, tanıdığım yaşlı da çok olmadığından Ayşe'yi seçebilirim :)
Biraz karmaşık gibi en kolay bu yöntemi buldum.
- Yönleri de şaşırırım ben. Bu konuda takdir edilesi bir annem var. İlk defa girdiği bir ortamın neredeyse koordinatlarını çıkarabilir. "Biraz önce yanından geçtiğimiz okul güneybatıda kalıyor Esra" gibi. Benden cevap: "Okuldan mı geçtik?"
Coğrafya derslerini çok aşırı severdim, Nilo sana göz kırptım burada sen anladın, "Haritada Kaybolmak" kitabını da çok sevdim ama benim bu yön şaşırma halim bir türlü geçmedi.
"Rüzgar kuzeybatıdan esiyor bu gece" (Annem)
"Esmesi iyi oldu, sıcaklamıştık." (ben)
- Öncelik/sonralık işleri de tam net değil kafamda. Diyelim ki yemek yapacağım, ben önce malzemeleri çıkartıyorum, tencereye koyuyorum. Aklıma geliyor bu işte bir eksiklik var diye. O ara bunu önceden de yaşadığımı anımsıyorum, aklıma yağ ve salça geliyor.
İşte tam da bu yüzden 2-3 farklı yerde hazırlanıp pişirilen yemek tariflerini yapamıyorum, kafam çok karışıyor.

- Ben tam bir "çürük meyve seçicisi"yim. Sırf bu özelliğimden dolayı pazarcıların/marketteki manav görevlisinin beni çok sevdiğini fark eden karabalık seçimleri kendisi yapıyor.
Bana bir kasa harika elma verin ve içine (diplere de olabilir) 2 adet çürük koyun, iddia ediyorum, ilk 5 seçimimde onları bulabilirim. Bunu oranlamaya çalışamadım ama iyi bir rakam değil mi?
-Meyve ve sebzelerde çürük bulduğumda eskiden yerlerine bırakırdım şimdi "ama onları kimse almayacak, yalnız kalırlar mı" duygusuna kapılıp üzülebiliyorum. Amelie'deki manavın içli çırağını benden iyi kimse anlayamaz :)
- Rakam demişken... Matematik hakkında 3,5 yıllık blog hayatımda derli toplu bir yazı yazmamış olduğum için link veremedim ama ben bu konuda sahiden fenayım.
7+8'i şöyle buluyorum: 7+7+1 =15 :) Önemli olan da doğru sonucu bulmak değil mi zaten?
Dört işlem ve çarpım tablosu konusunda biraz fazla kötüyüm, ilkokulda özel ders aldığım kıvırcık Hüsniye Öğretmene (matematik öğretmesi haricinde hala çok severim onu, annemin kadim dostu) karabalığın tanıştığında "Esra hala dört işlemi parmakla sayarak yapıyor" demesiyle duyduğum utancı anlatamam. Bu konuda ona hala küsüm :)
Riko ve Oskar kitabını okuyanlar beni daha anlayacaktır, biri bana matematiksel bir şey sorduğunda kafamda bingo topları dönüyor.
"Hesap 62 tl, siz bana 80 lira verdiniz, para üstü de..." Gerisini duymuyorum bile. Eskiden Riko'nun dondurmacıda yaptığı gibi beni kandırmasınlar diye para üstünü sayıyor numarası yapardım artık yapmıyorum. Birkaç sefer itiraz ettim çünkü, onlarda da haksızdım :( (en temizi kredi kart)
bir de hep aklımda olan sayılar var:
144  = ilk okul numaram = 12*12
17 = doğum tarihim = asal sayı
9 = elifin doğum tarihi = karekökü var = 3
Karekök, üslü sayılar, havuz problemleri ve bilinmeyenli denklemleri çözebilmek için yıllar içinde nasıl bir yöntem geliştirdiğimi yazsam sanırım matematiği iyi olanlar ağlar :)
- Matematikle ilgili midir bilmiyorum ama gramaj hesabı da yapamam ben. Diyelim marketten 150 gramlık bir şey aldım, bunu nasıl bir kavanoza koyacağımı bilemem. Ya boşluk çok kalır ya da
- Küslük demişken bazen birine küsüyorum, o bunu bilmiyor, sonra kendi kendime o kişiyle barışıyorum :) "Öyle demek istememiştir zaten", "Benim iyiliğimi düşündüğü için öyle dedi" (Gonca :P )
- Saçlarım konusunda da annemden yıllarca duyduğum şu cümle beynime kazındı: "Esra, saçlarını tara" Biraz kişiliksiz bir saç tipim var. Nemli bir yerdeysek hop kabarır,dalgalanır; Ankara gibi kuru bir havadaysak aşağı doğru eğime geçer, geçerken arada asilik yapanlar olur o yüzden de bu saç tipinin ne yapmak istediğini kimse anlayamaz. "Acaba yataktan kalmış hali mi?" "İştekiler bence bundan şüpheleniyorlardır :)
Fotoğrafın sahibi Memede sevgilerle :)
- Tuhaf bulduğum ama içimin cız etmesini engelleyemediğim bir diğer şey ise, yeni yıldan önce "mutlu yıllar" dendiğinde "o zamana kadar bir daha görüşmeyecek miyiz ki?" diye hüzünlenmem. Çok yakınlarınla görüşürsün tabii ama marketteki amcayla, posta görevlisiyle zaten niye görüşesin değil mi? Öyleyse o hüzün duygusu ne? Onu çözemedim.
- Unutkanlığım zaten var ama şimdi yazacağım anıyı her hatırlayışımda acayip gülüyorum.
Bir gün KKK'ye gitmiştik, onun odası acayip neşeliydi, her yerde bir şeyler olurdu, kitaplığında bir biblo gördüm ve dedim ki "Biblo da hiç sevmem, ne gereksiz bir şeydir, öylece durur hani ne yapacağını da bilemezsin..." Merve sessiz bu arada. Ben devam ediyorum,
"Böyle saçma bir şeyi kim aldı ki sana?"
"Sen..."
"Heeeeeeee" :)
- İçtiğim içecekleri neden bilmiyorum ama hep yarım bırakıyorum. Özellikle de neskafeyi. Sanki bardağın sonunu görmek istememe-yaşanmışlığın devam etmesinden hoşlanma gibi bir halim var ama israfı da sevmem :)
- Alışverişten pek anlamam. Mesela perde alışverişi tam bir karmaşa benim için. Kenarlara konulan koyu perdelerin ismini hatırlayamadım şimdi, perdeci amca bize sorduğunda "ne için kullanacağız ki onları" dedik. "Süs" dedi. Ben "kalabalık yapar, sıkılırız" dedim. Benim bakış açımla perde aldığımızda eski usul güneşlik denilen kapatıcı ile normal bir tül yeterli oluyor, perdeciler de beni sevmiyor :) Bir de "enini boy yapmak" ve "kaç metre gider" hesabı var. Ben anlamıyorum :)
- Çok makyaj yapmış birinden korkmak... Birini bu halde görünce başka yöne bakmaya çalışıyorum. "Kendini neden gizliyor ki" diye de düşünüyorum bazen.
- Diyelim birinin başına güzel bir şey geldi, ben ona tam olarak ne diyeceğimi bilemeyebiliyorum. Aynı şekilde oda arkadaşı gittiği için üzülen birine "Hayırlı olsun" da diyebiliyorum. Hediye verdiğimde teşekkür eden birine "afiyet olsun" demem gibi :)
- İsimleri unutuyorum ama yüzleri unutmuyorum demiştim ya. Onun sebebi de şu, kişileri duygularla geri çağırıyorum, bunda da pek yanılmıyorum :)
Diyelim biriyle karşılaştım, burnum koku alıyor = sen bunu bir yerden tanıyorsun = nereden tanıyor olabilirim = bana bir şey öğretmişti, sevmiştim ben onu = ama anlattığı konu gıcıktı = yıllar önce gittiğim dershanedeki matematik öğretmeni = bingo :)

Böyle de bir yazı oldu
Bu başlığı baz alıp kendi tuhaflıklarını yazmak isterlerse bu mime Aslı-Ebygale, Ülkü- 2 Çocuklu Hayat ve Mutlu Keçi'yi davet edeyim :)

*Bonus: Gülçin'in "15 dakika" önerisi hoşuma gitti, bir deneyeceğim :)



Devamını oku »

4 Ocak 2016 Pazartesi

An'ı Yakalamak :)

Tatil günleri bizim evde genelde dinlenmeli değil de koşturmacalı geçiyor. Ev işleri ve Elif ile oynama arasında bir denge kurmaya çalışırken dışarıda yapılacak işler sırada bekliyor. O yüzden de misafircilik oynamaya bazen vakit kalmıyor.
Bence hafta sonları iki gün olmaya devam ederken Pazartesi günleri annelere izin günü olmalı :) Gerçi cumartesi günleri de çalışan anneleri düşünüp yine halimize şükretmeliyiz sanırım.
Bu tatilde -uzun zamandır bir ilk- kendime vakit ayırabildiğim 1-2 saat yakaladım, o anlar nasıl güzeldi :)

Öncesinde çalışma odasına oranın bir ardiye olmadığını hatırlatacak kıvamda çeki düzen verdim.
Çalışma masamı zaten çok seviyorum ama düzenlemeden önce içinden her şey çıkıyordu ve aradıklarımı bulamıyordum.
Ne kadar sıklıkla olmalı bilmiyorum ama fotoğraftaki gibi an'ları yaşamak gerek.
Bu fotoğrafı anlatacak olursam,
Solda en alttaki defter benim çizim defterim.
Onun bir üstündeki Defteri Aslı hediye etmişti, o defter artık Elif'in günlüğü :)
Defterlerin üzerindeki ajandalar ise bu senenin kayıt hazineleri.
Sinek Sekiz yayınlarının ajandası her güne 1 sayfa olduğundan çok kullanışlı. Pullu mektuplu olan ise gündelik kullanım için çok pratik. Mektup severler için harika bir hediye bence, teşekkürler Fatma :)
Balıklı defteri Gonca göndermişti, o deftere bakıp mutlu oluyorum ve okuduğum kitaplardaki güzel cümleleri ve kitap hakkındaki yorumlarımı yazıyorum.
Beyaz kutuda cevap vereceğim mektuplarım var, önündeki kart Özlemden, "all the secrets are contained in books" diyor, ben ona ekleme yapıp "and letters" diyorum.
Çünkü az sonra mektup yazacağım ve yazdığım kişiye çok acayip sırlarımı yazdım, hem de Selcen'den çaldığım kalemle :)
Mozaik pasta KKK tarifi, oldukça lezzetli. Tatlının yanında illa tuzlu yediğimi bana fark ettiren 4YKK Tangüle de selam ederek susamlı çubuklarımı yedim. Kozalağım ise doğa arkadaşımın takas kutusundan Semra-Kağan'dan :)
Kısacası çalışma masamda sevdiğim arkadaşlarımdan gelen minnak parçaların bir bütün oluşturmasını çok seviyorum.
Sağdaki origami ise en özel parçalardan biri.
Bir de görselleri devamlı değiştiriyorum, böylece tüm arkadaşlarımı görebiliyorum.
Masadaki iki adet harici belleğin görevi ise pek mühim, neyse bu yazının konusu değil.
Her gün böyle olsa bence kıymetini anlayamayabilirdim.
Lakin uzuuun zamandır böyle sıcak bir an-mektup yazma ve kahve içme- yaşayamadığım için bana çok özel geldi.
Hafta sonları gündüz uykusunu rahatlıkla uyuyamayan 1 Elifimiz var ama ne yapalım.
Hayatımızdaki güzel şeyler, an'lar ve insanlar için şükretmeye devam :)
O değil de mektup az daha uzasa sanırım minik bir öyküye dönecekti, bakalım yazdığım kişi de bu öyküyü sevecek mi :)
Sürpriz!
Devamını oku »